akıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2020 Cuma

Kadın'a karşı erkek şiddeti ile nasıl başa çıkılmalı?

Bunun çözümü kolay değil. Ve uzun vadeli. En başta, anneler oğullarını eğitmeli. Çocuk rol model olarak babasını alsa da, toplumsal görgü de yönlendiriyor. Bunu kesmek lazım.


Dizilerle, filmlerle maganda, maço erkek tiplemeleri yüceltilmemeli. Erkeklere kadınla iletişim dersleri verilmeli. Hatta okullarda dans kursları ile karşı cinsiyet ile iletişim kuralları (özellikle tango bu konu da iyi bir araç).
Kadınlara da iletişim kursları ve davranış eğitimi verilmeli. Zannetmeyin, daha narin veya duygusal diye kadınlar "erkekle iletişimi" biliyor. Erkekler hakkında çok fazla şey bilmiyorlar. Çoğu erkeği sadece ..salak zannediyorlar. 
Çünkü toplumsal korkularla, erkeklerle iletişim ve sağlıklı arkadaşça ilişkiler kurmaları küçük yaşlardan itibaren hep kontrol edilmiş veya engellenmiş.


Kadın erkeğe dili ile saldırdığın da kavgayı, kontrol etmeyi yönlendirmeyi bilmiyor. Oysa, erkeğin kendini çok yetersiz hissettiği ve kavgayı kaybettiği nokta bu süreçte. O zaman temel içgüdüler kalıyor geriye (Kaç ya da Saldır. Bu fiziksel eylemde de, kadın fiziksel olarak zayıf kaldığı için, öfkeyle hareket ediyor.)


 Bunun eğitimi de verilmeli... Okuldan, üniversiteden, kadın gönüllü kuruluşlarından...(Kadınlara, erkekle tartışma, erkeklere de öfke kontrolü...)

Ayrıca, namus kavramı güncellenmeli ve toplumda işlenmeli. Fahişe diye hor görülen bir çok kadının, erkeklerden ve hemcinslerinden daha namuslu olduğu bir toplumdayız. (Gizlileri, saklı emelleri ve planları yok. Açık olarak işleri ne ise onu yapıyorlar. Askerlik gibi binlerce yıllık geçmişi olan en eski sosyal kurumlardan biri...Yok edilemez.)

Buna karşı namuslu gözürken, ama çocuklara zarar verenlerden, toplumun ekonomik birikimlerini israf edenlere bir çok farklı örnek el üstünde tutuluyor.

Başkasına (bilinçli) fiziksel veya ruhsal zararı olmadan yaşamını sürdürüp, idame ettiren kişilere namuslu denmeli.

Kadınlar artık ekonomik hayatta önemli ve üretken roldeler. Üretken rolleri hiç bir zaman bitmedi ama değişiyor. Erkekle eşitlik çabaları ve savaşları çalışma yaşamına yansıyor. Hukuki eşitlik, uygulama olmadan çok anlamlı değil. Ama bu eşitlik kavgasının bir gözardı edilen noktası daha var. Kadın-erkek ilişkileri de artık eşitlerin ilişkisi değişiyor..
Kız kaçar, erkek kovalar şeklinde aktif-pasif rollerden, tarafların ortak hareket ettiği ve orta noktalarda buluştuğu (her iki tarafında kazan-kazan politikası takip ettiği) rol modellere geçiliyor.
Buna karşılık toplumsal görgü ve rol modellerle, hala yüzlerce yıllık alışkanlıkların modelleri beklentileri oluşturuyor. Bu da işlenmeli.

Bu ülke ve toplum sadece erkeklerin omzunda yükselemez. Kadınların omuzlarında da yükselemez. Birbirlerine destek olmayı öğrenmek zorundalar.

Öldürürcesine, Aşk mı (?)



Kadınlar öldürülemez mi?  Elbette öldürülebilinir. Erkeklerde keza aynı...

İnsanların anlamadığı nüans, bir kadının bir araba kazasında, bir suç işlenmesi sırasında öldürülmesi kadın cinayeti değildir. Basbayağı cinayettir.


Ama bir erkeğin bir zayıflığı, egosu yüzünden bir kadının öldürülmesi işte bu kadın cinayetidir.


Erkekler buna ne ad verirlerse versinler, "namus, ar, kendimi kaybettim, kıskançlık, töre, vs"... Esasında bu kendinden fiziksel olarak daha zayıf bir varlığa, fiziksel olarak karşı koyamayacağını bilerek yapılan bir şiddettir. Erkeğin kendisini riske atmadan güç gösterisidir. Kısaca erkeğin korkaklığıdır... Üstelik bu korkaklığı gizlemek için, kadına yüklemesidir.

(Aynı maço'lar, kendileri zarar görme riski olduğunda hemen alttan alırlar.)


Kim ne derse desin. Kadın'a şiddeti önlemenin ilk yolu annelerin eğitilmesi ve bu eğitimle, çocuklarını (kız-erkek) yetiştirilmesidir..

Babaların verdiği eğitim işe yarasaydı, bu halde olunmazdı zaten...

Tüm cinsler, kendi ve karşı cinsin sınırlarını bilip, saygı göstermeyi öğrenmeli. Artık kadınlar erkeklere ihtiyaç duymuyorlar yaşamak için, kendi ayakları üzerinde duruyorlar.
Çalışıyorlar ve ekmeklerini kazanıyorlar. Bu yüzden artık hikayelerde, efsanelerde, törelerde anlatılan kadın tiplemeleri de kalmadı erkekler karşısında.
Bir erkek nasıl bir başka erkeğin çalışma ve yaşam alanına saygı duyuyorsa, ister çalışma ister hayat arkadaşı olsun, kadına da aynı şekilde saygı duymayı öğrenmeli...


İkincisi özellikle gençler arasında, karşı cins ile doğru iletişim kurulması öğretilmeli.

Çoğumuz bu doğanın gereği zaten oluyor deyip, işi aşk'a, sevgiye filan bırakıyoruz ama öyle değil artık.

Birbirlerine hiç dokunmadan, sesini canlı duymadan haftalarca cep telefonları ile aşk ve bağlılıklarını ifade eden gençler dolu.

Bir arada yaşama gibi, fiziksel yakınlık ve gerçek iletişim isteyen bir duruma geldiklerinde ise, birbirlerini anlayamıyorlar. Tartamıyorlar. Doğru refleksleri uygulayamıyorlar.

Bir kısmı işi kısa yoldan seks üzerinden çözmeye çalışıyor ama, onunda devri kısa sürede geçiyor.


Bu yüzden gençlerin ortak çalışıp, bir arada dayanışma ile problem çözecekleri, bir şeyler yapacakları sosyal yapılar ve organizasyonlar düzenlenmeli. Bir amaca ortak olarak ulaşmaya çalışırken, birbirlerini de tanıyıp, daha doğru bir iletişim yolu öğrenecekler...

Ya da her zaman savunduğum gibi, dans, özellikle Tango eğitimi bu konuda önemli bir gelişmeyi getirecektir.

Kadına şiddet'e karşı idam cezası hk...


Hiç bir suç, caydırıcı cezalarla azalmamış. Kadın cinayetlerinde de durum aynı. Ancak idam kararı bir kere çıktı mı, kapsamına alınacak kişilere bakmak lazım.

Bugün bir tek kadın cinayeti iken, yarın terör denecek. Başka bir gün tüm muhaliflere terörist, teröristle işbirlikçi filan denecek...

Zamanında İdam cezasının kalkmasına karşıydım. Hapislerde besleneceğine, derdim... Bu konudaki fikrimi değiştirmedim.

Ancak o dönemde yargının bağımsızlığı konusunda da şüphem yoktu.

Kadın cinayetlerini önlemek mümkün değil. Ama azaltmak mümkün.

Önlemek mümkün değil, çünkü tüm toplumda bir zihniyet değişikliği gerektiriyor. Oysa her gruptan ve yaştan, çok tutucu ve bağnaz zihinler bolca var.

Ancak yeni nesil üzerinden gidilerek bu sorun hafifletilebilinir.

Ve şiddetin şekli, erkek-kadın niteliğinden çıkartılıp, insanın insana şiddetine dönüştürülmeli.

Elbette şiddet hoş değil ama maalesef, günümüz dünyasında bu toplumsal, ulusal ve uluslararası yaygın bir sorun.

Bu sorunun temelinde, Kadın-Erkek iletişiminin sakat/eksik olması yatıyor.

Erkek, kadına nasıl davranacağını bilmiyor. Kadın da erkeğe... Gerçek hayatta, kadınlar erkeği idare eder, yönlendirir. Biçimlendirir.

Bir kadının yetiştirdiği bir erkek, başka bir kadına hele geçmişte veya gününde ilişkisi olan bir kadına karşı şiddet uygulayabiliyorsa, bu sorunun salt erkek değil, kadın tarafından da kaynaklanan eksiklikleri var demektir.

Bu konuda en azından gençlere, hem birbirleriyle iletişim kurup doğru ifade ile anlaşabilecekleri, hem de kaynayan kanlarındaki heyecanı-ateşi kontrol etmelerini sağlayacak eğitim metotları gerekiyor.

Çocuklarımıza Centilmen Beyefendi ve Hanımefendi kurallarını ve yöntemlerini öğretmeliyiz.



Kadın erkekte yüreğe mi, cüzdana mı öncelik verir?

Ne kadında, ne de adam da öyle iddia edildiği gibi koca yürekler kalmadı. Bu yüzden hiç değil ise rahatını düşünmesi doğaldır insanın.
Bunun için kimseyi itham etmenin gereği yok. Toplumsal yozlaşmanın uzantıları, etkileri bunlar.
Kadın artık eski kadın değil, ekonomik özgürlüğünü=bağımsızlığını kazanmış durumda. Erkek ise hala ananevi öğretilerle, evde eşini bekleyen kadının görevlerini bekliyor ondan. İster çalışsın, ister çalışmasın.
Ev kadını dediklerimizde, hem çalışan kadının yaklaşımlarından etkileniyor, benimsiyor hem de günümüz şartlarına göre uygun bir yaşam standartı oluşturmaya çalışıyor. Bugün ortalama bir ev kadınının aile bütçesine işgücü olarak katkısı 1-1,5 asgari ücret düzeyinde.. (Tabii para değil, ayni olarak)

Erkek ise eski erkek değil, eskiden tüm kadınlar kulede prensini bekleyen prenseslerdi. Onlara prenses muamelesi yapılması doğru idi...
Şimdi çoğu iş hayatında, sosyal alanlarda, sporda ve bir çok dalda Red Sonya gibi rakip oluyor erkeğe...
Zaten iş imkanları dar, ortalama gelirler ev için yetersiz. Bir de kadın iş gücü ve ona (çocuk gibi haklı nedenlerle) tanınan pozitif ayrımcılıkla mücadele etmek gerekiyor. Karar mekanizmalarının çoğunda erkeklerin olmasından ve işyerlerindeki maaş ve kariyer konularındaki cinsiyet ayrımcılığından şikayetçiler.
Oysa onlara tanınan pozitfi ayrımcı politikalar erkeklere de uygulansa, bu sorunların çoğu otomatikman kalkardı.

Sonuçta, Erkek hangi kadına prenses, hangisine savaşçı gibi "ne zaman? ve nasıl?" davranacağını bilemiyor.

Romantizm ise dijitalleşmiş durumda. Lokantalardaki yemek ve farklı ortamlarda gezmelere indirgenmiş eğlenme anlayışı, doğrudan iletişimi öldürmüş durumda...
Hele korona kültürü ile yetişen çocuklar, 15-20 yıl sonra nasıl el ele tutuşulacağını, öpüşüleceğini bilemeyecek, sanal ortamda öğrendikleri ile bir şeyler yapmaya çalışacak sanırım.

Oysa iletişimin çok az bir kısmı sözeldir. Çoğu ise vücut dili, jesler, ses tonu ve kokularla feromenlerden kaynaklanır.

Bir kadına değer vermek? Ya da bir erkeğe değer vermek? klişe kalıplara sıkışmış gibi. Aslında tam anlamıyla, bunları tanımlayabilecek kimse de pek kalmadı.
Çünkü bu kalıpları alabileceğimiz, görgü kaynakları da azaldı. Ne toplum, ne aile ne de medya ...
Hangisi insanlara , diğerlerine değer vermeyi gerçek ve gerekli şekliyle öğretiyor ki? Ya da gösteriyor?

Bir erkek, bir kadına gerçekten değer veriyorsa, prensesmiş gibi davranır. Kadın da adama Prensmiş gibi... ilişkinin asaleti ve derinliği de bu karşılıklı saygı ve eşdeğerlilikten çıkardı...
Oysa günümüzde, erkeğe prens gibi davranan kaç prenses adayı kaldı ki?

Sözün özü, para sadece onunla eksikliklerini kapatma ihtiyacında olanlar için ön plandadır.
Eğer erkek bunu (kadında) kapatamıyorsa paranın, kadın kapatamıyorsa (erkek için) fiziksel özelliklerinin öne çıkması doğaldır.


Sorunuzun cevabı, hala muallakta kalıyor böylece :-) (21.10.2020)


21 Şubat 2018 Çarşamba

İnternet üzerindeki bilginin güvenirliği?

İnternet üzerinden her türlü bilgiye ulaşmamız mümkün.  Bilgi'nin hızlı üremesi ve değişimi karşısında ancak internet bize son ve güncel bilgileri sağlıyor.
Bunun yanında ilgili konuda az veya çok bilgisi olanların da, olmayanlarında yorum ve eklemeleri ile zenginleşiyor.
Özgür bir ortam olması nedeniyle, doğru ve güncel bilginin yanında, arasında, serpiştirilmiş veya toplu olarak yanlış, hatalı, yanlı bilgilere de denk geliyoruz.

Bu bilgilerin doğruluğunu veya yanlışlığını test etmek ise, genellikle o konuda bilgisi olmayanlar için genelde çok zor. Üstelik güncel bilgilerin çoğu zaten yeni olduğundan, doğruluğunu test etme imkanı da yok.

Eskiden bilimsel yayınlar, ilgili konularda yetkin kişilerden oluşan bir kurul tarafından kontrol edilir, güncellenir ve yayınına onay verilirdi. Bu onların güvenirliğini artırırdı.
Özellikle ansiklopediler, güncelliklerini yıllar boyu korurdu.
Ancak günümüzde, uzmanlaşan ve alt dallara ayrılan konular yüzünden her yıl, neredeyse önceki yılların toplamı kadar bilgi ekleniyor literatüre...
Böyle bir aktif bir bilgi üretimini ve güncellemesini kontrol etmek, imkansız gibi...
Ehh..Arada yarım yamalak, yanlış bilgilerde dağılıyor.

Bunları nasıl ayırt edeceğiz?
İlk önce, kullandıkları kaynaklara bakmak lazım. Eğer kaynaklar arasında akademik olanlar var ise ya da güncel popüler bilimsel dergilerde kullanılmış ise (çünkü bu dergiler, matbaa basımından önce gene ne olursa olsun bir elemeden geçiriyor yeni bilgileri) güvenirliği konusunda rahat olabilirsiniz.
Doğru mu, yanlış mı? Bu daha zor bir soru. Çünkü doğru, genellikle güncel bilgi birikimimiz ve bakış açımızla alakalıdır. Bu şahsi de olabilir, toplumsal olarak da... Mevcut bilimsel akımda şu an doğru kabul edilen ve kanıtlanan bir  bilginin, 10 yıl sonraki bilgi birikimi ve bakış ile aynı değerde olacağı şüpheli. Üzerine yeni eklemelerle tamamen farklı bir cevap üretebilir.

İkinci olarak, kendi bilgi birikiminize dayalı olarak mantığınızı kullanabilirsiniz. Tamam tüm bilgiye hakim olmayabilirsiniz ama en azından temel mantığını biliyorsunuzdur. Bu yeni bilgi, bu mantığa uyuyor mu? Onu destekliyor mu? Buna göre, doğru ya da yanlış olduğu konusunda bir fikriniz olabilir.

Üçüncü olarak ise, ilgili konuda belli bir bilgi birikimine sahip kişilerin fikirlerini alırsınız. Mesela fizikist gibi platformlarda...

Son olarak da, eğer hiç bir değerlendirme imkanınız yok ise, bu sefer bu bilgiyi elinizdekilerle çürütmeye çalışırsınız.  Bilgiyi çürütmek için saldırırken de onu anlayabilir, doğruluğu veya yanlışlığı konusunda fikir edinebilirsiniz.

Bu durumda internetteki bilgileri, özellikle yenileri, şüpheyle ele alıp, kesin karar vermeden önce süzgeçten geçirmek en mantıklısı.

Ancak bilginin çoğalma ve çoğaltılma hızını göz önüne alırsak, şu an mevcut bilgi ihtiyacını en hızlı ve bol kaynakla besleyebilecek  tek kaynakta internet.

Zaten her bilgi üretiminde, anti tezi de kısa sürede üretildiğinden, doğruluğunu /yanlışlığını değerlendirirken elimizde bolca kaynak olacaktır.

Konuyu anlamak ise tamamen farklı bir şey...Bir konuda fikir ürettiğinizde, eğer o konuyu anladıysanız- doğru olarak- o konunun ana fikri-özü ile uyumlu-tamamlayıcı fikir üretebilirsiniz.
Anlamadığınız bir konuda ürettiğiniz fikirler, yama gibi durur. Bir iki eleştiri ile düşerler.

Her insanın bilgiyi anlama ve kavraması farklı olduğu için, bir konuyu yeterince anlayan bir insanın üreteceği yaklaşım her zaman farklı-yeni ama eski konuyla bütünleşik olur. Bazen bir nüans, tüm bakış açısını değiştirebilir.


https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/35096/

28 Eylül 2016 Çarşamba

Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?

Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır? Bilimin ve rasyonel mantığın kesinliğinin doğru olduğunu düşünüyorsak aynı zaman da inanmış mı oluruz?
#İnanmak  Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016

http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21993/

ve inanmak yanıltıcı değil midir? Bence bütün inançlar bir süre sonra zamanla ve düşünce sisteminin evrilmesiyle beraber yıkılmak zorundadır... İnandıklarımız zamanla değişime uğrar ve bir süre sonra tanıyamayacağımız duruma geldiklerinde onları sorgulayamayacak duruma düşeriz... Çünkü bu bakış açısı zamanla kişiliğimize ve özümüze işlemiştir... Bilim de böyle midir? Bilimi kesin kabul ediyor ve mantıklı düşünceleri sorgulama gereksinimi hissetmiyoruz... Demek ki mantıklı bir düşünce sistemine inanıyoruz... Aslında dini ve mistik inançlar da böyledir... İçlerinde belirli bir mantık sistemi taşır fakat bu rasyonel ve sistemli olmaktan uzaktır... Peki bilimin kesinlerini sorgulanamaz kılan nedir? Sorgulanarak oluşturulması mıdır? Bilimin sisteminde ve bilimsel düşüncenin özü de değişim veya evrim geçirebilir mi? Bu bildiğimiz öklid geometrisinden 3. veya 4. boyutları niteleyen topoloji ve çok boyutlu cebire geçiş gibi olabilir mi? İnançlarımız yani bildiklerimiz kökünden değişikliğe uğrayabilir mi? Bence her şey değişecektir... Değişmeyen tek nokta değişimi görüp diğer değişimlerle kıyaslayarak farklı bir değişimin analizini yapmak olacaktır... Bu durum zamanla bizi bütünü anlamaya yakınlaştıracaktır... Ama hiç bir zaman bütünü anlayışımıza olanak sağlamayacaktır...
Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016


Mackenzie 27 Eylül 2016 - En başta ikinci soruyu (Bilimi kesin bilgi olarak kabul etme...) cevaplayacağım zira ilk sorunun cevabı basit olsa bile devamında yazacaklarım görece karmaşık olabilir.

Bilimi mutlak doğru olarak görmek temelde hatalı bir düşünme şeklidir. Bilimin asıl amacı şüphedir zaten. Karl Popper, bu konuda müthiş bir iş yaparak bilim felsefesine "Yanlışlanabilirlik ilkesi"ni kazandırdı. Bu ilkeye göre bilimsel olarak öne sürülen her bilgi yanlışlanabilir olmalıdır. (Hatta, Wolfgang Pauli'nin bazı fizik fikirlerine karşı "yanlış bile değil" diyerek eleştirdiği olurmuş.)
Bu ilkeyi kabul edecek olursak hiçbir bilimsel bilgi kesin değildir. Örneğin: hepimiz uzayda kütlesi olan cisimlerin, başka cisimlere karşı bir çekim kuvveti uyguladığını biliriz ama aslında bu bilgi kesinlik taşımaz (yanlışlanabilir). Mesela yarın biri çıkıp "bak işte arkadaş bunlar birbirine çekim kuvveti falan uygulamıyor aha şu-bu sebeple böyle oluyor" diyerek çeşitli veriler sunarsa ve o veriler yeterince ikna edici olursa (tabii onlarda yanlışlanabilir olmalı) o vakitten sonra o kişinin tanımı kabul edilir, anlatılır, öğretilir. Yani "bilimsel kanun" dediklerimiz bile yanlışlanabilir olmalıdır.

İlk soruya gelirsek, "Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?" sorusunun cevabı oldukça açık. Evet, bir şeyin doğru olduğunu düşünmek için onun doğruluğuna inanmak gerekir.
Burada "inanmak" kısmını biraz irdelemek istiyorum. İnsan beyninin karar almaktan ziyade alınan kararları rasyonelize etmeye yatkın olduğunu anlatan çeşitli makaleler var. Bir nevi (dolaylı yoldan çıkarım yaparsak) özgür irade dediğimiz şeyin olmadığını anlatan makaleler.

"Lan peki nasıl karar alıyoruz biz?" sorusunun basit bir cevabı var: Genetik faktörlerin etkisi, bebeklik çağlarındaki aile ortamı (Ataerkil toplumlarda anne etkisi diyebiliriz sanırım. Bunu da, Freud babaya bir selam çakmak için söylemiyorum. İnsan aklının/zekasının gelişimi en hızlı bebeklik çağlarında olur ve ailenin/annenin çocuğu yetiştirme şekli, gelecekte oluşacak erişkin bireyin kişiliği üzerinde genetik faktör kadar büyük bir etkisi vardır.) ve bu ikisinin yanı sıra elbette ergenlik ve biraz öncesi dönemdeki arkadaş ortamı veya çocuğun takıldığı diğer ortamlar, çocuğun özgür(!) karar verme (verememe) mekanizmasını etkiler. Yani neye inanacak olduğunu bile %100 sen seçemiyorsun. Çeşitli etkenler senin inanacak olduğun şeyi belirliyor ve beynin de inandığın şeyi rasyonelize etmekle uğraşıyor.

heathens 27 Eylül 2016 - Öncelikle bilimde '' sorgulanamaz '' diye bir şey söz konusu değildir . Bilimi bilim yapan şey ; her şeyi olası kılmasıdır . İnanç bana göre '' kutsal '' bir olgudur . Neredeyse insanlık ile beraber evrimleşen bir şeydir .
ALGI-GERÇEK-YANILGI üçlemesini düşün . Bu üçleme ile nasıl bağlantılar kurabileceğini hayal et ve şimdi söyleyeceklerimi dikkatli oku . Yani bu konular çok ilgimi çeker o yüzden beni çok iyi anlaman için takınacağım '' üslubu '' göz ardı et .
MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN >>> KARBON-ELMAS-GRAFİT>>> TANRI-İNSAN-YARATICI ....
Yukarıda 3 tane birbirinde alakasız döngü var fakat bu döngüleri '' bütünleştirici '' zekan ile yada muhakeme yetin ile görebilirsen seni çok farklı yerlere götürür . Her şeyin değiştiği gerçeğine dayanak olarak entropinin kanunu ve zaman'ın ileri akması gerçeğini göz ardı ederek düşün .

İnanç nedir ? İnanç bilimsel temeller olmadan bir şeye '' bağ kurmak '' demek mi ? Hayır gerçek inanç yani ; Din ve benzeri şeylerle OPTİMİZE edilmemiş İNANÇ bilimden daha önemli ve daha eski bir olgudur . Bir nevi bilim ve felsefe '' İNANCIN '' optimize edilmiş halleridir . Fakat neden inancın '' OPTİMİZE '' edilmiş halleri her çağda farklı bir ad almıştır . (MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN ?)
İşte bunun sebebine '' zaman'ın ileri akması ve entropinin kanunu '' ile düşüncelerimizin ve bakış açılarımızın değişmesi diyebiliriz . ----



shibumi_tr 28 Eylül 2016  Mackenzie'nin çarpıcı yaklaşımından sonra konuya eklenecek fazla bir şey kalmamış.

Bir tek şunu ekleyebilirim. bilimsel çalışmalar, güvenlik ipi ve ekipmaları olmadan, çıplak elle dağa tırmanmak gibidir. Her ilerlemesinde riske tabidir ve hatanın bedeli düşmektir. Çok sağlam görüşlerde belki biraz geriye kayıp sağlam bir noktadan yükselmeye devam eder ama çoğunluğu genelde düşerek elenir.
Zirveye varmış olanlar içlerinde en güvenilir olanlardır. Yine de her zaman tırmanılacak daha yüksek bir dağ vardır. Varılan hedefin önemini, içinde bulunduğu koşullara ve daha ileriye gitmek için ne kadar destek sağladığına göre değerlendirmek gerekir.

Bilginin sonu olmayacağına göre, bu tırmanışında devamı yok.

Bilim, insai yargılardan ve eğilimlerden uzak kalabilmek aynı zamanda herkese ulaşabilmek için, bir orta yol geliştirmiştir. Buna matematiksel mantık'da diyebiliriz.

Matematik bize elimizdeki verilere göre her zaman doğru sonucu verir. Bilimin avantajı budur.

Aynı zamanda matematik, elimizdeki veriler değiştiğinde veya arttığında da farklı sonuçlar verir.
Bilimsel sonuçlardaki değişmenin/gelişmenin nedeni de budur.

İnanç sistemi, beşer canlının hayatını etkileyen bir çok veriden yola çıkar. Kişiseldir, zamana bağımlıdır. Artan verilerle o da değişir ama tüm veriler öznel olduğu için, genele uygulanırlığı yoktur.

31 Temmuz 2016 Pazar

Türk Mucizesi Nerede Kaldı?



Günümüzde Uzakdoğu özellikle de Çin mucizesi gündem de... Çin şu anki başarısını neye borçlu? Nasıl bu kadar engeline (sermaye eksikliği, aşırı nüfus, kirlenen doğası, vs) karşın yıllık %10 civarını tutturuyor?



Biraz geçmişe bakınca 70'lerin sonundaki radikal siyasi bakış ve ekonomik değişimlerin payı büyük gözüküyor.

Ancak en önemli değişikliği, "tek çocuk" politikasını sıkılaştırma ile yapıyor.

Tek çocuk politikasıyla, doğan çocuklara çok daha iyi bir eğitim ve sağlık olanağı sağlanıyor. Çocuklara yapılan eğitim artıyor.



Günümüzde Çin'in başarısı, dönemde sıkı takip edilen bu politikanın ürünleri.

Taklit ürünlerden, kendi teknolojisini ve dizaynını geliştiren bir ülkeye dönüşüyor Çin.



Bizim sonumuzu açıkçası pek hayırlı görmüyorum. Her geçen gün daha da düşen eğitim seviyemiz ve kalite kaybeden eğitim düzeyimiz, bilgi düzeyi düşük, "bilmek" ile "inanmak" arasındaki farkı anlamayan, verileni kabul eden, olanı sorgulamayan bu yüzden de üretemeyen ama tatminsiz kuşaklar yetiştiriyor.



Çoğu gencimiz geleceğe bakamıyor bile. Kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğinin farkında değiller.

Zaten onlarda gelecekten ne umacaklarını bilemiyorlar. Onlara sorunlar yumağında kaybolmuş bir toplum, çevresini, doğasını asfalt ve betona teslim etmiş bir ülkeyi miras bırakıyoruz.



Bizim dahil olduğumuz kuşaklar, başarısız, beceriksiz ve bencil kuşaklar... Sadece kendi gemimizi kurtarma, köşeyi dönme uğruna çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakıyoruz?

Bireysel açıdan bakınca, her ana-baba çocuğu için en iyi olanı yapıyor, en güzeli öğretiyor ama bu ne yazık ki çocuklarımızın hayatını kurtarmayacak. En azından bizim refah düzeyimizde bile yaşayamayacaklar.

Çünkü onlara ruhen örselenmiş, parçalanmış bir toplum, çevre olarak tüketilmiş toprak, kaynak olarak ziyan edilmiş bir ülkeyi bir de onları bu sorunlarla baş edemeyecekleri düzeyde bilgisiz kılarak onlara miras bırakıyoruz.



Biz birbirimizi yeme kavgasında, içimizde düşmanlar oluşturup onlarla savaşırken, dünya toplumları çocukları için avantajlı yerler oluşturmaya çalışıyor.



Dünyanın sorunları azalmıyor ve azalmayacak. Tam tersi artacak. Çünkü nüfus artıyor ama kaynaklar ise azalıyor.



Tamamen yeni anlayışların ve yaklaşımların geliştiği, geçmiş değerlere bağlı kalıp, adetlerini ve değerlerini değişimlere uyarlamayı beceremeyen toplumların yok olacağı bir döneme girdik.



Bilgili bireyler, iyi eğitimli ve çözüm üreten bireyler. Kısa veya orta değil, uzun vadeli düşünen bireylere, herkesten farklı düşünen, hisseden ve korkmadan bu farklılığı ortaya koyabilecek bireylere ihtiyacımız var.

Daha doğrusu çocuklarımızın ihtiyacı var. Ama kendi kuşaklarından, bizimkilerden değil. Bizler, bireysel olarak ne olursak olalım, toplumsal olarak başarısız kuşaklar yumağıyız.

4 Nisan 2016 Pazartesi

İnsan Irkları ayrılabilir mi?



Benim Sorum hayvanları tür tür cins cins ayırabiliyoruz.örn; kaplan (Panthera tigris) aslan (Panthera leo) acaba insan ırkları içinde böyle bir çalışma yapılabilir mi?

Benzer çalışmalar 1800'lü yıllarda yapıldı. Uzantıları 1945'lere kadar sürdü. Hala da ardılları var.
İnsanları ten rengine, kafatası yapısına, vücut yapısına göre sınıflandırmaya çalıştılar.
Kökeninde bilimsel meraklar olsa da (insan türü nereden geliyor, gelişti, niye farklı ırklar var, vs.vs.) emperyalist batı girişimciliğinin ve sömürgeciliğinin haklı gerekçesi olarak kullanılmaya çalışıldı. Daha doğrusu yapılanları, bilimsellik altına saklamak için, bilimsel merak ve araştırmalar suistimal edildi.
Böylece Kızılderili topraklarından kovulurken, öldürülürken, Afrikalı köle oldu. Çinli, Hintli sömürüldü.
Tek medeniyet olarak Batı Medeniyeti ve bireyleri yüceltildi. Diğer kültürler ve medeniyetlere aynı saygı gösterilmedi.
Temelinde, milliyetçilik akımları ile keskinleşen toplumsal aidiyet duygusu ve sanayileşme ile artan kaynak ihtiyacı vardı. Şirketlerin yüksek kâr hırsı ile elde edilen kârlar artarken, batı medeniyetinin toplumsal refah düzeyi arttı.  Bu refah, haklılıklarına ve doğruluklarına olan inancı körükledi.Bilimsel verileri özellikle Darwin'inkileri çarpıtarak, farklı ideolojileri, eğilimleri bilim altına gizlediler.

1945'de bu eğilimin acı sonuçları tüm dünyaya ağır bir bedel ödetti. (40'ı savaş nedeniyle toplamda 80 milyon civarı insan kaybı). Bu tür eğilimlere karşı sert şiddetli önlemler yasalara, uluslararası anlaşmalara girdi.
Ancak 200 yıllık bir yaklaşım, toplumsal zihinlerden kolayca kaybolmuyor.
Üstelik insanoğlu, acımasız bir varlıktır. Özellikle kaynakların azaldığı, daraldığı dönemlerde hemcinsine karşı da çok acımasızdır.
Öncelikle hemcinsini dışlar. Sonra onu kendisiyle eşit görmemeye başlar. Çeşitli sıfatlar yakıştırıp, onunda bunu kabullenmesini (gerekirse zorla, iktidar gücü varsa yasayla) ister. Sonra bazı haklarını kısıtlar. İnsanlar  kaynakları daha az kişiyle paylaşmak için, mücadelelerini gruplar içinde sürdürme eğilimi gösterir. Bu kullanılır. İttifaklar kurulur, düşmanlıklar ilan edilir. Birbirilerini, dini ve köken veya ırk gibi nedenlerle tamamen farklı olmakla nitelerler.
Bu bir "ara amaç"tır.

Asıl hedef, karşısındaki kişi ya da kişileri "insan olarak kabul etmemek", insanımsı haline getirmektir.
İnsan bir kere karşısındaki ile empati kurma yollarını ve nedenlerini kaybederse, iş tamamdır.
Onun için karşısındaki kişinin, bir tavuktan, koyundan, bitkiden daha fazla anlamı kalmaz.

Eğer toplu katliam yapılan yakın geçmiş olaylarını incelerseniz, 20 yıllık komşusunu sırf Boşnak diye nasıl katlettiğini anlamaya çalışırsanız, bunları görürsünüz.

Bu yüzden böyle bir çalışma daha önce yapıldı ve sonuçları vardır internette. Olanın üzerine başka şeyler eklemeyin.
Yoksa bu iş Homo imani ve homo atei'ye kadar devam eder. Sonra homo imani'lerde kendi aralarında Homo imani suni, Homo imani şi gibi ayrılır. Bu da yetmez bir de bunlara homo imani suni hani gibi eklerde eklenir. Bu iş bitmez... Taa ki tek bir alt tür kalana olsun.