Genetik kökenleri bilemem ve de umursamam da ama zihniyetleri önemli görürüm.
Bu toprağın ve toplumun insanı olmak isteyip, istememek önemli. İstemeyenler genellikle, kendilerini bir şekilde, öncelikli olarak bir gruba dahil ederek tanımlıyorlar zaten.
Önemli olan bu toprağa, insanına ve tarihine sahip çıkmaktır. Bizler, Anadolu halkı, Türk toplumu olarak, bu toprakların en iyi özlerinden oluştuğumuzu düşünüyorum. Din, inanç, köken, hepsi bu oluşmun bir özü. Ama öncelik değiller.
Yoksa gereksiz konularda bolca ciddi ciddi tartışılır. Gereksiz, çünkü var olan durumu daha iyiye, güzele tüm toplum için götürmeyecek. Fayda sağlamayacak.
Diller, evrimleşir. Kelimeler evrimleşir, İsimler evrimleşir. Ortaçağ Avrupasındaki hangi dil, aynen sürüyor? Bırakın, 50 yıl evvelki dil nerede var?
Hele elektronik ileşimle gelen kısaltmalar, dili değiştiriyor. Kavramları da... Yeni kelimeler de zaten yeni kavramları isimlendirme ihtiyacından doğuyor.
Çoğu isim ilk halinden farklı olsa da, aynı kökten türüyor. Bu çok doğaldır.
Cumhuriyet başlangıcı ve 10 yıllık süre bir devrimdir. Anadolu insanının, binlerce yıllak alışkanlıklarından ve bağlılıklarından kurtarmak için bir devrimdir.
Yoksa çok değil, 20-30 yıl sonra tekrar, farklı da olsa monarşik bir sistem başlardı. Çünkü zihinsel alışkanlıklar hala baskındı. O yüzden bu değişim rüzgarı içinde, yer isimlerinin de güncellenmesi normaldir.
Bu Anadolu insanınını tarihinden, kökünden değil, zihinsel ve kültürel bakışıyla geçmişe dönme çabasını bırakıp, yüzünün geleceğe döndürme amacıdır...
Keza, her şey'e rağmen, aradan geçen 100 yıla rağmen bu zihniyettekiler hala toplumsal hayatta baskınlar ve geçmişin sadece olumlu yönlerini dile getirerek, toplumu kısmen dönüştürmektedirler.
Şu var, biz de devlet abartılıyor. Çünkü birey kendini, daha üstün bir güç karşısında kul olmaya şartladırılmış.
Bu yüzden devlet, onu oluşturan toplumun özlerinden birinden değil, tüm özlerden oluşur, varlık bulur.
Bunu anlamak için, önce "benim insanım, toplumum" kavramı öne çıkmalı.
Köken, din, vb, kavramların öne çıkması ise sadece bu bütün içindeki çatlakları genişletir. Sonucu ise her durumda toplumsal acizliktir.
-----
Soru-Devlet bunu belli etnik gruplara karşı yapıyprsa bu etik değil. Tek tip bir dil tek bir kültür oluşturmaya çalışırsan renklerini kaybedersin ve o etnik gruplara da baskı asimilasyon vs şeklinde yansır.
Cevap - Bu şekilde algılamıyor ve düşünmüyorum. Asimilasyon bu şekilde olmaz.
Sadece belli bir dili kullananlar için anlam ifade eden isimlerin, tüm toplum için eş anlamlı hale getirilmesi olarak algılıyorum.
Başka türlü, toplum içi eşgüdüm nasıl sağlanacak? Yerleştirilecek? Zaten insanlar, kendilerini şu'yum, bu'yum diye küçük topluluklarla tanımlamaya alışmış.. Hala da bunun peşindeler...
O kadar kısa sürede, ancak net ve devrimsel değişimlerle mümkün bu.
Yüz yıl sonra, insanlar kendilerini neye göre tanımlayacaklar ? Bir düşünün. Şu anki şekilde mi kalacaklar?
-----
Soru-Doğu anadolu bölgesinde halkın kendi dilinde isimlendirdiği köy kasaba dağ tepe isimlerini değiştirmek asimilasyon çabası değil mi ve bu seninle kader birliği yapmış bir halka yapılıyor.
Cevap- "kader birliği yapmış bir halka yapılıyor" diye bir şey yok. Halkların kardeşliği palavrasındaki gibi, birbirinden farklı halklar yok.
Aynı halkız. Aynı toplumuz. Hepimiz birden aynı toplumu oluşturuyoruz. İki farklı ve birbirinden bağımsız parçanın bir araya gelmesi diye bir şey yok. (Ama olması için çok uğraşan var.)
Durumumuz, kardeşlerin ayrılığından daha ötesi olamaz.
-------
Soru-O halde neden belirli yerlerde bu politika uygulandı?
Cevap- Tam konuyla alakalı olmasa da, dil örneği üzerinden gideyim.
Günümüz Türkçesinde kullandığımız bir çok yabancı kökenli kelime var. Batı Avrupa kökenli olanların yanında, Farsça ve Arapça olanlar da var. Aynı şekilde, günlük kullanımda farkında olmadan kullandığımız yerli kelimelerimizde var. Günümüz Türçesinde, mesela Kürtçe veya Lazca kelimelerde yok mu kullanılan. Telafuzu değişmiş olsa da?
Bir ara Türk Dil Kurumu, dilde sadeleşme diye "tavuksal fırtlangaç" gibi abuk sabuk kelimeleri de sokmaya çalıştı. ama olmadı...
Bir kelimenin, toplumsal hayata yerleşmesi, kökeniyle veya hangi dilden geldiğiyle alakalı değildir çünkü.
İfade ettiği kavramı tanımlamasıyla hayat bulur ve yerleşir.
Türkçe'nin bilim dili geliştirmede yetersiz kalması ile bu alanda kavramları ifadea eden yabancı kelimeler, sanat ve edebiyatda, huhukta, diplomasi de, her alanda o kavramı zenginliği ve doğru tanımı ile ifade eden kelimeler baskın olur.
Kimse kelimeleri, ırkından veya dininden dolayı seçmez. Kullanım kolaylığı ve herkese aynı kavramı anlatmasıyla seçer...
Sözgelimi, bilimsel keşif ve gelişmelerde Kürtçe kökenli kelimeler baskın olsa veya şehirleşmede veya tarımda veya sanatda, herkes bu kelimeleri kullanır. Çünkü o kelime, kavramı herkes için aynı şekilde doğru ve tam ifade ediyordur.
Yerleşir.
Siz belli bölgeler de sadece o bölge halkının anlayacağı kavramlar yerine, tüm topluma yeni bir tanımla ortaya koyarsanız. Toplumsal Zihniyet de tümleşir.
O günün iç ve dış dinamikleri altında, siyasi ve ekonomik açılardan da olayı ele almak ve ona göre sorgulamak daha doğru olur.
Günümüz şartlarında, siz hümanizma, eşitlik, insan hakları gibi kavramlar altında yetiştiniz. Size bunlar, ideal olarak benimsetildi. Bu bakış altında sorguladığınız zaman varacağınız yargı ile
100 yıl evvel, padişahın kutsallığına, aşiret liderine tam itaate ve şıhların, şeyhlerin kutsal gücü ile cenneti garantilediğini düşünen bir zihnin yargısı ve yaklaşımı farklı olurdu.
Hatta toplumsal sorunları çözüm önerileriniz bile farklı olurdu..
Siz tarihçisiniz, bilirsiniz ki, olaylar ve yaşananlar o dönemin ve o döneme kadar olan olguların birikiminin sonucudur.
Verilen kararlar ve uygulamalar da o günün koşul ve ihtiyaçlarına göredir.
O döneme göre, o şartlar altında hata yapıldıya, o koşullar altında ve ele alınmalı ve yargılanmalı. O döneme göre, alternatifleri ele alınmalı, yapılacak doğru buydu denmeli.
Günümüzün doğruları ışığı altında, tarih incelenemez.
(Yavuz'un İran seferinde tanıdığı ayrımcılığın ürünleri bugünkü sorgular hep.)
İnsanlar avcı toplayıcı iken, günlük hayatlarını idame için gerekli en önemli kaynakları, aralarıdndaki işbirliği, ortak stratejileri, fiziksel güc ve dayanıklılıkları idi. Yönetimleri bu yapıya uygun, daha demokratik ve eşitliğe dayalı idi...Şamanizm gibi doğa dinleri yaygındı.
Tarımın keşfi ile göçebelikten, yerleşikliğe geçince toprak en önemli kaynak oldu. Sosyal yapı da buna göre biçimlendi. Toprak sahiplerinin kontrolünde, üretim, depolama, işbölümü ve toplumu yönetmek için kurumlar gelişti. Yaklaşık 1750'li yıllara kadar bu dönem sürdü. Krallıklar, lordluklar, düklükler, ağalar, beyler bu dönemin yönetim unsurları oldu. Şehir devletlerinden, krallıklara ve imparatorluklara geçiş oldu. Şehir tanrılarından, ülke ve daha sonra imparatorluklarla tek tanrılı dinlere geçiş oldu.
Buhar makinesi ile endüstriyel dönem başladı ve ana üretim kaynağı sermaye'ye dönüştü. Girişimci iş adamları ve şirketleri, sömürgecilik (başka bölgelerin, doğal zenginliklerini, insan işgücü, bilim ve kültür kaynaklarını kendisinde toplamak) öne çıktı. Denizaşırı ülkelerden sağlanan bu kaynaklarla, bilim, sanat ve kültür alanlarına kaynaklar ayrılıp, hızlı gelişmeler sağlandı. Bir çok sosyal kurumun temeli bu dönemde atıldı veya güçlendi. Toplumları biçimlendirmek için kullanılan dinsel ritüel ve yaklaşımlar da bu döneme uyarlandı.
1980'lerde Thatcher-Reagan ile başlayan özelleştirmeler ile kapitalist sistem tepe noktasına ulaşırken, dönüşüm de başladı. Bilim ve bilgi üretimi de önemli bir ekonomik kaynak olarak algılanmaya başladı. Bu dönemde uzmanlaşmalar, belli bir alanda derinlikli bilgi toplamak, üretmek öne çıktı. Din toplumlar üzerindeki yönetsel gücünü kaybetmeye başladı, bilim ve teknoloji biçimleyici olmaya başladı. Çok değil 90'lı yılların ortalarında internetin akademik ve devlet kurumlarından, topluma inmesiyle yeni dönem başladı. Bilgi çağı. Bu dönemde dinler varlıkların korumaya çalışırken, değişmini temel sebebi olan bilgi üretimi ile uyum sağlamayı henüz başaramamış durumda.
Günümüzde yoğun bir bilgi üretimi ile karşı karşıyayız. Her yıl hemen hemen bir önceki 10 bin yıl boyunca üretilmiş bilgi kadar, bilgi üretiliyor.
Uzmanlaşma yüzünden herkes bir-iki alanda derinlikli bilgiye sahipken, ilgili diğer alanlarda ancak yüzeysel bilgiye sahip olabiliyor. Bu yüzden ekip çalışması öne çıkıyor. Çünkü kimse tek başına tüm'ü etkileyecek kadar genel bir bakışa sahip değil. Şu an bilgi ekiplerce üretiliyor, keşifler ekiplerce yapılıyor. Bilimsel yapı da henüz bu ekip çalışmalarında uygulanacak teknik ve yöntemler üzerinde net bir sonucu ulaşılmış değil. Çünkü insan zihni belirsiz bir değişken. Birinin değersiz bir fikir, bir başkasına ilham kaynağı veya çok değerli bir bilgi olabiliyor.
Çok değil 100 yıl önceki bilimcilerin, alanlarında ve belki bir kaç yan dalda o günkü bilgi birikimine göre uzman düzeyinde bilgi sahibi iken, tek başına bir genelleme yepebiliyordu. Bir buluş veya devrimsel bir fikir üretebiliyordu çünkü gerekli bilgileri tek kişide toplamak mümkündü. Şimdi öyle değil.
Günümüz bilimcileri ne birikim, ne zeka olarak o dönemin bilimcilerinden daha geri değil, hatta çok daha donanımlı ve zeki olanları çok fazla. Ama bilgi yoğunluğu ve çeşitliliği, dahi olmaya engel oluyor. Sıradışı bir fikir ortaya attığınızda, uyum sağlamanız gereken çok fazla ayrıntılı ve derin bilgi var.
Bu yüzden, günümüz de ana üretim kaynağı "bilgi" ve bilginin sahipleri, üreticileri yeni dünyanın yöneticileri olacak.
Böyle bir ortamda dünya genelinde bilgi işleme durdu ve yavaşladı diye düşünmek, doğru bir teşhis değil.
Ama ülkemiz açısından günümüze bakarsak, bu kısmen doğru bir teşhis. Çünkü bilim gelişmek ve üretmek için farklı zihinlere, düşünce kalıplarına ve bakış açılarına ihtiyaç duyar. Bu zihinler ise ancak çok sesli, çok kültürlü, desteklenmiş sanat, edebiyat ortamlarda gelişebilir. https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/44548/
Ölümler, hastalıklar...
Salgın... Batan işletmeler, çaresizlik ve kısıtlılık... Korona ile bunlar
hayatımıza girdi ama... Korona insanlık için bir kurtuluşu gibi gözüküyor. (Ya da doğanın insanlıktan kurtuluşu...) Kapitalist sistemin dayattığı tüketici toplum modeli zaten büyük bir tıkanma
döneminde. Çevre kirliliği, sadece insan yaşamını değil tüm dünyayı toplu bir
yok oluşa doğru sürüklüyor. Elbette doğa her zaman bir yolunu bulur.
Doğal kaynakların tüketilme hızı ise dünyanın kendisini yenileme hızını geçeli
yıllar oldu. Her yıl, gelecek yıllardan tüketiyoruz.
Ama varlığımızı sürdürme ve yarınımızı garanti altına alma çabamızla öyle bir
kısırdöngüye düştük ki. Çıkamıyorduk.
Daha fazla para kazanmak veya konforlu bir hayat sürmek için tüketirken,bunları korumak içinde gittikçe bencilleştik.
Kişisel hak ve özgürlükleri bile bahane ederek, bireyselliği öne çıkardık.
Geldiğimiz nokta da Covid19 insanlığın kurtuluşu için anahtar olacak gibi
gözüküyor.
Neler oldu?
Ülkeler artan sera gazlarını azaltmak için zaten anlaşmaya yanaşmıyordu. Zar
zor Paris'te bir araya gelip, gönülsüzce imza attılar ama oy ve para kaygısı
ile verilen sözler aslında kağıt üzerinde kaldı.
Kimse fabrikasından, arabasından, ısıtmasından, soğutmasından vazgeçmek
istemiyordu.
Bir anda sera gazı üretimi düşüverdi. Ülkelerin milyarlarca dolar harcayıp
yapamadığını, korona yapıverdi.
Doğa kendisini yenileyemiyordu. Öyle bir hale geldik ki "sağlıklı" diye, çimlenmiş tohumları tüketmeye başladık.
Plastik torba yasakları sadece kirlenme hızını yavaşlattı. Plastik kirliliği yüzlerce yıl etkili kalacak gibi gözüküyor.
İnsan sağlığını dolaylı ve doğal yaşamı direk destekleyen doğal alanlar,
ormanlarmaden sahalarına teslim
edilerek yok edildi. Ya da orman yangınları ile doğal alanlar, yeni imar-iskan
ile hayvancılık mera alanlarına dönüştü.
Denizlerdeki balık popülasyonu tükenme noktasına geldi. Bahar döneminde
milyonlarca havyarlı balık avlanıyordu. Şimdi evlerine hapsolmuş balıkçılar
sayesinde, bunlar soylarını devam ettirme şansı bulacak.
Tarımsal faaliyetlerin yavaşlaması, ilaçlama ve gübreleme esnasında soyu
tükenme aşamasına gelmiş canlılar, belki de yok olmaktan
kurtulacaklar. Daha çok kuş yavrularına daha çok böcek avlayabilecek.
Kendi kendini yok etme aşamasında hızla ilerleyen insanlık ve yokolan dünya için
korona, bir uyarı oldu. Ama daha önemlisi, son bir fırsat.
Elbette bu fırsatın bir bedeli var. İnsanlığın ödeyeceği bir bedel.
Ama gelecek kuşakların, çocuklarımızın ödeyeceği bedelle kıyaslayınca, bu
sorunların kaynağı olan bizim kuşağın ödemesi daha adil gözüküyor bence...
Korona - Covid19 ile fark edilen başka konularda var.
İlk
başta, kentlerde yerel yönetimlerin alacağı kararların ve uygulamaların,
bölgesel veya ulusal idarelerin alacakları kararlardan daha öncelikli olması
gerektiği...
İkincisi,
sosyal-sivil toplum kuruluşlarının, daha insan odaklı örgütlenmesi ve
faaliyetlerinde sosyal fayda işlevini yüklenmeleri gerektiği...
Üçüncüsü,
toplumsal hizmetlerde gönüllülük esasına dayalı örgütlenmelerin önemli olduğu
görüldü. Rahat ve sorunsuz zamanlarda bu yapıların toplumca desteklenmesi en az
teşvik edilmesi kadar önemli...
Dördüncüsü, kent yaşamının ekonomik ve sosyal imkanlarına
rağmen, temel yaşamsal konularda çok kısır ve kısıtlayıcı olduğu görüldü.
Özellikle sağlıklı ve güvenilir gıda konusunda, başka bölgelere bağımlılık
ciddi bir zaaf.
Kent yakınındaki bir çok tarım alanının, imar çılgınlığı yüzünden binalara ve
asfalta teslim edilmiş olmasının zararları daha da belirginleşti.
Bu amaçla, kentsel tarımı güçlendirecek, destekleyecek ve özendirecek teşvik ve
uygulamaların öncelik kazanması gerekiyor.
Beşincisi,
çalışma koşullarında zorunlu şartlar kalktığında eski sisteme dönülmemesi
gerektiği gözüküyor. Bunun iki nedeni var.
İlki, bu tür sorunlar ve felaketler
önümüzdeki yıllarda gene karşımıza çıkacak gibi. İnsanlığın doğaya şimdiye
kadar verdiği zarar, 3-5 aydaki kabuğuna çekilme ile düzelecek değil.
İkincisi, çalışma saatlerindeki
azalma, vardiyalı, evden çalışma gibi çalışma ilişkileri de toplum yapısına
girmeli.
Bu hem artan sayıdaki işsize iş imkanı sağlayıp, milli gelirden iş-zihin
güçleri ile katılımlarını sağlayacak(Devlet
hibe, destek ve yardımlarından çok daha tercih edilen bir yöntem olarak).
Hem de insanlara kendileri için zaman ayırma imkanı sağlayacak. Bu çoğumuzun
ihtiyacı. İnsanlara, kendilerini gerçekleştirmeleri için bir fırsat. En azından gelecek kuşaklar için...
Elbette düzen değişimi sırasında ağrılı sancılar ve kayıplar olacak, oluyor.
Sadece insanların hayatını kaybetmesi değil, işlerini ve hatta gelecek
umutlarını da kaybediyorlar.
Ama bu durum aynı zamanda, hatalardan ders alıp bir şeyleri düzeltmek için,
durma ve düşünme zamanı da sağlıyor insanlığa...
Gerçek sonucu korona değil, insanların vereceği ve uygulayacağı kararlar
belirleyecek.
Savaş, insanın insanı silahlı ve organize olarak, planlı öldürme eylemidir.
Ancak her savaş, silahla yapılmaz. Bazıları, çok daha farklı teknikler ve araçlar kullanır.
Ülkemizin de içinde bulunduğu bir grup ülke yıllardır bu gizli yürütülen savaşın etkilerine maruz kalıyor.
İnsanlık tarihine bakarsanız, savaşsız geçen bir yıl bir olmamış. Hoşlansakta, hoşlanmasakta insanoğlunun içinde var, çatışmak ve yok etmek.
Medeniyet,
kültür temsilcisi olduğunu iddia edenler ki batı dünyası, var olan
bilgi, kültür ve teknolojilerini yüzyıllarca sömürdükleri diğer
toplumların kaynaklarından sağladılar.
Günümüzde dünya üzerinde 2 tür toplum kaldı. Bir tanesi, yaşamak için çalışmak, karnını doyurmak ve yarın da çalışabilmekten başka bir şey ummayan insanlar toplulukları.
Kişisel
gelişimleri için gelirlerinden pay ayıramayan, günlük TV dizileri ve
yarışmaları ile zihinleri uyuşturulan, sosyal medya alanı ile kendisini
özgür birey hisseden insanlar.
Sayıca çoğunluğu oluşturuyorlar ve üretim bunların iş gücüne dayalı. Kendileri için bulamadıkları hayatı, çocuklarına sağlamak için uğraşıyorlar. Tüketimleri, bir sonraki gün yaşayıp çalışmalarına yetecek düzeyde... Durumlarına isyan etmeye, sorgulamaya bile ne fiziksel, ne de zihinsel mecali kalmayan grup bunlar.
Diğeri
ise temel ihtiyaçlarının üstünde gelire sahip olan ve bu gelir ile
kendisine zaman satın alabilen gruplar. Bunlar eğitime, kültürel
gelişime, estetik değerlerin yükselişine ve bu şekilde yeni bilimsel
bakışlarla bilimin gelişimine kaynak ayırabilen gruplar.
Sosyal
refahlarının önemli bir kısmı, geçmişteki sömürgelerinden aktarılan
kaynaklarla temel bulmuş birikimlere ve bu birikimlerin üstüne inşa
edilmiş medeniyetlerine borçlular.
Bunlar için diğer grup; eti, sütü, postu, yünü için beslenen bir koyun sürüsünden farklı ve daha değerli değiller. Kendi
kültürel değer yargıları, insan hakları, eşitlik, barış vb kavramlar
bile sadece kendileri ve kendileri gibi olanlar arasında geçerli kavram.
Üçüncü ülkelere gelince işler, bu söylemler lafta kalıyor.
Bu toplumlar, sahip oldukları birikimler ile hala diğer toplumlara karşı gizli sömürgeci savaşlarını sürdürüyorlar.
Evet,
hala savaş içindeler ama kullandıkları araçlar farklı sadece... Yaşam
şekillerini, kültürlerini empoze edip, kendilerine tüketici pazarını
genişletiyorlar. Bu toplum içindeki görüş ve inanç farklıklarını
körükleyerek, taraf tutarak, aralarında çözmeleri gereken sorunlara
müdahil oluyorlar. Böylece, silah sanayilerine yeni müşterileri ayakta tutuyorlar.
Kendi
yaşam alanlarındaki atıkları, çöpleri ihraç ederek, bu ülkelere
kirliliklerini ve çevre sorunlarını yolluyorlar. Çevre maliyetini tüm bu
toplum üzerine yüklüyorlar.
Bunları yaparken de evrensel değerleri slogan olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar.
Eğer
insanlığa ışık getirdiğini, medeniyet timsali olduklarını iddia eden bu
toplumların sebep olduğu zararlara bakarsak, dünyanın kaymağını
tükettiklerini ve bu durumu korumak için çabaladıklarını görüyoruz.
Diğer
toplumların sadece doğal kaynaklarını değil, beyin gücünü, sanat
dehalarını da kendilerinde topluyorlar. Bu yüzden, sömürülen bu
ülkelerde sanat ve bilim de daha yavaş gelişiyor. Oysa, sanat olmadan, bilim, bilim olmadan da ülkelerin ekonomisi güçlenemez.
Son
olarak ülkemizin içine çekilen güneyimizdeki kaynaşma alanı bile, bu
ülkelerin ulaşmak istediği bir doğal kaynak üzerine kurgulanmış...
Dünyanın
enerji geleceği, doğal gaz üzerine gelişiyor. Enerji, her ülkenin,
toplumun gerek büyümek gerek ise durumunu korumak için vazgeçemeyeceği
bir kaynak.
Gelişmekte olan ülkelerin her yıl enerji ihtiyacı her %10'luk nüfus artışına ve %5'lik büyüme oranına göre 8-12 kat artıyor. Yani, ülkeler geliştikçe, nüfusları artıkça enerji ihtiyaçları geometrik oranlarda artıyor.
Dünya da hali hazırda petrolün yerini alabilecek tek bir enerji kaynağı var. Doğal Gaz. En büyük rezervler ise, Rusya, ABD ve Basra Körfezi (Irak-İran) kontrolünde. Başka ciddi rezervler var ama...
En büyük doğalgaz tüketicileri ise AB, Çin, ABD... Gelişmekte olan ülkelerde de ihtiyaç artıyor üstelik.
Rusya-
Ukrayna krizi, Sovyetler döneminde döşenmiş boru hatlarından AB'ye
giden doğalgazın, Ukrayna tarafından kullanılması ve parasının
ödenmemesi sonucu olmuştu. Rusya doğal gazı çekince, AB o kış
titremişti.
Özellikle lokomotif Almanya bu durumdan ve bağımlılıktan çok rahatsız oldu. Hemen ürün ve satıcı çeşitlendirmesine yöneldiler. Çünkü Rus doğalgazına bağımlılık stratejik bir zayıflık idi.
Sürdürülebilir,
güneş ve rüzgar enerjisi teknolojilerinin gelişiminden başka terk
ettiği atom santralleri (Fukuşima'dan sonraki kamu oyu baskısı ile)
yerini kömürlü (kolayca doğal gaza çevrilebilir) termik santrallere
ağırlık vermeye başladı.
AB (Almanya) özellikle kuzey Afrika
ülkelerinden de (en çok umut vaat eden Mısır açıklarında idi ama
Mısır'ın ihtiyacına ancak yeteceği anlaşıldı sonradan) sıvılaştırılmış
doğal gaz alımı ile ürünü ve satıcıyı çeşitlendirip, Rus doğal gazına
bağımlılığını %40'lara kadar düşürebildi. Ama bu artan (özellikle
inovatif teknoloji ile Avrupa lokomotifi görevi yüklenen Almanya'nın)
enerji ihtiyacını karşılamayacaktı.
Sonuç olarak AB'nin kendisine alternatif doğal gaz kaynakları ve bulması gerekiyor. Fransa, nükleer santrallerden vazgeçmiyor.
Bu
arada Rusya'nın Sibirya da iki kuyusu var. Bir tanesi AB ve çevre
ülkelere doğalgaz verirken, diğeri bekliyor. Çin bu ikinci kuyudan doğal
gaz istiyor. Ancak bu sefer farklı kuyudan olacağı için Çin'in pazarlık
imkanı daha geniş olacak. Rusya ise AB'ye verdiği kuyudan vermek
istiyor. Böylece fiyat kontrol altına alınacak. Çin'e pahallı geliyor.
Çin
bu sefer Ortadoğu'dan sıvılaştırılmış doğalgaz alımı ile bu ihtiyacını
kapatmaya çalışıyor. Tabii yetmediği içinde nükleer santral,
yenilenebilir enerji sistemleri ve her türlü başka yöntemle enerji
bağımlılığını kontrol etmeye çalışıyor. Çin İran'dan da doğal gaz
almak istiyor. Özellikle boru hattı ile bu, süreklilik ve ekonomik
bağımlılık demek. Oysa Afganistan'da yıllardır bitmeyen kargaşa ve
kontrolsüzlük, İran doğal gazının, Çin ve Hint pazarına ulaşmasını
kısıtlıyor.
ABD ise bu arada boş durmuyor. 2010'lu yıllardan
itibaren petrol-enerji şirketleri harıl harıl doğalgaz sıvılaştırma
tesisleri inşa ediyorlar. Planlama da 2020'li yıllarda, Çin, Avustralya,
AB bu gazın müşterisi olacak. Çünkü deniz altından boru hattı döşemek
ve bakımını yapmak kolay ve ekonomik değil. ABD şimdiye kadar ürettiğini
iç tüketimde kullanıyordu.
AB bir ara Rusya ile Karadeniz
altından (Baltık Denizinden direk Almanya'ya ulaşan hattın bitiminden
sonra) Bulgaristan üzerinden doğalgaz boru hattı gündeme geliyor. Ancak
AB Bulgaristan'a giriş fiyatı (AB üyesi olduğu için) ve bütün boru
döşeme maliyeti Rusya karşıladığı halde, aynı hattan Azerbaycan ve
Türkmenistan (satıcı farklılığı ile fiyat-pazarlık avantajı, doğal gaz
sürekliliği) gazı ısrarı ile bu hattan vazgeçiliyor.
Türkiye
üzerinden hat düşünülüyor, AB üyesi olmadığı için fiyat kontrolü olacak.
Ama Suriye de düşürülen uçak olayı bunu geciktiriyor. Sonunda bu
bağlamda Türkiye' Rusya'nın Akdeniz'e açılan doğal musluğu olarak
anlaşıyorlar. Sıvılaştırılmış doğal gaz tesislerine olan ihtiyacımız ise
bundan. Tüm Akdeniz'in musluğu olmak için.
Fakat
bu süreçte, AB ve ABD başka alternatiflerinde eldesi ve kontrolü
çabasında. Özellikle Basra Körfezi doğal gazının boru hattı ile
Akdeniz'e ulaşması çok cazip bir hale geliyor. Çünkü yakınlarda AB
üyesi Güney Kıbrıs Rum kesimi var. Buraya gelen borunun maliyeti ve
doğal gaz fiyatı düşük olacak. Üstelik Doğu Akdeniz havzasından da
İsrail-G.Kıbrıs Rum ortaklığı ile ek gaz alabilirlerse, boru hattının
güvenliğini de İsrail üzerine yüklemiş olacaklar.
Fakat tek ihtiyaçları, Basra körfezinden Akdeniz'e ulaşacak boru hattının güzergahı ve güvenliği kalıyor. Bu
amaçla önce yapay bir terör örgütü ile bölgeyi insansızlaştırıyorlar.
Adından bu yapay güce karşı hareket ederek, bölgeye istihkamlarını
kuruyorlar. Ve adım adım yeni bir devlet oluşumuna yöneliyorlar. Bu kurulacak yeni devlet Batı'ya hem ekonomik, hem siyaset olarak bağımlı olmalı. Çevre ülkelerle sorunlu olmalı. Böylece bölgede bir Kürt devleti oluşumuna doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.
AB
özellikle Almanya ve Fransa bu yüzden bu bölgede çok geziniyor.
İngiltere ise İsrail ve ABD üzerinden hareket ediyor. ABD ise hem kendi
satacağı ürünler için, hem dünya doğal gaz piyasasını kontrol için, bu
bölgeden vazgeçemiyor.
Şimdi Türkiye'nin düzenlediği bu harekat, bu uydu devletin kuruluş amacını tamamen bitirmek ve kontrol etmek üzerine...
Felsefe, esasen mantıklı düşünce sistematiği olarak, İnsanın doğa olgularını sorgulaması esnasında, sorgulanan konuların neden ve sonuçlarının "doğru bilgiye" dayanarak analiz etme yöntemlerini içerir.
Felsefe bize bilgilerin hangi sırayla ve nasıl ele alınacağını, farklı bilgiler arasında nasıl bağlantı kurulacağını ve bunların arasında yanlış sonuçlara sebep olan hatalı bilgilerinde nasıl ayıklanacağını gösterir. Bunu yaparken, farklı bakış açılarından oluşan teknikleri kullanır. Hiç bir olayın gözlemlenmesi ve analiz edilmesinde, tek bir felsefe bakış açısı kullanılmaz. Genel olarak, üretilecek bilginin (neden veya sonuç) analizinde kullanılacak bilgi miktarına ve çeşidine göre farklı tekniklerin bir arada, farklı oranlarda kullanıldığı bir kokteyl oluşturulur.
Mesela, gözlem ve deney olarak yetersiz bilgiye sahip olunan konularda, cesur varsayımların ortaya atılıp, bu varsayımın ve sonuçlarının yanlışlanması ile hatalı bilgiler, varsayımdan ayıklanabilir. (Karl Popper, Falsificationism- Yanlışlama) . Mesela karanlık madde ve karanlık enerji konusunda, elde edilen gözlem sonuçlarının değerlendirilmesinde çok faydalı bir yöntemdir. Çünkü her ikisinin de esas içeriği bilinmediği ama sonuçları gözlendiği için, bu gözlemlerden çıkarımlar yaparken, yanlışlanan bilgiler en az doğru bilgiler kadar değerli varsayıma katkıda bulunmaktadır.
Ancak tekrarlanmış gözlem ve deneylere dayalı olarak elde edilmiş ve kesinleşmiş sonuçlara dayalı bir varsayım üretirken, tümevarım- tümdengelim (inductivism, deduction) ve test edilebilirlik (Pierre Duhem -testability) yöntemlerini kullanarak, doğrudan gözlem veya deney yapılamayan bir konu üzerinde de, tamamen doğru bilgilere dayalı olduğu için, doğru bir sonuç üretebiliriz. Mesela, güneş'in merkezinin ısısı hakkında bir varsayım üretmek gibi...
Ben, (gözlemciye göre) görelilik (relativism), bilimsel gerçeklik (scientific realism), yanlışma, tümevarım ve tümden gelim, test edilebilirlik, bilimsel paradigma (Scientific Paradigm- Thomas Kuhn) metodlarından özellikle yanlışlanabilirlik ve paradigma metodlarını seviyorum.
Çünkü yanlışlanabilirlik, konuların dışına çıkarken, sınırların dışına çıkma, genel kabul edilmiş doğruların üstünde tekrar düşünme ve farklı açılardan ele alma imkanı sağlıyor.
Bu şekilde bir yaklaşım ürettikten sonra, onu sınamak, eğer mümkün değil ise ilişkili diğer konularla aradaki bağlantıyı basitleştirerek, aynı örnek üzerinden sunma imkanı arıyorum. Bu arada konuyu basitleştirmeyi engelleyen yardımcı varsayımları da ayıklayıp, yerlerine bilimsel gözlem ve deneylerle uyuşan sonuçları, elde etmeye çalışıyorum. Bu şekilde varsayım ile mümkün olduğunca çok ve farklı bilmeceyi cevaplamış oluyorum.
Bilinçli olarak tek bir metot üzerinde tercih yapmam mümkün olmuyor. Çünkü konunun çözüm ihtiyacına ve hakkında bilgi düzeyine göre farklı yaklaşımları, farklı derecelerde kullanmak gerekiyor.
Örneğin; büyük patlama öncesi evrenin tüm enerjisinin tekilleşmiş, homojen ve simetrik olduğu konusunda geniş bir görüş birliği var. Bu yaklaşımı değiştirmeden, ama bu durumu farklı bakış açılarıyla değerlendirerek bir varsayım ürettim. İlgili kavramları da bu varsayım açısından, geçerli tanımlarıyla çatışmayacak şekilde ele aldım Varsayımın ana felsefesi, evrenin başlangıçta homojen ve simetrik olmasından dolayı çok az fizik kuralı ile başladığı ve bu kuralların temel olduğuna dayanıyor. Bu kuralları, termodinamik kuralları olarak da tanımlıyoruz. Gözlemlediğimiz diğer konular, evrenin genişlemesi esnasında parçacıkların ve alanların karşılıklı ilişkilerinin çeşitliliğinden ve derecelerinden kaynaklandığını öngörüyor. Bu varsayıma göre, evrenin başlangıcındaki temel kanunlar hala varlıklarını aynı şekilde "temel düzeyde" sürdürmeliydi.
"Enerji her zaman çok yoğun ortamdan, az yoğun ortama akar." ve "Tepki, etkiye eşittir."
Buna göre, havaya zıpladığınızda, bir taş başka bir taşa çarptığında, ateş yaktığınızda, bir cismi ısıttığımızda, elektronu foton ile bombardıman ettiğinizde, kütlesiz enerji kuantından kütle oluşumunda, momentum ve eylemsizlikte, ivmelenirken ve sabit hızı korurken, özel göreliliğin tüm sonuçların aynı temel prensibe dayanmalıydı.
Ve, bunu başardım. Çok iddialı olduğunu biliyorum! "Aynı mekanizma" tüm bu olguları açıklayabiliyor. Yanlışlama ve paradigmalardan faydalanarak konuyu sadeleştirip, bir derece basitleştirdim. (Fizik biliminde eğitimim olmadığı için, sadece fizikçilerin anlayabileceği şekilde yapamıyorum.)
Konu "tek soru" ile başlıyor. "(Herhangi) Etki nasıl iletilir?"
Ve şu düşünce deneyi ile cevaplamaya başladım:
Eğer elimde 2 ışık saati uzunluğunda demir bir çubuk olsaydı ve bunu uzay boşluğunda 1 metre/saat itecek kadar kuvvet uygulasaydım, çubuğun ve diğer ucunun durumu ne olurdu?
Felsefe, binlerce yıl boyunca insanlığa yol göstermiş olan aklı ve bilimi
doğurmuştur. İnsanın kendisini ve yaşamını sorgulamasından başlayan felsefe,
toplumu ve en sonunda tanrıları ve doğayı sorgulamaya kadar ilerlemiştir.
Felsefe bir düşünme sistemi, alışkanlığıdır. Sorgulanan konunun, alanın
içeriğine göre uzmanlaşmış ve alanlara göre farklı sorgulama teknikleri de
geliştirmiştir.
Bu şekli ile insanoğlunun tüm düşünsel faaliyetlerinde, gelişiminde temel
kaynak olmuştur.
Olgunun, doğru açıdan ele alınıp değerlendirilmesi ve diğer olgularla olan
sebep-sonuç ilişkilerini tanımlaması ile her alana özgü bir felsefe
gelişmiştir.
Bu nedenle, herhangi bir konuda, konunun felsefesi, o konununhangi açıdan ve hangi önceliklerle ele
alınması gerektiğini de bildirmektedir.
Önceleri doğa ve toplum bilimleri iç içe iken, bütün bilim insanları aynı
zamanda felsefeci, tüm felsefeciler de bilimciydi... Ancak 18nci yüzyıldan
itibaren endüstri dönemi ve ihtiyaçları iletoplum ancak bilimin mutlak ve ölçülebilinir değerleri üzerinde gelişme
imkanı buldu. Bilimsel görüş içindeki felsefenin rolü gittikçe azalırken, bu
alan daha çok yeni doğan sosyal bilimlere bırakıldı.
Çünkü felsefe, ölçülemeyen, mutlak ve nesnel olmayan olguların veri olarak
değerlendirilmesini, aralarındaki bağlantıların çözümlenmesine de imkan
veriyordu.
Sayısal değerlere dayanan bilimin ise bundan sonra felsefeye ihtiyacı kalmadığı
düşünüldü. Üstelik yüzlerce yıllık felsefenin birikimiyle oluşturulan bilimsel
bakışla elde edilen sonuçların başarısı ve göz kamaştırıcılığı, bilime olan
inancı ve güveni güçlendirirken, felsefeyi tamamen çıkarma eğilimine girdi.
O dönemki bilimsel anlayışı değiştiren ve felsefe ihtiyacını doğuran iki olay oldu.
İlki Einstein'ın Özel Görelilik teorisi ile başlayan ve kuantum fiziğinin
gelişimi ile devam eden, bilimsel düşünme tekniğindeki değişimler oldu.
Bu ölçülebilinir, tanımlanabilinir, durumu ve hareketi; zaman ve diğer
verilerine göre tahmin edilebilir parçalardan oluşan bütünün incelenmesine
dayanan bilimsel anlayışı değiştirdi.
İkincisi, 1nci dünya Savaşında kullanılan bilimsel teknolojinin dehşet veren
yıkımı ve sonuçları, bilimin iki yüzü de keskin bir kılıç olduğu, insanlığı
daha iyiye götürebileceği gibi, daha kötüye de götürebileceğinin anlaşılmasına
neden oldu.
Bu bilimsel bakış altında temel ilkelerin ve ahlaki bir bilim felsefesinin
gereğini de doğurdu.
Felsefesi olmayan bir bilimsel bakış, tam bir yok edici olabilirdi.
Klasik fizik uygulamalarında kalan ve bilimsel kesinlik ve hesaplanabilirliğin
(kontrol edilebilirlik anlamına da geliyor bu) doğurduğu pozitif bakış açısı
hala sürmektedir.
Klasik fizik değerlerine bağlıkişi ve
toplumlar, hala bilimden sağlanacakların tamamen kontrolleri altında ve
insanlık için iyi olduğunu düşündürtmektedir.
Ancak kuantum mekaniği, klasik mekanik anlayışını temel değerlerden
yaralamıştır.
Olguların ve olayların, bağımsız incelenen birimlerin bir bütününden oluştuğunu
ortaya koymuştur. Böylece, bir olguyu sebep ve sonuçları ile tanımlarken alanı
esnetmiş, belirsizlikleri de kapsamına almıştır. Bu, olguları dalga
denklemleriyle tanımlama şeklinde kendini göstermiştir.
Klasik fizikteki niceliklerin sürekli kesintisizliğinin yerini, olguların
kesikli ve limitlerle sınırlanmış durumları ve ilişkileri yerleşti.
Atom altı parçacıkların konum ve momentumlarınızdaki belirsizlik, dalga ve
parçacık özelliği göstermelerinden kaynaklanan dualite-ikililikkesinliğe ve hesaplanabilirliğedayalı klasik fiziği sarstı.
Ama esas klasik fiziğin cevaplayamadığı soruları cevaplaması ve kimi durumlarda
çok daha doğru ve net sonuçlarla hesaplanabilirlik sağlaması, bilimcilerin
düşünce anlayışını etkiledi.
Bu bilimsel felsefenin temelini oluşturan kuşkuculuk ile de uyumlu sorular
zincirini doğurdu. Sistemin bir bütün olarak ele alınması ve net sonuçların
bile ancak belirli koşullar altında geçerli olması farklı yaklaşımlar ve
durumlar arasındaki bağlantıların ortaya konması ihtiyacını doğurdu.
Tüm kuvvetleri açıklayan ve birleştiren "Her Şey'in Teorisi" de bunun
bir sonucu, "kızıl elması" oldu.
Bu bütüncül yaklaşım, sosyal bilimlerden, ekonomiye kadar bir çok alanda
etkilerini gösterdi. Oyun Teorisi gibi iktisadi durumları açıklayan yaklaşım
aslında tam olarak "kaos yaklaşımının" belirsizlik ve kontrol
edilemezliğinin, dalga fonksiyonu olarak nasıl belirlenebilir sonuçlara yol
açtığını göstermekteydi.
Günümüzde hiç kimse, Nijerya'da açlıktan ölen bir çocuk yüzünden bütün bölgenin
savaşa sürüklenebileceği ya da barışın tamamen hakim olacağı düşüncesine karşı
direnci kalmamıştır. Tüm bilinen koşullara rağmen, sonuçlar bu olasılık olarak
kabul edilmektedir.
Tüm bilim branşlarında, çerçeveyi tamamlayan arka plan gizli değişkenlerinbelirsizlik etkileri kabul edilmiş ve
artı-eksi değerler aralığındaki (bir bakıma dalga fonksiyonu olarak) sonuçlar
geçerlilik kazanmıştır.
Sayın Bayanlar ve Baylar, Eğitimciler... İnsanımızın durumundan memnun olmayanlar.
Eğitimi verende, eğitimi alanda; eğitimdeki sorunlara karşı ileri sürdükleri gerekçelerde haklılar. Herkes haklı ama yine de ortada bir sorun var.
Esas sorun, sorunun nereden kaynaklandığında fikir birliği olmaması. Çok zeki ya da çok bilgili olmanız ile normal sıradan birisi olmanız arasında bir fark da yok bu konuda. İnsan bir şeyi görmüyorsa, o onun için yoktur. Açıp bakmadığımız sürece, kedinin ölü mü canlı mı olduğunu bilemeyeceğimiz gibi...
İnsan zihin gücü, entelektüel kapasite, hayal gücü, merak açısından diğer ülkelerden hiç aşağı değiliz. Üstelik çoğumuz farkında olmasa da Türkçe gibi bir dilin getirdiği düşünme alışkanlıkları ve sistematiği gibi, esnekliğe açık bir avantajımız da var. (Bu avantaj ne yazık ki, yurt dışına giden arkadaşlarımızın kullanabildiği bir avantaj.)
Eğitim sistemimizde bir sorun var. Evet, ama bu sorun istediğiniz kadar sistemi yenileyin, istediğiniz kadar eğitimcileri yenileyin değişmeyecek. Çünkü sorunun kaynağı ve nedeni tam anlaşılmış değil.
En başta eğitim sistemimizi ele alalım. Şu an ilk okullardan itibaren tüm dünya da uygulanan eğitim sistemi, Fransız Devrimi ile çıkan yeni ekonomik dönemin felsefesinin ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir sistemin kalıntısı...
Nedir bunlar? İlki, topluma milliyetçi ruh aşılayacak üç araçtan biridir milli eğitim. (Diğerleri askerlik hizmeti ve milli bayramlar) İkincisi, vatandaşlık hakları altında fırsat eşitliği olarak herkese eşit eğitim imkanı iddiasının altı doldurulmasıdır. Üçüncüsü, kırsaldan kentsele göç eden ucuza çalışmaya hazır işgücünün, sanayileşme girişimlerinde rol alabilmesi (işçi olup, makine çalıştırabilecek standart düzeyde eğitim), iş gücü sağlayabilmesi içindir.
Dünya ekonomik anlamda bir yeni döneme giriyor. Devrim gibi bir dönemin geçişin sancıları var. Çünkü sadece geçişin değil, bitmek üzere olan dönemin getirdiği sıkıntılarında atık sorunları var. Dünya tarihinde ne zaman üretim yöntemleri değişse, yönetim yapıları da değişmiş, kültürel eğilim ve yapılarda...
Şu an dünya üzerinde üç grup var. Gelişmiş, sanayileşmesini tamamlamış ve bilgi teknolojisi altında sürdürülebilir ekonomiye geçen toplumlar. Gelişmekte olan yarı sanayileşmiş, yarı bilgi toplumu aralığında olan, tüketime dayalı büyüme ekonomisinde duran toplumlar. Bir de daha yeni gelişmeye başlamış, tarım ve sanayi toplumları aralığında olan toplumlar.
Aslında her toplumda, çeşitli bölgelerinde bu üç tip toplum yapısı da var ama oranları, ülkelerden ülkeye değişiyor.
Milli Eğitim sistemleri henüz, bu değişimi kavramış ve adapte olmuş değiller. Bir kaç İskandinav ülkesi hariç bu konuda değişim çok zor oluyor. Değişim isteklerine karşı çıkanların siyasi ve toplumsal baskılarda yoğun. Çünkü kimse, neyin tam doğru olduğunu bilmiyor. Bu durumda eğitim sisteminden bir medet ummak, beyhude bir çaba... Zaten değiştirseniz bile, neye göre, nasıl değiştireceksiniz?
Toplumsal bakış açısındaki değişim uzun vadeli olmasından dolayı, onlardan da bir şey beklemek boşuna... Toplum çoğu zaman, aniden sıkıştıran ihtiyaç ve sorunları ile değişiyor. Problem bitince de eski rayına benzer pozisyona oturuyor.
Burada iş eğitimcilere ve ailelere kalıyor. Ailelerin çoğu, eğitim yükünü neredeyse eğitimcilere bırakmış durumda... Çocuk için dünyanın parasını, kurs, servis, özel hoca için harcayan aileler, aynı çocuğa eğitimi de parayla satın almaya çalışıyor. Bir kaç saatlik bir sohbet zor geliyor. Daha önemlisi, tutumlarında değişiklik yapmak zor geliyor. Sanki bu kadar para harcadıkları için, çocukları onların beklentilerini karşılamak için zorunlu, yükümlüymüş gibi...
Eğitimcilerimize bakınca, ülkemizdeki olumsuz yaşam koşullarından birinci derecede etkilendiklerini görüyoruz. Ev-iş arası yeknesak bir kısırdöngü içinde günü bitirmeye, evlerinin ihtiyacı olan parayı sağlamaya odaklanmış durumda. Evet, haklılar bu konuda ama ülkede benzer koşullar altında olmayan ve aynı durumu yaşamayan kimse yok ki... Herkes aynı sorunlarla boğuşuyor.
Akademisyenlerimize gelince; ülkemizde bir kaç farklı tür akademisyen var. İlki piyasa da iş bulamayacağını düşünerek okulda kalmayı tercih edenler. Düzenli bir gelir, yıllar içinde bazı şartları tamamlamayla gelir artışı güvencesi umanlar. İkincisi, bilim aşkından değil, statü aşkından bu tercihi yapanlar. Ne yazık ki, bu iki grupta eğitim kadrolarımızda ağırlığı oluşturuyor.
Üçüncü grup ise, idealist, üstün zekalı (çok zeki anlamında değil, farklı ayrıntıları görecek şekilde düşünce farklılığına sahip kullanıyorum) bilimden zevk alanlar. Ne yazık ki bunların çoğunun, akademik ortamdaki çekişmelerin katkısıyla da, ülkemizde barınması ciddi özveride bulunuyorlar. Bir kısmı hedefleri için kaynak veya imkan da bulamadığı için, yurt dışına kaptırılıyor. Akademik ortamdaki yükselmelerdeki politikalardan, rektör dekan seçimine kadar bir çok nokta da, liyakat ve beceri yerine siyaset ve (güç-yönetim erki) taraftarlık da yerleşmiş durumda.
Bu kişilerin bir yandan istedikleri araştırmaları kısıtlı imkanlarla yapmaları, bir yandan da eğitim vermeleri, zaman imkanları olarak bile ciddi sorun...
Peki bu şartlar altında, nasıl bir politika izlenmeli. Eller kollar bir anlamda bağlı çünkü. Herkes başka birilerinin bir şey yapmasını ve onu takip etmeyi bekliyor gibi bir pozisyonu var. Bence eğitim sistemimizi değiştirmek, anında mümkün olmadığından, çocuklara karşı tutumlarımızı değiştirmek ilk adım olmalı. Hem aile olarak, hem eğitimciler olarak.
İlk önce aileler, çocuklarına sevdikleri alana yönelmeleri için, beğensinler beğenmesinler desteklemeli. Mühendis, doktor olursa işsiz kalmaz diye bir şey yok bu ülke de... Nasıl olsa "büyük adam" olacak kontenjanı çok sınırlı hem ülke de hem dünya da... Bırakınız seviyorsa, antropolog, paleontolog, ressam,matematikçi, fizikçi, sosyolog olsun. Sevdiği, zevk aldığı, merak ettiği işi yapsın. Ayrıca çocukları birbiriyle kıyaslayıp, yarıştırmaktan da vaz geçmeli. Onları ekip çalışmasına, birbirlerini tamamlayıcı şekilde iş ve görev bölünmesi ile çalışmaya teşvik etmeli. Veli olarak okullardan da bu tür aktivitelerin artırılmasını talep etmeliler. Artık dahi adam dönemi bitti gibi... Dahi gruplar, ekipler çağındayız. İşler o kadar uzmanlaşma ile dallanıp budaklandı ki, kimse tek başına tüm bilgilere hakim bir bakış açısı geliştiremez.
Eğitimcilere gelince, çocukları grup çalışmalarına teşvik etmeliler. Hatta sınav not sistemi bile kişilere değil, ekiplere uygulanmalı. Günümüzün çocuğu, bizim gibi değil. bilgileri kafasında taşımak istemiyor. Cep telefonu, tableti ile ihtiyacı olan bilgiyi internete sorarak almayı ve kullanmayı tercih ediyor. Bu yüzden kafalarında bizlere oranla çok az bilgi taşıyorlar. Onlarda ilgi alanlarına yönelik oluyor genelde.
Eğitimciler de buna uyum sağlamalı. Kapalı kitaplara gerek yok sınavlarda...Kitaplardan kafalara geçen bilgiler sadece ezberlenmiş ve işi (sınav) bitince unutulacak bilgiler.
Eğitimciler burada çocuklara doğru bilgiyi bulma ve analiz etmeyi öğretmesi gerekiyor. Çünkü internette bir çok doğru ve yanlış bilgi iç içe... Bu bilgi analizini, ekip olarak yapmayı öğretmesi gerekiyor. Eğer ekip imkanı yok ise, bilgi doğruluk analizi için temel teknikler saptamaları gerekiyor. (İşte kaynaklar ve güvenirliği, konuyla ilgili tezler ve anti tezlerin kıyaslanması, vs.)
Ayrıca çocuklara doğru düşünme teknikleri, (matematiksel) mantık dersleri altında verilmesi gerekiyor. Bir sistemin eksik ve hatalarını analiz etmenin en kolay ve verimli yollarından biridir, mantık analizi. (Sebep-Sonuç ilişkisindeki kopukluklar, uyumsuzluklar bilginin doğruluk derecesini de gösterir.)
En son olarak farklı bilgilerin nasıl kaynaştırılacağı, bilgiden bilgi üretileceği, tüme varım ve tümden gelim ile analiz edileceği de öğretilmeli.
Örneğin, Osmanlı Devletinin yıkılış nedenlerini öğrenciler, araştırıp sonuç olarak ortaya koyup not almalılar.Eğitimci sadece eksik kaldıkları noktaları hatırlatmalı, sormalı ... Ayrıca çocuklara farklı düşünmeyi öğretmek için, (mevcut koşullarla sonuçlar belli olduğuna göre) şartlarda değişiklik yaparak, alternatif olası sonuçları da istemeli.
Akademisyenlere gelince; öncelikle kullandıkları dil çok önemli. Evet, literatürde yerleşmiş yabancı kelimeler çok. Dilimiz bilim dili olamadığı için, bir çok kavramı anlatırken, kolaylık olması ve hatta kavramın anlaşılır olmasında bu terimlere ihtiyacımız oluyor. Ama yeni öğrenen birisine, önce kavramları anlatmak, öğretmek gerekiyor. Öğrenci kavramı anladıktan sonra, o kavramın karşılığı olan kelimenin hangi dilden olduğunun önemli olmayacaktır. Bunun bir diğer avantajı ise, bu alanlara ilgi duyan ama literatürü bilmeyenler içinde o konular anlaşılabilir ve üzerinde düşünülebilinir olacaktır.
Ayrıca akademisyenlerinde çocukları verdikleri bilgileri farklı şekilde değerlendirmeleri ve kullanmaları için teşvik etmesi gerekiyor. Bir problemin kaç farklı açıdan çözülebileceği, bir sonucun -keşfin-yorumun kaç farklı açıdan değerlendirilebileceği de derslerde ele alınmalı. Bir problemin her zaman tek çözüm yolu olmaz. Öğrencilere farklı çözüm yolları gösterilirken, kendi çözümlerini sunmaları da teşvik edilmeli. Bunun en kolay ve verimli yolu ise ortak tartışma platformlarıdır. Birisi bir konudaki mevcut bilgileri, sonuçları açıklar. Bir başkası bu konuda tamamlayıcı bilgi sunar. Başka biri, konuya getirilen alternatifleri koyar. Konu değerlendirilir.
Öğrencilerden ya da kişilerden biri yeni bir fikir veya bakış açısı getirdiğinde ise iki aşamalı taktik kullanılabilinir. Önce ortaya atılan fikrin-tezin eksiklerini bulup gidermek için fikir sahibi ile ortak çalışılır. Böylece hem fikir-tez daha iyi anlaşılır. Hem de eksik kalan noktaları başka beyinlerce tamamlanır. Ardından fikir sahibi başta olmak üzere, ilgili tez eleştirilir. Eksik veya yetersiz olduğu noktalar için alternatifler önerilir. Önerinin kendi içindeki bütünlüğü sorgulanır. İkinci aşamadan sonra, bu tez sadece getirdiği yeni bakış açısıyla değil, getirdiği yanlışlanmış bakışları ile de bir bilgi kaynağına dönüşür.
Fizik konusunda çeşitli zamanlarda olmak üzere üç platformda düşünce beyan ediyorum. Biri yabancı, ikisi yerli. Türk fizik topluluğunda eksikliğini hissettiğim bir nokta var. Dahil olan bir çok başarılı akademisyene rağmen, topluluk içinde şahsi yorumlar yapılmıyor. Evet, bazı parlak beyinlerin çalışmaları yayınlanıyor ama bunlarda Türkçe değil. İngilizce ve dergilerce kabul edildikten sonra... Yani bu akademisyenler, çalışmaları boyunca gerek eleştirilmemek için, gerek ise gerek görmedikleri için bu topluluğa düşüncesini açıklama, paylaşma ve anlatıp, eksiklerini tamamlama ihtiyacı duymamış. Bazen, bazıları da teknik terimlerle yorumlar yazıyorlar. Ama bu seferde konu, Osmanlıcaya dönüyor. Aynı dili konuşanlar haricindekilerde kavramlar yerine oturmuyor ya da anladığı gibi yanlış oturuyor.
Buradan çıkarttığım sonuç, akademisyenlerimizin, eleştiri veya yanlışlanma altında kariyer zedelenmesi endişeleri ile fikirlerini ortaya koymaktan çekindikleridir. Konuştukları zamanda ancak yetkinliklerini sorgulamayacakları kişilerce (kullandıkları terimleri doğru anlayabilecek) sorgulanmayı tercih ettikleridir. Bunun fark edilmeyen anlamı ise, bilimin sadece belirli bir dili konuşanların tekelinde tutulduğudur.
Oysa Batı Dünyası, bilimin topluma inmesi popüler kültürün bir parçası olması için onlarca video, dergi, kitap, belgesel, vs. yapıyor. Çünkü bilim, topluma indiği zaman gelişebilir.
==============================
(Biraz
uzun oldu ama siz yine de lütfen çocuklarınızla, gençlerle geniş
şekilde paylaşın imbikten süzülmüş bu yazıyı şayet yararlı
görüyorsanız.)
Gençlere naçizane tavsiyeler
Mehmet Öğütçü
Hepimiz farkındayız.
Ülkemizdeki mevcut ortam en büyük üstünlüklerimizden birisi olarak
sunulan genç nüfusa gelecek için istikamet duygusu, umut ve güven
vermiyor. Çoğu düş kırıklığı içinde. Fırsat bulsalar arkalarına
bile bakmadan terkedecek çoğu ülkeyi. Kendilerine yurtdışında fırsat
arıyorlar harıl harıl. Gelecek korkusu, tünelin ucunda ışık
görememe gençlerimizde herkeste olduğundan daha fazla. Kaygı düzeyi
arttıkça da hata yapma olasılığı yükseliyor. Hata yapmaktan ölesiye
korkan gençlik kimi zaman hareketsiz kalarak kendini olası
olumsuzluklardan korumaya çalışıyor.
Bugün yaşadığımız hareketsizlik ve duyarsızlığın temelinde belki de bu var.
Aslında hepsi bir atılım, çıkış kapısı, fırsat penceresi, yol gösterici
arıyor. Ellerine bir manivela verilse dünyayı yerinden oynatacaklar.
Tüm gençleri homojen bir kitle olarak görmek doğru değil. Eğitim, aile,
çevre koşullarına göre biçimlenen değişik gençlik kategorileri var. Ne
yazık ki, son yıllarda ilk fırsatta kapağı yurtdışına atmayı çözüm
görmeye başlayanlar yükselişte. Bir de eğitimsiz ya da eksik eğitimli
gençlik var ki -herhalde çoğunluğu onlar oluşturuyor- sayıları sürekli
artan ve işsizliğe en fazla maruz bu kesim toplum için bir "varlık"
değil, ülkenin geleceği üzerindeki "saatli bomba" olabilir.
Bu
gençlerimiz gününü gün eden, şımarık, "televole" gençliğinden ve iyi
eğitim alıp yurtdışına kaçma çabasında olanlardan çok farklı.
Eşit fırsat verilmemesinden, sorunlarına yeterince ilgi
gösterilmemesinden, sahiplenilmemekten dolayı sistemden soğuyarak, aşırı
akımlara ve şiddete kolayca kanalize edilebilebilirler.
Ülkemizde iç dinamiklerin sağlam temelleri olduğunu hepimiz görüyor,
biliyoruz. Mevcut dinamizmi, sinerjiyi devletin nasıl emdiğini görmek,
kabına sığmayan toplumsal ve ekonomik güçleri salıvermek, onların kendi
mecralarında akmalarına izin vermek umutlarımızı daha da artıracaktır.
Tek başına dinamizm yetmiyor. Onun belli bir hedef doğrultusunda
yönlendirilmesi, işlenmesi gerekiyor.
55 yasında bir "genç" olarak bugünün ve 2023'ü n gençlerine mesajlarımın ne olacağını sordular bir üniversitede. Bu, hem kolay hem de zor bir görev.
Kolay... çünkü zamanında bizler de hemen hemen benzeri sorunlarla
boğuştuk, aynı yollardan geçtik... içimizdeki coşkuyu, enerjiyi,
düşünceleri doğru mecralara akıtıp akıtamayacağımız, fırsat trenini
yakalayıp başarı istasyonuna doğru yönlendirip yönlendiremeyeceğimiz
korkusunu, belirsizliğini yaşadık. Parasızlıktan dolayı her bulduğumuz
işte çalıştık naz yapmadan. Zor... çünkü dünya, Türkiye,
teknoloji, siyaset, ekonomik düzen, değerler sistemi köklü dönüşümler
geçirdi. Kuşaklar arası farklılık -her ne kadar inkara kalkışsak da-
giderek derinleşiyor. Bizim tuzumuz kururken gençlik değişimi içinden
yaşıyor. Hem bu süreci biçimlendiriyor, hem de sonuçlarından en fazla
etkileneceklerin başında geliyor.
Geleceğe dönük vizyon
geliştirme ülküsüne samimiyetle inanan, bu yönde çaba gösteren birisi
olarak karınca kararınca deneyim ve birikimlerim ışığında önemli
gördüğüm, hayatım boyunca bizzat uygulamaya, çocuklarıma, dostlarıma
aşılamaya çalıştığım aşağıdaki 15 altın öğüdü gençlerimizle paylaşmayı
bir borç addediyorum:
BİR - Aynanın karşısına geçip kim
olduğunuzu tanıyın. Öğreniminiz, aileniz, çevreniz, deneyimleriniz,
tutkularınız, sevdikleriniz, dış dünya ile etkileşiminiz... Tüm bu
unsurları kafanızda tartıp kağıt üzerine kim olduğunuzun gerçekçi bir
envanterini çıkartın. Sakın kendinizi aldatmaya çalışmayın. Bu hesabı
zaten kendiniz için çıkartıyorsunuz. Güçlü ve eksik yönleriniz çıplak
şekilde ortaya dökülsün. Güvendiğiniz bir dostunuzla envanter
değiş-tokuşu yapıp dışarıdan da öyle görünüp görünmediğinizi sinayın
karşılıklı olarak. İKİ - Hayal edin, rüyalar kurun. Önümüzdeki
bir, beş, on, yirmi yılda nerede olmak, neler yapmak istediklerinizi
kurgulayın kafanızda. Mütevazı davranmayın. Hedef büyültün. En iyi
üniversiteler, en iddialı bilimsel disiplinler, dünya seyahat planları,
okul sonrası nerelerde çalışmak, ne kadar kazanmak, hangi kentlerde
yaşamak istediğiniz, yatırımlarınız, hatta müstakbel eşiniz,
çocuklarınız, yoğunlaşacağınız spor, sanat faaliyeti... Sınır yok.
Bunları da bir kağıda sıralayın ki uçup gitmesin hayaller, izi kalsın. ÜÇ - Şimdi bunları zaman ve öncelik sırasına göre yeniden düzenleyin.
Hangileri menzilinizde ve kişisel yetenek/imkanlarımız görünüyorsa
kararlı bir şekilde, zamanınızı iyi yöneterek onların üzerine odaklanın.
Küçük, kontrolü sizin elinizde ve başarılması kolay olanla işe
başlayın. Adım adım ilerlemek, sonuç aldığınızı görmek özgüveninizi
artıracaktır. Haftada birkaç gece uyumadan önce neler yaptığınızın
hesabını çıkarıverin kafanızda. Neler yapabilecek olup da
yapamadığınızı, izleyen hafta neler yapacağınızı. Beyniniz bir süre
sonra otomatik olarak kendini bu rutine programlayacaktır. DÖRT -
İnsan, sosyal bir varlıktır. Tek başına, kim ne derse desin, mutsuz,
sağlıksız olur. Her kesimden, yaştan, meslekten, cinsiyetten dostlar
edinmeye, dostluklarınızı pekiştirmeye çalışın. Beslemediğiniz dostluğun
yaşaması mümkün değildir. Mutlaka bir çıkar, karşılık beklemeden yapın
bunu. İyilik yapıp denize atın. Çinlilerin en önemli varlık olarak
gördükleri "guanxi"yi, yani şebekeyi, hem geniş tutun hem de canlı
kalması için yatırım yapın zamanınızla, sevginizle, ilginizle. Pozitif
olun, gülümsemeyi eksik etmeyin yüzünüzden. Sikayet ve eleştiri
sözcüklerini bir süre tatile gönderin. Emin olun ki, yaşamınızın ileriki
aşamalarında size mutluluk, başarı ve yeni imkanlar olarak geriye
dönecektir. BEŞ - Anne-babanız her türlü fedakarlığa katlanıp iyi
bir eğitim almanız için çırpınıyorlar. Ne olur onlara saygı ve sevgiyi
hiç ihmal etmeyin hayatınız boyunca. Artık hayat-boyu eğitim sizin
sorumluluğunuzda. İpleri elinize alın. Varınızı yoğunuzu daha iyi eğitim
almaya harcayın. Çok okuyun, çok tartışın, en iyi okulları hedefleyin.
Gidemiyorsanız onların müfredatını, kitaplarını ele geçirin. İnternet
sayesinde şayet istiyorsanız Harvard kalitesinde eğitim mümkün artık
burun kıvırdığınız bir okulda bile olsanız. Danışmaktan çekinmeyin.
Sorun, mutlaka size yol gösterecek farklı bir bakış açısı sunacak
deneyimli birileri ile karşılaşacaksınız. Size okulda, ailede verilenle
sakin yetinmeyin. Daha fazlasını isteyin ve elde edin. Bunu siz
yapmazsanız kimse altın tepsi içinde önünüze sunmayacak. ALTI -
Öncelikle anadilinizi iyi öğrenin. Anadilini kavrayamamış birinin
yabancı dil öğrenmesi mümkün değil. Olan yabancı dilinizi daha da
geliştirin, bir tane daha ekleyin öğreneceğiniz diller arasına. Şayet
dil bilmiyorsanız başta gelen önceliğiniz İngilizce öğrenmek olmalı. Dil
kursları, yabancı dilde dergi, TV, müzik, radyo elinize ne geçerse.
Geleceğin dilleri, İngilizce'nin yanı sıra Çince, Rusça, Arapça ve
İspanyolca bizler için. Elinizin altında ınternet var. Nasıl
yapacaksanız yapın ama yabancı birkaç dili en iyi şekilde öğrenmeye
kilitleyin kendinizi. Günümüz dünyasında ve gelecekte yabancı dilin yanı
sıra farklı kültürlerden ve dillerden insanlarla ekip içinde
çalışabilme, sezgi/öngörü becerileri, farklı kültürleri yönetebilme
özelliğiniz de ayırt edici olacak. YEDİ - Tarihi ve coğrafyayı da
iyi öğrenin. Çapraz kaynaklardan. Bugünkü ve gelecekteki dünyayı
anlayabilmek, karşılaştığımız risk ve fırsatların arka planını
kavrayabilmek, akılcı stratejiler geliştirebilmek için hem kendimizin
hem de ilişkilerimizdeki öncelikli ülkelerin coğrafya ve tarihine iyi
vakıf olmak gerekiyor. Böylece, olayları size doğru gelen tek pencereden
görmek yerine kendinizi başkalarının yerine koyan daha geniş
perspektifler geliştirebileceksiniz. Bu konulara hakimiyetiniz kişisel,
sosyal ve iş ilişkilerinize de olumlu yansıyacaktır. SEKİZ -
Kendi kimliğini kaybetmeden "küresel" bir insan olmayı hedefleyin. Hem
kendi ülkenizde hem de sınırların ötesinde "mobilite" yeteneğinizi
geliştirin. Özellikle genç yaşta elinize geçen her fırsatı seyahat
ederek değerlendirin. Her şeyden önce yaşadığınız kenti daha sonra
ülkenizi iyi tanımakla başlayın. Aksi takdirde, başka kentlerin ruhunu
anlamanız da güç olacaktır. Baba parasıyla keyif seyahati değil sadece
kastettiğim. Çalışarak, sıkıntı çekerek, risk alarak seyahat... Ufkunuzu
genişletecek, sizi kendi ayaklarınız üzerinde durmaya sevk edecek, yeni
insanlarla tanıştıracak, düşünce kalıplarınızı kıracak öğretici
seyahatlar. İlerideki mesleki yaşamınızda böylesi "seyyar" olmanın büyük
avantajlarını göreceksiniz. İşe alınmada, ayırt edici bir özellik
olarak kredi hanenize yazılacak. DOKUZ - Sağlığınız, en değerli
servetinizdir. Gençken farkında olmadığınız için hoyratça kullanma
eğilimi yüksek, ama ne kadar erken uyanırsanız beden ve ruh sağlığınızı
zinde tutma gereğine ileride o kadar rahat edersiniz. Sağlık için spor
ve beslenmeyi ibadet ölçüsünde benimseyin. Ruhunuzu taze ve neşeli
tutmanın yollarını arayın, özellikle de insanlarla sosyal etkileşimleri
yoğunlaştırarak, dostlukları pekiştirerek. ON - Kişisel ve çevre
temizliğine önem verin. Bugün ve gelecekte, aynen geçmişte olduğu gibi,
bıraktığınız ilk izlenim kritik önemde. "Temiz insan" olmak, kişisel ve
çevre temizliğine, korunmasına önem vermenin yanı sıra ilişkilerde de
"temiz" olmayı gerektirir. Her ne olursa olsun dürüstlükten ve omurgayı
dik tutmaktan taviz vermeyin. Hem kendinize saygının devamı hem de
çevrenizde kalıcı güven yaratmanız için bu şart. Dostlarınıza sadık
olun. Kısa dönemde kaybediyor gözükseniz de inanın çok geçmeden
kazanmaya başladığınızı göreceksiniz. ON BİR - İş piyasaları
gelecekte ön plana çıkacak uzay, nanoteknoloji, mikrobiyoloji, yapay
zeka, temiz enerji ve benzeri alanlardaki yetkinliklere göre
biçimlenecek. Onun için, gerek gelecekte iş hayatına yeni başlayacak
gerekse mevcut işlerinde yükselişlerini sürdürmek isteyen gençler bilgi
teknolojilerini, yükselen sektörleri yakın takibe alın. Şebekelere üye
olun. Kendinizi güncel tutun. İdealinizde yarattığınız işi kısa süre
içinde bulamayabilirsiniz. Merdivenleri tırmanmadan üst katlara
asansörle çıkmak bazen mümkün ama uzun süre orada kalamayabilirsiniz.
Okul tatillerinde, yazın ücreti iyi olmasa da mutlaka çalışacak
-tercihen sevdiğiniz- bir iş bulun. Staj yapın. Yardım kuruluşlarında
çalışın. Her çalışma size ileride büyük avantaj kazandıracaktır.
Olgunlaştığınızı, piştiğinizi hissedeceksiniz. ON İKİ - Mutlaka
öğrenim ve iş hayatınız dışında uğraşlar, hobiler geliştirin. İyi
okullara, işlere alınmada sıra dışı yaptıklarınız artı puan olarak
karnenize yazılıyor. Topluluk karşısında konuşma yeteneğinizi
geliştirmek için tüm fırsatları değerlendirin. Konusuna hakim başka
insanların arasında öne çıkmak istiyorsanız, yaşadığınız dünyaya
kayıtsız kalmayacak duyarlılığınızı geliştirin. Fark yaratın. Özel
tutkularınızla insanları ve iş konunuzu etkileyebilirsiniz. İster
paraşütle atlamayı, ister derin denizlerde dalmayı, ister balık tutmayı,
ister şiir yazmayı, ister 1930'lu yılların pullarını biriktirmeyi,
ister Tayland yemekleri yapmayı... deneyin. Varsa paranızı bu tür
meşgalelere, seyahatlara harcayın. İyi ve temiz giyinin ama marka
peşinde koşup harçlığınızı, ailenizin kazancını heba etmeyin. Onlardan
uzak durun. Varsa paranız tüketmeye değil üretmeye, öğrenmeye, gezmeye
harcayın. Başkalarına bir şeyler göstermek için değil, kendiniz için
yaşamayı ne kadar erken öğrenirseniz o kadar iyi olur. ON ÜÇ -
"Uzmanlık" sihirli sözcük. Eskiden her işten bir şeyler anlamak
önemliydi. Belki bugün de çok yanlı olmak, değişik hobilere sahip olmak
cazip kılabilir insanı. Ama asıl saygıyı uyandıran, önünüzü açan bir iki
konuda uzman olmak, hatta mümkünse çok iyi olmak. Dolayısıyla çok fazla
disiplinde ortalama biri olmaktansa bir iki disiplinde "usta" olmayı
seçin. Uluslararası geçerliği, saygınlığı olan, sevdiğiniz işi yapın.
Çok para kazanacağınız değil, çok tatmin olacağınız işi seçin. Zaten
sevdiğiniz işi iyi yapıyorsanız, bir gün (en azından o işin piyasasında)
iyi para kazanmanız da kaçınılmaz.
ON DÖRT - "Tekkeyi bekleyen
çorbayı içer". Sebat edin. Kendinize güvenin. Arka arkaya birkaç şirkete
transfer olarak her seferinde biraz daha fazla maaş kazanmayı
amaçlamayın. Bir kariyer planlaması olmadan küçük ödüller karşılığı
transferlere soyunursanız her ödülün bedeli de olacağını unutmayın. Bu
demek değildir ki, her şeyi göze alarak içinde bulunduğunuz duruma
tutunun,. Maceracı olmamayı hedeflerken tutuculuk da yapmayın. Sebat
etmek ile kabuğundan çıkamamak aynı şeyler değil. Bu ikisi arasında
dengeyi kurmada anahtar, gelecek planlamasında. Geleceğinizi planlarken
bir hamleden fazlasını hesap etmeli, bütün değişkenleri
değerlendirmelisiniz. ON BEŞ - Kendinize güvenin. Dünyayı,
ülkenizi, yakın çevrenizi olumlu yönde değiştirmeye kendinizden
başlayın. Konuşmayın, şikayet etmeyin, hemen harekete geçin. Ömür,
ortalama 700 bin saat civarında. Gelecek, sizin elinizde ve bugün
başlıyor. Ertelemeyin onu.
İnternet üzerinden her türlü bilgiye ulaşmamız mümkün. Bilgi'nin hızlı üremesi ve değişimi karşısında ancak internet bize son ve güncel bilgileri sağlıyor. Bunun yanında ilgili konuda az veya çok bilgisi olanların da, olmayanlarında yorum ve eklemeleri ile zenginleşiyor. Özgür bir ortam olması nedeniyle, doğru ve güncel bilginin yanında, arasında, serpiştirilmiş veya toplu olarak yanlış, hatalı, yanlı bilgilere de denk geliyoruz.
Bu bilgilerin doğruluğunu veya yanlışlığını test etmek ise, genellikle o konuda bilgisi olmayanlar için genelde çok zor. Üstelik güncel bilgilerin çoğu zaten yeni olduğundan, doğruluğunu test etme imkanı da yok.
Eskiden bilimsel yayınlar, ilgili konularda yetkin kişilerden oluşan bir kurul tarafından kontrol edilir, güncellenir ve yayınına onay verilirdi. Bu onların güvenirliğini artırırdı. Özellikle ansiklopediler, güncelliklerini yıllar boyu korurdu. Ancak günümüzde, uzmanlaşan ve alt dallara ayrılan konular yüzünden her yıl, neredeyse önceki yılların toplamı kadar bilgi ekleniyor literatüre... Böyle bir aktif bir bilgi üretimini ve güncellemesini kontrol etmek, imkansız gibi... Ehh..Arada yarım yamalak, yanlış bilgilerde dağılıyor.
Bunları nasıl ayırt edeceğiz? İlk önce, kullandıkları kaynaklara bakmak lazım. Eğer kaynaklar arasında akademik olanlar var ise ya da güncel popüler bilimsel dergilerde kullanılmış ise (çünkü bu dergiler, matbaa basımından önce gene ne olursa olsun bir elemeden geçiriyor yeni bilgileri) güvenirliği konusunda rahat olabilirsiniz. Doğru mu, yanlış mı? Bu daha zor bir soru. Çünkü doğru, genellikle güncel bilgi birikimimiz ve bakış açımızla alakalıdır. Bu şahsi de olabilir, toplumsal olarak da... Mevcut bilimsel akımda şu an doğru kabul edilen ve kanıtlanan bir bilginin, 10 yıl sonraki bilgi birikimi ve bakış ile aynı değerde olacağı şüpheli. Üzerine yeni eklemelerle tamamen farklı bir cevap üretebilir.
İkinci olarak, kendi bilgi birikiminize dayalı olarak mantığınızı kullanabilirsiniz. Tamam tüm bilgiye hakim olmayabilirsiniz ama en azından temel mantığını biliyorsunuzdur. Bu yeni bilgi, bu mantığa uyuyor mu? Onu destekliyor mu? Buna göre, doğru ya da yanlış olduğu konusunda bir fikriniz olabilir.
Üçüncü olarak ise, ilgili konuda belli bir bilgi birikimine sahip kişilerin fikirlerini alırsınız. Mesela fizikist gibi platformlarda...
Son olarak da, eğer hiç bir değerlendirme imkanınız yok ise, bu sefer bu bilgiyi elinizdekilerle çürütmeye çalışırsınız. Bilgiyi çürütmek için saldırırken de onu anlayabilir, doğruluğu veya yanlışlığı konusunda fikir edinebilirsiniz.
Bu durumda internetteki bilgileri, özellikle yenileri, şüpheyle ele alıp, kesin karar vermeden önce süzgeçten geçirmek en mantıklısı.
Ancak bilginin çoğalma ve çoğaltılma hızını göz önüne alırsak, şu an mevcut bilgi ihtiyacını en hızlı ve bol kaynakla besleyebilecek tek kaynakta internet.
Zaten her bilgi üretiminde, anti tezi de kısa sürede üretildiğinden, doğruluğunu /yanlışlığını değerlendirirken elimizde bolca kaynak olacaktır.
Konuyu anlamak ise tamamen farklı bir şey...Bir konuda fikir ürettiğinizde, eğer o konuyu anladıysanız- doğru olarak- o konunun ana fikri-özü ile uyumlu-tamamlayıcı fikir üretebilirsiniz. Anlamadığınız bir konuda ürettiğiniz fikirler, yama gibi durur. Bir iki eleştiri ile düşerler.
Her insanın bilgiyi anlama ve kavraması farklı olduğu için, bir konuyu yeterince anlayan bir insanın üreteceği yaklaşım her zaman farklı-yeni ama eski konuyla bütünleşik olur. Bazen bir nüans, tüm bakış açısını değiştirebilir.