30 Kasım 2016 Çarşamba

İnsan nüfusu arttıkça, dünya bizim için yetmeyecek her anlamda . Nüfusu stabil tutmak için yok oluş yaşamak zorunda mıyız?

Yoksa tanrı dünyaya gene bir gök taşı mı fırlatmalı?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24784/

Üzerinde düşünülmesi gereken nokta; insanlık şartlar zorlaştıkça, ağırlaştıkça hep bir çözüm yolu geliştirmiş. Aklını ve bilgisini bu yolda kullanmış.
Günümüzün gelişmiş ülkeleri, geçmişte, doğal kaynak, iklim, insan kaynağı ve komşularıyla ilişki gibi çeşitli konularda en fazla problem yaşayanlar.

Elbette tüm insanlık için, yeterli kaynak yok. Ortalama olarak dünya 2-2,5 milyar insanı geçindirecek ekolojik kaynağa sahip. (Kendisini yenileme ve tür çeşitliliğini koruma kaydıyla) Tabii şu an için değil. Şu an teknoloji desteği ile kaynaklar sonuna kadar sömürülüyor. O kadar ki, kendisini yenileme imkanı bile bulamıyor.
Ancak çok da umutsuz olmamak lazım, eğer bir şekilde (savaş, hastalık, doğal felaket) dünya nüfusu 1 milyar civarına düşerse ki,  basit bir hastalık salgın bunu yapabilir. İnsanlık kurtulur.
Ya da bir süre, bir kaç kuşak tek çocuk politikasına sarılırsa dünya çapında, insanlık hızla nüfus kaybeder.
Batı ülkelerindeki doğum oranlarına bakarsanız, ciddi bir gerileme ve yavaşlama var. Belki bilinçli, belki doğal bir politika sonucudur.
Ancak gelişmekte ülkelere bakarsak, gelişme seviyesi ile nüfus artışı katlanıyor.
İşin kötü yanı, Batı bu duruma ulaşmak için, gelişmekte olan ülkelere ait kaynakları da direk ya da dolaylı olarak kullanmış/kullanıyor. Gelişmekte olanlar ise şimdi tırmalıyor.

Oranlara bakarsak, dünyanın yaklaşık 1.5 milyarı refah içinde (Türkiye refah grubunda), kalan 5,5 milyarı ise bu düzeye ulaşma çabasında...
İnsani değerler, idealler, insanlık kavramları Batı'nın yaşam alanını koruduğu sürece geçerli oluyor. Ancak yaşananlar ve sorunlar, onların bölgesinden çıkınca, bu kavramlar anlamsızlaşıyor.

Gelişmiş Batı, yaşlı, hantal, teknolojik deneyim ve bilgi üstünlüğü ile kontrolü kısmen elinde tutsa da, bu pek uzun sürmeyecek gibi gözüküyor. Bu nedenle daha korumacı ve tutucu, milliyetçi politikalara doğru yöneliyorlar.
Asimov'un Robot serisinin başlangıcındaki (Çelik Mağaralar) romandaki "Uzaylılar" gibiler, şu an...

Bence yeni nesilin yapması gereken şeylerin başında, dar ve yetersiz kaynaklarla nasıl iş yapılır? Eldeki imkanlar nasıl en verimli kullanılabilinir? Fikir ve bilgi farklılıkları nasıl bir araya getirip, kullanılabilinir? gibi konularda kendilerini hazırlamaları.

İnsanlığın çoğu, felaket dönemlerinde başkalarından medet umar. Aslında bu konuda iş yapma yeteneği olmadığı içinde değil, kendisine ve bilgisine güvenmediği için. Nadiren insanı seven dahiler, bu durumda toplumları kurtuluşa götürür.
Ama genel olarak çoğu insan gibi, ben merkezli liderler, aşama aşama toplumlarını felakete götürürler. Bu dönem de bu yüzden dünya çok fazla lider, tek adam görecek.

Ama insanlığın kurtuluşunu onlar sağlayamaz artık. İnsanlığın birikimi ve vizyonu, tek bir kişiyi çok aşıyor. Ekipler, birbiri ile koordineli çalışan tamamen farklı bilgi ve görüşleri, birbirini tamamlayıcı olarak kullanan ekipler başarılı olabilir. Ve bu şekilde çalışanlar başarılı olacak.
Liderler, her konuda söyleyecek lafı olanlardan değil, söyleyecek lafı olanlara imkan sağlayanlardan olursa, insanlığın ihtiyaç duyduğu liderler olabilecekler.

Liderlerin, ekiplerini oluşturdukları dönem bitti-bitiyor. Ekiplerin lider ya da liderlerini belirledikleri döneme girdik, giriyoruz.

16 Kasım 2016 Çarşamba

Evrim ve Din

Evrim Teorisi' ni Kabul Eden Ateist midir? Dini Kabul Eden Biri Evrim Teorisi'ni de Kabul Edebilir mi?

http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24166/



Evrim teorisi ile ateistliğin hiç bir ilişkisi yoktur. Teoriyi ortaya atan Darvin de inançlı ve bu yüzden ciddi tereddütler yaşamış biriydi.

Zaten evrim teorisi bize yaradılışın ne kadar ince ve muazzam olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Çok ince ve hassas bir yapının, uzun bir sürecin sonunda var olmayı anlatmaktadır. Şöyle ki; Hiç bir şey sebepsiz yaratılmamıştır. Bizler bunu yorumlarken, var olanın üzerine odaklanıp, neden var olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Yani, insan niye vardır? gibi...
Bir de şu açıdan düşünün, hangi koşullar ve süreç sonucunda insan haline gelmişiz?  Bir toz ve su damlasından başlayarak hangi aşamalarla ve süreç ile insan olarak, zeki bir forma ulaşmışız?

Bana göre geçmişteki tüm olaylar ve olgular zinciri, insanın yaratışının bir parçasıydı. Din bize bu süreci açıklamıyor. Konuya girmiyor. Sadece düşünene ibretlik mesajlar veriyor. İlk insanın tamamlanması ve yeryüzünde hüküm sürmesi ile başlıyor, anlatımı.

Ateistlikle bağlantı kuranlar genelde, bu süreci kendi fiziksel, maddi varlıklarına göre ve yargılarına göre değerlendiriyorlar. Yani 60 yıl ortalama yaşayan bir insanın değerleriyle... Onlar için 10 bin yıl bile çok uzun bir süreç oluyor.

Oysa işe Allah-ü Teâla (C.C.) açısından bakarsanız; anlık bir iş... Saniye bile değil. Sadece her şeyi bir sebebe bağlayarak, sistematik olarak gelişimini sağlamış... İşte 60 yıllık ömrü olan bu süreci kavrayamıyor. Aklı almadığı içinde, bu süreci bir kıstasa koyup kendi din değerleri ile algılanmasına, kabule uğraşıyor.

Bana göre bu süreci din dışı olarak kabul etmek, O'nun eserlerine ve mükemmelliğine saldırıdır.
Yani iman kaybıdır.

Dini sadece; "şekle" ve inancı, "düşünmeden sorgulamadan kabule-itaate" indirgemiş kişilerin eseridir, sorduğunuz sorudaki şüpheler.
Bir çoğumuz aynı şüpheleri ve sorguları yaşıyoruz. Bilgi artıkça, şüpheler azalıyor, eminlik artıyor.
Bir yandan da bu tür kişilerin (ki çoğu zaten din-inanç ticaretiyle geçiniyor, güç ve mevki sahibi olmaya çalışıyor) birey üzerindeki hakimiyeti azalıyor. Bu da onların işine gelmiyor.

İnsanın ortaya bir fikir atıp, zamanla onu dallandırması, budaklandırıp genişletmesi her zaman olmuştur. Mesela, dinimizdeki bu kadar mezhep ve tarikat, Allah'ın (C.C.) emri miydi? Kim ve nasıl karar vermiş? Birinin "ak" dediğine bir diğeri, "gri" ya da "ak değil ama beyazımsı" veya "kara" diyebiliyor. Oysa Tek Tanrı, Tek kitap ve tek peygamber bunların kökeni... Nasıl böyle dallanıp, budaklanıyor. Bir de kendilerini doğrulamak için, geliştirip yayılıyor?
İnsan faktörü girdiği için... İnsanların inancında gedikler, şüpheler olduğu zaman, bunları gidermek ve doğru bir sonuca ulaşmak istediği zaman, ondan daha iyi konuyu bildiğini düşündüğü kişilere sorduğu için... Belki hiç biri art niyetli değildi. Hiç biri kötü bir şey yapmak istemiyordu. Ama dine, aracı olarak insan faktörü girdiği anda, ayrılıklar ve farklılıklar başlamış. Gruplaşmalar, hizipleşmeye ve çatışmalara neden olmuş.

Bu nedenle bana göre, evrim teorisi, yaradılışın mükemmelliğinin ve O'nun gücünün kanıtı iken, bir başkası için O'ndan uzaklaşma olabiliyor.

En doğrusu, bu sorunun cevabını kendinizden aramanız. Öğrenip, sorgulayıp, düşünüp, karar vermeniz. Eğer bir karara varacaksanız, bunu "bilimsel bilgilerle ve mantıkla destekleyecek" şekilde (ki kişilerin yargı ve hükümlerinin kararınız üzerinde etkisi kalmasın) yapın.
(Bilim bir inanç değildir. Doğruyu, "salt doğru"yu arama yöntemidir. Bilimsel ilkeler de hatalı yaklaşımları ve sonuçları elimine etmek için geliştirilmiştir.)

13 Kasım 2016 Pazar

Neden bilim batıda gelişecek ortamı buluyor da doğuda bulamıyor ?



http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24013/

NEMO 13 Kasım 2016   - 2010 ' dan beri 17 Nobel fizik ödülü verilmiş ve bunların 7 ' si ABD ' ye , 4 ' ü ise Japoncaya gitmiş . Ve bundan önceki tarihlerde de çoğunlukla ABD..
USA , Almanya ve Birleşik Krallığa gitmiş.  Görünen o ki Nobel ödülleri sadece belirli bir kıtaya gitmiyor . Aslına bakarsak Asya ve Amerika kıtaları ilk iki sırada iken arkalarından Avrupa kıtası geliyor . Ve ilginçtir ki Amerika kıtasına giden ödüllerin neredeyse %40 aslen Amerikalı değil yani beyin göçü yapmış ve USA vatandaşı olmuş . Bu noktada ödülü kıta değil gelişmiş bilim ve insanlar alıyor . Daha ilginç olanı var ki ; Asya’yı ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bir köprü olan ülkemiz sadece 2 kez Nobel ödülüne layık görülmüş .

Ülkenin coğrafi ve kültürel konumunu bilimi özümsemeye kullanamıyor oluşumuz gerçekten üzücü . Ülkemiz binlerce yıllık uygarlıkların kültürlerini , geleneklerini absorbe etmiş ama iş batı bilimine gelince takılıp kalmışız . Batıda ne olmuşta bilimin merkezi olmuşlar diye soruyorum kendime . Aklıma Rönesans ve reform geliyor ama hayır daha derinde bir şeyler olmalı . Sorum şu ; neden bilim batıda gelişecek ortamı buluyor da doğuda bulamıyor ?



shibumi_tr 13 Kasım 2016   - Bilim ilk başta bir ifadeyi anlama şeklidir. Doğanın ifadelerini anlamak için bilim kullanılır.

Bilim ayrıca farklı, normalden farklı düşünme, böylece farklı açılardan olguları görebilmedir.
Ve bilim ayrıca, olaylar arasındaki bağlantıları, ilişkileri ve sırasını görebilmektir...

Batı bilimi diye bir şey olamaz. bilim evrenseldir ve herkese aittir. Ancak batı kültüründe bilim neden daha gelişkin de, "bilimin merkezi olmuş?" diye soruyorsanız, güzel bir noktaya dokunmuşsunuz.

Batı kültüründe herkes bilimci değil ama herkes bilimsel temelli bir mantıkla eğitim alıyor.
İnanç özgürlüğü, bilimsel mantık alanında bir araç olarak kullanılmıyor. Bilim mantık olarak yaşamlarında temel.
Tabii bence... Bence en önemli avantajları, güzel sanatların da gelişmiş olması. Çünkü insana farklı düşünmeyi, aralardaki ilişkileri görmeyi, bütünü görebilmeyi ve anlamayı sağlayan şeydir, sanat.

Bizde estetik ve sanat değeri çok yüksek eserler çıkartan sanatçılar olmuş olsa da, kendimize has kültürel bir sanat düzeyine ulaşamamışız.

Daha da önemlisi, Sanat'ı toplumsallaştıramamışız.
Ülkemizde tıpkı, bilim, entellektüelizm, siyaset, ekonomi, uzmanlıklar, vb. nasıl sadece bazı kişilerin tekelindeyse, sanatta sadece belli kişilere has ve sınırlı kalmış.

Ne kendimizi ifade edebiliyoruz, ne de ifade edileni anlayabiliyoruz. Bu yüzden ezberle, taklitle mevcut durumu kurtarmaya, göz boyamaya çalışıyoruz.

Doğu derken aslında Uzak doğu'yu değil, Orta Doğu'yu kastettiğinizi düşünüyorum. Arap dünyasında, takip ve taklitçilerinde, İslamiyet’in ilk dönemlerinde sanat ve edebiyat hızla gelişirken ve antik dünyanın mirasından faydalanırken, toprakların büyümesi ve kontrol mekanizmasının zorlanması ile bu dönem sona ermiş. Çünkü düşünen, sorgulayan dolayısı ile muhalif olan düşünceler itici gelmiş.
İslamiyet öncesi bir devlet sistemi olmayan Arapların bu açığını, İslami kurallar ile kapatıp, dini, devlet anlayışının merkezine oturtunca da hızla orta çağlarına girmişler. Hala da çıkamamışlar. Onların takip ve taklitçisi olarak çıkamıyoruz da... Cumhuriyet ile bu döngü biraz kırılmış olsa da, son 65 yıldır yaşanan süreçler bunu olumsuz etkilemiş.

Sorunuzun net cevabı: Bizde estetik sanatların toplumsallaşmamış olması, bilimselliği de olumsuz etkiliyor...
En derindeki şey, başkalarının tutum ve onayına ihtiyaç duyan bireyler yetiştirmeye çalışan bir toplum modelimiz olması.
 

(Batı da bireysellik ön planda, Uzak doğu ise toplumsallık ön planda... Ve biz ikisinin arasındayız ama bizim bireyselliğimiz de, toplumsallığımız da farklı. Bireyselliği kişisel gelişim ve zihinsel bağımsızlıktan ziyade ekonomik bağımsızlık ve güç olarak algılıyoruz. Toplumsallığı ise, yakın çevremizdeki ilişkilerimizden kaynaklanan kişilerle sınırlıyoruz. Tüm topluma yönelik bir pozitif yaklaşım yerine sadece akrabaları üstte tutan bir yaklaşım gibi diyebilirim. bu nedenle bir gruba ait olma güdümüzde, çok rahat diğer kişileri dışlayıp karşıt grupta görme eğilimimiz yüksek. Bir Galatasaray, Fenerbahçe tartışmasındaki insan tutumlarına bakın. Sanki iyi veya haklı olmak onlara bir şey kazandıracakmış gibi tartışıyorlar. Oysa her iki sonucun etkisi de aynı: Hiç bir şey... )

NEMO 13 Kasım 2016 - Aslında ben daha çok batıda reform ve Rönesans öncesi ortaya çıkan bilimsel düşüncenin '' tetikleyicisi '' üzerine soruyorum kendime .O tetikleyicilerin ne olduğu belki önemli değil ama puzzle'ı tamamlamam için gerekli parametreler .



shibumi_tr 13 Kasım 2016  - Yani Reform ve Rönesans’ı ne tetiklemiştir diye mi soruyorsunuz?
Skolastik (dinsel ) düşüncenin çok geniş çerçevede kendisini doğrulama adına ileri sürdüğü mantık önermeleri ve bunların arasındaki çelişkilerin artması sebeplerden biri...  Diğer sebepleri kısaca geçersek; Osmanlı baskısının, ekonomik ihtiyaçlar için farklı arayışlara itmesi sonucu dünyanın yeni ticaret yolları esnasında keşfedilmesidir. Bu keşifler, dinsel ifadelerin eksikliğini ve yetersizliğini ortaya koymuştur. Ayrıca kilisenin en güçlü ve şaşalı olduğu bu dönemlerde, (zaten bir çok değişim "eskinin" en güçlü olduğu dönemlerde, bir anda yıkılış şeklinde olur...) resim, heykel, müzik ve tiyatro, opera alanında muhteşem eserler çıkartılması, insanın insana olan bakışını da etkilemiştir.
Bir diğer nokta Avrupa dar ve kaynakları kıt bir kıt'a olmaya başlamıştır. Bu dar alanda, bu kısıtlı kaynaklar için birbirleri ile savaşmak anlamsızlaşmaya başlamıştır. Çünkü hepsini birden tehdit eden bir Osmanlı, bu toplumları birbirine yakın tutarken, yeni keşfedilen coğrafi yerlerdeki el değmemiş kaynaklara ulaşmak daha kolay ve ulaşılabilirdi.
Yine bu keşiflerden gelen (sömürülen) ekonomik kaynaklar, toplumsal refaha ve gelire olumlu etki etmişti. İnsanlar yaşamak için kaynak arayışından öteye, eğlenmek, kendisini geliştirmek için de kaynak bulmaya başladı.

Bu döneme kadar Avrupa'daki bir çok krallık ekonomisi de, savaş gelirlerine ve toprak vergilerine bağlıydı. Osmanlı bu durumda çıkamadı. Avrupa ise ticaret gelirlerini artırdı ve yeni tüccar orta sınıfı ile farklı bir yol çizdi. 
Devlet anlayışı da bu dönemde değişmeye başladı. Daha önce iktidar, Tanrı'nın temsilcilerinin hakkı iken, devlet bunları ifade ediyordu. Devletsiz millet olabilir, mümkündür. Ama milletsiz bir devlet var olamaz. Bu düşünce gelişmeye başladı. Çünkü tüccar orta sınıf korundukça ve desteklendikçe devlette güçlü oluyordu. (Zamanla bu görüş milliyetçiliğe doğru evrildi.)


Eğer genel olarak uzaktan bakarsanız değişime, esas nedenin ekonominin yapı ve üretim araçlarını, yöntemlerini değiştirmesi olarak düşünebiliriz. Savaşlardan ve vergilerden beslenen devlet ekonomisi, ticarete, keşiflere ve sömürgeleştirmelerden beslenmeye yöneldi.
İslam dünyası ve onun önde gelen temsilcisi Osmanlılar, bu dönemden çıkamadı. Kendi skolastik düşüncelerine daha da derinlemesine daldılar. Bir bakıma kurtuluşu, çareyi eksi şaşalı dönemlerini sağlayan Din'de aradılar. Tabii bunun için yorumlamak ve günün şartlarına uygulamak gerekiyordu. Bu da fazla dallanıp budaklanan, hacimsel derinliği artan kendi skolastiğini geliştirdi. Bolca tarikat türedi.Onlarda kendi derinliklerini geliştirdi. O kadar derinleşti ki, içine bir kere giren çıkamaz oldu. Bir çok yenilikçi düşünce ve gelişme oralarda boğuldu gitti.

Batı ise dinsel anlayışı sadeleştirmeye, basitleştirmeye , mümkün olduğunca çok kimseyi yüzeysel basit temellerde birleştirmeye çalıştı. Mümini ayrıntılarda değil, genel temel özelliklerde aramaya yöneldi.  Bu da kilisenin gücünü daha da zayıflattı.

Düşünce ve bakış açısı bir kere değişti mi, bir çok sistem de değişmeye başlar.

Mesela Bankacılık sistemi sistemli olarak gelişti. Devletlere borç vermeye başladı. Oysa daha önce bu alanda genelde sadece Yahudiler çalışabiliyordu.
(Bu arada Yahudiler, Roma imparatorluğu döneminde, göçlere zorlanıyorlar. Gittikleri yerlerde toprak satın almaları ve tarımla uğraşmaları mümkün olmuyor. Yasaklanıyor veya toprak satılmıyor. Devlet yönetimine de memur olarak alınmıyorlar. Gittikleri yerlerde sadece zanaatkar olarak veya para taciri olarak çalışabiliyorlar sadece. Çünkü Hıristiyanlığın ve kilisenin aksine, Yahudilik faiz almaya izin veriyor. Bu şekilde aile meslekleri halinde babadan oğula geçen ticari temelli iş yapıları gelişiyor. Yani parayı herkesten fazla sevmiyorlar sadece bu alanda çalışmalarına izin veriliyor çoğu yerde...)
Bankacılık sisteminin gelişmesi, orta sınıfın girişimcilik ruhunu da destekliyor. Risk ve fayda analizleri, sigorta sistemleri ile dağıtılan riskler, yeni girişimlerin önünü açıyordu.

Vs. Vs... konu ayrıntılandırırsak sürer. Ancak özetle, toplumsal üretim ve gelir yapısı değişince, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için diğer şeylerde değişti. bilim de bu arada hem bir ihtiyaç hem de bir kaynak oldu, desteklendi, gelişti...

Tabii bunların hepsi aşama aşama ve zamanla ciddi bedeller verilerek, bu uğurda bir çok hayata da mal olarak sağlandı.  

Günümüzde felsefe, sebep ve sonuç adına yeterli mi?

Felsefe ile pozitif bilimin yollarını ayrılalı yaklaşık 300 yıl oldu. Bundan önce hemen hemen her bilimci aynı zamanda filozofdu. Hatta akademik unvan olan  Ph.D  “Doctor of Philosophy”dir.
Tabii buradaki felsefe, günümüzde kullanmaya alıştığımız kavramdan biraz farklı. Bilimi, bilgiyi sevme anlamında. Eski Yunan'da felsefe, "mantık kuralları ile bilgiden bilgi üretme" karşılığı idi...

Günümüzde ise boş konuşmaları mantıklı gerekçelere dayandırmaktan, özellikle sosyal- insan kaynaklı sorunları, konuları değerlendirmeye kadar geniş bir kavram ve karşılık alanı var.
300 yıl evvelki ayrılıştan sonra, felsefe sosyal bilimlerin bir dalı olarak kabul edilmiş.
Sosyal bilimlerdeki bilgi-veri kaynak esnekliği ve çeşitliliği yüzünden de, felsefe kavramı suistimal ediliyor.

Batı bilimi, antik Yunan'dan aldığını iddia ettiği felsefe kültürü ile gelişen bilm de, bugünkü bilimsel durumumuzu temsil ediyor.
Felsefenin temelinde, mantık çıkarımları, tümden gelim ve tümevarım şeklinde vardır. Neden-Sonuç ilişkisi daha sonra  tez-antitez şeklinde de kullanılmıştır.
Bu mantığın temeli ise "1-0" şeklindeki ikili sistemdir. Yani batı biliminin temeli 2'li mantığa dayanır.
Oysa gerek binlerce yıllık (Janizim gibi 7'li sistem -Hint) bazı inanç sistemleri doğa olaylarına bakışlarında daha farklı mantık sistemleri de kullanmışlarıdır.
Kuantum fiziği ise bize evrenin 0 ve 1 arasında sonsuz olasılık üzerinden birinde karar verdiğini, bir belirsizlik olduğunu göstermiştir.

Bilimdeki felsefi yaklaşımda bundan etkilenmektedir. Tabii bu geçiş yani teorinin pratiğe uygulanması, aynı hızda değil. Bilim alıştığı ve geçmişte teknik sonuçlarından dolayı, verimliliğinden şüphe etmediği deney, gözlem ve inceleme ilkeleri çerçevesinde bu geçişi yapmaktadır.
Eh.. Haliyle bu da yavaş olmakta ve bazen günümüz (bilimsel) felsefesinin yetersiz kalmasına neden olmaktadır.

Bilim Özgür mü?

Hayır, değil... Bilim insan ihtiyaçlarına göre yönlendirilmektedir. Bu ihtiyaçlar üzerinden gelir sağlayan-sağlayacak kuruluşlarca tatbik edilmektedir. Çünkü bilim, özünde bağımsız olsa da, araştırma ve diğer giderler için ekonomik kaynağa ihtiyaç duymaktadır. Bu ekonomik kaynak ise ancak (günümüz şartlarında), kapitalist sistem ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.

günümüz dinsel öğretilerin çoğu, insan hayatını biçimlendirmeye yönelik olduğu için, kapitalizm ile direk ve dolaylı şekillerde yoğun simbiyotik ilişki içindedir. Biri bilimi desteklerken, diğeri sınırlar. Böylece bilimsel merakı ve yönelimi; istenilen, arzu edilen orta bir yerde tutarlar.

Bilim aynı zamanda, toplum algısını kullanmada önemli bir araçtır. (Gerçek) Felsefeye dayalı bilimin ürettiği sonuçlar, doğa yasalarının geçerliliği olarak, tartışmasız güvenirliğe sahiptir. Bu güvenirlik ve kesinlik imajının topluma empoze edilip algı oluşturulduktan sonra, sisteme bilimsel destekler sunarak istediğiniz ürünü sokabilirsiniz.