20 Kasım 2013 Çarşamba

Siyasetin Ölümü- Yakın gelecekte şirketlerin yükleneceği roller ve geçirecekleri yapısal değişimler



Şirketler önce kendi tüketici gruplarını oluşturacaklardır. Ardından bu tüketici grubun güvenliliğini ve sürekliliğini sağlamak için faaliyetlere girecektir.  Bu kişilerin aynı zamanda çalışanı olması, firmanın sürekliliğinin bir garantisi olacaktır. Buna günümüzdeki başlangıç örneği olarak, network marketing sistemler denilen, amway, herballife gibi kurumları gösterebiliriz. Hem kendi tüketici grubunu oluşturmaktadır. Hem de bunlar vasıtasıyla yayılmaktadır. Ayrıca kişiler arası sosyal ilişkileri de biçimlendirdiği için bir hayat tarzı ile karşımıza çıkmaktadır.
Diğer yandan gelecekte şirketler çalışanları için önerdikleri sosyal imkânlar, refah düzeyindeki artış ve güvenlik teklifleri ile de bu kitleleri ellerinde tutmaya çalışacakladır. Hatta müstakbel çalışanlarını hazırlama işi ile eğitim alanına bile girenler olacaktır.

Diğer yandan her firmanın benzer bir sosyal çalışan-tüketici yapısı mümkün olmayacaktır. Bunlarda daha düşük kâr marjına razı olarak tüketicilerini ellerinde tutmaya hatta sermaye paylaşımı ile tüketicilerini aynı zamanda hissedarı yapma yoluna da gireceklerdir.

Gene bir başka yapı olarak ta, küçülen alandaki firmaların kendi bölgesel kabuklarına çekilmeleri biçiminde görülebilecektir. Daha çok bölgesel çapta olacak olan bu yapıları bir tür “rekabete karşı korunmak için dayanışma” organizasyonları olarak göreceğiz.
Böylece hem temel tüketici kitlelerini koruyabilecekler, hem de kendileri için dışa kapalı bir nefes alabilecekleri bir alan da oluşturacaklardır.  
( Bir tür holdingleşme de diyebileceğimiz bu yapıda ise, kabuğuna çekilen firmalar bir ya da birkaç satıcı firmayı destekleyecek şekilde üretim planlamasına yöneleceklerdir.)
Günümüzde bu yapıların ayak seslerini  “Barter Exchange Trade” adı verilen barter organizasyonlarında görmek mümkündür. (Tek farkla ülkemizdeki barter organizasyonlarında, firmalar birbirlerini destekleyecekleri yerde, daha çok kâr için acımasız fiyat politikaları uygulamaktadır.  Bunda barter organizasyon şirketlerinin yönetim ve mantık yapısının payı olmasına rağmen, esas neden firmaların henüz bu ortamlarda yeterli güven ve güvenlik imkânı bulamamasından kaynaklanmaktadır)

Siyasetin Ölümü- Ekonomik açıdan bizi bekleyen gelecek ve nasıl bir dünya da yer alınacağı



         İlk önce dünyayı birçok sorunun beklediğini toplumsal ve ekonomik gelişimlerin bu sorunlarla şekilleneceğini kabul etmek gerekiyor.
Artık birbirine bağlı, hızlı bir haberleşme ve ulaşım imkânlarının olduğu bir dünya da yaşıyoruz. Bu da dünyayı ve fikirleri ulaşılabilir yaparken, aynı zamanda daraltmakta, hatta kapalı bir sistem haline getirmektedir.

Aynı şekilde hala çok uluslu şirketler önderliğinde, yüksek kâr amaçlı olarak, tüketim toplumu zihniyeti aşılanmakta ve büyümeye dayalı ekonomik model devletler için rakipsiz bir model olmaktadır.
Oysa hiçbir şey sürekli büyüyemez, hele kapalı ortamlarda, bir taraftan almadan diğer tarafın büyümesi imkânsızdır.  Sonuçta bunu bir yaşam kavgası olarak ele alırsak, toplum içi ve toplumlar arası çatışmalar kaçınılmaz olacaktır.

Üstüne üstlük halen dünyanın kendisini yenileme kapasitesinin üstündeki kaynak tüketimi ile geleceğe yönelik kaynaklarda da ciddi yok oluşlar gerçekleşmektedir. Halen dünya kapasitesinin 1,5 katı tüketime maruz kalmaktadır. Bu gelecek kuşakların kaynaklarının da tüketimi anlamına da gelmektedir.
Bu çerçevede birçok ekonomik yapı ve organizasyon evrim geçirmek zorunda kalacaklar.
En başta şirketleri ele alırsak, yüksek kâr amacından sapmak zorunda kalacak şirketler aynı zamanda var olmak için toplumdan destek görmek için “sosyal sermaye”ye de yatırım yapacaklar.
Hatta birçok şirketin sosyal sermaye yönünde reorganizasyon olacağını da söyleyebiliriz. Çünkü firmaların esas kuruluş amacı, toplumsal ihtiyacın karşılanması ve bu işlevin sürekliliğini sağlamaktır. Kâr bu sürekliliğin devamı ve artan ihtiyaçların sağlanması içindir.
Günümüzde kâr hedef haline gelmiştir. Bu mantık devlet mantığına da bulaşmış, ekonominin de büyümeye dayalı, tüketim toplumu gelişimini teşvik eden bir yapıya dönüşmüştür.
Sonuç belli.
Şirketlerde canlılar gibi doğar, büyür, gelişir, ölür. Bir şirketin ölmemek için yapabileceği tek şey, faaliyetine süreklilik katmasıdır. Toplum tarafından süreklik arz eden bir desteğe sahip olmalıdır.
Bu da kâra dayalı şirket yapısının çökmesidir. Çünkü kâr amaçlı bir şirket, başka şirketlerle de rekabet etmek zorundadır.

Artan kâr mantığına dayalı şirket yönetimi organizasyonu, üretim, maliyet, pazarlama, lojistik gibi hayati fonksiyonlarında rekabet artıkça zorlanacaktır.
Küreselleşme ve serbest piyasa ekonomi si ortamı firmaların önünü açtı ve ulusaldan, uluslar arası arenaya çıkmalarını sağladı. Bu ticaret özgürlüğünün yanında ise eskisine oranla çok daha sert ve ciddi bir rekabet ortamı doğdu.  Bir firma artık aynı ilde hatta ülkede değil, aynı kıtada hatta aynı dünya da olan firma ile rekabet ortamına girdi. (Hele dünyanın ne kadar küçüldüğünü düşünürsek, Çin’den bir ürünü 2–3 dolar kargo ile alabildiğimizi…)

Böyle kapalı ve gittikçe daralan bir ortamda, firmaların sürekli rekabet etmesi ve birbirini yemesi (satın alması)  orta vadede çözüm gibi gözükse de, geçicidir.  Bir firma nereye kadar büyür. Dünyadaki  tek firma olana kadar. Tek firma olduğu zaman ne olacak?

Bu durumda firmalara tek bir seçenek kalıyor, “Satranç” oynamayı bırakıp, iyi bir “Go” oyuncusu olmak.

Uzakdoğu’nun özel oyunlarından olan “go”, rakibini yenmek için yok etmeye değil, onunla beraber ama daha fazla hareket imkânı ile yaşamaya dayanır. Çok nadir olarak rakibi yok etse de, esasen var olmak için rakibin varlığına ihtiyaç duyar.  Ying-Yang felsefesi ile de uyumlu bir bakış açısı.
Bu bakış açısı aynı zamanda sosyal sermaye açısında da önemlidir. Çünkü Uzakdoğu firmalarının çoğu için sosyal sermaye önemli bir birikimdir.  Dünya küçüldükçe ve rekabet ortamı artıkça, firmaların dayanacağı ana kaynak da doğal olarak, toplum içinde vazgeçilemez bir işleve sahip olmak olacaktır. (Günümüzde devletlerin küçülmesi, özelleştirmeyle ekonomiden çekilmesi gibi kavramlarda ilk adımların sesidir)

Siyasetin Ölümü- Toplumsal olaylardaki zihniyet dönüşümünün bugünü ve yarını



1       Günümüz Türk insanını 15–20 yıl öncesiyle kıyaslarsak aralarında çok önemli farklılıkların olduğunu görürüz. Bunu 10 yıla indirirsek gene ciddi farklılıklar vardır. Son 5 yıldır biçimlenen yeni toplumsal bakış açısı, dünyadaki akımlara da uygun şekilde gelişmektedir.
Bu bakış açılarını biçimlendiren temel etmenler şunlardır:

 
İnternetin yaygınlaşması ilk devrimdi. Ancak mobil alana geçmesi ve yaygınlaşması esas devrim olmuştur Kamu alanlarındaki bireysel hak ve özgürlüklerin güvencelerinin, ulusal boyutlardan da çıkarak uluslar arası anlaşmalarla tanımlanması ve yeni güvencelere kavuşması bireyin bu konularda eğitilmesi ya da hakları konusundaki bu bilgiye çabuk ulaşabilmesi etkilemiştir.

 
Devlet Baba imajı ve alışkanlığı yeni nesillerle beraber darbe almaktadır. Bunda devletin piyasadan çekilme çabaları sonucunda uyguladığı sosyal politika değişikliklerinin rolü büyüktür.
İş ve sosyal yaşamda daralan devlet güvence ve korumaları, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarda özel sektörün eline doğru itilme, daralan sosyal güvenlik hakları, devletin istihdam oluşturma olanağının ve imkânının azalması, ülke içi gelirin belirlenmiş ve imtiyaz sağlanmış yerli yabancı sermaye gruplarının elinde toplanması ve gelir dağılımında artan adaletsizlik başta akla gelenler.
  Devlet istihdam artırıcı uygulamalarda başarılı olamadığı gibi, daralan tarım ve hayvancılık üretimi yanında sanayi üretimine de geçiş sağlayamamıştır.  Tarımdaki işgücünün kentleşmeye doğru yönelmesi ve kentlerde niteliklerine uygun iş imkânlarının az oluşu sosyal sorunları daha da zedelemektedir.

Durumu şöyle değerlendirebiliriz: Gerek üretim kotaları, gerek ise yüksek maliyetler nedeniyle tarım ve hayvancılık sektöründe üretim azalmaktadır.
Verimli tarım arazilerinin düz ve yerleşim yerlerine yakın oluşu nedeni ile rant için imar alanlarına dönüşmesi de bu hareketi desteklemektedir.Kırsal kesimden elindeki bir miktar parayla gelen kişi ya da aileler, önce kendilerine yakın gördükleri veya olan kenar semtlerde şehir hayatına başlamakta, kent içindeki iş olanaklarına göre şehir hayatına karışmaktadırlar. Özellikle yaşlı kuşakların beraberlerinde getirdikleri gelenek ve adetlerde ciddi yıpranmalar olmakta, kimi semtlerde ortak korunma içgüdüsü ile taassuplaşma ve mahalle baskısı şeklinde toplumsal hayatı etkilemektedir.

Türk toplumu tarım kökenli yapıdan kentleşmeye geçerken,  üretim yapısı da sanayileşmeden bilgi toplumuna doğru geçmektedir. Bu da tam bir keşmekeş ile sonuçlanmaktadır. 
Toplumsal açıdan kişilerin birbirine güven düzeyi ciddi anlamda düşmüş,(Brezilyadan sonra ülke vatandaşlarına en az güven duyan toplum) kişilerin kendilerini toplumsal yaşam içinde tek başlarına mücadele ettiği psikolojisi hâkimdir. Bu yapıya tepki olarak sosyal yapıda gruplaşma bir gruba dâhil olma ihtiyaçları artmaktadır.  Bu da vatandaşların birey olarak maruz kaldıkları olumsuz kamu uygulamalarını şahıslarına ya da dâhil oldukları sosyal, kültürel, dinsel gruba yönelik olarak algımla ile sonuçlanmaktadır.

Bireyler çaresizlikten ve uyumsuzluktan kaynaklanan öfkelerini çeşitli şekillerde protestolar ile dışa vurmaya çalışmaktadırlar. Burada devletin tekrar, salt düzenleyici rolünden çıkıp vatandaşını koruyan destekleyen sosyal devlet uygulamalarına ağırlık vermesi talep edilmektedir.

Siyasetin Ölümü -Devlet, vatandaş ilişkisi kısa bir geçmişi, bugünü ve yarını



Türk toplumu daha yakın bir geçmişte tebaa kültüründen çıkmış, vatandaş kültürüne girmiştir. Ancak tebaa kültürünün toplumsal ve bireysel alışkanlık ve temayülleri kısmen devam etmektedir. 
Bunda ilk etmen bir kuşak içinde yapılan devrim ve yeniden yapılanmanın hazmedilmemiş olmasıdır. Batı toplumunda kişinin tebaa statüsünden, vatandaş statüsüne geçişi neredeyse 600 yıllık bir süreç sonunda yerleşmiştir. Bu süreç zarfında kişinin özgürlük alanı genişlemiş ve kişiye müdahale edilmemesi olarak 19ncu yüzyılda genel bir tanıma ulaşmıştır.
Osmanlı kültüründe;  çok dilli, çok uluslu ve kültürlü bir ortamda doğan, yetişen, gelişen bir kişi olarak Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyetin kuruluşu esnasında ve sonrasında Türk milliyetçiliğinin de temellerini oluşturmuştur.
Dönemin etkin görüşleri arasından, aynı zamanda kültürel anlamda da dünya da baskın olan Fransız yurttaş ve milliyetçilik akımlarına özel ilgi göstermesi ve incelemesi çok doğal olmuştur.
Birinci dünya savaşı, teknolojinin ilk savaşı da olmuştur. Savaş zihniyeti değişmiş, sivil halk da hedefler arasına girmiş ve tarafların eşit koşullarda savaşmasına dikkat edildiği dönem bitmiştir.  Aynı dönemde parçalanan bir çok imparatorluk gibi, Osmanlı devletinin varlığını fiilen devam etme kudretini kaybetmiştir.  İşte bu dönemde zaten yarı sömürge olarak zayıf düşmüş, savaşlarda değerli insan ve sermaye kaynağını kaybetmiş bir topluma yeni bir ruh aşılama sürecine girilmiştir.
Bu dönemde Osmanlıdan kalan izlerle, Türk- İslam kültürü üzerine yeni bir toplumun ve devletin inşasına neredeyse, eksiden başlanılmıştır.
Türk toplumunun bir araya gelmesi ve birbirine aidiyet hissedebilmesi, böylece kamu refahını ön planda tutması için Türk milliyetçiliği de ön plana çıkmış, bu düşüncenin sağlam ideolojik temellere oturması için dönemin aydınları tarafından çeşitli öneriler getirilmiştir.
Sonuç olarak:  Osmanlı döneminden de kalan, üst kimlik Osmanlı yerine, üst kimlik olarak Türk kimliği üzerinden bir yapılanmaya yönelimler olmuştur. Gerek şartların hafiflemesi ile gerek ise nüfusun artması ile oluşan çok seslilik ortamında bu temelinde farklı yorumları ve versiyonları çıkmıştır.
Günümüzde Türk Milliyetçiliği; ırka ve dile dayalı ulusallığı savunan bir milliyetçilik anlayışına indirgenmiş ya da indirgenmeye çalışılmaktadır.
Oysa Türk Milliyetçiliği; Tarih,  dil ve kültür geçmişi olan, farklı dil, köken ve geleneklere sahip insanlardan oluşan bir ulusu tanımlamak üzere oluşturulmuştu.
 Günümüzde ise Türk Toplumu, dünyadaki gelişmelere paralel olarak, zihinsel olarak benzer bir değişimden geçmektedir. Bu da bir çok çatışma, yanlış anlama ve anlaşılmaya yol açmakta, sürtüşmelerle sonuçlanmaktadır.

Batı toplumun aksine, hızlı ve hazmedilmemiş aşamalardan geçerekten tesis edilen demokrasinin gelişimi de sağlıklı Türk toplumu için sağlıklı olmamıştır.
 İkinci dünya savaşı öncesi sıkışık politik durum, kalmış savaş borçları payları, tek adama dayalı siyasi yönetimlerin ağırlığı, kısıtlı sermaye ve bilgi gücüne ilaveten, kısıtlı insan kaynağı demokratik ortamın gelişiminde gecikmelere neden olmuştur.
Özellikle padişahlık, halifelik gibi tek adama dayalı yönetimi doğal ve doğru karşılayan bir toplumun, kendi sorumluluğunu eline alması uzun sürmüştür.  Çünkü vatandaş olmasına rağmen, hala tebaa olma zihniyetinin izlerini etkilerini taşımakta ve yaşatmakta hatta aktarmaktadır.
Bu izler, çoğu zaman aldığı çoğunluk desteği ile gelen iktidarların çizgilerinde de, cumhuriyet öncesi geçmişi özlemle anan uygulamalara neden olmuştur.
Batı kültüründe 500 küsur yılda aşama aşama kaydedilen gelişmeler ve toplumsal bilinçlenme tepeden inme olunca, takdir görmemesi de normal olmuştur. Bu durumda kimi zaman baskı yoluna gidildiği de görülmüştür.
Batı demokrasilerinde, eleştiri ve eleştirilmek, hesap verebilir olmak, kamu refahını gözeten uygulamalar ve bireylerin hak ve özgürlük kavramlarının tanımlanması, gelişmesi ve aşamaları da toplumlarda ağır bedeller karşılığı olmuştur.  Bu arada toplum içinde gerek kamu gerek ise sivil toplum kurumları yerleşmiş ve aralarında kurulan denge ile toplumsal refah ile bireylerin talepleri arasında denge kurulmuştur.
Türk toplumunda ise bu denge, yukarıdan inme şekilde yasama-yürütme ve yargı olarak kurulmaya çalışılmıştır. Ancak gerek yürütmenin, yasama ve dolaylı yoldan yargı üzerindeki etkileri nedeniyle, gerek ise toplumsal iletişim araçlarının kısıtlılığından kaynaklanan, yetersiz eleştiri kurumları nedeni ile boşluk oluşmuştur. Toplumsal eleştiri kurumlarının yetersizliği, sivil toplum örgütlerinin azlığı, siyasi muhalefetin iktidar dönüşümünde geçmişin intikamına yönelik hesap sorma ve öncekini bozma uygulamaları hep zaman kaybettirmiştir.
Diğer yandan devlet erkinin, iktidarın güçlü etkisi altında kalması ve basın kurumunun da toplumsal baskı olarak yetersizleşmesi,  iktidarı sınırsız hareketten kaçınmaya sevk edecek tek kuvvet kalmıştır: Ordu.
( Eğer bir iktidar güçlü bir çoğunluk desteği ile geldiyse, basın kurumlarını istediği gibi biçimlendirebiliyorsa, yasama üzerindeki değişiklik yapma gücü ile yargıyı bile etkileyebiliyorsa bu iktidarı aşırıya gitmekten ne alıkoyabilir? Aşırıya gittiğini kim, ne fark ettirebilir?)

Eğer toplumun kendi kontrol mekanizmaları sağlıklı işleseydi bu duruma düşülmezdi.
Ancak Türk Ordusunun Cumhuriyetin ilanından itibaren yüklendiği çeşitli sorumluluklar ve roller, bu pozisyona itilmesine neden olmuştur. Bunların başlıca ana kalemleri şunlar olmuştur:

İlk olarak Cumhuriyetin kuruluşunda yer alan subaylar aynı zamanda Osmanlı döneminin de aydınlarının çoğunluğunu oluşturuyordu. Bunun Osmanlıda ki eğitim sisteminin payı çok büyüktü. Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluşunda bu subaylar, muvazzaf ya da sivil-emekli toplumun eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi konusunda görev aldılar.
Bu dönemde ordu özellikle Anadolu’dan gelen işgücünün aynı zamanda eğitilmesi, temel bilgileri alması içinde görev yüklendi. Bu şekilde asker ocağında eğitilecek gençlere yönelik eğitim programları ve bilinçlendirme çalışmaları da görevleri arasına girdi.

İkinci olarak özellikle tek tip eğitimin yaygınlaşması ve sanayi üretime geçilmesinden sonra  ordu, sosyal güvenlik konusunda da roller üstlenmiştir.
Özellikle enflasyonist dönemlerde piyasaya çıkan genç işgücünün piyasaya girişinin kontrol edilmesinde, sağlık ihtiyaçlarının kısmi olarak karşılanmasında, eğitiminde ve kalifiye mesleklere yönlendirilmesinde rol almıştır.
Güvenlik ihtiyacının üstündeki bu işgücü aynı zamanda ucuz iş gücü olması nedeni ile ordu içi ve kamu ihtiyacı imar işlerinde de zaman zaman kullanılmıştır.
Üçüncü olarak, toplumsal olarak ülke güvenliği harici roller de yüklenen ordudan, siyasi partilerin kontrol edilmesinde ve dizginlenmesinde tarafsız ve üst merci olarak bulunması toplumca da kabul edilmiş ve istenmiştir.
Böylece kendilerinden güçlü bir üstün gücün gölgesi altındaki siyasi partilerden ve iktidarların dizginlenmesi umulmuştur.
Batı demokrasilerinde devlet kuruluşu, genellikle halk ve ileri gelenleri tarafından yapıldığı için, Türk Ordusunun bulunduğu siyasi pozisyon farklı algılanmıştır.
Devletin hukuk yapısının kontrol ve düzenleme yetisindeki açık noktalar ve basının eleştirel etkisinin, siyasi iktidarlarca yapıcıdan çok yıkıcı olarak algılanması ve değerlendirilmesi sonucu siyasi sistemde oluşan tıkanmalar ve yetersizliklerde ordunun iktidar rolünü almasına neden olmuştur.
(Bugün darbe dönemleri olarak adlandırılan olaylara bakıldığın da, eğer bu darbeler olmasaydı,  dönemin devrilen iktidar, mevcut sistem nasıl devam edebilirdi diye de düşünmelidir.)

Günümüzde ordunun “demokles’in  kılıcı” rolü kırılmış ve siyasi sistemde sivil eğilimlerin tam hakimiyeti sağlanmıştır.  Ancak ordunun rolünün kalkmasıyla oluşan boşluğu ne yazık ki hiçbir güç dolduramamıştır.
Aynı zamanda bu güç kırılırken, hesaplaşma şeklinde algılanan abartılı uygulamalar ve hukukun tarafsız üstün mantığına aykırı algılanan kararlar,  hukuk sisteminin güvenirliğini de ciddi anlamda zedelemiştir. 
İktidarı kontrol ve sınırlama gücü olması gereken diğer devlet kurumlarının da etkisiz kalması,  toplum içinde ciddi bir tepki doğurmuştur.
Şu anki algılamada özellikle ortalamasını oluşturan kesimlerde tepki artışı vardır.
Bu grup incelendiğinde, özellikle toplumsal üretimde özellikle yer alan eğitimli, ağırlıklı olarak ücretli,  gelirinden tam vergi veren kesimlerden oluştuğu görülmektedir.
Bunda iktidarın sosyal politika parçası olarak yürüttüğü (iktidar partisine mal ettiği) ve vergi gelirlerinin, vergi vermeyenlere dağıtılmasında uyguladığı, yol ve yöntemlerinde önemli payı vardır.

Günümüzde Türk toplumundaki ortalama eğitimli ve çalışan bir bireyi ele aldığımızda, bu kişinin psikolojisinde şu özellikler göze çarpmaktadır.
İlk önce devlet ile birey arasındaki ilişki şekli değişmiştir. Devletle bireyin karşılıklı olarak yüklendiği rol, hak ve sorumluluklar değişmiştir.

Devletin küçülen toplumsal rolünün ve özelleşmenin bunda etkisi yüksektir.
Şu anda devlete kalacak roller, “ düzenleyici” olacaktır ( Dış güvenlik, iç güvenlik, hukuk sisteminin düzenlenmesi, piyasa için hakem pozisyonunda hukuki ve ekonomik temel uygulamalar, toplum içinde bireyler lehine olmak üzere, bireylerle tüzel kişilikler arasında dengeyi kurmak ve korumak, bireyler arasında da adaleti sağlamak,…)
Devletin daha önce yüklendiği, mikro ekonomik kararlar, üretim teşvikleri, planlamalar, istihdam uygulamaları, bireysel güvenlik,  sağlık ve eğitim politikaları kısmi veya tam olarak özel sektöre devredilmiştir.
(Dış politikada bile devlet uygulamaları; üye olunan topluluklar, kurumlar, uluslar arası yasalar vb. şekillerde sınırlanmıştır.)

Devletin küçülmesi ve piyasadan çekilmesi, aynı zamanda gelir dağılımında dengesizliklere de neden olmaktadır.  Devletin istihdam olanaklarının azalması, nüfus içinde ortalama gelirle çalışan kişi sayısı da azaltmıştır.

Bireyler verdikleri vergilerin karşılığında kendileri ve çocukları için koruyucu ve kollayıcı uygulamalar beklerken, bu görevin düzenlenmesindeki yetersizlikler, yada bilinmezlikler tepkileri de getirmektedir.
Günümüzde bir birey ayıplı bir ürün için, büyük bir holdinge kafa tutabilmekte, hakkını arayabilmekte ya da en azından sosyal medya vasıtasıyla olumsuz reklam aracılığıyla firmayı tehdit edebilmektedir. Bireysel haklar bilinci artıkça ve iletişim olanakları çoğaldıkça, bireylerin beklentileri de artmaktadır.
Eskiden devlet ya da özel tüzel kişilikleri karşısında tek taraflı olarak pasif pozisyondaki vatandaş, artık aktif bireydir.
Artık beğenmediği firmanın ürününü almak zorunda olmadığı gibi, uygulamalarını beğenmediği devletin vatandaşı da olmak zorunda hissetmiyor. Özellikle eğitimli, kalifiye, maddi geliri ve birikimi olan bireyler için bu duygu çok daha güçlü.
Kişinin;  devlet tarafından verilmiş hakları ve devlete karşı sorumlukları olan vatandaştan,
devlete karşı doğal hakları ve bunun gereği sorumlulukları olan birey,  bilincine ulaşmasının payı büyüktür.
Vatandaş artık devletin ve siyasi kuruluşların da kendisine, tıpkı ürününü pazarlamak isteyen şirketler gibi birey bazında ele almasını ve hizmet vermesini, beklemektedir.
Ülkemizde eğitim seviyesi artıkça ve tüketim toplumu yapısı güçlendikçe, bu beklentilerde artacaktır.
Bu çerçevede yakın ve orta gelecekte devletin, toplumsal hayatta ana düzenleyici ve hakem rolü kalmak üzere, toplumsal hayatın birçok aşamasından çekileceğini öngörebiliriz.
Siyasetçilerin de hangi partiye dâhil olurlarsa olsunlar, toplum önünde daha şeffaf ve hesap verebilir olması gerekecektir.
Bu şekilde siyasi partilerden ziyade,  belli düşüncelerde toplanmış ve uzlaşmış ama her an farklı topluluklara da katılabilecek ya da kayabilecek kişilerden oluşan siyasi güç oluşumlarını görebileceğiz.
Devlet idaresi ise, daha çok teknotrat ekiplere kalacaktır. Kısa ömürlü siyasi güç oluşumları, toplumdan derlenmiş istek ve ihtiyaçlara göre devlet kurumları üstünde baskı gruplarına dönüşeceklerdir.
Toplum üzerinde biçimlendirme etkisi olacak olan güçleri;  uluslar arası kurum ve organizasyonlar, ekonomik ve askeri güç birlikleri, uluslar arası ticareti ve hukuk uygulamalarını saptayan kurumlar, uluslar arası şirketler ve bunların ülke içindeki ortaklıkları, yerel yönetimler önde gelen unsurlar olacaktır.