Homo homini lupus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Homo homini lupus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2019 Pazartesi

Savaş Hakkında


Savaş, insanın insanı silahlı ve organize olarak, planlı öldürme eylemidir.

Ancak her savaş, silahla yapılmaz. Bazıları, çok daha farklı teknikler ve araçlar kullanır.

Ülkemizin de içinde bulunduğu bir grup ülke yıllardır bu gizli yürütülen savaşın etkilerine maruz kalıyor.

İnsanlık tarihine bakarsanız, savaşsız geçen bir yıl bir olmamış.
Hoşlansakta, hoşlanmasakta insanoğlunun içinde var, çatışmak ve yok etmek.

Medeniyet, kültür temsilcisi olduğunu iddia edenler ki batı dünyası, var olan bilgi, kültür ve teknolojilerini yüzyıllarca sömürdükleri diğer toplumların kaynaklarından sağladılar.

Günümüzde dünya üzerinde 2 tür toplum kaldı.
Bir tanesi, yaşamak için çalışmak, karnını doyurmak ve yarın da çalışabilmekten başka bir şey ummayan insanlar toplulukları.

Kişisel gelişimleri için gelirlerinden pay ayıramayan, günlük TV dizileri ve yarışmaları ile zihinleri uyuşturulan, sosyal medya alanı ile kendisini özgür birey hisseden insanlar.

Sayıca çoğunluğu oluşturuyorlar ve üretim bunların iş gücüne dayalı.
Kendileri için bulamadıkları hayatı, çocuklarına sağlamak için uğraşıyorlar.
Tüketimleri, bir sonraki gün yaşayıp çalışmalarına yetecek düzeyde...
Durumlarına isyan etmeye, sorgulamaya bile ne fiziksel, ne de zihinsel mecali kalmayan grup bunlar.

Diğeri ise temel ihtiyaçlarının üstünde gelire sahip olan ve bu gelir ile kendisine zaman satın alabilen gruplar. Bunlar eğitime, kültürel gelişime, estetik değerlerin yükselişine ve bu şekilde yeni bilimsel bakışlarla bilimin gelişimine kaynak ayırabilen gruplar.

Sosyal refahlarının önemli bir kısmı, geçmişteki sömürgelerinden aktarılan kaynaklarla temel bulmuş birikimlere ve bu birikimlerin üstüne inşa edilmiş medeniyetlerine borçlular.

Bunlar için diğer grup; eti, sütü, postu, yünü  için beslenen bir koyun sürüsünden farklı ve daha değerli değiller.
Kendi kültürel değer yargıları, insan hakları, eşitlik, barış vb kavramlar bile sadece kendileri ve kendileri gibi olanlar arasında geçerli kavram. Üçüncü ülkelere gelince işler, bu söylemler lafta kalıyor.

Bu toplumlar, sahip oldukları birikimler ile hala diğer toplumlara karşı gizli sömürgeci savaşlarını sürdürüyorlar.

Evet, hala savaş içindeler ama kullandıkları araçlar farklı sadece... Yaşam şekillerini, kültürlerini empoze edip, kendilerine tüketici pazarını genişletiyorlar.
Bu toplum içindeki görüş ve inanç farklıklarını körükleyerek, taraf tutarak, aralarında çözmeleri gereken sorunlara müdahil oluyorlar.
Böylece, silah sanayilerine yeni müşterileri ayakta tutuyorlar.

Kendi yaşam alanlarındaki atıkları, çöpleri ihraç ederek, bu ülkelere kirliliklerini ve çevre sorunlarını yolluyorlar. Çevre maliyetini tüm bu toplum üzerine yüklüyorlar.

Bunları yaparken de evrensel değerleri slogan olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar.

Eğer insanlığa ışık getirdiğini, medeniyet timsali olduklarını iddia eden bu toplumların sebep olduğu zararlara bakarsak, dünyanın kaymağını tükettiklerini ve bu durumu korumak için çabaladıklarını görüyoruz.

Diğer toplumların sadece doğal kaynaklarını değil, beyin gücünü, sanat dehalarını da kendilerinde topluyorlar. Bu yüzden, sömürülen bu ülkelerde sanat ve bilim de daha yavaş gelişiyor.
Oysa, sanat olmadan, bilim, bilim olmadan da ülkelerin ekonomisi güçlenemez.

Son olarak ülkemizin içine çekilen güneyimizdeki kaynaşma alanı bile, bu ülkelerin ulaşmak istediği bir doğal kaynak üzerine kurgulanmış...

Dünyanın enerji geleceği, doğal gaz üzerine gelişiyor. Enerji, her ülkenin, toplumun gerek büyümek gerek ise durumunu korumak için vazgeçemeyeceği bir kaynak.

Gelişmekte olan ülkelerin her yıl enerji ihtiyacı her %10'luk nüfus artışına ve %5'lik büyüme oranına göre 8-12 kat artıyor.
Yani, ülkeler geliştikçe, nüfusları artıkça enerji ihtiyaçları geometrik oranlarda artıyor.

Dünya da hali hazırda petrolün yerini alabilecek tek bir enerji kaynağı var.
Doğal Gaz.
En büyük rezervler ise, Rusya, ABD ve Basra Körfezi (Irak-İran) kontrolünde. Başka ciddi rezervler var ama...

En büyük doğalgaz tüketicileri ise AB, Çin, ABD...
Gelişmekte olan ülkelerde de ihtiyaç artıyor üstelik.

Rusya- Ukrayna krizi, Sovyetler döneminde döşenmiş boru hatlarından AB'ye giden doğalgazın, Ukrayna tarafından kullanılması ve parasının ödenmemesi sonucu olmuştu. Rusya doğal gazı çekince, AB o kış titremişti.

Özellikle lokomotif Almanya bu durumdan ve bağımlılıktan çok rahatsız oldu.
Hemen ürün ve satıcı çeşitlendirmesine yöneldiler. Çünkü Rus doğalgazına bağımlılık stratejik bir zayıflık idi.

Sürdürülebilir, güneş ve rüzgar enerjisi teknolojilerinin gelişiminden başka terk ettiği atom santralleri (Fukuşima'dan sonraki kamu oyu baskısı ile) yerini kömürlü (kolayca doğal gaza çevrilebilir) termik santrallere ağırlık vermeye başladı.

AB (Almanya) özellikle kuzey Afrika ülkelerinden de (en çok umut vaat eden Mısır açıklarında idi ama Mısır'ın ihtiyacına ancak yeteceği anlaşıldı sonradan)  sıvılaştırılmış doğal gaz alımı ile ürünü ve satıcıyı çeşitlendirip, Rus doğal gazına bağımlılığını %40'lara kadar düşürebildi.
Ama bu artan (özellikle inovatif teknoloji ile Avrupa lokomotifi görevi yüklenen Almanya'nın) enerji ihtiyacını karşılamayacaktı.

Sonuç olarak AB'nin kendisine alternatif doğal gaz kaynakları ve bulması gerekiyor. Fransa, nükleer santrallerden vazgeçmiyor.

Bu arada Rusya'nın Sibirya da iki kuyusu var. Bir tanesi AB ve çevre ülkelere doğalgaz verirken, diğeri bekliyor. Çin bu ikinci kuyudan doğal gaz istiyor. Ancak bu sefer farklı kuyudan olacağı için Çin'in pazarlık imkanı daha geniş olacak. Rusya ise AB'ye verdiği kuyudan vermek istiyor. Böylece fiyat kontrol altına alınacak. Çin'e pahallı geliyor.

Çin bu sefer Ortadoğu'dan sıvılaştırılmış doğalgaz alımı ile bu ihtiyacını kapatmaya çalışıyor. Tabii yetmediği içinde nükleer santral, yenilenebilir enerji sistemleri ve her türlü başka yöntemle enerji bağımlılığını kontrol etmeye çalışıyor.
Çin İran'dan da doğal gaz almak istiyor. Özellikle boru hattı ile bu, süreklilik ve ekonomik bağımlılık demek. Oysa Afganistan'da yıllardır bitmeyen kargaşa ve kontrolsüzlük, İran doğal gazının, Çin ve Hint pazarına ulaşmasını kısıtlıyor.

ABD ise bu arada boş durmuyor. 2010'lu yıllardan itibaren petrol-enerji şirketleri harıl harıl doğalgaz sıvılaştırma tesisleri inşa ediyorlar. Planlama da 2020'li yıllarda, Çin, Avustralya, AB bu gazın müşterisi olacak. Çünkü deniz altından boru hattı döşemek ve bakımını yapmak kolay ve ekonomik değil. ABD şimdiye kadar ürettiğini iç tüketimde kullanıyordu.

AB bir ara Rusya ile Karadeniz altından (Baltık Denizinden direk Almanya'ya ulaşan hattın bitiminden sonra) Bulgaristan üzerinden doğalgaz boru hattı gündeme geliyor. Ancak AB Bulgaristan'a giriş fiyatı (AB üyesi olduğu için) ve bütün boru döşeme  maliyeti Rusya karşıladığı halde, aynı hattan Azerbaycan ve Türkmenistan (satıcı farklılığı ile fiyat-pazarlık avantajı, doğal gaz sürekliliği) gazı ısrarı ile bu hattan vazgeçiliyor.

Türkiye üzerinden hat düşünülüyor, AB üyesi olmadığı için fiyat kontrolü olacak. Ama Suriye de düşürülen uçak olayı bunu geciktiriyor.
Sonunda bu bağlamda Türkiye' Rusya'nın Akdeniz'e açılan doğal musluğu olarak anlaşıyorlar. Sıvılaştırılmış doğal gaz tesislerine olan ihtiyacımız ise bundan. Tüm Akdeniz'in musluğu olmak için.
https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/baris-pinari-harekatinda-dorduncu-gun-5385028/

Fakat bu süreçte, AB ve ABD başka alternatiflerinde eldesi ve kontrolü çabasında. Özellikle Basra Körfezi doğal gazının boru hattı ile Akdeniz'e ulaşması çok cazip bir hale geliyor.
Çünkü yakınlarda AB üyesi Güney Kıbrıs  Rum kesimi var. Buraya gelen borunun maliyeti ve doğal gaz fiyatı düşük olacak. Üstelik Doğu Akdeniz havzasından da İsrail-G.Kıbrıs Rum ortaklığı ile ek gaz alabilirlerse, boru hattının güvenliğini de İsrail üzerine yüklemiş olacaklar.

Fakat tek ihtiyaçları, Basra körfezinden Akdeniz'e ulaşacak boru hattının güzergahı ve güvenliği kalıyor.
Bu amaçla önce yapay bir terör örgütü ile bölgeyi insansızlaştırıyorlar. Adından bu yapay güce karşı hareket ederek, bölgeye istihkamlarını kuruyorlar. Ve adım adım yeni bir devlet oluşumuna yöneliyorlar.
Bu kurulacak yeni devlet Batı'ya hem ekonomik, hem siyaset olarak bağımlı olmalı. Çevre ülkelerle sorunlu olmalı.
Böylece bölgede bir Kürt devleti oluşumuna doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.

AB özellikle Almanya ve Fransa bu yüzden bu bölgede çok geziniyor. İngiltere ise İsrail ve ABD üzerinden hareket ediyor. ABD ise hem kendi satacağı ürünler için, hem dünya doğal gaz piyasasını kontrol için, bu bölgeden vazgeçemiyor.

Şimdi Türkiye'nin düzenlediği bu harekat, bu uydu devletin kuruluş amacını tamamen bitirmek ve kontrol etmek üzerine...

24 Eylül 2017 Pazar

Dünya Çapında Barış Mümkün mü?



Maalesef dünya çapında bir barış ortamı imkansız gözüküyor. Çünkü insanlık nüfusu 9 milyara dayanırken, doğal kaynaklar 1950'lerdeki miktarın yarısına düşmüş durumda.

İnsanlık, dünya'nın tükenen doğal kaynaklarını yenileyebilmesi için her yıl, gelecek yıllardan daha fazla borç alıyor. Bir bakıma, torunlarımızdan alınmış kredilerle insanlık yaşıyor.

Aynı şekilde insanlar, kendi gelecek yıllarının üretimlerine borçlanarak, özendikleri Batı tipi tüketim toplumu olma yolundalar.
Bankacılık  kredi sistemi, bireyin kendi geleceğini ipoteklemesi üzerine kurulmuş durumda. (Geçmişin bireysel kölelik anlayışının yerini alan modern zihinsel ve üretimsel kölelik …)
Diğer yandan mevcut "liberal demokrasiye dayalı kapitalist ekonomik sistemde" çöküyor. Bu gelir dağılımında eşitsizliklerin artışı,  insanların, gelecekten endişe duyarak daha kapalı toplum yapılarına yönelmesine neden oluyor.

Günümüzde 40-50 yıl veya daha eski dönemlerdeki siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıları özleyenler, arayanlar artıyor.
Siyaset kurumları da, toplumlardaki bu endişeyi kullanarak, daha güçlü, birleşmiş, dışa kapalı toplum modelleri vaatleri ile eski şanlı günlerin sözlerini veriyorlar.

Avrupa toplumları, bu konuda önde gidecek gibi gözüküyor. Mevcut sosyal refahlarını ve zenginliklerini borçlu oldukları; geçmiş 500 yılda sağladıkları üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçler ve ekonomik durgunluk, bu korunma  güdülerini artırıyor.
Bir yandan sadece zihinsel ve duygusal değil, ayrıca fiziksel bariyerlerle, gelen göçleri engellemeyi düşünenlerin sayısı artıyor.

Mesela bu dönemde ihtiyaç duyacakları doğal gaz kaynaklarını hem çeşitlendirmek hem de ucuza mal etmek için, müdahil oldukları Ortadoğu'dan gelen göçmenlere karşı olan tutumları, bu eğilimlerini daha da güçlendiriyor.
İngiltere’de Brexit oylaması, İspanya’da Katalan bölgesi referandumu bu yeni eğilimin ilk ayak sesleri…

Ekonomik küreselleşmenin getirdiği karşılıklı bağımlılık, ulus devletlerin çok uluslu şirketler karşısında piyasadan çekilip, sosyal devlet anlayışının zayıflaması, hep toplumsal dinamikleri ateşleyen ve  kendileri dışındakileri "onlar" şeklinde tanımlamalarına yol açan yaklaşımlar geliştiriyor.

Üstelik sadece küresel değil, ulusal çapta bile kültürel, dini, etnik gruplaşmalar iç paylaşım kavgalarının da sinyalini veriyor.
Ülkeler içindeki kamplaşmalar da artıyor. Üretime katkısı sınırlı olan ya da hiç olmayanların, üretici olanlar üzerindeki baskısı artıkça, üretmeyenlerin oy çoğunluğu ile üretenlerin gelirleri üzerinden vergilerle gelir paylaşımları da bu iç kamplaşmaları körüklüyor.
Emekli veya çalışan vatandaşların sosyal refahını yükseltecek, yatırımların ekonomik kaynakları, gün geçtikçe daha fazla işsizlerin, çok çocuklu ailelerin, göçmenlerin ya da mültecilerin temel yaşamsal ihtiyaçlarına  kullanılıyor.

Aynı ortamda ,sosyal refah devleti anlayışının aşamalı olarak zayıflatılması, devletin toplumsal dengeleri gözetme ve  sürdürme gücünü de zayıflatmış durumda. Devlet, daha çok iç ve dış güvenlik politikalarından sorumlu bir konuma gerilemiş ve iç piyasaya sınırlı müdahale eder ve yönlendirir hale getirilmiş durumda.

Böyle bir ortamda insanların içinde bulundukları çıkmazlardan ve belirsizliklerden kurtulmak için, popülist ve milliyetçi politikacılara yönelmeleri ve onların liderlikleri altında toplanmaları da doğal bir olgu haline dönüşüyor.

Bu liderlerin ise, onları destekleyenlerden aldıkları güce dayanarak, toplumlarına güzel ve refah günleri vaat ederek, kavgacı ve uzlaşmaz devlet politikalarını geliştirmeleri de mümkün gözüküyor.

Günümüzde mevcut  demokratik siyasal sistemler,  toplumların ekonomik gücünü oluşturan üretici eğitimli orta sınıfı temsil etmekten gittikçe uzaklaşıyorlar. (Eskinin fabrika üretimine uygun düşük eğitimli işçi sınıfının yerini ve çoğunluğunu, iyi veya yüksek eğitimli orta sınıf almış durumda. Bu yüzden, eski işçi sınıfını temsil eden ve iktidarlar üzerinde sosyal politikalar konusunda baskı gücü oluşturan sendika ve benzeri örgütlenmelerde ciddi bir yaptırım gücü kaybetmiş durumda…)
Özellikle kredi sistemiyle desteklenmiş tüketim modelleri sonucu, insanlar bir ev ya da araba için gelecek 5-10 yıldaki ekonomik kazançlarını ipotek altına sokup, paranın-sermayenin belli ekonomik güç odaklarında toplanmasına da destek oluyorlar.
Bu yolla üretici orta sınıflar, gelirlerinin önemli bir kısmını zengin üst sınıfa aktarıyorlar. Gelir dağılımı adaletsizleşiyor ve milyoner sayısı artıyor.

Oy çoğunluğu ile seçilen iktidarlarda, bu borçlu sınıf yerine ekonomik kaynakları ellerinde toplamış güç odaklarının daha fazla etkisinde ve telkininde kalıyorlar.
Bu durumda alınan çoğu ulusal karar, daha çok uluslararası ya da ulusal ekonomik otoriteleri ve ihtiyaçlarını temsil ediyor.

(Meclislerde kendisinin ve düşüncesinin temsil edilmediğini düşünen vatandaş sayısı hızla artıyor. Bunun en güzel kanıtlarından biri de, "siyasetçi olmanın" bir meslek haline dönüşmesi ve vatandaşı temsil etme gücünün, ekonomik olarak güçlü birey ve ailelerin ellerinde toplanması. Bu gün herhangi bir seçime aday olarak katılmanın ekonomik maliyetini, çoğu sıradan vatandaş kaldıramaz hale geldi.)
Bu durum sadece gelişmekte olan değil, neredeyse dünya çapında ve yaygınlaşıyor.
Özellikle silah ve petrol-gaz üreticisi şirketler, lobi çalışmaları ile ulus devletler üzerinden çeşitli bölgelerde; pazar ve üretim kaynaklarını kontrol etmek için mücadele ediyorlar.

Bu nedenle ülkeler ve ülke liderleri arasındaki çatışmalar, restleşmeler gittikçe sertleşiyor. Amerika'daki seçim sonuçlarından, Avrupa'daki bir çok sağcı, milliyetçi cephelerin gittikçe güçlenmesi buna işaret.
Çünkü paylaşılacak kaynaklar azalmış ama paylaşmak isteyen kişi sayısı çok çoğalmış durumda...(Kimi devletlerde, toplumlarından feda edilebilecekler ile korunacaklar arasındaki farkları belirleme, dolaylı yoldan bile başlamış olabilir.)
Sosyal devlet anlayışının, iş güvencelerinin zayıflaması, eğitim ve sağlık gibi toplumu direk ilgilendiren kurumların özelleşmesinin artması buna bir işaret olarak da yorumlanabilir.
Üretmeyen, üretimde olmayana; daha az korumacılık ve destek verilirken, bunların devlet politikalarına ve uygulamalarına bağımlılığı da artırılıyor.

Ülkeler kendi içlerinde bu kadar kaynarken, uluslar arası ortamda ise iktidarların ulusal politikaları, uluslararası şirketlerin pazar ve kaynak paylaşımlarıyla biçimlendirilirken, üstelik daralan imkan ve azalan kaynaklarla bu paylaşım kavgası kızışırken, tüm dünyayı saracak evresel bir barış dönemi ummak, büyük bir hayal olur.

Çözülmesi gereken ulusal ve uluslar arası, birbirine bağımlı ve destekleyen çok problem var. Her problemin çözümü, yeni ve başka bir problemi doğuruyor. Ya da eski bir taneyi güçlendiriyor.
Bu problemleri aşmak için, Gordion düğümünü çözmek gerekecek.

Tabi gelecekteki savaşlar geçmiştekinden farklı ortam ve araçlarla da olacak, geçmişteki konvansiyonel (tank, top, asker ağırlıklı silahlı kuvvetler) orduların yerini, daha küçük, mobilitesi yüksek veya kiralık ordular almış durumda.

(Meclislerde temsil edilmediklerini düşünenlerin, ulusal politikalara olan desteği de azalıyor.)

Bu kiralık ordular genelde, bir başka ülkenin terörist gruplarından oluşuyor-oluşacak. Hatta bu amaca uygun bölgesel örgüt yok ise, uluslar arası insan kaynaklarından belirlenen amaca hizmet edecek ideolojiye yatkın insanlardan terör grupları bile kurulacak.

Mesela son dönemlerde kurulan Işid;  hem Islam algısına büyük zarar verirken, hem de gelecekte Akdeniz’e ulaşacak doğalgaz boru hatlarını kontrol edecek ve koruyacak ama küçük ve komşu ülkelerle kavgalı olduğu için, müşterilerine siyasi ve ekonomik olarak bağımlı kalacak bir devlet oluşumu için Kuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgesini büyük çapta temizlemiş ve bu devletin kuruluşu için hazırlamıştır.
(Bu çalışma nereden bakılsa, 20 yıllık bir proje ürünü gibi gözüküyor.  Dünyanın başka ekonomik kaynak noktalarında da benzer projelerin uygulama da olması muhtemel.)
Bir bölge durulunca, taşlar oturunca başka bir bölgede yeni sorunlar patlak verecek gibi geliyor.
Bu nedenle liberal ekonomik sistem ve araçları insanlık tarafından terk edilmedikçe, dünya çapında bir barış ihtimali gözükmüyor. Bölgesel barış ve durgunluklar da, aldatıcı… Kalıcı değiller.                                              


-----------------------------------------------------------------------
Is a global state of peace possible?


Unfortunately, a global state of peace seems impossible. Because humanity is being based on 9 billion people,but on the contrary the natural resources have fallen in half of the 1950s.

Every year, the Humanity borrows more from the coming years to renew the world's exhausted natural resources. Humanity lives on loans that we receive them from our grandchildren.Likewise, people owe their own future productions to supply their interests become Western-type consumer society.
The banking credit system is based on mortgaging the individual's own future. (This is modern mental and productive slavery system...)
On the other hand, the current "liberal democracy-based capitalist economic system" collapses. This leads to an increase in inequalities in income distribution and is causing people more anxious who is concerned about the future and their societies have been turning into more closed society structures.
Nowadays, the number of people in societies  who are seeking political, economic and social structures of the past of 40-50 years or more, are increasing.

The Political Institutions, Parties have been using this anxiety in their societies by making promises of old glorious days as stronger, united and closed-protected community models.
European societies seem to be ahead in this regard. Economic stagnation  and  migrations from third world countries, which they have provided  their existing social welfare and wealth for the past 500 years, are causing to increase their preservation instincts.

The number of people is increasing not only mental and emotional, but also with physical barriers  who think that they have to be prevented these immigration's.
For example, their attitudes towards immigrants and refugees from the Middle East and Africa are strengthening as trends. Contrary to this, where they are involving with their territories in order to get cheaper the natural gas from diversified resources for their next closed and preserved periods. (Brexit in Britain, Catalan territory referendum in Spain are the some first footsteps of this new trend ...)
The economically interdependence of the globalization are developing approaches which one is that the national states are withdrawing from the market control against multinational companies. And the other one is that the societies are developing  approaches as “we and they-outsiders”  inside them, by weakening  welfare of the social state.This ignites social dynamics of these nations.

Moreover, this are also signalling  internal sharing quarrels not only global but also national, cultural, religious, ethnic groupings.So, the polarization are also increasing in the countries.

For example, the economic pressure of non or limited producers are increasing  on the producers of  nations. They get this power by the majority based vote power and public pressure.

As a result, the economic sources which have to be  are used to raise social welfare of retired or working citizens, are used for  the essential vital needs of migrants,  refugees, unemployed or the many children of their families.
At the same time, the attenuation of the social welfare state has also weakened the state's ability to maintain social balances.

The state has declined to a position mainly responsible for internal and external security policies while the ability to intervene to markets are diminishing.
In such an environment, it is becoming a natural phenomenon for people who are  gatherings under populist and nationalist politician leaders to get rid of the tribulations and uncertainties.

It is also possible for these leaders, who may develop their fighting and uncompromising state policies by promising good and prosperous days for their communities as  supported by the majority of votes.
Present democratic political systems are increasingly moving away from representing the producer-educated middle class, which constitutes the economic power of societies.
(Instead of older has majority of the low-educated working class who are suitable for factory production in,  a good or highly educated middle class  taken the place of them.
Thus  unions and similar organizations representing these former working classes had lost  a serious sanction and imposing pressure on social policies on the power.)

Especially, as a result of the consumption models supported by the credit system, The people are getting in dep by mortgaging their next 5 or 10 years of work productions for a car, or home or etc...  This system is helping to collect the money-capital in certain economic powers and centers.
In this way, the producer middle class transfers a significant portion of their income to the rich upper class. Income distribution is becoming unfair and the number of millionaires are increasing.
The elected governments by the majority of votes  are being strongly influenced by the Spoolers of economic resources in their hands instead of this debtors.
In this case, most national taken decisions  are more representative of international or national economic authorities and their needs.
(The number of citizens who think that he or she is not represented in the Assemblies are increasing rapidly after elections. One of the best proofs of this is that "becoming a politician" becomes more professional.And the power of representing citizens are accumulate at the reign of economically powerful individuals or families.Today, the economic cost of joining an election as candidate has become untenable for most ordinary citizens. )
This is not just only developing countries, it is spreading almost world-wide.

Particularly Arms and Oil-gas producing companies are struggling to control market and production resources in various regions through lobbying and nation states.For this reason, the conflicts between the countries and their leaders are getting harder and harder.

This conclusion can be made from empowering the rightist and nationalist fronts in Europe and from  the last elections in America.
Because the resources which have to be shared by community, have been diminishing, however the number of people who want to share these resources has been multiplying so much ...
The weakening of job security, down warding public health and education services, social security tools and privatization of these  institutions  can be  interpreted as an indication for the lowering the understanding of the social state. Also as a preserving these vote fields, non or less producers while less protecting, increased their dependence on government policies and practices by public projects. This means more burden taxes on pay rollers.

It is a great dream hoping a global peace that will encompass the whole world, while the countries are so boiling in their societies and the international corporations are struggling for diminished resources to keep their markets by shaping international politics.

There are many national and international problems which are interdependent and supporting to each other that need to be resolved.
The solution of every problem creates  new problem. Or it strengthens the old one.To overcome these problems, the humanity have to solve the Gordion knot.
Of course, future wars will take place with different environments and tools than before. Smaller, higher mobility and fire power or hired armies taking over the conventional (more soldier, tank, ball, military) armies of the past.
Those who think they are not represented in parliaments are also getting less support to national politics.

These hired armies will usually be made up of terrorist groups of another country.Even if there is no suitable regional organization for this purpose, even terrorist groups may be established among people who are ideologically prone to serve for the purpose determined by international human resources. .
For example, Ishid-ISIS has largely cleared to prepare northern Iraq and the Syrian territory for the formation of a new small state that will be politically and economically dependent on its customers because of conflicts with former owners-new neighbours.
This new state will control and protects natural gas pipelines that will reach the Mediterranean in the future.
(From the point of view of this work, it seems to be a project product of 20 years. It is likely that similar projects may also be implemented at other economic resource points of the world.)
When a region is slacken, new problems are likely to break out in another region.

For this reason, I think, there is no world-wide possibility of peace unless the liberal economic system and tools are abandoned by humanity.
Regional peace and stagnation are also deceptive They are not permanent.

20 Aralık 2016 Salı

Neler oluyor ? Dünya da, Türkiye de...


Türkiye'de, dünya'da bir şeyler oluyor da, neler olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.
Aslında gerçekten anladığımızı iddia etmekte pek mümkün değil.
Televizyonlarda, haberlerden, oturumlardan bir şeyler öğreniyoruz ama bunların arasındaki bağlantıları göremiyoruz. Anlamıyoruz.

Sadece ülkemizde değil, dünya da geleceğe karşı bir belirsizlik ve güvensizlik var. Ülkemizde yaşananlardan dolayı, bunun dozu fazla.

Peki neler oluyor? Bizi ne bekliyor? Ne hazırlık yapmalıyız?

Yaşanan olayların ayrıntılarından uzak kalabilirsek, büyük bir yapısal değişimin eşiğinde olduğunu görebiliriz.

Ne değişiyor? Ekonomik sistemler, politikalar değişiyor?
Ne değişiyor? Üretim araçları değişiyor?
Ne değişiyor? Siyasi yönetim sistemleri değişiyor?
Ne değişiyor? Dünya'nın insanoğlunu besleme kapasitesi değişiyor?
Ne değişiyor? Eski ittifaklar ve çıkar birlikleri değişiyor?

Kısaca, tüm dünya ve içinde yaşayan her şey değişiyor.
Değişimi göremeyen veya doğru okuyamayan herkes, bu değişim çarklarında ezilecek. Peki doğru yönlendirmek mümkün mü? Hayır, değil.
Bu nedenle gücü yetenler, bu değişimi biçimlendirmeye, en azından kendisini ve çıkarlarını güvenceye alacak şekilde önlemler almaya çalışıyor.

Bugün yaşadıklarımız, bunların sonucu...
Eğer kafalarımızı, günlük hayatımızdaki sorunlardan ve çatışmalardan kaldıramazsak, önlem almak için çok geç kalmış olacağız.
Aslında ciddi anlamda da geç kaldık.

Şimdi nelerin değiştiğine bakalım.

Son 60 yıldır, 2nci dünya savaşı sonrası benimsenen ve desteklenen" tüketime dayalı büyüme modeli" öngören ekonomi yapısı, dünya'yı iflasa sürüklemiş durumda.
Gıpta ile baktığımız gelişmiş batı, bu dönemde aşama aşama dünyanın doğal kaynaklarını ve ekonomik imkanlarını kullanarak refah düzeyini artırmış ve sorunlarını (dünyanın kalanına oranla) hafifletmiştir.
Kendi insanına insan hakları ve sosyal refah açısından ideal koşullar oluşturmuştur. Bunun bedelini, uluslararası ticaret kurallarını düzenleyerek gelişmekte olan ülkelerden sağlamıştır.
Elbette kendileri de ciddi ekonomik ve siyasi mücadeleler yaşamışlardır. Kayıpları da olmuştur.
Ama bu bedel palm yağı için, yağmur ormanlarını kaybeden Endonezya ya da balıklarını Avrupalı kedi-köpek maması üreten balıkçılara sattığı için, dengesiz beslenen Afrikalı balıkçılar kadar olmamıştır.
"Paran var ise, güçlüsün", "her şeyin bir parasal bedeli vardır" mantığı ile bilgi teknolojilerindeki avantajları ile üretilmiş yüksek katma değerli, düşük hammaddeli ürünler karşılığında diğer insanların kaynaklarını almışlardır.
Bu aslında kölelikten de, sömürgecilikten de daha ekonomik bir yol olmuştur.

Köle veya sömürge için; besleme, bakım koruma maliyetlerine bile girmeden, emeğinin karşılığını, daha ekonomik yollarla temin etme imkanı sağlamıştır.
Ölmeden yaşayabileceği kadar da desteklemiştir.

(Bugün bir ortalama bir Avrupa'lı, dünya ortalamasından 9 kat, ortalama bir Amerikalı ise 36 kat fazla enerji tüketmektedir.
Avrupa da yıllık çöpe giden besin miktarı, (280 milyon ton civarı), açlık çeken tüm Güney Sahra altı Afrika'nın üretiminden 10 milyon ton civarı daha azdır.)

Fakat dünya'nın gelmiş olduğu bu nokta da, bu refahı sürdürmelerinin imkanı kalmadığı açığa çıkıyor. Çünkü pazarlarına girmek için kendilerini örnek gösterdikleri ülkelerdeki insanlarda aynı yaşamı, refahı istiyor.

Oysa, bu mümkün değil. Hem dünyanın zaten tükenmiş kaynakları ve aşırı zayıflamış kendini yenileme kapasitesi yüzünden, hem de herkes bu refah düzeyinde olursa, ortada artık paylaşacak hiç bir şey kalmayacağından.

Bu nedenle, yeni değerler geliştiriyorlar. Sürdürülebilirlik bu kavramların ilki ve en önemlisi.
Çünkü, nasıl aşırı avlanma sonucu besin kaynakları tamamen yok oluyorsa, bu düzeyde bir tüketim de dünyanın kaynaklarını, geri dönülemez şekilde yok ediyor.

Yani adam göldeki balıkları avlayıp yemiş, yemiş şişmanlamış. Şimdi diğer cılızlarda yemek ve şişmanlaşmak istiyor. Ama göldeki balık sayısı sınırlı. Eğer herkes bu şekilde yerse, göldeki tüm balıklar tükenecek  ve bir sonraki av da kimse yiyecek balık bulamayacak.

Bu yüzden şişman amca dur, sürdürülebilir olalım. Yoksa tamamen aç kalırız! diyor.
Evet, doğru söylüyor ama diğerleri de artık biraz rahatlamak istiyor. Sen yeme o zaman diyorlar. Olmuyor.  Ben niye vazgeçeyim? Diğerleri de vazgeçerse ancak olur diyor? Ama hiç kimse öğününün bir kısmından vazgeçip, diğerlerinden geri kalmak istemiyor.

Dünya çapında Sürdürülebilirlik'te ana sorun bu.

Eğer dünya çapında, bu aşırı tüketimi teşvik eden ekonomi modeli terk edilemez ve yerine yeni bir ekonomik yapı konmazsa, herkes aç kalacak.

Ancak gerek gelişmekte olan ülkeler, gerek ise gelişmiş ülkelerin çok uluslu şirketleri- girişimleri bu tür ekonomik değişime hazır değil.
Ne bankacılık, sigorta sistem, ne hukuk sistemleri, ne üretim modelleri ve araçları, ne örgütlenme yapıları hazır değil.
Sürdürülebilir büyüme, yeşil ekonomi söylemleri ise, bu "hazırlıksızlığın" saklandığı ve mevcut sisteminin biraz makyajlanarak  devam ettirilme arzusunun uzantıları.

Gelişmekte olan ülkeler yıllık ortalama %3-5 aralığında büyüyorlar. Çok geriden başlayanlar için bu oran artıyor. Bu büyüme hızları ile önümüzdeki 30-40 yıl aralığında ancak gelişmiş ülkelerin bugünkü düzeylerine erişecekler.

Bunun iki anlamı var. Dünya ekonomisi şu anki 90 trilyon dolar civarından 300 trilyon dolar civarına çıkacak olması ve enerji ihtiyacının ise daha fazla en az 5 kat artacak olması ilk anlamı.
İkinci anlamı ise her 1000 dolarlık ticaretin, dünya ekolojisine 180 kg karbondioksit (k)atması sonucu, bu kadar tüketim karşısında zaten alarm veren dünya ekolojisinin, çökecek olması.

Gelişmenin ve ilerlemenin, refahın temel kaynağı enerjidir. İnsanlık bugüne kadar bu gelişimini petrol sayesinde sağladı.
Ancak petrol (kolay ulaşılabilir olan)'un 20 yıl civarında ömrü kaldı. Bu yüksek tüketimi  yenilenebilir enerji kaynakları ile doldurmak ise maalesef mümkün değil. Yatırım maliyeti, getirisi ve aciliyeti açılarından ele alınca, doğal gaz ve nükleer santraller ön planda ve öncelikli olacak görünüyor. Doğal gaz rezervleri, dünyanın artan şekliyle enerji ihtiyacını 130 yıl kadar karşılayabilecek düzeyde. Daha da ulaşılmamış yataklar var. Kömüre oranla karbon izi ise defalarca düşük. Nükleer santraller ise uzun ömürlü olmaları ve inşaat haricinde karbon izlerini olmaması nedeniyle cazip bulunuyorlar.
Elbette gelişen teknolojiler sayesinde, yenilenebilir enerji kaynakları ve üretimi artıyor ama bu gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyacını karşılamaktan çok uzak şimdilik.

Gelişmiş ülkeler aşama aşama, enerji ekonomilerinde bu geçişi yapabiliyorlar. Her sermaye hem de bilgi birikimi açısından bu dönüşüm için gerekli kaynaklara sahipler.

Tabii bu durumda, enerji kaynaklarına sahip olmak önemli.
Ancak gerçekte önemli olan, enerji kaynağına sahip olmak değil. Onun fiyatını kontrol edebilmek ve pazarını koruyabilmek daha önemli.
Siz istediğiniz kadar petrol ya da doğal gaz çıkartın, eğer fiyatı başkaları belirliyorsa, kontrol ondadır.
(Yıllardır; zeytinyağı, fındık, kuru incir, pamuk, kayısı, vb. ürünlerimizde fiyatın uluslararası toptancılarca belirlenmesini ve fiyatların üreticilerimizi ne kadar desteklediğini düşünün.)

Örneğin, güneyimizde ateş var. Suriye ve Irak kaynıyor. Bu ateşin yansımaları da bize en acı şekilde düşüyor.
Neden?
Arap Baharı denilen şey, nasıl tetiklendi?
Her kafadan bir çok ses çıkacaktır ama kimsenin göz önüne almadığı bir başka neden daha var.
2012-13 döneminde küresel çapta yaşanan iklim değişimleri, o yıl buğday ve hububat üretimini olumsuz etkiledi. Gelirinin %5-10 gibi bir kısmını temel gıdaya harcayan ülkelerde bu çok sorun olmadı. ama Kuzey Afrika ülkeleri gibi gelirinin %35-50 arasını temel gıdaya harcayan toplumlarda ciddi sıkıntılara yol açtı.
Çıkan hoşnutsuzluklar, huzursuzluklar bir de toplum içi gruplaşmaların bir şekilde deşilmesi ile olaylar zincirleme başladı.
(Toplumsal sosyal refahın korunması bu yüzden önemli. Eğer devlet sağlayamıyorsa, sivil toplum örgütleriyle toplum kendisi sorunları yumuşatmalı, paylaşmalı.)

Bu olaylar zinciri güneyimize kadar geldi. Peki, Suriye'nin önemi nedir?
Suriye ciddi bir petrol ya da doğalgaz üreticisi değil. Neden bu kadar karışıyor. Gelişmiş ülkelerin her biri neredeyse, bir grubu gayri resmi olarak destekliyor.

AB doğalgazının yaklaşık %40'ını Rusya'dan alıyor. Ve Rusya'nın en büyük müşterisi. Ukrayna krizinde,  Ukrayna Avrupa ya giden doğal gazdan ihtiyacı olanı alıp da, ödeme yapmayınca, Rusya doğalgazı kesmişti. Bütün Avrupa bundan olumsuz etkilenmişti.

Avrupa artık ürün ve satıcı çeşitlendirmesine gitmek istiyor. Rusya önce Türkiye üzerinden, sonra Türkiye'yi dışarıda bırakarak Karadeniz, Bulgaristan üzerinden boru hattı ile doğal gaz satmayı planladı. Ancak AB'de bu sefer bu boru hattının kapasitesinin yarısının ancak kullanılabileceği şeklinde konuyu ele aldı. Kalan kısmını, Azerbaycan, Türkmenistan gibi ülkelerin doğal gazı dolduracaktı. Bu da olmadı. Rusya- Türkiye ile anlaştı ve Türkiye'de Trakya'dan Ege denizine boru hattına karar verildi. Böylece musluk AB üyesi olmayan Türkiye'de olunca, istedikleri yaptırımları ve şartları uygulama imkanları kalmayacaktı.
Bu seferde Rus Uçağının düşürülmesi ise ilişkiler askıya alındı.

Bu arada Avrupa bir yandan da Basra Körfezindeki doğal gaz'a (İran ve Irak) ulaşmak istiyor. Böylece fiyat ve süreklilik konusunda eli rahat olacaktı. Ancak bunu Türkiye ya da güçlü bir Suriye yönetimi üzerinden istemiyor. Daha kontrol edebileceği, yönlendirebileceği küçüklükte, bağımlı siyasi oluşumlar üzerinden yapmak istiyor. Irak zaten parçalanmış ve otonom yapısıyla bu iş için uygundu. Bir tek Suriye uygun değildi ki Arap Baharı rüzgarı oraya da bu şekilde ulaştı.
Eğer Suriye'nin kuzeyi de ayrılırsa ve kuzey Irakla birleşirse, (Şu anki tüm terör örgütlerinin kontrol etmek istediği bölge) Basra körfezinin doğal gazı, Akdeniz'e Türkiye alternatifi bir yolla ulaşabilecekti.
Üstelik bu bölgede Güney Kıbrıs Rum bölgesi ile İsrail arasında kalan deniz zeminindeki zengin doğal gaz yatağının da bu boru hattına bağlanma imkanı olursa, ürün çeşitliliği ve fiyatlandırması, rekabet sayesinde kolaylaşacaktı.
Ondan sonra herhalde Akdeniz zemininden, Yunanistan veya İtalya üzerinden Avrupa'ya bir hat döşenirdi.

Bu durumun farkında olan Rusya ve Türkiye için ise, bu olası botu hattı güzergahının kontrolü hayati önem taşıyor. ( http://uzmanpara.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem2/15/62000/62903/ )
Tabii bir de Amerika faktörü var. Dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi olan Amerika da, gelecekte doğal gaz talebine hazırlanıyor.
Boru hattı döşemek maliyetli olsa da (üretici ülkenin sorumluluğunda), doğalgazı sıvılaştırmakta maliyetli. Çok düşük sıcaklıklarda be yüksek basınç altında sıvılaştırılan doğalgazı ise tankerlerle istenilen yere nakletmek hem ekonomik, hem de esnek.

Parasını ödemeyen müşteriye tanker yollamazsın, direk alıcıya yollarsın, ara ülkelere bağımlı olmazsın gibi avantajları da var.
Günümüzde Çin, Rusya ile fiyatta anlaşmadığı için doğal gaz ihtiyacının önemli bir kısmını tankerlerle sağlıyor. Ürün çeşitliliği ve rekabet, fiyat konusunda da daha fazla rahatlık sağlıyor.
(Boru hattında, bir seferlik tesisat maliyetine rağmen, sürekli giderleri ve müşteriye olan bağımlılık da var)
ABD doğalgaz sıvılaştırma tesislerinin inşaatına başlamış durumda. Bir çoğu 2020'li yıllarda hizmete girecek.
Bu nedenle Suriye üzerinden gelecek böyle bir doğal gaz hattı, onunda içinde ekonomik anlamda çok önemli.
Sahip olmasa da en azından kontrol eden(lerden) olmalı...
( http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kibrista-sorunu-cozmek-mi-dogu-akdeniz-gazina-pazar-olmak-mi )

Güneyimizdeki çok uluslu desteklenmiş terörizmin altında da bu yatıyor.

Görünürde, inançlarda ve ideolojilerdeki farklılıklardan çıkan çatışmalar gibi gösterilse de, bu daha çok dünya kamuoyuna ve ülkelerin kendi kamuoylarına durumu yumuşatarak anlatma çabalarının bir sonucu.
Hiç kimse, devlet olarak bizim orada çıkarımız olduğu için oradaki  bazı terörist grupları destekliyor ve diğer ülkelerin desteklediği terörist gruplarla çatışıyoruz.

Dost veya müttefik fark etmez, kendi ulusal çıkarlarımız için orada gizli bir savaş yürütüyoruz, diyemiyorlar. Özellikle de, "insan haklarından" çok sık söz edip, başka devletleri eleştirenler.

Bir sonraki yazı üretimin ve araçlarının değişmesi ile siyasete yansıması hakkında...

5 Mart 2016 Cumartesi

Homo homini lupus.

Homo homini lupus (İnsan insanın kurdudur). İnsanın en büyük düşmanı insandır. Çünkü insan diğer canlılar arasında uzun vadeli düşünebilen, plan yapabilen tek varlıktır.

İnsan uzun vadeli çıkarları için plan yaparken, türünün ve soyunun devamı için doğanın temel kanunlarına da uygun hareket eder. Yani öldürür. Ve insan gene insandan korunmak için, organize olur, iş birliği yapar, ortak üretir. Yani toplumsallaşır.

İnsanın bir diğer özelliği de zihni'dir. Beyni ona müthiş bir yetenek sağlar. Empati. Kelimelerle tanımlanamayan soyut bir kavramı, somutlaştırır. Kişiye, "kendisini başka birisinin yerine koymasını sağlar." Onun gibi hisseder, düşünür, özdeşleştirir. Ortak noktalardan sempati kurar, dayanışmanın temeli atılır.

Diğer yandan aynı yeteneğin bir zıt yanı vardır. Karanlık tarafı.
Kişi karşısındaki varlık ile empati kuramadığı zaman, onu bir nesne, katlanılması gereken bir durum ,yaratık olarak görür.
Evinde canlı besleyen insanlar, bu hayvanlar için azami itinayı gösterirken, sokakta Aynı cins başka bir hayvanı rahatça öldürür. Eziyet eder. Çünkü ona karşı empati kurmuyordur.

Veya internette gördüğümüz kesimhane, mezbaha, hayvan çiftliği videolarındaki gibi, karşısındaki varlıkla en azından onunda bir canlı olduğu noktasında empati kuramayanların, ya da bu duygusu yozlaşanların nasıl canavarca, insanlıktan çıkmış olduğunu görürüz.

Bu durum her insan için potansiyeldir ve her insanın içinde vardır. Dinler, ahlak, toplumsal görgü ve değerler bu potansiyelin kontrol edilmesini sağlar. Daha gelişmiş, kalabalıklaşmış toplumlarda bunlara kanunlar da eklenir.
Ama insanoğlu, kimi zaman insan, kim zaman Allah'ın (C.C.) yarattığı canlı olduğunu sık sık unutur. Hele bir de dünün ezilmişi, eziyet görmüşü, kandırılmışı ise ya da buna inandırılmışı ise, intikam duyguları ile daha hızlı unutur.
Böylece dünün mazlumu, yarının zalimi olur ki, bu kural ve kısır döngü ancak akıl, sağduyu ve sevgi ile kırılabilir.

18 ve 19ncu yüzyılda sömürgelerindeki insanlara, insanlık dışı davranan batılı güçler, kendi toplumlarına da en yüksek düzeyde insani değerleri getirirken, hiç ikileme düşmemişlerdir
. (19. yy da kauçuk ve kakao tarlarında çalıştırılan işçilerin fotoğraflarına bakınız)

Evindeki 3 kızına masal anlatıp, sütünü içirip, uyutan nazi subayı, çalışmaya uygun fiziği olmayan çocukları öldürmekte bir mahsur görmemiştir. Aynı çocukların akrabaları ve torunları da aynı şiddet ve duyarsızlıkla başkalarına kinlerini kusmakta mahsur görmemiştir.
Yüzlerce yıl komşu olarak yaşayan ve sıkıntıları paylaşan Yugoslavya halkları, Tito'nun ardından biraz da dış güçlerin çekişmeleri ve yeni bir silah pazarı olarak tüccarlar piyasaya girince, birbirlerine düşmüş ve acımasızca, vahşice katletmişler, öldürmüşlerdir.
Ermeniler, yüzlerce yıllık bir arada yaşamaya rağmen, milliyetçilik akımları ile onları ele geçirmeye çalışan toplumların etkisiyle
(İngiliz ve Amerikan Protestan kiliseleri, Rusların Ortodoks kiliseleri, Fransızların Katolik ve Protestan kiliseleri ve okulları ile vs.) Osmanlı toplumuna yabancılaşmış ve ordusunu arkadan vurmakta, toplumunu öldürmekte zorlanmamıştır.

Bütün bunların temelinde yatan duygu, karşıdaki varlıkla empati kurulmasını önleyen ötekileştirme, yabancılaştırmadır. Toplumlar için en tehlikeli politikadır.
Çünkü ötekilerden biri bitince, yeni bir öteki her zaman aranır. eğer dışarıda bulamazsa, içinde bulur. Çünkü bu duygu ve yaklaşım, kuşaklara miras olarak aktarılan bir öğretilen bir görgüdür.

Şu an Irak ve Suriye'deki Işid terör'ü altında bile bu ötekileştirme vardır. Sadece ötekileştirmenin ana konusu, din çerçevesine alınmıştır. Diğer her şey aynıdır.
Kadınlara şiddetin temelinde bile bu var. Erkek, kadını insan olarak görmediğinde, kadın onun için sadece bir araç, meta olur. Çünkü ailesinden kadını da bir canlı ve insan olarak görmesini öğrenmemiştir. Görgüsünü almamıştır.

Ülkemizde şu an kasıtlı olarak canlandırılan terör'de eğer toplumumuz eline alırsa olacak olan budur.
Dün yüzümüze gülen, sırdaşımız olan, ortak sıkıntılara katladıklarımızdan bazıları, yarın bizim celladımız olabilir.

Ya da bugün tüm dostluğumuzu içtenlikle verdiğimiz birisini, yarın acımadan, acılar içinde öldürebiliriz.
Bu potansiyel sadece insan da vardır. Başka hiç bir canlı, bu kadar dengesiz ve belirsiz değildir.
(Allah-ü Teala işte bunun kontrolü için akıl ve ruh vermiştir insana.)

Bu nedenle savaş ortamında hiç bir şeyin garantisi yoktur, kendiniz için bile veremezsiniz. Doğru değildir. Hiç kimse kendisini ne o kadar tanır bilir, ne de kontrol edebilir.