27 Ağustos 2018 Pazartesi

Zamanın Dalgasal Niteliği ve Etkileri Üzerine


Kuantum mekaniğinin felsefeye ve bilimsel düşünceye olan etkilerini ele alınca, Zaman'ın Dalgasal Niteliği üzerine kurulmuş bir felsefeye de  ihtiyacım olduğunu fark ettim.

Böyle bir felsefeyi özetleyebilecek ve tüm olgu ve koşulları incelerken kullanılabilinecek temel yaklaşımın; " Evrendeki tüm hareket, Zaman'a (dalgalarına) karşıdır." (All motion in the Universe are against to the Time (waves)).


Bu yaklaşım kuantum mekaniğinin belirsizliğini ve dalga fonksiyonuna dağıtılmış, olasılıkların toplamının bütün olması yaklaşımından türetilmiş anti-tez yapısındadır.


Zaman'ın dalgasal olması demek, referans çerçevelerinin her birini diğerlerinden ayrı bir "an itibariyle" olguları incelemeye izin vermektedir.
Her bir dalga aralığı-genişliği bir referans çerçeve içindeki tüm koordinatları kesin ve net olarak ifade etmektedir.

Bu çerçevede momentum bile, "bu referans an içinde" konumla beraber belirlidir.

Dualite yani parçacıkların hem dalgasal hem de parçacık özellikleri göstermesi, pilot dalga varsayımından faydalanarak, bir parçacığın hareketinden kaynaklanan dalgaların iki yarıktan birden geçerken, kendileri ile girişim yapması şeklinde açıklamayı kabul etmektedir. Yarıkların herhangi birinden geçen parçacık ise, bu girişimin tepe noktalarından birine yerleşmektedir.


Dalga fonksiyonu, parçacığı oluşturan enerji temelinin titreşiminin o referans çerçevesi içindeki, en yüksek ve en düşük limitleri arasındaki bir değerini ifade etmektedir.

Aslında  tespit edilen enerjinin düştüğü ya da yükseldiği değil, evrenimize olan yansımasının azalıp, çoğalmasının "oranıdır."


Temel enerji birimi, titreşimi ile bir alan işgal etmektedir. Ancak bu alan, Zaman dalgaları ile etkileşime girdiği zaman, gerilmiş bir çarşafı rüzgarın doldurması gibi, üç boyutlu bir alana -hacme dönüşmektedir. ancak bu bile kütle oluşumu için yeterli olmayabilir.

Bu alanın bir-bir kaç yönden etki altında kalması ile ivmelenmesi sonucu kütle oluşumu mümkün olmaktadır.
Çünkü kütle de, momentum da hareket sonucu hareket yönünde ve zıt yönündeki titreşimlerin farkından ortaya çıkmaktadır. Kütle, üç boyut üzerindeki hareketlerin doğrultusundaki titreşimlerin farkına dayanırken, momentum tek boyut üzerindeki hareketin doğrultusundaki titreşimin farkına dayanmaktadır.
Kütle oluşumu için üç boyutlu bu hareketi, ilgili alana "evrenin genişlemesi" sağlamaktadır. Çünkü evren, aynı anda 3 uzamsal boyut üzerinde birden genişlemektedir.

Momentum ise, verilen kuvvetten kaynaklanan tek uzamsal boyut üzerindeki hareket ile sağlanmaktadır.

Bu çerçevede, relavistik kütle artışı için, relavistik hızlarda hareket doğrultusunda olmayan diğer iki uzamsal boyutun da kısmen etkilendiği öngörülmektedir.


Çünkü tüm titreşimler, hareket yönünün karşısından gelen Zaman Dalgalarının taşıdığı kuvvete karşı titreşimlerini yapmaktadırlar. Bir bakıma okyanusta dalgalara karşı yelken açmak gibi. Dalgaların aktardığı enerji parçacığın hareket yönünde ve aksi yönünde basınç farklılıklarına neden olmaktadır.

Titreşim yapan temel parçacığın veya sisteminin her zaman dışarıya karşı nötr olacak şekilde, dengeye ulaşma eğilimi ise canlılığın varlığını korumak ve sürdürme arzusunun bu boyuttaki görünümü gibi gözüküyor.
Zaman'a karşı hareketi ile titreşim genliğindeki farklılıklardan kaynaklanan kuvvet farkını dengeleme basıncı, etkiye karşı tepki şeklinde bize eylemsizliği tanımlamaktadır.


Belirlenmiş bir referans çerçevesinde, o an itibari ile parçacığın titreşimleri arasındaki potansiyel farkı artık hesaplanabilir. Bu bize, an itibari ile(t) parçacığın konum (x,y,z) ve sabit hızda momentum (|CF1| - |F1B|) , ivmelenmede eylemsizlik (|F1C'| olarak hesaplanabilir. Parçacığın titreşim frekansının  ve alt-üst limitlerinin bilinmesi, titreşimin (t) zamanında hangi seviyede tespit edileceğini de göstermektedir.  https://i.hizliresim.com/qvaqdQ.jpg




Gene bu yaklaşımda, madde ve anti madde, kütlenin iki farklı görünümüdür.
Kütle kazanıp, parçacık haline dönüşmüş temel enerji birimi, doğal halinde iken zaman dalgaları ile 45 derece açı ile kesişmektedir. 45 derece, bir fonksiyonda sinüs ve kosinüs değerlerinin eşit olduğu noktayı göstermektedir.

Bunun anlamı ayrıca şudur. Zaman, 3 uzamsal boyut ile 90 derece de değil, 45 derece de kesişmektedir.


3 uzamsal boyut ile Zaman ancak, bu üç uzamsal boyutun birbiri ile 120 derece açı yaptığı düzlemsel (2 boyutlu) formda iken dik olarak kesişmesi mümkün olmaktadır. (Gerilmiş çarşafın rüzgar ile temasından hemen önce...)

Fotonun, hem madde hem de anti madde olmasını ve elektromanyetik dalga özelliğini değerlendirirken, foton titreşiminin elektrik alanı ile manyetik alanının birbirleri ile dik açıda titreştiklerini ve 1'e tamamlayıcı olduklarını (sinüs+ kosinüs değerlerinin toplamı) fark ettim.

Bu durumda, kütleyi oluşturan temel enerji parçacığının Zaman Dalgaları ile yapmış olduğu etkileşim açıları da 45 ve -45 derece olarak, iki farklı fazda olacaktı.


Bu, eşdeğer madde ve anti maddenin titreşimlerin neden birbirini tamamladığını ve karşılaştıklarını birbirlerini saf enerjiye dönüştürecek şekilde maddesel ve anti maddesel varlıklarını yok ettiklerini açıklamakta...

Üstelik evrenin ilk oluşum anlarında, birbirine eşit miktarda olması gereken madde, anti-madde çiftinden sadece maddenin niye ortalıkta gözüktüğünü de açıklıyor.
Maddenin karşıtı olan anti madde, maddeye göre farklı bir fazda olduğu için buluşamıyordu.
Bir bakıma kütlenin titreşiminden kaynaklanan elektrik alanı ile manyetik alanın birbirlerini tamamlayan durumları gibi...
Zaten manyetik alanda, kütle içeriğindeki elektronların Zaman'a karşı duruşlarından (Spinlerinden) kaynaklanan, Zaman Dalgalarının yansıması/kırılmasının sonucu gibi duruyor.


Bu iki alanın aynı anda gözükmesi ama karışmaması, kütleye esas olan bu titreşimlerin 1 periyodunun, 1 Planck Zamanı içinde olması ile mümkün...

Zaman Dalgaları, kuantum mekaniğinin Zaman'ın göreliliğini de farklı açıdan ele almaktadır.

Zaman dalgaları, su içinde kırılan ışık gibi, hareketli ortamın artan enerji yoğunluğu ve titreşim genliği sonucu kırılmaktadır.Bu durumda ışık hızı sınırı ise, Doppler Etkisi ile hızlanan objeden yansıyan dalgaların oluşturduğu bir duvar oluyor. Hız arttıkça, duvara eklenen yansıya dalga enerjileri de artıyor.

Relavistik hızlarda "artan kütle olsun", sabit hız altında "korunan momentum" olsun, bunların kaynağı hep hareket esnasında, Zaman Dalgalarına karşı olan direnç-etkileşim sebep oluyor.

Bu iki değerde, titreşimin genliğinde (amplitude) saklanıyor.

Böylece aynı hız altındaki nesnelerin, Zaman ile olan etkileşimleri de aynı oranda olduğundan, birbirlerine göre sabit kütleye ve konuma sahip olarak saptanabiliyorlar.

26 Ağustos 2018 Pazar

(Bilimsel) Felsefe ve kuantum mekaniğinin çağımıza etkileri.


Felsefe, esasen mantıklı düşünce sistematiği olarak, İnsanın doğa olgularını sorgulaması esnasında, sorgulanan konuların neden ve sonuçlarının "doğru bilgiye" dayanarak analiz etme yöntemlerini içerir.

Felsefe bize bilgilerin hangi sırayla ve nasıl ele alınacağını, farklı bilgiler arasında nasıl bağlantı kurulacağını ve bunların arasında yanlış sonuçlara sebep olan hatalı bilgilerinde nasıl ayıklanacağını gösterir.
Bunu yaparken, farklı bakış açılarından oluşan teknikleri kullanır. Hiç bir olayın gözlemlenmesi ve analiz edilmesinde, tek bir felsefe bakış açısı kullanılmaz. Genel olarak,  üretilecek bilginin (neden veya sonuç) analizinde kullanılacak bilgi miktarına ve çeşidine göre farklı tekniklerin bir arada, farklı oranlarda kullanıldığı  bir kokteyl oluşturulur.

Mesela, gözlem ve deney olarak yetersiz bilgiye sahip olunan konularda, cesur varsayımların ortaya atılıp, bu varsayımın ve sonuçlarının yanlışlanması ile hatalı bilgiler, varsayımdan ayıklanabilir. (Karl Popper, Falsificationism- Yanlışlama) . Mesela karanlık madde ve karanlık enerji konusunda, elde edilen gözlem sonuçlarının değerlendirilmesinde çok faydalı bir yöntemdir. Çünkü her ikisinin de esas içeriği bilinmediği ama sonuçları gözlendiği için, bu gözlemlerden çıkarımlar yaparken, yanlışlanan bilgiler en az doğru bilgiler kadar değerli varsayıma katkıda bulunmaktadır.

Ancak  tekrarlanmış gözlem ve deneylere dayalı olarak elde edilmiş ve kesinleşmiş  sonuçlara dayalı bir varsayım üretirken, tümevarım- tümdengelim (inductivism, deduction) ve test edilebilirlik (Pierre Duhem -testability) yöntemlerini kullanarak, doğrudan gözlem veya deney yapılamayan bir konu üzerinde de, tamamen doğru bilgilere dayalı olduğu için, doğru bir sonuç üretebiliriz. Mesela, güneş'in merkezinin ısısı hakkında bir varsayım üretmek gibi...

Ben, (gözlemciye göre) görelilik (relativism), bilimsel gerçeklik (scientific realism), yanlışma, tümevarım ve tümden gelim, test edilebilirlik, bilimsel paradigma (
Scientific Paradigm- Thomas Kuhn) metodlarından  özellikle yanlışlanabilirlik ve paradigma metodlarını seviyorum.

Çünkü yanlışlanabilirlik, konuların dışına çıkarken, sınırların dışına çıkma, genel kabul edilmiş doğruların üstünde tekrar düşünme ve farklı açılardan ele alma imkanı sağlıyor.

Bu şekilde bir yaklaşım ürettikten sonra, onu sınamak, eğer mümkün değil ise ilişkili diğer konularla aradaki bağlantıyı basitleştirerek, aynı örnek üzerinden sunma imkanı arıyorum.
Bu arada konuyu basitleştirmeyi engelleyen yardımcı varsayımları da ayıklayıp, yerlerine bilimsel gözlem ve deneylerle uyuşan  sonuçları, elde etmeye  çalışıyorum.
Bu şekilde varsayım ile mümkün olduğunca çok ve farklı bilmeceyi cevaplamış oluyorum.

Bilinçli olarak tek bir metot üzerinde tercih yapmam mümkün olmuyor. Çünkü konunun çözüm ihtiyacına ve hakkında bilgi düzeyine göre farklı yaklaşımları, farklı derecelerde kullanmak gerekiyor.

Örneğin; büyük patlama öncesi evrenin tüm enerjisinin tekilleşmiş, homojen ve simetrik olduğu konusunda geniş bir görüş birliği var.
Bu yaklaşımı değiştirmeden, ama bu durumu farklı bakış açılarıyla değerlendirerek bir varsayım ürettim.
İlgili kavramları da bu varsayım açısından,  geçerli tanımlarıyla çatışmayacak şekilde ele aldım
Varsayımın ana felsefesi, evrenin başlangıçta homojen ve simetrik olmasından dolayı çok az fizik kuralı ile başladığı ve bu kuralların temel olduğuna dayanıyor.
Bu kuralları, termodinamik kuralları olarak da tanımlıyoruz. Gözlemlediğimiz diğer konular, evrenin genişlemesi esnasında parçacıkların ve alanların karşılıklı ilişkilerinin çeşitliliğinden ve derecelerinden kaynaklandığını öngörüyor.
Bu varsayıma göre, evrenin başlangıcındaki temel kanunlar hala varlıklarını aynı şekilde "temel düzeyde" sürdürmeliydi.

"Enerji her zaman çok yoğun ortamdan, az yoğun ortama akar." ve "Tepki, etkiye eşittir."

Buna göre, havaya zıpladığınızda, bir taş başka bir taşa çarptığında, ateş yaktığınızda, bir cismi ısıttığımızda, elektronu foton ile bombardıman ettiğinizde, kütlesiz enerji kuantından kütle oluşumunda, momentum ve eylemsizlikte, ivmelenirken ve sabit hızı korurken, özel göreliliğin tüm sonuçların aynı temel prensibe dayanmalıydı.

Ve, bunu başardım. Çok iddialı olduğunu biliyorum! "Aynı mekanizma" tüm bu olguları açıklayabiliyor.
Yanlışlama ve paradigmalardan faydalanarak konuyu sadeleştirip, bir derece basitleştirdim. (Fizik biliminde eğitimim olmadığı için, sadece fizikçilerin anlayabileceği şekilde yapamıyorum.)


Konu "tek soru" ile başlıyor. "(Herhangi) Etki nasıl iletilir?"

Ve şu düşünce deneyi ile cevaplamaya başladım:

Eğer elimde 2 ışık saati uzunluğunda demir bir çubuk olsaydı ve bunu uzay boşluğunda 1 metre/saat itecek kadar kuvvet uygulasaydım, çubuğun ve diğer ucunun durumu ne olurdu?


(11.09.2018)

--------------------------------------------------------------------------


Felsefe, binlerce yıl boyunca insanlığa yol göstermiş olan aklı ve bilimi doğurmuştur. İnsanın kendisini ve yaşamını sorgulamasından başlayan felsefe, toplumu ve en sonunda tanrıları ve doğayı sorgulamaya kadar ilerlemiştir.

Felsefe bir düşünme sistemi, alışkanlığıdır. Sorgulanan konunun, alanın içeriğine göre uzmanlaşmış ve alanlara göre farklı sorgulama teknikleri de geliştirmiştir.

Bu şekli ile insanoğlunun tüm düşünsel faaliyetlerinde, gelişiminde temel kaynak olmuştur.

Olgunun, doğru açıdan ele alınıp değerlendirilmesi ve diğer olgularla olan sebep-sonuç ilişkilerini tanımlaması ile her alana özgü bir felsefe gelişmiştir.

Bu nedenle, herhangi bir konuda, konunun felsefesi, o konunun  hangi açıdan ve hangi önceliklerle ele alınması gerektiğini de bildirmektedir.

Önceleri doğa ve toplum bilimleri iç içe iken, bütün bilim insanları aynı zamanda felsefeci, tüm felsefeciler de bilimciydi... Ancak 18nci yüzyıldan itibaren endüstri dönemi ve ihtiyaçları ile  toplum ancak bilimin mutlak ve ölçülebilinir değerleri üzerinde gelişme imkanı buldu. Bilimsel görüş içindeki felsefenin rolü gittikçe azalırken, bu alan daha çok yeni doğan sosyal bilimlere bırakıldı.
Çünkü felsefe, ölçülemeyen, mutlak ve nesnel olmayan olguların veri olarak değerlendirilmesini, aralarındaki bağlantıların çözümlenmesine de imkan veriyordu.


Sayısal değerlere dayanan bilimin ise bundan sonra felsefeye ihtiyacı kalmadığı düşünüldü. Üstelik yüzlerce yıllık felsefenin birikimiyle oluşturulan bilimsel bakışla elde edilen sonuçların başarısı ve göz kamaştırıcılığı, bilime olan inancı ve güveni güçlendirirken, felsefeyi tamamen çıkarma eğilimine girdi.

O dönemki bilimsel anlayışı değiştiren ve felsefe ihtiyacını doğuran iki olay oldu.

İlki Einstein'ın Özel Görelilik teorisi ile başlayan ve kuantum fiziğinin gelişimi ile devam eden, bilimsel düşünme tekniğindeki değişimler oldu.
Bu ölçülebilinir, tanımlanabilinir, durumu ve hareketi; zaman ve diğer verilerine göre tahmin edilebilir parçalardan oluşan bütünün incelenmesine dayanan bilimsel anlayışı değiştirdi.


İkincisi, 1nci dünya Savaşında kullanılan bilimsel teknolojinin dehşet veren yıkımı ve sonuçları, bilimin iki yüzü de keskin bir kılıç olduğu, insanlığı daha iyiye götürebileceği gibi, daha kötüye de götürebileceğinin anlaşılmasına neden oldu.
Bu bilimsel bakış altında temel ilkelerin ve ahlaki bir bilim felsefesinin gereğini de doğurdu.

Felsefesi olmayan bir bilimsel bakış, tam bir yok edici olabilirdi.

Klasik fizik uygulamalarında kalan ve bilimsel kesinlik ve hesaplanabilirliğin (kontrol edilebilirlik anlamına da geliyor bu) doğurduğu pozitif bakış açısı hala sürmektedir.

Klasik fizik değerlerine bağlı  kişi ve toplumlar, hala bilimden sağlanacakların tamamen kontrolleri altında ve insanlık için iyi olduğunu düşündürtmektedir.

Ancak kuantum mekaniği, klasik mekanik anlayışını temel değerlerden yaralamıştır.

Olguların ve olayların, bağımsız incelenen birimlerin bir bütününden oluştuğunu ortaya koymuştur. Böylece, bir olguyu sebep ve sonuçları ile tanımlarken alanı esnetmiş, belirsizlikleri de kapsamına almıştır. Bu, olguları dalga denklemleriyle tanımlama şeklinde kendini göstermiştir.


Klasik fizikteki niceliklerin sürekli kesintisizliğinin yerini, olguların kesikli ve limitlerle sınırlanmış durumları ve ilişkileri yerleşti.

Atom altı parçacıkların konum ve momentumlarınızdaki belirsizlik, dalga ve parçacık özelliği göstermelerinden kaynaklanan dualite-ikililik  kesinliğe ve hesaplanabilirliğe  dayalı klasik fiziği sarstı.
Ama esas klasik fiziğin cevaplayamadığı soruları cevaplaması ve kimi durumlarda çok daha doğru ve net sonuçlarla hesaplanabilirlik sağlaması, bilimcilerin düşünce anlayışını etkiledi.


Bu bilimsel felsefenin temelini oluşturan kuşkuculuk ile de uyumlu sorular zincirini doğurdu. Sistemin bir bütün olarak ele alınması ve net sonuçların bile ancak belirli koşullar altında geçerli olması farklı yaklaşımlar ve durumlar arasındaki bağlantıların ortaya konması ihtiyacını doğurdu.
Tüm kuvvetleri açıklayan ve birleştiren "Her Şey'in Teorisi" de bunun bir sonucu, "kızıl elması" oldu.


Bu bütüncül yaklaşım, sosyal bilimlerden, ekonomiye kadar bir çok alanda etkilerini gösterdi. Oyun Teorisi gibi iktisadi durumları açıklayan yaklaşım aslında tam olarak "kaos yaklaşımının" belirsizlik ve kontrol edilemezliğinin, dalga fonksiyonu olarak nasıl belirlenebilir sonuçlara yol açtığını göstermekteydi.

Günümüzde hiç kimse, Nijerya'da açlıktan ölen bir çocuk yüzünden bütün bölgenin savaşa sürüklenebileceği ya da barışın tamamen hakim olacağı düşüncesine karşı direnci kalmamıştır. Tüm bilinen koşullara rağmen, sonuçlar bu olasılık olarak kabul edilmektedir.


Tüm bilim branşlarında, çerçeveyi tamamlayan arka plan gizli değişkenlerin  belirsizlik etkileri kabul edilmiş ve artı-eksi değerler aralığındaki (bir bakıma dalga fonksiyonu olarak) sonuçlar geçerlilik kazanmıştır.

(27.08.2018)

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Dil ve Kavramları


Almanca ile İngilizce arasında bazı yazılışı ve okunuşu benzer (kök) kelimeler vardır.

Haus-House, Schule- School, der Student-Schüler-Student ,  Schwert-Sword, Feind-foe , vs. vs... Bunlar, Hun akınları ile İngiltere adasına kaçan Germen kabilelerinden Saxonların, daha o zamanlarda bu kurumları oluşturduklarını gösterir.



Ancak Avrupalı bir çok dile Latince ve Germence iz bırakmıştır. Bu yüzden bir olguyu anlatırken, durumu tanımlayacak kelime sayısı da değişkenlik gösteriyor.

Mesela Savaş ve ilgili kavramlarını anlatan Türkçe kökenli kullanılan kelime sayısı, İngilizce'den çok çok daha düşüktür. Savaş hileleri-terimlerinde bu durum çok daha açıktır.



Bir dilde toplum yaşamının nasıl olduğu da, kelime yapılarını ve çeşitliliğini etkiler. Arapların çölün, Eskimoların kar'ın , Denizcilerin gemilerin ve denizin yüzlerce çeşitli durumunu, ayrıntılarıyla tasvir etmek için ürettiği ve kullandığı kelimeler gibi...



Göçebe kavimlerde, güncel yaşama ilişkin kelimeler ağırlıktadır. Zor bir yaşam şekli olduğu için, soyut kavramlara çok vakit kalmaz, Bu yüzden düşünce yapıları da düz ve net'dir. (Dilin düşünce yapısını ve ruhu biçimlendirmesi)

Mesela, İstanbul Türkçesi ile Çine kadar gidip, aç-susuz, yorgun olduğunuzu herkese anlatabilirsiniz. Ortak kök ve benzer seslerden dolayı, zorluk çok çıkmaz.

Ama Türk dilinin kullanım alanları ve kökeni konulu bir tartışma yapamazsınız. Soyut kavramlarda yerleşik hayat özellikleri öne çıkar.

Soyut kavramların gelişimi Zamana  ve yaşamın ihtiyaçlarından ortaya çıkar.



Örneğin şehirleşme olgusuna bakalım: Almanya'da aynı aile soyunun 600 yıldır oturduğu evler varmış, (gerçi serflik sisteminin de bunda katkısı oldu ama...). Şehirleşme ve toplu yaşama yönelik alışkanlıkların - kavramların gelişmesi ve yerleşmesi için iyi bir süre...

Bize bakınca, biz hala göçmen toplumuz. Sadece yaşam tarzı olarak değil, savaşlarla diğer bölgelerden göçenlerle, ülke içinde bile gelişmişlik farkları nedeniyle iç göç çok fazla... Kaç kişi 4 ve üstü kuşak öncesini biliyor ki?

Sonuç, kentlileşememiş, toplu yaşama adapte olamamış ilkel yaratıklar ve aileleri hala hakim.

Toplumuzun gazetelerde gördüğümüz bir çok olumsuz haberi de bu hamlıktan kaynaklanıyor.

Foça, Urla hafta sonları tam bir Cehennem, millet geliyor, denizi görünce mangalı açıyor, içiyor, yiyor ailece gidiyor.

Geriye yaşam alanlarına bıraktığı çöpler kalıyor. Aynı kültürü İzmit otogarında da gördüm. Belediye otobüs otogarı çıkışı çöp tenekesi yarı yarıya boş ama etrafında yerlerde yüzlerce yarım litrelik pet su şişesi vardı. Kefken-Kovanağzı kıyıları da, Ege kıyıları gibi doğa-yaşam düşmanının işgali altındaydı.



Dil ve özellikle kendi dilini ve kavramlarını bilmek, diline sonradan girmiş ve yerelleşmiş kavramları anlamak bu yüzden çok önemlidir. Zaten kendi dilinizdeki kelimeyi ve kavram karşılığını bilmiyorsanız, kullanamıyorsanız, başka yabancı bir dili anlamak ve kavramlarına aşina olmak o derece güçleşiyor.



Dil bilimci değilim. Hatta bu konuda meraklısı bile değilim.

Sadece  ana dilimin, kendim ve toplumum için ne önemi olduğunu sorgulayan bir basın çalışanıyım.



Diller hakkında araştırma yapacağınız zaman yelpazeyi biraz geniş tutun. Tarihteki toplum ve kavram hareketlerine bakın.

Mesela kültürümüzde güçlü izleri olan Tasavvuf anlayışı, Araplarda pek yok. Olanlarda, tuhaf yorumları (bana göre tabii)... Çünkü bu felsefenin gerisinde en az 3000 yıllık Asya kültürlerinin kaynaşmış, özümsenmiş kavramları var. (Şu an Çin'e mal ettiğimiz çoğu şey'in mesela dövüş Sanatları, kaynağı aslen Hintli... Hint felsefeleri, güçlü nüfuz ve uyum yeteneğine sahipler.



Sanırım sorunuza ancak düşünürseniz bulabileceğiniz dolaylı bir cevap verdim. Kusura bakmayın.

========================

İlk sosyoloji kitaplarından ibn-i Haldun'un eserlerinden aklımda kalanlar (Mukaddime- ilk bölüm), Cevat Şakir Kabaağaçlı  (Halikarnas Balıkçısı) Anadolu Medeniyetleri üzerindeki inceleme kitaplarından, ve adını-yazarını hatırlamadığım kitaplardan aklımda kalanlar üzerine:

Üretim yöntemleri ve araçları, toplumun sosyolojik yapılanmasını da belirler. Üretim araçlarının sahipliği ise yönetim biçimlerini ve dinleri şekillendirmiştir.

Avcı toplayıcı klan bireyleri, doğa üzerindeki kısmi etkilerini göz önüne alarak, tüm dünyayı ve doğayı  da bazı kuvvetlerin şekillendirdiğine karar vermiştir. Bu kuvvetlerle işbirliği, en azından uzlaşma yaparsa, daha az zarar göreceğini, fayda göreceğini düşünmüştür. ilk doğa dinlerinin temelinde bu var.
Ölüm, bir son gibi gözükse de, bilinmezlik içermesi nedeniyle korkulan bir olgu olmuş. Üstelik ölen varlığın anılarını ve etkilerinin sürekliliği, ölümden sonra varlığında sürüp sürmediğini sorgulamaya itmiş. Böylece ölenlerin canlı kalan anılarından yola çıkarak, atavizm de başlamış.
Avcı toplayıcılıktan, göçebe toplumlara geçişte, kan birliğine bağlı olarak ortak dinsel figürlerde ortaya çıkmış. Böylece doğa dinlerindeki doğa ruhları-tanrıları, şekil değiştirip, atavizm ile karışıp, klanlara has totemlere dönüşmüşKlan birliği, bireyselliğin önüne geçtiği için, iş bölümü karşılığında da sosyal statü ve dereceler başlamış. İlk soyluluk kavramları bu dönemlere denk geliyor.

Yerleşik hayata geçişle, sosyal statüler güçlenmiş, İş bölümü artmış. Sonuçta üretim araçlarının sahipliği ve soyluluk, bu kişilere özel yönetim modelleri koymuş. ilk şehir devletler, türedikleri kültürün dini motiflerini taşırken, kendilerine has koruyucular da 8şehir tanrıları) geliştirmiş, iş korunmaya gelince, her sınıf, her meslek alanı, her aile için farklı koruyucularda gelişmiş.
Ancak bu kadar çeşitlilik, özellikle büyüyen şehir devletlerinde toplum üzerindeki kontrolu zayıflattığı için, dini figürlerin sayısı azaltılırken, bu figürlerle iletişim kurmayı sağlayacak aracıların (tapınak rahip ve rahibeleri) konumları güçlenmiş.
Krallıklar döneminde, tanrı sayısı azaltılıp, tüm toplumlara genelleştirilmiş. İmparatorluklardan sonra ise tek tanrılı dinler ve onların bakış açıları toplumlara hakim olmuş.
Endüstrileşme ile üretim araçlarının ve yöntemlerinin değişmesi (lord-kont-dük-ağa-bey, vs,den burjuva-soylu olmayan ama paralı esnaf-tüccar' a geçiş) ile dinsel yaklaşımlarda çeşitlenmiş, Özellikle üzerlerindeki hakim, katı yaklaşımlar yumuşatılarak toplumlara, iş yapma ve üretme kapasitelerini destekleyecek normlara getirilmiş.

Bu dönemden sonraki gelişmeleri tahmin edebilirsiniz. Başlangıçta, dünya'yı ve doğa'yı insanlığın emrine amade, onun için yaratılmış olarak kabul eden, doğa ile savaşmaya va onu yenmeye dayalı bakış ve bunu destekleyen dinsel doktrinler, son 50 yıldır, artan insan nüfusu ile tükenme noktasına gelen ve insanlığı da tükenme ile tehdit eden doğa ile uzlaşma- beraber yaşama doktrinlerine yönelmekte...

Bütün bu süreçte, "Ruh" her toplumda, insanın ölümden sonra kalan anılardaki canlılığından dolayı hayat bulmuş.
Ancak bunun dünyanın her yerinde aynı anda olup olmadığını bilemem. Çünka Amerika kıtasına giden homo sapiensler 15-20 bin yıl önce bu düşünceleri de yanlarında götürmüş olmalılar.
Polinezya- Yeni Zelanda gibi bölgelere ilk yerleşim 50 bin yıl kadar gerilere gidebiliyor.

Tarih boyunca insanlık bu kadar kalabalık değildi zaten. Son  bin yıldır toplam ortalama 500 milyon civarında olan insanların sayısı ancak endüstri devri ile artmaya başlamış.

DÜNYANIN NÜFUS TARİHİ
MÖ 4000: 5 milyon
MÖ 1000: 50 milyon
MÖ 0: 100 milyon
500: 200 milyon
1000: 250 milyon
1500: 350 milyon
1800: 900 milyon
1900: 1.65 milyar
2012: 7 milyar

* MÖ 4000 yıllarında ilk yerleşik tarım toplulukları ortaya çıkana kadar dünyanın nüfus'u hep 10 milyonun altındaymış.

Bu durumda ilk göç edenlerin dünya ve doğa ile ilgili düşüncelerinin ortak bir ata düşünceden kaynaklanıp, dağıldığını düşünmek daha makul gibi...

================

"Akıl" konusu , kayıtlarda daha çok Yunan felsefesi ve sorgulamaları ile gözüküyor. Bu yazılı kaynakların kıtlığından da olabilir ...

Eldeki mevcut bilgilere göre, ruh kavramından çok sonra doğmuş ve sorgulanır olmuştur diyebiliriz.
Özellikle, üretim araçları ve mülkiyeti kaynaklı sorunlarda, bir bakıma dinlere böylece aynı zamanda toplum da yönetici veya karar verici sınıfların egemenliklerini kısıtlamaya yönelik yaklaşımlarla, "akıl" kavramı güçlenmiş gibi duruyor.
Akıl ve sağduyu, bir çom basmakalıp alışkanlığın, adetin sorgulanmasında, yenilenmesinde, değişmesinde etkin kullanılan bir araç olmuş.
Aklın bu sorgulama yöntemleri evrenselleştikten (ve kilisece evrenselleştirildikten) sonra, özellikle orta çağ kilisesinde, dinsel sınıfların konumlarını korumada da bir zırh görevi görmüş.

İlgili konu:

https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/37536/

Ruh ile akıl aynı şey midir?



Ahmet Yılmaz 14 Ağustos 2018