Bu konuyu biraz daha geliştirmek için....
İnsanlar avcı toplayıcı iken, günlük hayatlarını idame için gerekli en önemli kaynakları, aralarıdndaki işbirliği, ortak stratejileri, fiziksel güc ve dayanıklılıkları idi. Yönetimleri bu yapıya uygun, daha demokratik ve eşitliğe dayalı idi...Şamanizm gibi doğa dinleri yaygındı.
Tarımın keşfi ile göçebelikten, yerleşikliğe geçince toprak en önemli kaynak oldu. Sosyal yapı da buna göre biçimlendi. Toprak sahiplerinin kontrolünde, üretim, depolama, işbölümü ve toplumu yönetmek için kurumlar gelişti. Yaklaşık 1750'li yıllara kadar bu dönem sürdü. Krallıklar, lordluklar, düklükler, ağalar, beyler bu dönemin yönetim unsurları oldu. Şehir devletlerinden, krallıklara ve imparatorluklara geçiş oldu. Şehir tanrılarından, ülke ve daha sonra imparatorluklarla tek tanrılı dinlere geçiş oldu.
Buhar makinesi ile endüstriyel dönem başladı ve ana üretim kaynağı sermaye'ye dönüştü. Girişimci iş adamları ve şirketleri, sömürgecilik (başka bölgelerin, doğal zenginliklerini, insan işgücü, bilim ve kültür kaynaklarını kendisinde toplamak) öne çıktı. Denizaşırı ülkelerden sağlanan bu kaynaklarla, bilim, sanat ve kültür alanlarına kaynaklar ayrılıp, hızlı gelişmeler sağlandı.
Bir çok sosyal kurumun temeli bu dönemde atıldı veya güçlendi. Toplumları biçimlendirmek için kullanılan dinsel ritüel ve yaklaşımlar da bu döneme uyarlandı.
1980'lerde Thatcher-Reagan ile başlayan özelleştirmeler ile kapitalist sistem tepe noktasına ulaşırken, dönüşüm de başladı. Bilim ve bilgi üretimi de önemli bir ekonomik kaynak olarak algılanmaya başladı.
Bu dönemde uzmanlaşmalar, belli bir alanda derinlikli bilgi toplamak, üretmek öne çıktı. Din toplumlar üzerindeki yönetsel gücünü kaybetmeye başladı, bilim ve teknoloji biçimleyici olmaya başladı.
Çok değil 90'lı yılların ortalarında internetin akademik ve devlet kurumlarından, topluma inmesiyle yeni dönem başladı. Bilgi çağı. Bu dönemde dinler varlıkların korumaya çalışırken, değişmini temel sebebi olan bilgi üretimi ile uyum sağlamayı henüz başaramamış durumda.
Günümüzde yoğun bir bilgi üretimi ile karşı karşıyayız. Her yıl hemen hemen bir önceki 10 bin yıl boyunca üretilmiş bilgi kadar, bilgi üretiliyor.
Uzmanlaşma yüzünden herkes bir-iki alanda derinlikli bilgiye sahipken, ilgili diğer alanlarda ancak yüzeysel bilgiye sahip olabiliyor. Bu yüzden ekip çalışması öne çıkıyor. Çünkü kimse tek başına tüm'ü etkileyecek kadar genel bir bakışa sahip değil.
Şu an bilgi ekiplerce üretiliyor, keşifler ekiplerce yapılıyor. Bilimsel yapı da henüz bu ekip çalışmalarında uygulanacak teknik ve yöntemler üzerinde net bir sonucu ulaşılmış değil. Çünkü insan zihni belirsiz bir değişken. Birinin değersiz bir fikir, bir başkasına ilham kaynağı veya çok değerli bir bilgi olabiliyor.
Çok değil 100 yıl önceki bilimcilerin, alanlarında ve belki bir kaç yan dalda o günkü bilgi birikimine göre uzman düzeyinde bilgi sahibi iken, tek başına bir genelleme yepebiliyordu. Bir buluş veya devrimsel bir fikir üretebiliyordu çünkü gerekli bilgileri tek kişide toplamak mümkündü.
Şimdi öyle değil.
Günümüz bilimcileri ne birikim, ne zeka olarak o dönemin bilimcilerinden daha geri değil, hatta çok daha donanımlı ve zeki olanları çok fazla. Ama bilgi yoğunluğu ve çeşitliliği, dahi olmaya engel oluyor.
Sıradışı bir fikir ortaya attığınızda, uyum sağlamanız gereken çok fazla ayrıntılı ve derin bilgi var.
Bu yüzden, günümüz de ana üretim kaynağı "bilgi" ve bilginin sahipleri, üreticileri yeni dünyanın yöneticileri olacak.
Böyle bir ortamda dünya genelinde bilgi işleme durdu ve yavaşladı diye düşünmek, doğru bir teşhis değil.
Ama ülkemiz açısından günümüze bakarsak, bu kısmen doğru bir teşhis.
Çünkü bilim gelişmek ve üretmek için farklı zihinlere, düşünce kalıplarına ve bakış açılarına ihtiyaç duyar. Bu zihinler ise ancak çok sesli, çok kültürlü, desteklenmiş sanat, edebiyat ortamlarda gelişebilir.
https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/44548/
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Temmuz 2020 Pazartesi
18 Aralık 2017 Pazartesi
KADINLAR. ERKEKLER... Dünya Egemenliği
8 Mart Çalışan Kadın Haftasında, Kadına Şiddet konusunda yorum.
Bir insan sevdiği uğruna ölümü göze alıyorsa gerçekten seviyordur. Ama karşısındakini öldürüyorsa, bu sadece kendini sevmektir. Karşısındakini de, onu kendisi kadar sevmediği için öldürüyor demektir.
O yüzden kimse, "Seviyordum, vurdum" yalanına sarılmasın. Sadece kendisini kandırıyor.
Sorunun bir çok sebebi var. En başta bu şiddet türüne başvuran erkekleri de, "bir kadının" yetiştirdiği unutulmamalı.
Yani ilk önce, anneleri bu konuda eğitmek gerekiyor.
Ardından, insanlar sosyal varlıklar olarak, toplumsal olayları görerek ve taklit ederek öğrenir. Günümüzde TV dizi ve filmleri altında şiddetin her türlüsü var. Kadına şiddet de çeşitli şekillerde işlenen bir konu.
Özellikle uzun süre devam eden
dizilerde. Artık konu bulunamadığı için şiddet sahneleri artıyor. Sanal olduğu
iddia edilse de bu beyinlerde, makul edilebilir limitlere çıkartıyor şiddeti.
Yani, medya'dan şiddet haberlerinin
ayrıntısını kaldıracağız. Şiddetin "nasıl uygulandığı" değil,
olumsuz sonuçları haber yapılmalı.
Dizilerde ise bu şiddet sahneleri kalktığı gibi, bu şiddet çağrışım ile
bile anıldığında kınandığı, ayıplandığı, yerildiği ve engellendiği sahneler yer
almalı. Dizilerde ve çalışma yaşamında çok gördüğümüz bir şiddet türü de,
"duygusal şiddet". Özellikle, kadının kadına uyguladığı duygusal
şiddetin düzeyi, fiziksel şiddetten az değil.Üçüncü bir konu ise sosyal yaşamın yanında, ekonomik yaşam içinde karşımıza çıkan eşitlik kavramının doğru anlaşılmamış olması, Çoğu kadın hareketinin söylemleri de, yaklaşımları da; erkeği bir rakip olarak hedef gösteriyor.
Bu tür eşitlik- hak arama söylemleri altındaki kadın şövenizmi de bu şiddeti körüklüyor.
Çünkü kadın ve erkek eşitliği, adilliğe dayanmadığı zaman sadece söylem olarak kalıyor.
Örneğin, eğer kadın erkek eşit ise, boşanmalarda çalışan ve iş sahibi kadınlar niye nafaka alıyor? Birinin geliri yüksek olsa bile, artık yollarını ayırmış kişilerden biri, niye ömrü boyunca diğerini ekonomik yük olarak çekmek zorunda?
Evet, yasalar, mazlum, ezilmiş, iş sahibi olmayan kadınları korumak için bu tür bir caydırıcı önleme başvurmuş. Ama bu durumda zaten eşitlik yok ve yasalar bu eşitsizliği telafi ediyor.
Diğer yandan, meslek kariyer sahibi kadınlarda bundan faydalanıyor. Nerde eşitlik? Kadın, bekar ise varsa ebeveynlerinden miras kalan sosyal haklardan ömrü boyunca faydalanıyor. Erkek ise 25 yaş sonrası tek başına...
Üstelik kadın-kız çalışmadığı zaman hoş görülüyor. Ama erkek iş bulamaz ise,bu onun bir eksikliği hatası oluyor. Öyle olmadığı ne kadar söylense de, hissedilen böyle... Oysa okumuş ve çalışma yaşamına girmiş kadın sayısı az değil. Boşanmalarda da genelde bu kadınlar sayıca ağırlıkta.
Yani yasalarda, kişilerin ekonomik durum ve imkanlarına göre de adalet getirecek düzenlemeler gerekiyor.
Bir gazetede vardı. 15 günlük evlilik için 30 yıldır (cüzi de olsa artık) nafaka ödeyen adamın hikayesi.
En azından, zayıf pozisyonda olan kişinin kendi ayakları üzerinde durması için bir süre tahdidi konulmalı.
Kadınla erkeğin kavga, mücadele şekilleri de farklı. Modern hayatta mücadelelerin çoğu sözü, sataşma, taciz, mobbing şeklinde olsa da; bu insanoğlunun yüz binlerce yıllık genetiksel mirası ile uyumlu değil.
Kadın fiziksel gücü yeterse şiddet uygulayabiliyor. "Diğer" kadına vurabiliyor. Çocuğa vurabiliyor. Karşısındakine gücü yeterse fiziksel şiddet uygulayabiliyor.
Ama fiziksel gücü yetmediğinde, sözlü olarak "duygusal şiddet"e başvuruyor. Savunma amaçlı da, saldırı amaçlı da... Kadına uygulanan fiziksel şiddetin ciddi bir kısmı da, bu tür duygusal şiddet birikiminden çıkıyor.
Üstelik bu tür tartışma anlarında, artan adrenalin ile erkeğin içgüdüleri sadece" Kaç ya da Saldır!" derken. O anda erkek, kadına, onun kurduğu mantık karmaşasındaki sözlerine bile doğru dürüst cevapta veremiyor.Çünkü (beyin lobları çalışması farklı), erkek kadın kadar sözel değil.
Sonuç malum, biriken ve patlayan şiddet.
Elbette bu durumun dışında olan ve kadına şiddeti normal görerek yetişmiş insanlar var, ama bunlar çoğunluk değil.
Yani, bu durumda kadına da, erkeğe de; karşı cinsle "doğru iletişim" dersleri, eğitimi vermek gerekiyor.
Keza, şimdiye kadar "söyleneni söylendiği anlayan, gördüğünü de görüldüğü gibi betimleyebilen" bir kadına denk gelmedim.
Her seferinde her söze, her harekete bir anlam yüklendiğini, olandan farklı yorumlandığını gördüm.
Kadınlar fiziksel ve zihinsel bu dünyaya zaten egemen.
Eğer erkeklere kalsaydı dünya, bütün gün dövüşüp, kavga edip, akşam ateş başında içmekten başka dertleri olmazdı. Yani onların cenneti, Valhalla olurdu.
Ama kadının bitmeyen istek ve ihtiyaçları, erkekleri hep bu hayattan uzaklaştırmıştır. Onları araştırmaya, daha iyisini bulmaya, ticaret yapmaya, daha fazlasını istemeye yöneltmiştir.
Bir erkeğin hayattan istediği nedir ki? Bira, çerez, maç, bir işi bir kaç arkadaşla yapmak, avlanmak, spor yapmak, bir de çoğalma eylemi ...
Doğal bir erkeğin bundan fazla isteği olmaz. Kalan istekleri ve bu isteklerine ulaşma çabası hep arkasındaki kadının yönlendirmesindendir.
Eve ihtiyacı yoktur. Yukarıdakiler varsa mağara bile olur. Çok değişik lezzetli yemeklere ihtiyacı yoktur. Açlığını bastırıp, ihtiyacını karşılasa yeter.
Giysiye, hele illaki temiz giysiye ihtiyacı yoktur, doğa şartlarına karşı korusun, ısıtsın, serinletsin bir de kaşındırmasın yeter. Araba, fiziksel güç uzantısıdır. Silahlarda...
Oysa daha iyi evi, arabayı, temiz, ütülü yeni giysileri (giymeyi ve görmeyi), rakibelerinden daha güzel olmayı (böylece çevresindeki kullanabileceği potansiyel erkek gücünü elde tutabilecek), parayı, gücü (belirsiz geleceğin kara günleri ve çocuk yetiştirimi ihtiyaçları için güvence) hep kadın ister. Kendi ulaşamayacaksa ya da erkeği yönlendirerek ulaşmak daha ekonomikse yönlendirir.
Sonra bir de "Kadın Şiddeti" vardır. "Kadın eşitliği" vardır.
Kadınlarla, erkekler eşit değil. Kadınlar üstün konumda. Tek dezavantajları fiziksel güçlerinin olmayışı. Onun dışında her alanda, her konumda üstünler.
Boşanma davalarında avantajlılar. Boşandıktan sonra, çalışsalar dahil eski eşlerinden nafaka alabiliyorlar. Hani eşitlik?
İş hayatında avantajlılar, özellikle hizmet sektörü ağırlık kazandığı için, daha ucuz iş gücü ve işsizlik karşısında alternatif zenginlikleri nedeniyle, kadınlar daha kolay iş buluyor. Çalışma hayatında çalışan kadından eve bakması beklenmiyor, destek vermesi bekleniyor.
Erkek ise bu yükü birinci dereceden, eşi çalışsın çalışmasın taşımak zorunda...
Şiddet olayına gelirsek, evet erkekler kadınlara şiddet uygulayabiliyor. Ama bununda bir kaplanı evcilleştirme düzeyi ile benzerlik taşıdığını düşünüyorum.
Üstelik bu erkekleri de başka kadınlar (anaları) yetiştirdiğine göre, bu kadına şiddeti sadece ailelerinden gördükleri için değil, en güvendikleri kadınların da tasvip etmesiyle bağlantısı var bence. İstisnalar var. Ama kaideyi bozmaz.
Üstelik kadının erkeğe uyguladığı şiddet çok daha acımasızdır. Derindir ve yaralayıcıdır. Kapasitesini sürekli zorlar, yeni isteklerle aşındırır, kıyaslayarak eksiklik hissi yaratmaya çalışır. Çocukları doldurup adama karşı isyana yöneltir, Adamın arkadaşlarını eşine eleştirir, küçümser bu arada adamı övüyormuş gibi yapar. (Oysa bir erkek arkadaşları ile hep övünür, onların maddiyata değil kendisine olan yaklaşımlarına değer vermeye çalışır. Ama elbette hatalar yapabilir.)
Kadın sadece erkekten şiddet görmez. "Kadının kadına yaptığı şiddet" çok daha acımasızdır.
Kişilik ezmeye ve hakimiyet altına almaya yöneliktir. Duygusal şiddet, dedikodu altında yönlendirme ve kötüleme, iş yerine ast-üst ilişkisinde ezme, giyim kuşamda, maddi değerlerle sahip olunanlarla rakibelerine rekabette geri kaldıklarını hissettirme, (kadınlar erkekler için değil, diğer kadınlar için giyinip süslenirler...)
Ehh. Aynı duygusal şiddeti erkeğe uyguladıklarında, neye uğradığını şaşıran ve doğru dürüst mantıklı cevaplar üretemeyen, üretse bile bunu anlatamayan, ağdalı, çok anlamlı kavramlarla sözlerin ve davranışların farklı yorumlanmasıyla şaşıran erkeklerin, savunma durumunda verebildikleri tek cevap, kaba kuvvet kalıyor.
Şimdiye kadar bir erkeğin söylediğini, söylediği gibi, yaptığını da gördüğü gibi yorumlayıp anlayan tek bir kadın görmedim. Her kelimenin ve hareketin altında başka anlamlar ve kavramlar aranır, yakıştırılır, yapıştırılır ve sadece ama sadece kendi içinde olmak üzere bir mantığa oturtulur ve erkekten bunun üzerinden cevap vermesi istenir. Genelde doğru düzgün yanıt veremez. Eğitilmişlik ve ehlileştirilmişlik düzeyine göre cevap verir. Ya kuyruğunu kıstırır kaçar ya da kükreyip, pençe atar.
Kaçması ya da kükremesi, aslında erkeğin eğitilmişlik düzey kabının, kadın tarafından ne kadar doldurulup biriktirildiğine bağlıdır.
(Yavvv. Karnı doymuş, uyuyan hayvanı ne diye dürtersin? Sevmediği ile beslenmeye, tırnaklarını törpülemeye, tüylerini yıkayıp taramaya, kısaltmaya, olmadık elbiseler giydirmeye ve alış verişte yük taşıyıcı olarak kullanırsın. Bir de üstüne kendin bindiğin gibi, çocukları, akrabaları, bazen arkadaşları da yüklersin? Yanına yaklaşan arkadaşların hoşşt! dersin? Diğer kadınların sende göreceği şey; en güçlü, uysal, itaatkar, bakımlı, tüyleri de alerjik olmayan, homurdanmayan kedicik, senin kedicik, olacak...)
Kadınlar aralarında işbölümü yapmayı ve uyumlu çalışmaya meyillidirler ama ast-üst ilişkisi belli olduktan sonra. Birbirilerini tamamlayıcı gibi hareket ederler.
O yüzden erkeklerden kurulu verimsiz bir iş takımından verim almak istiyorsanız, aralarına "bir kadın" katın. Ama verimli bir ekibi bozmak istiyorsanız, aralarına "iki kadın" katın.
Kadınlar için ilişkiler ve bu ilişkiler ağının genişliği önemlidir. Bu onun gücüdür. Dertli, sıkıntılı durumlarda yardımına koşacakları saklar. Hatta yatırım amaçlı, gelecekteki olası yardımlar için, bu ağ içindekilerden ihtiyaçları olanlara da yardım eder. Öyle ki, bıraksalar bir kaşık suda boğacağı kadının başı, grup dışından bir sorunla-dertle belaya girse, hemen tüm kinini bir kenara bırakıp yardıma bile koşar. Ama daha sonra kin'i tekrar canlanır. O ateş sönmez bir türlü...
Oysa erkelerde durum farklıdır. Dövüşür, kavga eder, yumruklaşır. Eğer herhangi bir şekilde bir "kadın telkini" yok ise, bir kaç gün sonra aynı adamla balığa çıkar, ava gider, hayatını emanet eder, içer... (Kavganın nedenine bağlı olarak bu süre değişebilir.)
Kadınlar hem eşitlik derler, eşit iş eşit ücret derler, doğrudur insan olarak haklıdırlar ama verimli çalışma saatleri açısından erkeklerden geridedirler.
Duygusal depresyon, özel sağlık durumları, hastalıklar, iş yeri sabah kahve ve dedikoduları, öğlen kahve ve dedikoduları ile geçirdikleri verimli iş saatleri çok daha azdır.
Evet, başarılı iş kadınları var. ama onlarda aileleri dahil, ciddi fedakarlıklarla bu düzeye erişiyorlar.
Kadınlar, erkekleri bu fedakarlıkları yapmak zorunda olmamakla itham ediyor olsalar da, erkeklerin işlerini ellerinde tutmak ve evlerinin ihtiyacını karşılamak gibi toplumsal zorunluluk bir yükleri de genelde zayıftır.
Üstelik erkeklerin kadınlara karşı olan zaafını da iyi yönetebilen kadınlar, çok daha az eforla konumlarını güçlü pozisyona çabucak alabiliyorlar.
Erkeklerin böyle bir çabası genellikle sapkınlık olarak karşılanacağı için, uzun vade de erkek içinde çok riskli.
Bu yöndeki silahları olmayan ya da kullanmayan kadınların ise aynı güvenceler için daha çok efor harcaması ve daha güçlü ilişkiler ağı kurmak zorunda olması da doğal tabi ki...
İş hayatında kadın elbette toplumun bir temsilcisi olarak yer almalı. Üstelik bu oran yarı yarıya olmalı. Madem hayat müşterek, üstelik gün geçtikçe, aradığı mükemmel ruh eşini bulamayan erkek ve kadın sayısı hızla artıyor (ana sebebi sosyal medya yalnızlığı ya neyse), yani kadınlar ev geçindirmek için değil, kendi geçimleri için de olsa çalışma hayatına girmeli...
Aslında şu sosyal güvence yasaları da değişmeli kademeli olarak. Çalışmayan, bekar kadına babasından maaş bağlanması adil değil. Erkeklerin de günümüzde buna ihtiyacı var. Üstelik kadınlar arasında eğitim görenlerin sayısı, erkeklere oranla daha hızlı artıyor. Meslek sahibi kadın sayısı az değil.
Ama erkeklere okumuyorsa 18, okuyorsa 25 yaşından sonra hiç bir sosyal güvence desteği yok. Kadına ömür boyu destek var. İşi bıraksa, bekarsa bile yıllar önce ölmüş sigortalı babasında maaş bağlanabiliyor. (Ülkemizde istisna sayılamayacak kadar çok sayıda mağdure ve faydalanamayan olsa da, yasalardaki düzenlemeler hep kadın lehine dengeyi bozacak şekilde...)
Tarım Toplumuyla Kadın (Başlık Parası)
Şimdi birisi kalkıp da, kadının başlık parası adı altında mal gibi alınıp satılmasına dem vurabilir. Başlık, drohoma, ödeme, çeyiz bu adetlerin hepsinin, içinde geliştikleri toplumun sosyo kültürel yapısını ve ilişkilerini belirleyen, "üretim araçları ve yapısıyla" ilişkisi var.
İnsanlık tarım yaşamına geçip, avcı-toplayıcı toplum ihtiyaçlarından ve geleneklerinden uzaklaştıkça, toplumun kadına bakışı ve yargısı değişmiş.
Avcı toplayıcı toplumlarda kadın özgürdü, erkekle eşit idi. Erkek avlanırken, kadın toplayıcılık yapıyordu. İş bölümü vardı. Üstelik bir taşa vurduktan 9 ay 10 gün sonra ses çıkınca nasıl bağlantı kurmak zor ise, erkek ile çoğalma arasındaki bağ da çok net değildi... (Halikarnas balıkçısının bir anlatısındandır.) Anaerkil toplum yapıları daha güçlüydü.
Hele tarımsal yerleşik yaşama geçildiği ilk antik dönemlerde, kadın kutsaldı. Doğum gücü onun elindeydi. Erkekler ona hizmet için vardı. Toprak tanrıçasını bereketlendirmek için yılda bir ayinler düzenlenirdi. O yıl için seçilen erkek rahipler, ayin gününde erkeklik organlarını kesip kanlarıyla toprağı bereketlendirirlerdi. (Bu adet, bin yıllar sonucunda, sünnete dönüşmüştür diyenlerde var.)
Sonra insanoğlu toprağa yerleşince, köyler, kentler, kent devletler kurulmaya başlanınca, bu yeni yönetim ve devlet sistemlerine vergiler zorunlu olunca, üretim daha önemli olmaya başladı. Bu dönemlerdeki en önemli işgücü kaynağı, insan gücüydü. Hayvanların işgücünün kullanımı sınırlıydı. Oysa köleleştirilmiş insan gücü, en dar ve zor koşullarda çalıştırılabiliniyordu.
Tarımsal üretimde de iş gücü ihtiyacı artmıştı. Tabii maddi imkanları dar özgür kişiler (mal-mülk sahibi-erkek sadece) için köleler, lüks sınıfına giriyordu.
Ürün ve üretim yapısı köydeki toplumsal ilişkiler üzerinde bile belirleyici olabiliyor. Aynı nehrin güney kısmı alçak olduğu için pirinç tarımı, kuzeyi ise tepe yamacından dolayı yukarıda olduğundan buğday tarımı yapılan bir bölge incelendiğinde (Çin'de); aralarında bir kaç yüz metre olmasına rağmen, sosyal ilişkilerin ve rol modellerin farklı olduğunu görmüşler. Pirinç tarımı yapılan köy halkı, daha eşitlikçi, işbirliğine dayalı ve birbiriyle daha çok zaman geçirirken, buğday tarımı yapılan bölgede ailelerin ve aile içi ilişkilerin ön planda olduğu daha kapalı bir toplumsal yapı görülmüş. Pirinç toplumunda kadınlar ve çocukların daha fazla söz hakkı var iken, buğday toplumunda ataerkil aile yapısı daha baskınmış...
Aralarındaki farklılık ise, buğday ekildikten sonra işgücü daha az ihtiyaç duyuyor. Mevsimlik yağmura dayalı, bir tarlayı bir aile rahatça sürüp ürünü toplayabiliyor.
Oysa Pirinç tarlarında durum farklı. Çeltiğin tarlalara ekilmesinden, günlük bakımlarının yapılması, kanalların temizlenip açılmasından, pirinçler olgunlaştıktan sonra Musonlar başlamadan toplanılması için tek bir ailenin işgücü yeterli olmuyor. O yüzden komşu aileler birbirlerinin tarlalarında da ortak çalışmak ve işbirliği yapmak zorundalar. Köy halkı her gün 2-3 tarlanın işini ortak yapıyormuş.
Başlık Parası konusuna geri dönersek, özellikle ataerkil aile yapısının güçlü olduğu tahıl üretimine dayalı ailelerde; hayvanlarla ilgilenecek, besleyecek, tarlalarda çalışacak işgücünü aile fertlerinden sağlamak ekonomik bir yol oluyor. Ayrıca hastalıklara ve yüksek çocuk ölümlerine karşı, çok çocuklu aileler daha avantajlı oluyorlar. Üstelik yaşlılık dönemlerinde bir tür sosyal sigorta güvencesi olarak, yaşlıların bakım yükünün paylaşılması daha kolay oluyor. Bu yüzden kadın, özellikle doğurgan sağlıklı kadınlar, işgücü üretmesi açısından değerli bir kaynak haline dönüşüyor. Hatta imkanlar elveriyorsa, çok eşlilik de güçlü bir avantaj sağlıyor.
Böyle bir üretim yapısının desteklenmesinde anahtar rolü oynayan kadının, bir mal gibi değer görmesi ve verilirken karşılığında bir meblağ alınması da ananelere bu şekilde girmiş.
Kadının bu kadar değerli olmasının bir diğer nedeni de üreme kapasitesinin, erkeğe göre sınırlı olması. 2 yıl içinde ancak bir veya belki iki çocuk sahibi olabilirken kadın, erkek aynı sürede bir kabile kadar çocuk sahibi olabiliyor. Bu da kadını, erkeğe göre değerli-nadir haline getiriliyor.
Doğadaki canlılıkta ana amaç, sahip olunan genetik bilginin aktarılmasına indirgenirse, türün devamı için kadın sayısının erkek sayısından daha önemli ve belirleyici olduğu da görülmekte.
Özellikle savaş, kıtlık, salgın hastalık gibi toplumsal buhran ve birey kayıplarının çok olduğu dönemlerde, tüm canlılarda- tür yok olma riski yaşadığında, yeni doğan bireylerde kadın-dişi unsuru artıyor.
Bunu doğanın, tür'ün devamlılığı için geliştirdiği bir mekanizma olarak tanımlamak mümkün.
Gerek savaş veya salgın hastalık gibi toplumsal risk altındaki toplumların doğum istatistikleri de bu varsayımı büyük oranda doğruluyor...
İnsanlığın tür olarak pek iyiye gitmediğini, yok oluş sınırlarını zorladığımız bu dönemlerde kız çocuk doğum oranları da bunu doğruluyor. Nüfusu hızla yaşlanan Avrupa ülkelerinde bile kız çocuk doğum oranları, erkekleri geçmeye başladı. Rusya gibi, krizlerden kurtulamayan bir ülkede bile şu an 6 milyon fazla kadın var.
Gelişmekte olan ülkelerde ise oranlar şimdilik eşit gibi ama ibre, kız çocuktan yana. Bazı gelecek bilimciler, bu verilere bakarak bir gün dünya üzerinde hiç erkek kalmayacağını da düşünüyorlar. Ama kadının taşıdığı kromozomlar, insan türünün tüm bilgilerini taşımadığı için ve sadece tek cinsiyete imkan verdiği için pek olası değil. Erkek sayısı çok azalabilir ama yok olmaz. Olduğu zaman zaten kendilerini kopyalamaktan öteye gidemeyen bir kadınlar klon toplumuna dönüşür.
Ayrıca kadın erkek beyin bağ yapılarının farklı oluşu, insanlığın bazı alanlarda teknoloji geliştirmesine de direk olumsuz etkisi olacaktır. Oysa insanlık, teknoloji geliştirebildiği sürece var olabilmiştir. Aksi halde, doğanın güçlerine karşı oldukça savunmasız ve zayıf bir yaratık. 18.12.2017
Diğer Yazılar
Tamam kadınla erkek eşit olmalı... Ama nasıl?
İnsan türü tek eşli mi, çok eşli midir?
24 Eylül 2017 Pazar
Dünya Çapında Barış Mümkün mü?
Maalesef dünya çapında bir barış ortamı imkansız gözüküyor.
Çünkü insanlık nüfusu 9 milyara dayanırken, doğal kaynaklar 1950'lerdeki
miktarın yarısına düşmüş durumda.
İnsanlık, dünya'nın tükenen doğal kaynaklarını yenileyebilmesi için her yıl, gelecek yıllardan daha fazla borç alıyor. Bir bakıma, torunlarımızdan alınmış kredilerle insanlık yaşıyor.
Aynı şekilde insanlar, kendi gelecek yıllarının üretimlerine borçlanarak, özendikleri Batı tipi tüketim toplumu olma yolundalar.
Bankacılık kredi sistemi, bireyin kendi geleceğini ipoteklemesi üzerine kurulmuş durumda. (Geçmişin bireysel kölelik anlayışının yerini alan modern zihinsel ve üretimsel kölelik …)
Diğer yandan mevcut "liberal demokrasiye dayalı kapitalist ekonomik sistemde" çöküyor. Bu gelir dağılımında eşitsizliklerin artışı, insanların, gelecekten endişe duyarak daha kapalı toplum yapılarına yönelmesine neden oluyor.
Günümüzde 40-50 yıl veya daha eski dönemlerdeki siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıları özleyenler, arayanlar artıyor.
Siyaset kurumları da, toplumlardaki bu endişeyi kullanarak, daha güçlü, birleşmiş, dışa kapalı toplum modelleri vaatleri ile eski şanlı günlerin sözlerini veriyorlar.
Avrupa toplumları, bu konuda önde gidecek gibi gözüküyor. Mevcut sosyal refahlarını ve zenginliklerini borçlu oldukları; geçmiş 500 yılda sağladıkları üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçler ve ekonomik durgunluk, bu korunma güdülerini artırıyor.
Bir yandan sadece zihinsel ve duygusal değil, ayrıca fiziksel bariyerlerle, gelen göçleri engellemeyi düşünenlerin sayısı artıyor.
Mesela bu dönemde ihtiyaç duyacakları doğal gaz kaynaklarını hem çeşitlendirmek hem de ucuza mal etmek için, müdahil oldukları Ortadoğu'dan gelen göçmenlere karşı olan tutumları, bu eğilimlerini daha da güçlendiriyor.
İngiltere’de Brexit oylaması, İspanya’da Katalan bölgesi referandumu bu yeni eğilimin ilk ayak sesleri…
Ekonomik küreselleşmenin getirdiği karşılıklı bağımlılık, ulus devletlerin çok uluslu şirketler karşısında piyasadan çekilip, sosyal devlet anlayışının zayıflaması, hep toplumsal dinamikleri ateşleyen ve kendileri dışındakileri "onlar" şeklinde tanımlamalarına yol açan yaklaşımlar geliştiriyor.
Üstelik sadece küresel değil, ulusal çapta bile kültürel, dini, etnik gruplaşmalar iç paylaşım kavgalarının da sinyalini veriyor.
Ülkeler içindeki kamplaşmalar da artıyor. Üretime katkısı sınırlı olan ya da hiç olmayanların, üretici olanlar üzerindeki baskısı artıkça, üretmeyenlerin oy çoğunluğu ile üretenlerin gelirleri üzerinden vergilerle gelir paylaşımları da bu iç kamplaşmaları körüklüyor.
Emekli veya çalışan vatandaşların sosyal refahını yükseltecek, yatırımların ekonomik kaynakları, gün geçtikçe daha fazla işsizlerin, çok çocuklu ailelerin, göçmenlerin ya da mültecilerin temel yaşamsal ihtiyaçlarına kullanılıyor.
Aynı ortamda ,sosyal refah devleti anlayışının aşamalı olarak zayıflatılması, devletin toplumsal dengeleri gözetme ve sürdürme gücünü de zayıflatmış durumda. Devlet, daha çok iç ve dış güvenlik politikalarından sorumlu bir konuma gerilemiş ve iç piyasaya sınırlı müdahale eder ve yönlendirir hale getirilmiş durumda.
Böyle bir ortamda insanların içinde bulundukları çıkmazlardan ve belirsizliklerden kurtulmak için, popülist ve milliyetçi politikacılara yönelmeleri ve onların liderlikleri altında toplanmaları da doğal bir olgu haline dönüşüyor.
Bu liderlerin ise, onları destekleyenlerden aldıkları güce dayanarak, toplumlarına güzel ve refah günleri vaat ederek, kavgacı ve uzlaşmaz devlet politikalarını geliştirmeleri de mümkün gözüküyor.
Günümüzde mevcut demokratik siyasal sistemler, toplumların ekonomik gücünü oluşturan üretici eğitimli orta sınıfı temsil etmekten gittikçe uzaklaşıyorlar. (Eskinin fabrika üretimine uygun düşük eğitimli işçi sınıfının yerini ve çoğunluğunu, iyi veya yüksek eğitimli orta sınıf almış durumda. Bu yüzden, eski işçi sınıfını temsil eden ve iktidarlar üzerinde sosyal politikalar konusunda baskı gücü oluşturan sendika ve benzeri örgütlenmelerde ciddi bir yaptırım gücü kaybetmiş durumda…)
Özellikle kredi sistemiyle desteklenmiş tüketim modelleri sonucu, insanlar bir ev ya da araba için gelecek 5-10 yıldaki ekonomik kazançlarını ipotek altına sokup, paranın-sermayenin belli ekonomik güç odaklarında toplanmasına da destek oluyorlar.
Bu yolla üretici orta sınıflar, gelirlerinin önemli bir kısmını zengin üst sınıfa aktarıyorlar. Gelir dağılımı adaletsizleşiyor ve milyoner sayısı artıyor.
Oy çoğunluğu ile seçilen iktidarlarda, bu borçlu sınıf yerine ekonomik kaynakları ellerinde toplamış güç odaklarının daha fazla etkisinde ve telkininde kalıyorlar.
Bu durumda alınan çoğu ulusal karar, daha çok uluslararası ya da ulusal ekonomik otoriteleri ve ihtiyaçlarını temsil ediyor.
(Meclislerde kendisinin ve düşüncesinin temsil edilmediğini düşünen vatandaş sayısı hızla artıyor. Bunun en güzel kanıtlarından biri de, "siyasetçi olmanın" bir meslek haline dönüşmesi ve vatandaşı temsil etme gücünün, ekonomik olarak güçlü birey ve ailelerin ellerinde toplanması. Bu gün herhangi bir seçime aday olarak katılmanın ekonomik maliyetini, çoğu sıradan vatandaş kaldıramaz hale geldi.)
Bu durum sadece gelişmekte olan değil, neredeyse dünya çapında ve yaygınlaşıyor.
Özellikle silah ve petrol-gaz üreticisi şirketler, lobi çalışmaları ile ulus devletler üzerinden çeşitli bölgelerde; pazar ve üretim kaynaklarını kontrol etmek için mücadele ediyorlar.
Bu nedenle ülkeler ve ülke liderleri arasındaki çatışmalar, restleşmeler gittikçe sertleşiyor. Amerika'daki seçim sonuçlarından, Avrupa'daki bir çok sağcı, milliyetçi cephelerin gittikçe güçlenmesi buna işaret.
Çünkü paylaşılacak kaynaklar azalmış ama paylaşmak isteyen kişi sayısı çok çoğalmış durumda...(Kimi devletlerde, toplumlarından feda edilebilecekler ile korunacaklar arasındaki farkları belirleme, dolaylı yoldan bile başlamış olabilir.)
Sosyal devlet anlayışının, iş güvencelerinin zayıflaması, eğitim ve sağlık gibi toplumu direk ilgilendiren kurumların özelleşmesinin artması buna bir işaret olarak da yorumlanabilir.
Üretmeyen, üretimde olmayana; daha az korumacılık ve destek verilirken, bunların devlet politikalarına ve uygulamalarına bağımlılığı da artırılıyor.
Ülkeler kendi içlerinde bu kadar kaynarken, uluslar arası ortamda ise iktidarların ulusal politikaları, uluslararası şirketlerin pazar ve kaynak paylaşımlarıyla biçimlendirilirken, üstelik daralan imkan ve azalan kaynaklarla bu paylaşım kavgası kızışırken, tüm dünyayı saracak evresel bir barış dönemi ummak, büyük bir hayal olur.
Çözülmesi gereken ulusal ve uluslar arası, birbirine bağımlı ve destekleyen çok problem var. Her problemin çözümü, yeni ve başka bir problemi doğuruyor. Ya da eski bir taneyi güçlendiriyor.
Bu problemleri aşmak için, Gordion düğümünü çözmek gerekecek.
Tabi gelecekteki savaşlar geçmiştekinden farklı ortam ve araçlarla da olacak, geçmişteki konvansiyonel (tank, top, asker ağırlıklı silahlı kuvvetler) orduların yerini, daha küçük, mobilitesi yüksek veya kiralık ordular almış durumda.
(Meclislerde temsil edilmediklerini düşünenlerin, ulusal politikalara olan desteği de azalıyor.)
Bu kiralık ordular genelde, bir başka ülkenin terörist gruplarından oluşuyor-oluşacak. Hatta bu amaca uygun bölgesel örgüt yok ise, uluslar arası insan kaynaklarından belirlenen amaca hizmet edecek ideolojiye yatkın insanlardan terör grupları bile kurulacak.
Mesela son dönemlerde kurulan Işid; hem Islam algısına büyük zarar verirken, hem de gelecekte Akdeniz’e ulaşacak doğalgaz boru hatlarını kontrol edecek ve koruyacak ama küçük ve komşu ülkelerle kavgalı olduğu için, müşterilerine siyasi ve ekonomik olarak bağımlı kalacak bir devlet oluşumu için Kuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgesini büyük çapta temizlemiş ve bu devletin kuruluşu için hazırlamıştır.
(Bu çalışma nereden bakılsa, 20 yıllık bir proje ürünü gibi gözüküyor. Dünyanın başka ekonomik kaynak noktalarında da benzer projelerin uygulama da olması muhtemel.)
Bir bölge durulunca, taşlar oturunca başka bir bölgede yeni sorunlar patlak verecek gibi geliyor.
Bu nedenle liberal ekonomik sistem ve araçları insanlık tarafından terk edilmedikçe, dünya çapında bir barış ihtimali gözükmüyor. Bölgesel barış ve durgunluklar da, aldatıcı… Kalıcı değiller.
-----------------------------------------------------------------------
Is a global state of peace possible?
Unfortunately, a global state of peace seems impossible. Because humanity is being based on 9 billion people,but on the contrary the natural resources have fallen in half of the 1950s.
Every year, the Humanity borrows more from the coming years to renew the world's exhausted natural resources. Humanity lives on loans that we receive them from our grandchildren.Likewise, people owe their own future productions to supply their interests become Western-type consumer society.
The banking credit system is based on mortgaging the individual's own future. (This is modern mental and productive slavery system...)
On the other hand, the current "liberal democracy-based capitalist economic system" collapses. This leads to an increase in inequalities in income distribution and is causing people more anxious who is concerned about the future and their societies have been turning into more closed society structures.
Nowadays, the number of people in societies who are seeking political, economic and social structures of the past of 40-50 years or more, are increasing.
The Political Institutions, Parties have been using this anxiety in their societies by making promises of old glorious days as stronger, united and closed-protected community models.
European societies seem to be ahead in this regard. Economic stagnation and migrations from third world countries, which they have provided their existing social welfare and wealth for the past 500 years, are causing to increase their preservation instincts.
The number of people is increasing not only mental and emotional, but also with physical barriers who think that they have to be prevented these immigration's.
For example, their attitudes towards immigrants and refugees from the Middle East and Africa are strengthening as trends. Contrary to this, where they are involving with their territories in order to get cheaper the natural gas from diversified resources for their next closed and preserved periods. (Brexit in Britain, Catalan territory referendum in Spain are the some first footsteps of this new trend ...)
The economically interdependence of the globalization are developing approaches which one is that the national states are withdrawing from the market control against multinational companies. And the other one is that the societies are developing approaches as “we and they-outsiders” inside them, by weakening welfare of the social state.This ignites social dynamics of these nations.
Moreover, this are also signalling internal sharing quarrels not only global but also national, cultural, religious, ethnic groupings.So, the polarization are also increasing in the countries.
For example, the economic pressure of non or limited producers are increasing on the producers of nations. They get this power by the majority based vote power and public pressure.
As a result, the economic sources which have to be are used to raise social welfare of retired or working citizens, are used for the essential vital needs of migrants, refugees, unemployed or the many children of their families.
At the same time, the attenuation of the social welfare state has also weakened the state's ability to maintain social balances.
The state has declined to a position mainly responsible for internal and external security policies while the ability to intervene to markets are diminishing.
In such an environment, it is becoming a natural phenomenon for people who are gatherings under populist and nationalist politician leaders to get rid of the tribulations and uncertainties.
It is also possible for these leaders, who may develop their fighting and uncompromising state policies by promising good and prosperous days for their communities as supported by the majority of votes.
Present democratic political systems are increasingly moving away from representing the producer-educated middle class, which constitutes the economic power of societies.
(Instead of older has majority of the low-educated working class who are suitable for factory production in, a good or highly educated middle class taken the place of them.
Thus unions and similar organizations representing these former working classes had lost a serious sanction and imposing pressure on social policies on the power.)
Especially, as a result of the consumption models supported by the credit system, The people are getting in dep by mortgaging their next 5 or 10 years of work productions for a car, or home or etc... This system is helping to collect the money-capital in certain economic powers and centers.
In this way, the producer middle class transfers a significant portion of their income to the rich upper class. Income distribution is becoming unfair and the number of millionaires are increasing.
The elected governments by the majority of votes are being strongly influenced by the Spoolers of economic resources in their hands instead of this debtors.
In this case, most national taken decisions are more representative of international or national economic authorities and their needs.
(The number of citizens who think that he or she is not represented in the Assemblies are increasing rapidly after elections. One of the best proofs of this is that "becoming a politician" becomes more professional.And the power of representing citizens are accumulate at the reign of economically powerful individuals or families.Today, the economic cost of joining an election as candidate has become untenable for most ordinary citizens. )
This is not just only developing countries, it is spreading almost world-wide.
Particularly Arms and Oil-gas producing companies are struggling to control market and production resources in various regions through lobbying and nation states.For this reason, the conflicts between the countries and their leaders are getting harder and harder.
This conclusion can be made from empowering the rightist and nationalist fronts in Europe and from the last elections in America.
Because the resources which have to be shared by community, have been diminishing, however the number of people who want to share these resources has been multiplying so much ...
The weakening of job security, down warding public health and education services, social security tools and privatization of these institutions can be interpreted as an indication for the lowering the understanding of the social state. Also as a preserving these vote fields, non or less producers while less protecting, increased their dependence on government policies and practices by public projects. This means more burden taxes on pay rollers.
It is a great dream hoping a global peace that will encompass the whole world, while the countries are so boiling in their societies and the international corporations are struggling for diminished resources to keep their markets by shaping international politics.
There are many national and international problems which are interdependent and supporting to each other that need to be resolved.
The solution of every problem creates new problem. Or it strengthens the old one.To overcome these problems, the humanity have to solve the Gordion knot.
Of course, future wars will take place with different environments and tools than before. Smaller, higher mobility and fire power or hired armies taking over the conventional (more soldier, tank, ball, military) armies of the past.
Those who think they are not represented in parliaments are also getting less support to national politics.
These hired armies will usually be made up of terrorist groups of another country.Even if there is no suitable regional organization for this purpose, even terrorist groups may be established among people who are ideologically prone to serve for the purpose determined by international human resources. .
For example, Ishid-ISIS has largely cleared to prepare northern Iraq and the Syrian territory for the formation of a new small state that will be politically and economically dependent on its customers because of conflicts with former owners-new neighbours.
This new state will control and protects natural gas pipelines that will reach the Mediterranean in the future.
(From the point of view of this work, it seems to be a project product of 20 years. It is likely that similar projects may also be implemented at other economic resource points of the world.)
When a region is slacken, new problems are likely to break out in another region.
For this reason, I think, there is no world-wide possibility of peace unless the liberal economic system and tools are abandoned by humanity.
Regional peace and stagnation are also deceptive They are not permanent.
İnsanlık, dünya'nın tükenen doğal kaynaklarını yenileyebilmesi için her yıl, gelecek yıllardan daha fazla borç alıyor. Bir bakıma, torunlarımızdan alınmış kredilerle insanlık yaşıyor.
Aynı şekilde insanlar, kendi gelecek yıllarının üretimlerine borçlanarak, özendikleri Batı tipi tüketim toplumu olma yolundalar.
Bankacılık kredi sistemi, bireyin kendi geleceğini ipoteklemesi üzerine kurulmuş durumda. (Geçmişin bireysel kölelik anlayışının yerini alan modern zihinsel ve üretimsel kölelik …)
Diğer yandan mevcut "liberal demokrasiye dayalı kapitalist ekonomik sistemde" çöküyor. Bu gelir dağılımında eşitsizliklerin artışı, insanların, gelecekten endişe duyarak daha kapalı toplum yapılarına yönelmesine neden oluyor.
Günümüzde 40-50 yıl veya daha eski dönemlerdeki siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıları özleyenler, arayanlar artıyor.
Siyaset kurumları da, toplumlardaki bu endişeyi kullanarak, daha güçlü, birleşmiş, dışa kapalı toplum modelleri vaatleri ile eski şanlı günlerin sözlerini veriyorlar.
Avrupa toplumları, bu konuda önde gidecek gibi gözüküyor. Mevcut sosyal refahlarını ve zenginliklerini borçlu oldukları; geçmiş 500 yılda sağladıkları üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçler ve ekonomik durgunluk, bu korunma güdülerini artırıyor.
Bir yandan sadece zihinsel ve duygusal değil, ayrıca fiziksel bariyerlerle, gelen göçleri engellemeyi düşünenlerin sayısı artıyor.
Mesela bu dönemde ihtiyaç duyacakları doğal gaz kaynaklarını hem çeşitlendirmek hem de ucuza mal etmek için, müdahil oldukları Ortadoğu'dan gelen göçmenlere karşı olan tutumları, bu eğilimlerini daha da güçlendiriyor.
İngiltere’de Brexit oylaması, İspanya’da Katalan bölgesi referandumu bu yeni eğilimin ilk ayak sesleri…
Ekonomik küreselleşmenin getirdiği karşılıklı bağımlılık, ulus devletlerin çok uluslu şirketler karşısında piyasadan çekilip, sosyal devlet anlayışının zayıflaması, hep toplumsal dinamikleri ateşleyen ve kendileri dışındakileri "onlar" şeklinde tanımlamalarına yol açan yaklaşımlar geliştiriyor.
Üstelik sadece küresel değil, ulusal çapta bile kültürel, dini, etnik gruplaşmalar iç paylaşım kavgalarının da sinyalini veriyor.
Ülkeler içindeki kamplaşmalar da artıyor. Üretime katkısı sınırlı olan ya da hiç olmayanların, üretici olanlar üzerindeki baskısı artıkça, üretmeyenlerin oy çoğunluğu ile üretenlerin gelirleri üzerinden vergilerle gelir paylaşımları da bu iç kamplaşmaları körüklüyor.
Emekli veya çalışan vatandaşların sosyal refahını yükseltecek, yatırımların ekonomik kaynakları, gün geçtikçe daha fazla işsizlerin, çok çocuklu ailelerin, göçmenlerin ya da mültecilerin temel yaşamsal ihtiyaçlarına kullanılıyor.
Aynı ortamda ,sosyal refah devleti anlayışının aşamalı olarak zayıflatılması, devletin toplumsal dengeleri gözetme ve sürdürme gücünü de zayıflatmış durumda. Devlet, daha çok iç ve dış güvenlik politikalarından sorumlu bir konuma gerilemiş ve iç piyasaya sınırlı müdahale eder ve yönlendirir hale getirilmiş durumda.
Böyle bir ortamda insanların içinde bulundukları çıkmazlardan ve belirsizliklerden kurtulmak için, popülist ve milliyetçi politikacılara yönelmeleri ve onların liderlikleri altında toplanmaları da doğal bir olgu haline dönüşüyor.
Bu liderlerin ise, onları destekleyenlerden aldıkları güce dayanarak, toplumlarına güzel ve refah günleri vaat ederek, kavgacı ve uzlaşmaz devlet politikalarını geliştirmeleri de mümkün gözüküyor.
Günümüzde mevcut demokratik siyasal sistemler, toplumların ekonomik gücünü oluşturan üretici eğitimli orta sınıfı temsil etmekten gittikçe uzaklaşıyorlar. (Eskinin fabrika üretimine uygun düşük eğitimli işçi sınıfının yerini ve çoğunluğunu, iyi veya yüksek eğitimli orta sınıf almış durumda. Bu yüzden, eski işçi sınıfını temsil eden ve iktidarlar üzerinde sosyal politikalar konusunda baskı gücü oluşturan sendika ve benzeri örgütlenmelerde ciddi bir yaptırım gücü kaybetmiş durumda…)
Özellikle kredi sistemiyle desteklenmiş tüketim modelleri sonucu, insanlar bir ev ya da araba için gelecek 5-10 yıldaki ekonomik kazançlarını ipotek altına sokup, paranın-sermayenin belli ekonomik güç odaklarında toplanmasına da destek oluyorlar.
Bu yolla üretici orta sınıflar, gelirlerinin önemli bir kısmını zengin üst sınıfa aktarıyorlar. Gelir dağılımı adaletsizleşiyor ve milyoner sayısı artıyor.
Oy çoğunluğu ile seçilen iktidarlarda, bu borçlu sınıf yerine ekonomik kaynakları ellerinde toplamış güç odaklarının daha fazla etkisinde ve telkininde kalıyorlar.
Bu durumda alınan çoğu ulusal karar, daha çok uluslararası ya da ulusal ekonomik otoriteleri ve ihtiyaçlarını temsil ediyor.
(Meclislerde kendisinin ve düşüncesinin temsil edilmediğini düşünen vatandaş sayısı hızla artıyor. Bunun en güzel kanıtlarından biri de, "siyasetçi olmanın" bir meslek haline dönüşmesi ve vatandaşı temsil etme gücünün, ekonomik olarak güçlü birey ve ailelerin ellerinde toplanması. Bu gün herhangi bir seçime aday olarak katılmanın ekonomik maliyetini, çoğu sıradan vatandaş kaldıramaz hale geldi.)
Bu durum sadece gelişmekte olan değil, neredeyse dünya çapında ve yaygınlaşıyor.
Özellikle silah ve petrol-gaz üreticisi şirketler, lobi çalışmaları ile ulus devletler üzerinden çeşitli bölgelerde; pazar ve üretim kaynaklarını kontrol etmek için mücadele ediyorlar.
Bu nedenle ülkeler ve ülke liderleri arasındaki çatışmalar, restleşmeler gittikçe sertleşiyor. Amerika'daki seçim sonuçlarından, Avrupa'daki bir çok sağcı, milliyetçi cephelerin gittikçe güçlenmesi buna işaret.
Çünkü paylaşılacak kaynaklar azalmış ama paylaşmak isteyen kişi sayısı çok çoğalmış durumda...(Kimi devletlerde, toplumlarından feda edilebilecekler ile korunacaklar arasındaki farkları belirleme, dolaylı yoldan bile başlamış olabilir.)
Sosyal devlet anlayışının, iş güvencelerinin zayıflaması, eğitim ve sağlık gibi toplumu direk ilgilendiren kurumların özelleşmesinin artması buna bir işaret olarak da yorumlanabilir.
Üretmeyen, üretimde olmayana; daha az korumacılık ve destek verilirken, bunların devlet politikalarına ve uygulamalarına bağımlılığı da artırılıyor.
Ülkeler kendi içlerinde bu kadar kaynarken, uluslar arası ortamda ise iktidarların ulusal politikaları, uluslararası şirketlerin pazar ve kaynak paylaşımlarıyla biçimlendirilirken, üstelik daralan imkan ve azalan kaynaklarla bu paylaşım kavgası kızışırken, tüm dünyayı saracak evresel bir barış dönemi ummak, büyük bir hayal olur.
Çözülmesi gereken ulusal ve uluslar arası, birbirine bağımlı ve destekleyen çok problem var. Her problemin çözümü, yeni ve başka bir problemi doğuruyor. Ya da eski bir taneyi güçlendiriyor.
Bu problemleri aşmak için, Gordion düğümünü çözmek gerekecek.
Tabi gelecekteki savaşlar geçmiştekinden farklı ortam ve araçlarla da olacak, geçmişteki konvansiyonel (tank, top, asker ağırlıklı silahlı kuvvetler) orduların yerini, daha küçük, mobilitesi yüksek veya kiralık ordular almış durumda.
(Meclislerde temsil edilmediklerini düşünenlerin, ulusal politikalara olan desteği de azalıyor.)
Bu kiralık ordular genelde, bir başka ülkenin terörist gruplarından oluşuyor-oluşacak. Hatta bu amaca uygun bölgesel örgüt yok ise, uluslar arası insan kaynaklarından belirlenen amaca hizmet edecek ideolojiye yatkın insanlardan terör grupları bile kurulacak.
Mesela son dönemlerde kurulan Işid; hem Islam algısına büyük zarar verirken, hem de gelecekte Akdeniz’e ulaşacak doğalgaz boru hatlarını kontrol edecek ve koruyacak ama küçük ve komşu ülkelerle kavgalı olduğu için, müşterilerine siyasi ve ekonomik olarak bağımlı kalacak bir devlet oluşumu için Kuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgesini büyük çapta temizlemiş ve bu devletin kuruluşu için hazırlamıştır.
(Bu çalışma nereden bakılsa, 20 yıllık bir proje ürünü gibi gözüküyor. Dünyanın başka ekonomik kaynak noktalarında da benzer projelerin uygulama da olması muhtemel.)
Bir bölge durulunca, taşlar oturunca başka bir bölgede yeni sorunlar patlak verecek gibi geliyor.
Bu nedenle liberal ekonomik sistem ve araçları insanlık tarafından terk edilmedikçe, dünya çapında bir barış ihtimali gözükmüyor. Bölgesel barış ve durgunluklar da, aldatıcı… Kalıcı değiller.
-----------------------------------------------------------------------
Is a global state of peace possible?
Unfortunately, a global state of peace seems impossible. Because humanity is being based on 9 billion people,but on the contrary the natural resources have fallen in half of the 1950s.
Every year, the Humanity borrows more from the coming years to renew the world's exhausted natural resources. Humanity lives on loans that we receive them from our grandchildren.Likewise, people owe their own future productions to supply their interests become Western-type consumer society.
The banking credit system is based on mortgaging the individual's own future. (This is modern mental and productive slavery system...)
On the other hand, the current "liberal democracy-based capitalist economic system" collapses. This leads to an increase in inequalities in income distribution and is causing people more anxious who is concerned about the future and their societies have been turning into more closed society structures.
Nowadays, the number of people in societies who are seeking political, economic and social structures of the past of 40-50 years or more, are increasing.
The Political Institutions, Parties have been using this anxiety in their societies by making promises of old glorious days as stronger, united and closed-protected community models.
European societies seem to be ahead in this regard. Economic stagnation and migrations from third world countries, which they have provided their existing social welfare and wealth for the past 500 years, are causing to increase their preservation instincts.
The number of people is increasing not only mental and emotional, but also with physical barriers who think that they have to be prevented these immigration's.
For example, their attitudes towards immigrants and refugees from the Middle East and Africa are strengthening as trends. Contrary to this, where they are involving with their territories in order to get cheaper the natural gas from diversified resources for their next closed and preserved periods. (Brexit in Britain, Catalan territory referendum in Spain are the some first footsteps of this new trend ...)
The economically interdependence of the globalization are developing approaches which one is that the national states are withdrawing from the market control against multinational companies. And the other one is that the societies are developing approaches as “we and they-outsiders” inside them, by weakening welfare of the social state.This ignites social dynamics of these nations.
Moreover, this are also signalling internal sharing quarrels not only global but also national, cultural, religious, ethnic groupings.So, the polarization are also increasing in the countries.
For example, the economic pressure of non or limited producers are increasing on the producers of nations. They get this power by the majority based vote power and public pressure.
As a result, the economic sources which have to be are used to raise social welfare of retired or working citizens, are used for the essential vital needs of migrants, refugees, unemployed or the many children of their families.
At the same time, the attenuation of the social welfare state has also weakened the state's ability to maintain social balances.
The state has declined to a position mainly responsible for internal and external security policies while the ability to intervene to markets are diminishing.
In such an environment, it is becoming a natural phenomenon for people who are gatherings under populist and nationalist politician leaders to get rid of the tribulations and uncertainties.
It is also possible for these leaders, who may develop their fighting and uncompromising state policies by promising good and prosperous days for their communities as supported by the majority of votes.
Present democratic political systems are increasingly moving away from representing the producer-educated middle class, which constitutes the economic power of societies.
(Instead of older has majority of the low-educated working class who are suitable for factory production in, a good or highly educated middle class taken the place of them.
Thus unions and similar organizations representing these former working classes had lost a serious sanction and imposing pressure on social policies on the power.)
Especially, as a result of the consumption models supported by the credit system, The people are getting in dep by mortgaging their next 5 or 10 years of work productions for a car, or home or etc... This system is helping to collect the money-capital in certain economic powers and centers.
In this way, the producer middle class transfers a significant portion of their income to the rich upper class. Income distribution is becoming unfair and the number of millionaires are increasing.
The elected governments by the majority of votes are being strongly influenced by the Spoolers of economic resources in their hands instead of this debtors.
In this case, most national taken decisions are more representative of international or national economic authorities and their needs.
(The number of citizens who think that he or she is not represented in the Assemblies are increasing rapidly after elections. One of the best proofs of this is that "becoming a politician" becomes more professional.And the power of representing citizens are accumulate at the reign of economically powerful individuals or families.Today, the economic cost of joining an election as candidate has become untenable for most ordinary citizens. )
This is not just only developing countries, it is spreading almost world-wide.
Particularly Arms and Oil-gas producing companies are struggling to control market and production resources in various regions through lobbying and nation states.For this reason, the conflicts between the countries and their leaders are getting harder and harder.
This conclusion can be made from empowering the rightist and nationalist fronts in Europe and from the last elections in America.
Because the resources which have to be shared by community, have been diminishing, however the number of people who want to share these resources has been multiplying so much ...
The weakening of job security, down warding public health and education services, social security tools and privatization of these institutions can be interpreted as an indication for the lowering the understanding of the social state. Also as a preserving these vote fields, non or less producers while less protecting, increased their dependence on government policies and practices by public projects. This means more burden taxes on pay rollers.
It is a great dream hoping a global peace that will encompass the whole world, while the countries are so boiling in their societies and the international corporations are struggling for diminished resources to keep their markets by shaping international politics.
There are many national and international problems which are interdependent and supporting to each other that need to be resolved.
The solution of every problem creates new problem. Or it strengthens the old one.To overcome these problems, the humanity have to solve the Gordion knot.
Of course, future wars will take place with different environments and tools than before. Smaller, higher mobility and fire power or hired armies taking over the conventional (more soldier, tank, ball, military) armies of the past.
Those who think they are not represented in parliaments are also getting less support to national politics.
These hired armies will usually be made up of terrorist groups of another country.Even if there is no suitable regional organization for this purpose, even terrorist groups may be established among people who are ideologically prone to serve for the purpose determined by international human resources. .
For example, Ishid-ISIS has largely cleared to prepare northern Iraq and the Syrian territory for the formation of a new small state that will be politically and economically dependent on its customers because of conflicts with former owners-new neighbours.
This new state will control and protects natural gas pipelines that will reach the Mediterranean in the future.
(From the point of view of this work, it seems to be a project product of 20 years. It is likely that similar projects may also be implemented at other economic resource points of the world.)
When a region is slacken, new problems are likely to break out in another region.
For this reason, I think, there is no world-wide possibility of peace unless the liberal economic system and tools are abandoned by humanity.
Regional peace and stagnation are also deceptive They are not permanent.
Etiketler:
ayrımcılık,
barış,
biçimlendirme,
bireysel,
demografi. emeklilik,
din,
diplomasi,
Dünya,
economic system,
ekonomi,
endişe,
evrensel,
Homo homini lupus,
peace,
Sistem,
Toplumsal,
world,
Yasalar
16 Kasım 2016 Çarşamba
Evrim ve Din
Evrim Teorisi' ni Kabul Eden Ateist midir? Dini Kabul Eden Biri Evrim Teorisi'ni de Kabul Edebilir mi?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24166/
Evrim teorisi ile ateistliğin hiç bir ilişkisi yoktur.
Teoriyi ortaya atan Darvin de inançlı ve bu yüzden ciddi tereddütler yaşamış
biriydi.
Zaten evrim teorisi bize yaradılışın ne kadar ince ve
muazzam olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Çok ince ve hassas bir
yapının, uzun bir sürecin sonunda var olmayı anlatmaktadır. Şöyle ki; Hiç bir
şey sebepsiz yaratılmamıştır. Bizler bunu yorumlarken, var olanın üzerine
odaklanıp, neden var olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Yani, insan niye vardır?
gibi...
Bir de şu açıdan düşünün, hangi koşullar ve süreç sonucunda
insan haline gelmişiz? Bir toz ve su
damlasından başlayarak hangi aşamalarla ve süreç ile insan olarak, zeki bir
forma ulaşmışız?
Bana göre geçmişteki tüm olaylar ve olgular zinciri, insanın
yaratışının bir parçasıydı. Din bize bu süreci açıklamıyor. Konuya girmiyor.
Sadece düşünene ibretlik mesajlar veriyor. İlk insanın tamamlanması ve yeryüzünde
hüküm sürmesi ile başlıyor, anlatımı.
Ateistlikle bağlantı kuranlar genelde, bu süreci kendi
fiziksel, maddi varlıklarına göre ve yargılarına göre değerlendiriyorlar. Yani
60 yıl ortalama yaşayan bir insanın değerleriyle... Onlar için 10 bin yıl bile
çok uzun bir süreç oluyor.
Oysa işe Allah-ü Teâla (C.C.) açısından bakarsanız; anlık
bir iş... Saniye bile değil. Sadece her şeyi bir sebebe bağlayarak, sistematik
olarak gelişimini sağlamış... İşte 60 yıllık ömrü olan bu süreci kavrayamıyor.
Aklı almadığı içinde, bu süreci bir kıstasa koyup kendi din değerleri ile
algılanmasına, kabule uğraşıyor.
Bana göre bu süreci din dışı olarak kabul etmek, O'nun
eserlerine ve mükemmelliğine saldırıdır.
Yani iman kaybıdır.
Dini sadece; "şekle" ve inancı, "düşünmeden
sorgulamadan kabule-itaate" indirgemiş kişilerin eseridir, sorduğunuz
sorudaki şüpheler.
Bir çoğumuz aynı şüpheleri ve sorguları yaşıyoruz. Bilgi
artıkça, şüpheler azalıyor, eminlik artıyor.
Bir yandan da bu tür kişilerin (ki çoğu zaten din-inanç ticaretiyle
geçiniyor, güç ve mevki sahibi olmaya çalışıyor) birey üzerindeki hakimiyeti
azalıyor. Bu da onların işine gelmiyor.
İnsanın ortaya bir fikir atıp, zamanla onu dallandırması,
budaklandırıp genişletmesi her zaman olmuştur. Mesela, dinimizdeki bu kadar
mezhep ve tarikat, Allah'ın (C.C.) emri miydi? Kim ve nasıl karar vermiş?
Birinin "ak" dediğine bir diğeri, "gri" ya da "ak
değil ama beyazımsı" veya "kara" diyebiliyor. Oysa Tek Tanrı,
Tek kitap ve tek peygamber bunların kökeni... Nasıl böyle dallanıp,
budaklanıyor. Bir de kendilerini doğrulamak için, geliştirip yayılıyor?
İnsan faktörü girdiği için... İnsanların inancında gedikler,
şüpheler olduğu zaman, bunları gidermek ve doğru bir sonuca ulaşmak istediği
zaman, ondan daha iyi konuyu bildiğini düşündüğü kişilere sorduğu için... Belki
hiç biri art niyetli değildi. Hiç biri kötü bir şey yapmak istemiyordu. Ama
dine, aracı olarak insan faktörü girdiği anda, ayrılıklar ve farklılıklar
başlamış. Gruplaşmalar, hizipleşmeye ve çatışmalara neden olmuş.
Bu nedenle bana göre, evrim teorisi, yaradılışın
mükemmelliğinin ve O'nun gücünün kanıtı iken, bir başkası için O'ndan uzaklaşma
olabiliyor.
En doğrusu, bu sorunun cevabını kendinizden aramanız.
Öğrenip, sorgulayıp, düşünüp, karar vermeniz. Eğer bir karara varacaksanız,
bunu "bilimsel bilgilerle ve mantıkla destekleyecek" şekilde (ki
kişilerin yargı ve hükümlerinin kararınız üzerinde etkisi kalmasın) yapın.
(Bilim bir inanç değildir. Doğruyu, "salt doğru"yu
arama yöntemidir. Bilimsel ilkeler de hatalı yaklaşımları ve sonuçları elimine
etmek için geliştirilmiştir.)
Etiketler:
ateizm,
din,
Din ve Bilim,
Evrim,
Felsefe
7 Mayıs 2016 Cumartesi
Kader belli ise yaşamak niye?
Allah (C.C) kimin cennete kimin cehenneme gideceğini biliyormu? Kuranda yazana göre biliyor peki hersey planlanmışsa neden yaşıyoruz? Kaderimizi kararlarımız etkiliyorsa, yanilmış olmazmı?
ÖFA 04 Mayıs 2016
Burası ortamı değil bu sorunun. Ama hüsnüzân'da bulunup, kuantum olasılığı dahilinde sorulduğunu düşüneceğim.
Evet, tüm olasılıkları, en güçlüsünden, en zayıfına kadar tüm sonsuz (bile olsa) olasılığı ve karşılığının ne olacağını biliyor.
Size ise irade ve akıl denilen iki hediye bahşetmiş. Bu olasılıklardan hangisini seçeceğinize siz karar veriyorsunuz. O'nun "hangi kararı/seçeneği alacağınızı biliyor olması, sizin eyleminizi değiştirmiyor. O sonucunu biliyor ve uyarıyor. Gerisi size kalmış.
Eğer bir "taş, cansız bir meta gibi" olsaydınız, karar verme ve düşünme yeteneğiniz olmayacağı için, bilinçli eyleminiz olmazdı. Yani yaşıyor olmazdınız.
Aslında bu sizin için bir tercih meselesi... O'nun için sadece bir bilgi. Sizi yönlendirmiyor.
Bu çerçevede bakarsanız, her durum için ayrı bir olasılığı uygulayan/kararını veren siz'den sonsuz adedi, çoklu evrenlerde de bulunabilir.
Amacımız elimizdeki ve bildiğimiz tek evrende, olumsuz sonuçlanacak olasılığı seçenlerden olmamak. (Diğer evrendekilerin durumu -var iseler- bizi etkilemez.)
shibumi_tr 05 Mayıs 2016
=========
Sayın ÖFA, sorunuzun net cevabını bizden almanız mümkün değil. Çünkü her birimiz kendi inancı ve dünya görüşü ile olayı algılıyoruz. Kesin cevap ölüm sonrası belli olacak. Ancak normal hiç bir canlı bunu daha önce öğrenmek için acele etmiyor. :-) Edenlerde geri dönüş yapmıyor.
Hiç bilgimizin olmadığı bir alanda, sadece inançlarla sorunu algılamaya çalışıyoruz.
Eğer ölüm sonrası hayatın güzel olduğunu düşünsek, bu sefer yaşadığımız hayatı anlamsızlaştıracak.
Bu noktadan sonra ancak "yarım felsefe" yapabiliriz. (Tam felsefe ya da felsefe; bilgiden bilgi üretmektir. Yarım felsefe; fikirden, inançtan ve bir miktar bilgiden, bilgi üretmektir.
"Bilgi"; doğruluğu veya yanlışlığı net olarak tanımlanmış durumu anlatan kavramdır.
Doğruluğu veya yanlışlığı kesin olmayan kavram "fikir"dir.
Doğruluğu ya da yanlışlığı hiç sorgulanmayan kavram "inanç"tır.
Bu nedenle "yarım felsefe", net ve kesin bir sonuç üretemez.
Sizin cennetlik olduğunuzu farz edelim. Yapacağınız bir kaç hata ile (ki çevremizde ibadeti ve O'nun adını ağızlarından düşürmeyerek bunu hak ettiğini sanan, tevbe ile son anda yırtacağını umanlar var) bu durumu rahatça tersine çevirebilirsiniz.
Ya da cehennemlik olduğunuzu düşünelim, bu andan sonra içtenlikle yapacağınız eylemler ile bunu rahatça değiştirebilirsiniz.
Çünkü şu anki durumunuzu belirleyen şey, değiştirilmesi mümkün olmayan geçmişiniz.
Ancak gelecek, her zaman farklı olasılıkları içerdiği için, her an değişir. Değişecektir.
Önünüzde iki seçenek var; ya bu durumu olduğu gibi kabul edip, sonuç alınamayacak sorgulamaları bir kenara bırakıp, hayatınıza devam etmek. Ya da hayatınızı bu olasılıkları düşünüp, yaşayamamak.
Her iki durumda da sonuç değişmeyecek. Öleceğiz ve yok olacağız ya da bir yerlerde var olacağız.
Eğer sadece yok oluyorsak, bıraktığımız geçmişimiz, diğer insanlarca yaptıklarımıza göre değerlendirilecek. Yaşadığımız hayatın anlamı, buna göre belirlenecek.
Eğer bir yerlere gidiyorsak, hem dünya da hem de ahirette gene aynı şekilde değerlendirileceğiz.
Sorun, özgürlük ve sınırsızlık isteklerimizle, diğerlerinin özgürlük ve sınırlarını ne kadar ihlal ettiğimize bağlı olması. Hayatımızın bir anlamı olup olmadığına göre de bir yere yerleşeceğiz.
Eğer denilenler doğruysa, insan yaratılışı öncesi bazı bilinçler bağımsızlık ister. (Cenâb-ı Hâk'kın ruhundan bir nefes) O'nun gibi irade sahibi olmak ve O'nun gibi bir şeyler oluşturabilmek.
Bu izin verilenlere bir de sorumluluk verilir. Bu sorumluluk, onların geriye dönüşlerini belirleyecektir. Geri dönüşü, "cennet" olarak niteleyebilirsiniz. Bütüne dahil olamamayı da "cehennem"...
Sonucun önceden biliniyor olması, bizim gibi 5 boyutlu (3 uzamsal, 1 sonsuz ve tam tersi 1 sıfır boyut) varlıklar için, sadece neden sonuç ilişkisine sokuyor. Ama böyle bir kavram "zaman algısı" için geçerli
Mesela foton gibi kütlesiz nesneler için "zaman" diye bir kavram yok. Yani onlar için geçmiş ya da gelecek dolayısıyla "şu an" bile yok.
Zaman algısı; "sadece kütleli nesneler için" geçerli bir "kavram". (Zaman'ın kendisi bundan çok farklı, bir boyut olarak ele alınması gereken ve bir mesafe ile hareket durumunun bilgisini veren bir boyut çünkü) .
Bize göre "öncesi ve sonrası" kavramları, fotona göre yok. Sonuçta sahip olduğunuz momentum ile nereye varacağınızı bilmiyor olabilirsiniz.
Ama sizi bu yola çıkaran, nereye varacağınızı biliyor. Bir de size doğrusal değil, yoldan sapabilmeniz içinde imkan veriyor. (Bunun için "zaman" gerekiyor işte) Çünkü başlangıçta bunu isteyen biziz.
Hangi yola dönersek, hangi hedefe varacağımızı O'nun bilmesi, bizim hangi yoldan gideceğimizi bilmemizi sağlamıyor. Bilmiyoruz nereye varacağımızı.
Eğer hedef belliyse, bu kadar yolu boşu boşuna tepmeyeyim diyorsanız. Sonra sizin, "Ama ben irademi -hediyemi kullanamadım ki!" deme hakkınız olur. Üstelik böyle bir şey, hakkaniyete uymaz.
Kısaca ne yaparsanız, cennetlik veya cehennemlik olacağınızı ve hangi yolları izleyeceğinizi, O biliyor. Siz bilmiyorsunuz. Siz her an sonucu değiştirebilirsiniz. Her gerçeklik için açık kapı var.
Sorunuz; hayattan bıkmış, mücadele ruhunu kaybetmiş ya da mücadeleye girecek kadar kendisini hazır hissetmeyenlerin , ya da istediği her şeyi yapmak isteyenlerin (sınırlanmamak) çok kullandığı bir silahı barındırıyor. (Özellikle bir şeyler yapıp yapıp, bunların olası olumsuz sonuçları ile karşılaşmamak isteyenlerin kullandığı bir argüman. Bu işin fıtratında var deyip, yaptıklarımızın ya da yapmadıklarımızın sorumluluğunu ret etmek hakkına sahip değiliz. Reddedebiliriz, bu kapı da açık. Ama sadece kendimizi kandırırız, bir de bizi sevenleri-bize inananları. Üstelik onları da yanımızda sürükleyebiliriz.)
Neden mi yaşıyoruz? Güzel şeyler yaptığımızı/yapabileceğimizi kendimize ve O'na gösterebilmek için. Bu yolu istedik. İstersek yapabiliriz de çünkü.
Yaşamınızı anlamlı ve güzel kılacak işlerle doldurmanızı dilerim.
Saygılarımla
ÖFA 04 Mayıs 2016
Burası ortamı değil bu sorunun. Ama hüsnüzân'da bulunup, kuantum olasılığı dahilinde sorulduğunu düşüneceğim.
Evet, tüm olasılıkları, en güçlüsünden, en zayıfına kadar tüm sonsuz (bile olsa) olasılığı ve karşılığının ne olacağını biliyor.
Size ise irade ve akıl denilen iki hediye bahşetmiş. Bu olasılıklardan hangisini seçeceğinize siz karar veriyorsunuz. O'nun "hangi kararı/seçeneği alacağınızı biliyor olması, sizin eyleminizi değiştirmiyor. O sonucunu biliyor ve uyarıyor. Gerisi size kalmış.
Eğer bir "taş, cansız bir meta gibi" olsaydınız, karar verme ve düşünme yeteneğiniz olmayacağı için, bilinçli eyleminiz olmazdı. Yani yaşıyor olmazdınız.
Aslında bu sizin için bir tercih meselesi... O'nun için sadece bir bilgi. Sizi yönlendirmiyor.
Bu çerçevede bakarsanız, her durum için ayrı bir olasılığı uygulayan/kararını veren siz'den sonsuz adedi, çoklu evrenlerde de bulunabilir.
Amacımız elimizdeki ve bildiğimiz tek evrende, olumsuz sonuçlanacak olasılığı seçenlerden olmamak. (Diğer evrendekilerin durumu -var iseler- bizi etkilemez.)
shibumi_tr 05 Mayıs 2016
=========
Sayın ÖFA, sorunuzun net cevabını bizden almanız mümkün değil. Çünkü her birimiz kendi inancı ve dünya görüşü ile olayı algılıyoruz. Kesin cevap ölüm sonrası belli olacak. Ancak normal hiç bir canlı bunu daha önce öğrenmek için acele etmiyor. :-) Edenlerde geri dönüş yapmıyor.
Hiç bilgimizin olmadığı bir alanda, sadece inançlarla sorunu algılamaya çalışıyoruz.
Eğer ölüm sonrası hayatın güzel olduğunu düşünsek, bu sefer yaşadığımız hayatı anlamsızlaştıracak.
Bu noktadan sonra ancak "yarım felsefe" yapabiliriz. (Tam felsefe ya da felsefe; bilgiden bilgi üretmektir. Yarım felsefe; fikirden, inançtan ve bir miktar bilgiden, bilgi üretmektir.
"Bilgi"; doğruluğu veya yanlışlığı net olarak tanımlanmış durumu anlatan kavramdır.
Doğruluğu veya yanlışlığı kesin olmayan kavram "fikir"dir.
Doğruluğu ya da yanlışlığı hiç sorgulanmayan kavram "inanç"tır.
Bu nedenle "yarım felsefe", net ve kesin bir sonuç üretemez.
Sizin cennetlik olduğunuzu farz edelim. Yapacağınız bir kaç hata ile (ki çevremizde ibadeti ve O'nun adını ağızlarından düşürmeyerek bunu hak ettiğini sanan, tevbe ile son anda yırtacağını umanlar var) bu durumu rahatça tersine çevirebilirsiniz.
Ya da cehennemlik olduğunuzu düşünelim, bu andan sonra içtenlikle yapacağınız eylemler ile bunu rahatça değiştirebilirsiniz.
Çünkü şu anki durumunuzu belirleyen şey, değiştirilmesi mümkün olmayan geçmişiniz.
Ancak gelecek, her zaman farklı olasılıkları içerdiği için, her an değişir. Değişecektir.
Önünüzde iki seçenek var; ya bu durumu olduğu gibi kabul edip, sonuç alınamayacak sorgulamaları bir kenara bırakıp, hayatınıza devam etmek. Ya da hayatınızı bu olasılıkları düşünüp, yaşayamamak.
Her iki durumda da sonuç değişmeyecek. Öleceğiz ve yok olacağız ya da bir yerlerde var olacağız.
Eğer sadece yok oluyorsak, bıraktığımız geçmişimiz, diğer insanlarca yaptıklarımıza göre değerlendirilecek. Yaşadığımız hayatın anlamı, buna göre belirlenecek.
Eğer bir yerlere gidiyorsak, hem dünya da hem de ahirette gene aynı şekilde değerlendirileceğiz.
Sorun, özgürlük ve sınırsızlık isteklerimizle, diğerlerinin özgürlük ve sınırlarını ne kadar ihlal ettiğimize bağlı olması. Hayatımızın bir anlamı olup olmadığına göre de bir yere yerleşeceğiz.
Eğer denilenler doğruysa, insan yaratılışı öncesi bazı bilinçler bağımsızlık ister. (Cenâb-ı Hâk'kın ruhundan bir nefes) O'nun gibi irade sahibi olmak ve O'nun gibi bir şeyler oluşturabilmek.
Bu izin verilenlere bir de sorumluluk verilir. Bu sorumluluk, onların geriye dönüşlerini belirleyecektir. Geri dönüşü, "cennet" olarak niteleyebilirsiniz. Bütüne dahil olamamayı da "cehennem"...
Sonucun önceden biliniyor olması, bizim gibi 5 boyutlu (3 uzamsal, 1 sonsuz ve tam tersi 1 sıfır boyut) varlıklar için, sadece neden sonuç ilişkisine sokuyor. Ama böyle bir kavram "zaman algısı" için geçerli
Mesela foton gibi kütlesiz nesneler için "zaman" diye bir kavram yok. Yani onlar için geçmiş ya da gelecek dolayısıyla "şu an" bile yok.
Zaman algısı; "sadece kütleli nesneler için" geçerli bir "kavram". (Zaman'ın kendisi bundan çok farklı, bir boyut olarak ele alınması gereken ve bir mesafe ile hareket durumunun bilgisini veren bir boyut çünkü) .
Bize göre "öncesi ve sonrası" kavramları, fotona göre yok. Sonuçta sahip olduğunuz momentum ile nereye varacağınızı bilmiyor olabilirsiniz.
Ama sizi bu yola çıkaran, nereye varacağınızı biliyor. Bir de size doğrusal değil, yoldan sapabilmeniz içinde imkan veriyor. (Bunun için "zaman" gerekiyor işte) Çünkü başlangıçta bunu isteyen biziz.
Hangi yola dönersek, hangi hedefe varacağımızı O'nun bilmesi, bizim hangi yoldan gideceğimizi bilmemizi sağlamıyor. Bilmiyoruz nereye varacağımızı.
Eğer hedef belliyse, bu kadar yolu boşu boşuna tepmeyeyim diyorsanız. Sonra sizin, "Ama ben irademi -hediyemi kullanamadım ki!" deme hakkınız olur. Üstelik böyle bir şey, hakkaniyete uymaz.
Kısaca ne yaparsanız, cennetlik veya cehennemlik olacağınızı ve hangi yolları izleyeceğinizi, O biliyor. Siz bilmiyorsunuz. Siz her an sonucu değiştirebilirsiniz. Her gerçeklik için açık kapı var.
Sorunuz; hayattan bıkmış, mücadele ruhunu kaybetmiş ya da mücadeleye girecek kadar kendisini hazır hissetmeyenlerin , ya da istediği her şeyi yapmak isteyenlerin (sınırlanmamak) çok kullandığı bir silahı barındırıyor. (Özellikle bir şeyler yapıp yapıp, bunların olası olumsuz sonuçları ile karşılaşmamak isteyenlerin kullandığı bir argüman. Bu işin fıtratında var deyip, yaptıklarımızın ya da yapmadıklarımızın sorumluluğunu ret etmek hakkına sahip değiliz. Reddedebiliriz, bu kapı da açık. Ama sadece kendimizi kandırırız, bir de bizi sevenleri-bize inananları. Üstelik onları da yanımızda sürükleyebiliriz.)
Neden mi yaşıyoruz? Güzel şeyler yaptığımızı/yapabileceğimizi kendimize ve O'na gösterebilmek için. Bu yolu istedik. İstersek yapabiliriz de çünkü.
Yaşamınızı anlamlı ve güzel kılacak işlerle doldurmanızı dilerim.
Saygılarımla
Etiketler:
Belirsizlik,
din,
Din ve Bilim,
Felsefe,
Kader,
Ölüm,
Sistem,
Yaşam
5 Mart 2016 Cumartesi
Şu evrimi bana bir açıklar mısınız ?
şu evrimi bana bir açık ar mısınız
ama öyle saçma sapan olduğu gibi kabullenilmiş dogmalar ile değil eğer
evrim bilimse ki bunun bilim olduğunu savunanlar var ispat isterim
küçük kafalı aptallar biyolojik şeylerden bahsettiğimi sanmasın eğer
evrimle var olduysa bigbang nereden geldi ;
halil Demirci 05 Mayıs 2015
Evrim nedir? Neyi amaçlıyor? Neden doğanın içinde bir işlevi vardır, kendi kararınızı verirsiniz.
Bilmek ile inanmak arasındaki fark bilgidir. Evrime inanıp inanmamak size kalmış. Ama evrimle ne kast ediliyor, ne anlatılıyor bilmeden, sadece inanç çerçevesinden olayı ele almak beyhude'dir.
Evrimi anlamak istiyorsanız önce bu konudaki iddiaları, hem olumlu olanları hem de olumsuz olanları iyice anlamalısınız. Kanıtları ne? Neye dayanıyorlar? Bilgileri oluşurken hangi aşamalardan geçmişler? Vardıkları sonuçları kanıtlayabilmişler mi? Bilimsel anlmada bir kanıt çok zordur. Sadece bir kişinin ya da grubun belli bir zamanda yaptığı çalışmanın sonucu hiç bir şey kanıtlamaz. Aynı deneyi aynı koşullarda, farklı zamanda farklı kişilerde yaptığı zaman aynı sonucu bulursa ele doğru olarak ele alınır. Eğer bir de koşulların değişmesine rağmen farklı zaman ve koşullarda da benzer sonuçlar alınıyorsa o zaman tamamen doğru olarak nitelenebilir.
Yani ispatınızı ya da ispatlanmayacağını başkalarının bilgilerinden değil, kendiniz bulcaksanız. Araştırın, sorgulayın, düşünün, mantık yürütün. Neden, niçin, nasıl sorularını sorun. Aldığınız her cevapla, yeni bir soru üretemiyorsanız, yanlış yola sapmışsınız demektir.
Burtay Mutlu 05 Mayıs 2015
Biz biyolojide her konuda kendimizi(pirimatları) gelişmiş olarak açıklıyoruz peki bu gelişmişlik kime göre? Ya örneğin bir arche ya da bir halkalı solucan gelişmişse? Benim anlam veremediğim daha basit yaşayıp doğaya ayak uydurmak mı gelişmişliktir yoksa organizması çok dokuları organları olan ve doğayı kendimizinmiş gibi kullanan insanlar mı gelişmiştir?
Yalçın Şenel 04 Mayıs 2015
Gelişmiş, üstün, mükemmel olma kavramı, evrim'in fark edildiği zaman içine yaftalanan, evrim düşüncesine ait olmayan bir bakış açısıdır. Evrim açısından her canlı zaten mükemmeldir. Kendi açısından gelişmiştir.
Ancak Darwin'in üzerinde durduğu şey, şartlara ve koşullara göre canlıların sadece bireysel olarak değil, tür olarak ta adaptasyon sürecinden geçmeleri ve bunu mükemmel şekilde gerçekleştirmeleriydi. Yani canlıları değil, değişim ve uyum sürecini mükemmel olarak tanımladıydı.
Her canlı gibi, her türün varoluş amacı da soyunun devam etmesi, gelecek kuşaklarının yaşamasını sağlamaktır. Nasıl bireysel açıdan her canlı, değişen koşullara adapte olursa (yaşamını sürdürmek için), her “tür” de aynı şeyi yapar. Tabii ufak bir farkla, bir tür ile o türün bir bireyinin yaşam süreleri farklı olduğu için değişim süreci ve etkileri de farklıdır.
Eğer şartlar bir canlının varlığını sürdürmesi için yeterliyse, evrilmesine gerek kalmaz. (Tek farkla insanın evriminde, insan kendi şartlarını sürekli zorlayıp, kendi varlığını kendisi, açgözlülüğü ve hırsı ile sürekli tehlikeye attığından, insanın evrimi biraz daha farklı olacak gibi.) Peki, “evrimin canlıyı mükemmelleştirdiği düşüncesi, bakış açısı nasıl eklendi?” derseniz... O dönemin en önemli özelliği kapitalist ekonominin güçlenmeye başladığı ve sömürgeciliğe, tüketim toplumları için kaynakların paylaşım kavgasının ilk dönemleriydi.
Güçlü olan zayıf olanın elindekini almaya, kaynaklarını, imkânlarını tüketmeyi doğal hakkı olarak görüyordu. Keza doğa’ya bakışları bile, "doğayla savaşmak, bilim vasıtasıyla doğayı yenmekti"
Bilime olan inanç ve doğanın alt edileceği, ehlileştirileceği düşüncesi hâkim kılınıyordu. Bu sayede doğal kaynaklar rahatça tüketiliyor, kapitalist sermaye büyüme, gelişme için yeni ekonomik kaynaklara yönelebiliyordu. (Bu arada günlük tüketimi 1,5 dünya günü üretimi geçen bir çekirge sürüsüne döndük. Doğanın içine ettik. Diğer canlıların yaşam hakkını ret ettik. Her şeyi insanın emrine verilmiş bir araç statüsüne indirdik)
Ancak aynı şekilde fabrikalarda üretim artışını karşılamak için tüketici bir toplum da gerekiyordu. Üstelik fabrikalarda artık en azından temel düzeyde eğitim almış kişilere duyulan ihtiyaçta artıkça, milli eğitim sistemleri de güçleniyordu. En başta Amerikan ve Fransız devrimi ile başlayan ve milliyetçilik akımları ile yayılan insan hakları düşüncesi de bu toplumlara yerleşiyordu. Öyle ki, savaşan uygar uluslar kendi aralarında bu kurallara uyarak, çatışma şiddetini ve zararını en aza indiriyorlardı. En azından savaşları centilmenler savaşı oluyordu. Ama aynı centilmenliği bir Afrikalıya, Çinliye, Kızılderiliye asla gösterme ihtiyacı duymadılar. (Bu dönemde Yunanlıların demokrasiyi kendileri için geliştirmiş olmaları gibi, kendileri için geçerli ve rekabet ettikleri diğer sanayileşen uluslar ile de çatışmaları en aza indirecek yeni kavramlar da üretiliyordu. Bu nedenle de 1nci dünya savaşında teknoloji ile toplu imha yöntemleri gelişince ve hele sivil halkta savaşa dâhil olunca, uygar batı dehşete düştü. Ama yine de yaptılar, daha da geliştirdiler.)
İşte böyle bir dönem de evrimin fark edilmesi gene bu zihniyetin işine yaradı. Çünkü insan haklarından bahseden, Tanrı adına iyilik ve doğruluk yapan, adaleti, medeniyeti yayan bir toplum olarak dünyaya yayılırken, önlerine çıkan engelleri yok ederken kullanabilecekleri bir bilimsel gerçek daha olmuştu.
Böylece kendilerini, gelişmiş mükemmel olarak tanımladılar. Sanayileşmemiş ülkeleri de geri, uygarlaşmamış, hatta insan olma sıfatına tam layık olmayan insanımsı varlıkların ülkesi olarak tanımladılar. Bu şekilde kendilerine ve toplumlarına, o ülkeleri sömürürken, insanlarını kullanırken, doğru olan, haklı olan, onlar içinde uzun vadede faydalı olacak işler yaptıklarına, inandılar, inandırdılar. Evrim bu kişilerin gerek ahlaki gerek ise dini açıdan kendilerini rahat hissetmeleri için bir araca çevrildi. Aynı zamanda Din’de saldırıya uğradı. Çünkü dinler tüm yaratılmışları eşit görür. İnsanları ayırmaz, İnsanı vicdanı ile de değerlendirme yapmaya zorlar. Bilim de zarar gördü, daha sonra kafatasçı, ırkçı düşüncelere de temel alındı.
Oysa evrim, canlının tür olarak değişen koşullara mükemmel uyum yeteneğini ve bunun o türün bireyleri üzerindeki etkisini, getirdiği değişimleri ele almaktadır.
Burtay Mutlu 05 Mayıs 2015
============================================================
Olmaz da, olur da demek mümkün değil.______
halil Demirci 05 Mayıs 2015
Evrim nedir? Neyi amaçlıyor? Neden doğanın içinde bir işlevi vardır, kendi kararınızı verirsiniz.
Bilmek ile inanmak arasındaki fark bilgidir. Evrime inanıp inanmamak size kalmış. Ama evrimle ne kast ediliyor, ne anlatılıyor bilmeden, sadece inanç çerçevesinden olayı ele almak beyhude'dir.
Evrimi anlamak istiyorsanız önce bu konudaki iddiaları, hem olumlu olanları hem de olumsuz olanları iyice anlamalısınız. Kanıtları ne? Neye dayanıyorlar? Bilgileri oluşurken hangi aşamalardan geçmişler? Vardıkları sonuçları kanıtlayabilmişler mi? Bilimsel anlmada bir kanıt çok zordur. Sadece bir kişinin ya da grubun belli bir zamanda yaptığı çalışmanın sonucu hiç bir şey kanıtlamaz. Aynı deneyi aynı koşullarda, farklı zamanda farklı kişilerde yaptığı zaman aynı sonucu bulursa ele doğru olarak ele alınır. Eğer bir de koşulların değişmesine rağmen farklı zaman ve koşullarda da benzer sonuçlar alınıyorsa o zaman tamamen doğru olarak nitelenebilir.
Yani ispatınızı ya da ispatlanmayacağını başkalarının bilgilerinden değil, kendiniz bulcaksanız. Araştırın, sorgulayın, düşünün, mantık yürütün. Neden, niçin, nasıl sorularını sorun. Aldığınız her cevapla, yeni bir soru üretemiyorsanız, yanlış yola sapmışsınız demektir.
Burtay Mutlu 05 Mayıs 2015
Sayın Yalçın Şenel'e verdiğim
cevaba bakabilirsiniz. Tam olarak istediğiniz olmasa da, en azından
olayı nasıl inceleyebileceğiniz konusunda fikir verebilir.
Biz biyolojide her konuda kendimizi(pirimatları) gelişmiş olarak açıklıyoruz peki bu gelişmişlik kime göre? Ya örneğin bir arche ya da bir halkalı solucan gelişmişse? Benim anlam veremediğim daha basit yaşayıp doğaya ayak uydurmak mı gelişmişliktir yoksa organizması çok dokuları organları olan ve doğayı kendimizinmiş gibi kullanan insanlar mı gelişmiştir?
Yalçın Şenel 04 Mayıs 2015
Gelişmiş, üstün, mükemmel olma kavramı, evrim'in fark edildiği zaman içine yaftalanan, evrim düşüncesine ait olmayan bir bakış açısıdır. Evrim açısından her canlı zaten mükemmeldir. Kendi açısından gelişmiştir.
Ancak Darwin'in üzerinde durduğu şey, şartlara ve koşullara göre canlıların sadece bireysel olarak değil, tür olarak ta adaptasyon sürecinden geçmeleri ve bunu mükemmel şekilde gerçekleştirmeleriydi. Yani canlıları değil, değişim ve uyum sürecini mükemmel olarak tanımladıydı.
Her canlı gibi, her türün varoluş amacı da soyunun devam etmesi, gelecek kuşaklarının yaşamasını sağlamaktır. Nasıl bireysel açıdan her canlı, değişen koşullara adapte olursa (yaşamını sürdürmek için), her “tür” de aynı şeyi yapar. Tabii ufak bir farkla, bir tür ile o türün bir bireyinin yaşam süreleri farklı olduğu için değişim süreci ve etkileri de farklıdır.
Eğer şartlar bir canlının varlığını sürdürmesi için yeterliyse, evrilmesine gerek kalmaz. (Tek farkla insanın evriminde, insan kendi şartlarını sürekli zorlayıp, kendi varlığını kendisi, açgözlülüğü ve hırsı ile sürekli tehlikeye attığından, insanın evrimi biraz daha farklı olacak gibi.) Peki, “evrimin canlıyı mükemmelleştirdiği düşüncesi, bakış açısı nasıl eklendi?” derseniz... O dönemin en önemli özelliği kapitalist ekonominin güçlenmeye başladığı ve sömürgeciliğe, tüketim toplumları için kaynakların paylaşım kavgasının ilk dönemleriydi.
Güçlü olan zayıf olanın elindekini almaya, kaynaklarını, imkânlarını tüketmeyi doğal hakkı olarak görüyordu. Keza doğa’ya bakışları bile, "doğayla savaşmak, bilim vasıtasıyla doğayı yenmekti"
Bilime olan inanç ve doğanın alt edileceği, ehlileştirileceği düşüncesi hâkim kılınıyordu. Bu sayede doğal kaynaklar rahatça tüketiliyor, kapitalist sermaye büyüme, gelişme için yeni ekonomik kaynaklara yönelebiliyordu. (Bu arada günlük tüketimi 1,5 dünya günü üretimi geçen bir çekirge sürüsüne döndük. Doğanın içine ettik. Diğer canlıların yaşam hakkını ret ettik. Her şeyi insanın emrine verilmiş bir araç statüsüne indirdik)
Ancak aynı şekilde fabrikalarda üretim artışını karşılamak için tüketici bir toplum da gerekiyordu. Üstelik fabrikalarda artık en azından temel düzeyde eğitim almış kişilere duyulan ihtiyaçta artıkça, milli eğitim sistemleri de güçleniyordu. En başta Amerikan ve Fransız devrimi ile başlayan ve milliyetçilik akımları ile yayılan insan hakları düşüncesi de bu toplumlara yerleşiyordu. Öyle ki, savaşan uygar uluslar kendi aralarında bu kurallara uyarak, çatışma şiddetini ve zararını en aza indiriyorlardı. En azından savaşları centilmenler savaşı oluyordu. Ama aynı centilmenliği bir Afrikalıya, Çinliye, Kızılderiliye asla gösterme ihtiyacı duymadılar. (Bu dönemde Yunanlıların demokrasiyi kendileri için geliştirmiş olmaları gibi, kendileri için geçerli ve rekabet ettikleri diğer sanayileşen uluslar ile de çatışmaları en aza indirecek yeni kavramlar da üretiliyordu. Bu nedenle de 1nci dünya savaşında teknoloji ile toplu imha yöntemleri gelişince ve hele sivil halkta savaşa dâhil olunca, uygar batı dehşete düştü. Ama yine de yaptılar, daha da geliştirdiler.)
İşte böyle bir dönem de evrimin fark edilmesi gene bu zihniyetin işine yaradı. Çünkü insan haklarından bahseden, Tanrı adına iyilik ve doğruluk yapan, adaleti, medeniyeti yayan bir toplum olarak dünyaya yayılırken, önlerine çıkan engelleri yok ederken kullanabilecekleri bir bilimsel gerçek daha olmuştu.
Böylece kendilerini, gelişmiş mükemmel olarak tanımladılar. Sanayileşmemiş ülkeleri de geri, uygarlaşmamış, hatta insan olma sıfatına tam layık olmayan insanımsı varlıkların ülkesi olarak tanımladılar. Bu şekilde kendilerine ve toplumlarına, o ülkeleri sömürürken, insanlarını kullanırken, doğru olan, haklı olan, onlar içinde uzun vadede faydalı olacak işler yaptıklarına, inandılar, inandırdılar. Evrim bu kişilerin gerek ahlaki gerek ise dini açıdan kendilerini rahat hissetmeleri için bir araca çevrildi. Aynı zamanda Din’de saldırıya uğradı. Çünkü dinler tüm yaratılmışları eşit görür. İnsanları ayırmaz, İnsanı vicdanı ile de değerlendirme yapmaya zorlar. Bilim de zarar gördü, daha sonra kafatasçı, ırkçı düşüncelere de temel alındı.
Oysa evrim, canlının tür olarak değişen koşullara mükemmel uyum yeteneğini ve bunun o türün bireyleri üzerindeki etkisini, getirdiği değişimleri ele almaktadır.
Burtay Mutlu 05 Mayıs 2015
============================================================
Soru: Evrim doğru ise
önümüzdeki milyonlarca yıl dünya hala ayaktaysa bizler gibi akıllı canlılar
evrilebilirmi?
Bertuğ Kandır 22
Nisan 2015
Evrimi, entropinin doğal bir sonucu olarak ele alın. Sürekli maddeler yer değiştiriyor, geçici olarak sistemlere katılıp ayrılıyorlar ve her seferinde yeni sistemler oluşturuyorlar. Maddeler için güneş sistemlerinin oluşması, patlaması, yeniden sistemlerin oluşması da bu açıdan evrimdir. Şu an dünya üzerindeki tüm maddeler, güneşimizden önceki başka bir güneşin patlamasından kalan maddeler. Onun daha büyük olduğunu düşünürsek, ömrü daha kısa idi. Yani o da çok daha büyük bir yıldızın kalıntısından oluşmuş olabilir.
Canlılar içinde evrim benzer, her canlı türü içinde bulunduğu sisteme adapte oluyor ama sistemler değiştikçe, o da değişiyor. Ama esas sorunuza gelirsek, akıl. Dünya üzerinde halen, insandan başka akıllı ve zeki canlılar var. Örneğin, kargalar, yunuslar, ahtapotlar, şempanzeler, kediler, köpekler hatta karıncalar. (Karıncalar ve arılar sibernetik zekâ için çok önemli örnekler, tek başına iken bir baytlık zekası olsa bile, koloni halindeyken milyonlarca baytlık veri işleyip, sistemler organize edebiliyorlar.) Buradan "Aklı", bilgi iletişim ve işleme, değerlendirme olarak yorumlayabiliriz. Buna göre de değişen şartlara tutum, davranış ve duygusal tepki olarak "anlık”, evrimsel gelişim olarak aktarılmış bilgi olarak "süreç" içinde cevap veriliyor. Bilinci ise, bunun farkında olma ve yönlendirilebilmesi olarak da ele alabiliriz. Şu an dünya üzerindeki mevcut canlıların içinde bilinç düzeyi en yüksek olanı insanlar.
İnsan ise buna zorlandığı için ulaşmıştır. Yani değişen koşullara uyum çerçevesinde, hayatını devam için en verimli yollardan biri olarak geliştirmiştir. Dini açıdan ele alırsak bunu, Allahü Teâlâ’ (C.C.) nın insanı yaratmasının bir parçası olarak ta düşünebiliriz. Sonuçta O'nun için sadece "bir an" bile değil bu süreç, her şeyi sebepleri ile yarattığını da düşünürsek, insanı yaratmasının da benzer sürece tabii olması doğal olmalı.
Evrimi, entropinin doğal bir sonucu olarak ele alın. Sürekli maddeler yer değiştiriyor, geçici olarak sistemlere katılıp ayrılıyorlar ve her seferinde yeni sistemler oluşturuyorlar. Maddeler için güneş sistemlerinin oluşması, patlaması, yeniden sistemlerin oluşması da bu açıdan evrimdir. Şu an dünya üzerindeki tüm maddeler, güneşimizden önceki başka bir güneşin patlamasından kalan maddeler. Onun daha büyük olduğunu düşünürsek, ömrü daha kısa idi. Yani o da çok daha büyük bir yıldızın kalıntısından oluşmuş olabilir.
Canlılar içinde evrim benzer, her canlı türü içinde bulunduğu sisteme adapte oluyor ama sistemler değiştikçe, o da değişiyor. Ama esas sorunuza gelirsek, akıl. Dünya üzerinde halen, insandan başka akıllı ve zeki canlılar var. Örneğin, kargalar, yunuslar, ahtapotlar, şempanzeler, kediler, köpekler hatta karıncalar. (Karıncalar ve arılar sibernetik zekâ için çok önemli örnekler, tek başına iken bir baytlık zekası olsa bile, koloni halindeyken milyonlarca baytlık veri işleyip, sistemler organize edebiliyorlar.) Buradan "Aklı", bilgi iletişim ve işleme, değerlendirme olarak yorumlayabiliriz. Buna göre de değişen şartlara tutum, davranış ve duygusal tepki olarak "anlık”, evrimsel gelişim olarak aktarılmış bilgi olarak "süreç" içinde cevap veriliyor. Bilinci ise, bunun farkında olma ve yönlendirilebilmesi olarak da ele alabiliriz. Şu an dünya üzerindeki mevcut canlıların içinde bilinç düzeyi en yüksek olanı insanlar.
İnsan ise buna zorlandığı için ulaşmıştır. Yani değişen koşullara uyum çerçevesinde, hayatını devam için en verimli yollardan biri olarak geliştirmiştir. Dini açıdan ele alırsak bunu, Allahü Teâlâ’ (C.C.) nın insanı yaratmasının bir parçası olarak ta düşünebiliriz. Sonuçta O'nun için sadece "bir an" bile değil bu süreç, her şeyi sebepleri ile yarattığını da düşünürsek, insanı yaratmasının da benzer sürece tabii olması doğal olmalı.
Tabii burada "insan olmak" ne demek? Sorusu
geliyor. Eğer beyniniz bir köpeğe nakledilse, bu düşünce, bilgi ve bilinç ile
dünyayı görseniz, ( beyin naklinin önündeki engeller biyolojik sadece ama uygun
teknoloji olası ), siz hala insan mısınız? Yoksa köpek mi? Doğal olarak
insansınız. Çünkü insanı insan yapan şey, vücudu değil, bilinci ve
aklıdır.
Geçmişte milyonlarca yıllık süreçte, dünya üzerinde başka canlılar oluşmuş ve bizim gibi kendi kendilerini yok etmiş olabilirler. İnsanın kökeni en fazla 8 milyon yıl. Homo Sapiens'ın ki 200 bin yıl, Modern uygarlığın ki 5 bin yıl. Şu anki teknolojimizin ki ise, 200 yıl. Bu gidişle kendi kendimizi yok etmemize de 200–300 yıl var. (Bu dünyayı tüketim düzeyiyle)
En kalıcı atık madde plastik, doğada 1000 yıl kadar kalabiliyor. Yani dinozorlardan bu yana 65 milyon yılda, her 10 milyon yılda bir akıllı bir canlı (insan) oluşsa 6 defa olabilirdi. Dünyanın üzerinde 500 milyon yıldır ortalama yaşam olduğunu düşünürsek bu 50 defa mümkün olabilirdi. Ve hiç bir kalıntıları kalmazdı, hepsi çözünmüş olurdu doğada.
Yine de bilinçli akıl kolay oluşan bir şey değil. Yoksa
dinozorların 300 milyon yıllık hâkimiyetinde en azından ya da aradaki süreçte
akıllı bir canlı gelişebilirdi. Bunu
akıllı bir canlı oluşumu için gerekli ve yeterli bilginin DNA da daha
birikmemesine bağlayabiliriz. Ya da daha büyük bir ihtimalle zekânın ve aklın
gelişmesi için canlıları zorlayacak ağır koşulların oluşmamasını veya
oluştuğunda ise canlıların buna adapte olma sürelerinin yetmeden, türlerinin
yok olduğuna bağlayabiliriz. Belki de
uzaylılar olarak nitelene UFO'lar belki de dünya da yetişmiş ve ayrılmış bir
ırkın dünyayı tekrar ziyaretleri, ilgileri olarak da düşünebiliriz. Her şey olası, ama kesin değil. Aynı şekilde
gelecekte, homo sapiens'in yerini alabilecek başka bir akıllı canlı türü, başka
bir insan ırkı, mümkün. Bu tamamen şartların
zorlamasına, canlının uyum yeteneğine ve tercihlerine ve zamana bağlı bir şey...
Geçmişte milyonlarca yıllık süreçte, dünya üzerinde başka canlılar oluşmuş ve bizim gibi kendi kendilerini yok etmiş olabilirler. İnsanın kökeni en fazla 8 milyon yıl. Homo Sapiens'ın ki 200 bin yıl, Modern uygarlığın ki 5 bin yıl. Şu anki teknolojimizin ki ise, 200 yıl. Bu gidişle kendi kendimizi yok etmemize de 200–300 yıl var. (Bu dünyayı tüketim düzeyiyle)
En kalıcı atık madde plastik, doğada 1000 yıl kadar kalabiliyor. Yani dinozorlardan bu yana 65 milyon yılda, her 10 milyon yılda bir akıllı bir canlı (insan) oluşsa 6 defa olabilirdi. Dünyanın üzerinde 500 milyon yıldır ortalama yaşam olduğunu düşünürsek bu 50 defa mümkün olabilirdi. Ve hiç bir kalıntıları kalmazdı, hepsi çözünmüş olurdu doğada.
Olmaz da, olur da demek mümkün değil.______
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)