29 Mart 2020 Pazar

"Hayat Kısa, Kuralları yık,

Kolay affet, Kahkalarla gül ve yüzünü güldürmeyi başaran hiç bir şey'e sırtını dönme..." demiş Bilge...

Bilge olduğunu düşünüyorum çünkü bu sözler; Yaşamın dünya'ya gelişine ve dünya'dan ayrılışına tanıklık eden birisinin sözleri. Belki bu bilgeyi kafamda mistikleştiriyorum ve fazla anlam yüklüyorum.

Yine de günümüzün genel sorunu olun Covid19 virüsü salgını sırasındaki, duyum, endişe ve beklentilerimle uyuşuyor.

Ancak bu sözlerin, üzerimdeki derin etkisi; bugünün babamı kaybetmenin ilk yıl dönümü olmasından da kaynaklanıyor.
Çünkü onun yaşam felsefesini de özetliyor.





"Hayat Kısa", kaç yıl sürerse sürsün, hayatı dolduran şeyler uzunluğunu belirliyor. Çoğumuz, ev-iş arasında yoğun ve tek düze bir akış içinde yaşıyoruz. Kendimizi gerçekleştirebileceğimiz konuları ise öteliyoruz.

Oysa bizden sonra gelenler, kaç yıl ömür sürdüğümüzle değil, o ömür içinde neler yaptığımızla ilgileniyor. Kayda geçenlerde bunlar zaten.
Endişelerimizle biçimlenmiş tutumlarımız, kurallarımız hep bizleri ötelemeye yöneltiyor.
Oysa, hayat bir hediye ve onu başka hayatlara katkı sağlayarak kullanmamız insanı en tatmin eden eylemlerden biri.

Evet, Hayat kısa. Özellikle sevmeyerek, kızarak, çekingen şekilde kenarda kalarak, cesaretle adım atmayarak geçirirsek.

Kısaca, hayatı pasif şekilde,
verilenle yetinerek geçirdiysek kısa, çok kısa...
Alarak değil, vererek geçirerek doldurduysak uzun ve değerli.




"Kuralları Yık", Çoğumuz için kurallar var olan yaşam tarzının ve alışkanlıkların korunması için bir araçtır. Toplumun koyduğu kurallar ile sosyal hayatın temelleri belirlenirken, şahsi kurallar ile de yakın çevremizdekilerle olan ilişkilerimiz belirler.
Hayatımıza büyük kolaylıklar getiren ve tasarruf sağlayan kurallar aynı zamanda ne kadar güçlüyse, o kadar da kısıtlayıcıdır. Özellikle üretken ruhlar için.

Bir ruhun, bir diğerine verebileceği en güzel hediye, "yaşama sevincidir."
Bu ise bilinmezler karşısında, kişiye verilen koşulsuz destekle mümkün.

Bizi kısıtlayan kuralları yıkmak, özgür düşünmenin ve hissetmenin anahtarıdır.
Kimin ne düşündüğüne değil, kendimizin ne düşünüp hissettiğine göre hareket etmektir.
Eğer duygularımız olumlu ise zaten topluma aykırı gibi gözükse de, örnek olacak ve yeni normlar için temel olacaklardır. Bu da gelişim, ilerleme demektir.




"Kolay Affet", Zaten o kadar az insanla sevgiye dayalı ilişkimiz var ki. Kızgınlıklarımız, aramızda duygusal iletişim hissettiğimiz kişilerde yoğunlaşıyor.
Oysa, bugün yanımızda olan birisi, bir bakıyoruz ertesi gün aramızda değil.
Belki de kalan hayatımız boyunca.

O zaman, kızgınlıkla aldığımız o kararlar, eylemlerimiz bir kırbaç gibi her ortak hatıra da yüzümüze çarpıyor.
Kızgınlıklarımız, ruhumuzda "kızgın demirle eti dağlamak" gibi izler bırakıyor.

İnsan tamamen rasyonel bir varlık değildir. En akılcı, mantıkla karar alan insan bile bu kararları önce yüreğinin süzgecinden geçirir. Ona mantıklı gerekçeleri, tamamen baskın duygularının etkisi ile şekillendirir. Sonra da bunu uygular.
İnsan duygusal açıdan da dengeli değildir. O yüzden insanların hata yapması çok doğaldır.
Zaten insanlar, bu hatalarını fark edip, düzeltmek için çaba harcadıkça gelişirler. Yoksa doğuştan gelişmiş insan yoktur.

Affetmemek, sadece o kişiyi değil, kendimizi de cezalandırmaktır. Bizi yaşamanın nimetlerinden mahrum bırakır.




"Kahkahalar'la gül", İşte bu insanın içindeki en büyük güçtür. Hayata, bizi sınamak için getirdiği sorunlarla boğuşurken, ona kahkahalar'la karşılık verebilirsek, onun kısıtlamalarına karşı güçlü durabiliriz demektir.

Kahkaha, mutluluk demektir. O "an içinde yaşıyorum, var'ım" demektir. Ayaktayım demektir. Yaşamı ve getirdiklerini sevgiyle karşılıyorum, demektir.
Çevreye olumlu enerji verip destelemektir. Kalbin kızgınlığa ve öfkeye izin vermediğinin delaletidir. Diğerlerine, benimle güvendesin, güvendeyim demektir.
Herkes kahkaha atamaz. Toplum normları yüzünden, kendimizi kısıtlamaya yatkınız bu konuda maalesef.
Ama en kritik ve sorunlu bir anda, bir içten gülümseme bile insana güç verir. Olumlu yaklaştırır yaşama...






"Yüzümüzü güldürene, sırtımızı dönmemek", işte bu aslında tüm yazılanların özeti.

Yaşamımızda, aslında o kadar kapalıyız ki mutlu olup, hissetmeye. Mutlu olmamız için hem kendimizin, hem çevremizin katkısı ile bir tarafları yırtmak gerekiyor.

Mutluluğu, çok değişik şeylerde arıyoruz. Geniş ekonomik imkanlar, rahatlık, sevilmek, popüler olmak, vb. bir çok maddi koşula bağımlı olarak kabul edip, yaşıyoruz.
Aslında bu tüketime dayalı ekonomik modelin dayattığı mutluluk formülü..
Dışarıdan mutlu gözükmeyi, mutlu olmakla eş değer tutanlarımız var.
İşte sosyal medya da, basında "mutluymuş" gibi gözükmekle yetiniyoruz. Bunun için, para harcarken, gezerken ve yemek yerken fotolarımızı paylaşıyoruz. Gülen fotolar çekildikten sonra da, iç karartıcı iç dünyamıza dönüyoruz.

Oysa, bizi mutlu eden yaptıklarımız değil, bizimle o eylemi paylaşanların varlığı..

 


Mutluluk, temelde bir duygudur. Bizim dünya'ya ve yaşama bakış açımızla biçimlenmiş ve geri beslemedir. Onu yakalamak için maddi araçlara ihtiyacı yoktur.
Sadece insanın kendisine ve çevresine olan olumlu bakış açısı ve takdir yeteneğine bağlıdır.

Bir dostun, çocuğun sarılışı, bir sevgilinin dudakları, bir kedinin yanımızdaki mırıltısı, bir kuşun cıvıltısı hatta rüzgarla gelen bir çiçek kokusu bile mutluluk kaynağı olabilir. Tabi o bakış açısına sahip isek.

Bunun en güzel yolu ise, bize küçükte olsa mutluluk veren her ayrıntıya "saygı duyup, ayrı bir değer vermek"tir. Görmezden gelmeyerek, onların da yaşamımıza zenginlik katmasına izin vermektir.



                                                                                  
29.03.2020             


"Derin Sevgi"

Birisini sevmek, "derinden sevmek" nasıldır bilir misin?
Aklındadır. Her an. Çıkmaz. Zaten çıkmasını da istemezsin.
Kalbindedir. Her atışta, onu gördükçe, düşündükçe hızlanır.
Çarpıntıdan, gözlerin dünyayı görmez, ellerin tutmaz.

Bu sevgi bazen öyle sarar ki ruhunu, adım atmayı unutursun.
Ya da hayalini kaybetmemek için düşünmeyi kesersin. 


Gözlerini kapatıp, uyuyamazsın. Kalbini durdurup, donamazsın.
Fazla seçeneğin kalmaz sürdürmek için yaşamayı.

Ya kaçarsın, ya da yaklaşırsın.
Yaklaşamıyorsan, başka sevgilerle kalbindeki boşluğu doldurmaya çalışırsın.
Ve görürsün ki, kalbine giren her sevgi damlası, sadece kabını büyütür,
Ayrı bir dünyadır, diğerinin yerini doldurmaz, orası hep boş ve hep açtır.


Bu kadar acı ve sıkıntısına rağmen, sevmek kötü değil ya...
İnsanı kendi kalbiyle bağlıyor ama güç, azim ve arayış veriyor.
Bazen sevdiğimizden uzaklaşmak isteriz,
Sevmediğimizden değil, artan sevgimizle beslenen çaresizliğimizden...

Bazen ise sevgimizle yaşatırız kalbimizde ve düşlerimizde, artık yaşamasa bile.
Sessizce, içten ve derin bir sessizlikle...
Babamı özledim.
(06.03.2020)





Not: Bu Covid19 salgını gösterdi ki, bugün kaçırdığım o ufacık mutluluk ilhamlarımı, yarın bulamayabilirim. Ya da daha kötüsü, onlar beni bulamayabilir. :-)
Önyargılarımı, koşullu
beklentilerimi de terk etmeye çalışacağım. 


Resim: "Çağlayan'ın Görünümü", 1871, Hermann Ottomar Herzog (1832 - 1932), özellikle manzara resimleriyle tanınan,  Avrupa kökenli ve Amerikalı bir sanatçıydı. Düsseldorf resim okulu kökenlidir. 

Resim: "Rüyalarımda uçmak" Michael Parkes (ABD)

Resim: "Aşıklar" Rene Magritte 1928
Resim:
Tatyana Ilieva
Resim: "Bir Kentsel Romantizm", 1966 yılında Mogilev'de doğan Belaruslu sanatçı Dmitry Avlasevich tarafından yapıldı.
Resim:
" Japonya'da Bahar"  Kazuhiro Yashima
Mozaik: Gustav Klimt

27 Mart 2020 Cuma

Kültürler ve kültür farklılarından kaynaklanan çatışmalar hakkında

Bu durum tüm insanlığa mahsus bir dramdır. Zannetmeyin sadce Japonlar, Korelilere veya Çinlilere uygulamıştır.

Homojen bir toplum kültürü olup buna uygun incelikli değerler ve zevkler geliştiren toplumlara bir bakın. Hepsinin, kendi kültür ve değerleriyle olan övünmesine göre, diğer kültürleri ve bireylerini ötekileştirme (insansı, insanlık dışı sayma) eğilimi var.

Japon kültürü çok değerli ve incelikli niteliklere sahiptir. Derin bir duygusallığı vardır. Ama aynı "özel olma" hissiyatı, diğer kültürlere karşı kendilerini üstün görmeleri nedeniyle, vahşetin de temeli olmuştur.

Benzer bir durumu, Fransızlarda veya İtalyanlarda Kuzey Afrika sömürgelerinde olduğu gibi, tüm Avrupa ülkelerinin geçmişinde görebilirsiniz.
Almanların Nazizim döneminde ortaya koyduklarından başlayarak, Belçika'nın Kongo'daki durumundan, Arapların Türklere, İsrail'in Araplara, Arapların Yahudilere, İngilizlerin İrlanda'sına, Amerika'da Kızılderililere, Çin de Çin kökenli olmayanlara, arasranız Kore geçmişinde bile var olabilir.

Sorunun kökeninde, kendisini üstün bir toplumun bireyi olarak, diğerlerinden üstün görmek var.
Bu hataya düşen her millet, bu tür hataları yapar.

Şanslıyız ki "Türk olmak, kültür ve dil birliğine" dayanıyor. Köken şartı öncelikli değil de, her tür kültür ile bağ kurabiliyor.
O yüzden Türk milliyetçiliğin dayandığı temeller çok önemli.
Atatürk, milliyetçiliği sanırım en güzel öneri bu konuda "Ne mutlu Türk'üm diyene! " ile ırk, köken ve din konularını gereksizleştirmiş.