23 Ekim 2020 Cuma

Kaliteli bir yaşama neden ulaşamıyoruz?

Hepimiz, iyi ve düzgün bir hayat sürüp, yaşam kalitemizi iyileştirmek için uğraşıyoruz. Bire bir baktığımızda ise, herkes haklı, herkes iyi, herkes en doğrusunu yapmaya çalıştığını söylüyor.

Çok az kişi yaptıklarının haksız, yanlış veya gerçekçi olmadığını söylüyor. Çocuklarımıza, imkanlarımıza göre en iyi eğitimi vermek için uğraşıyoruz. Toplum içinde faydalı ve iyi birer bireyler olmaları için doğruları aşılıyoruz.

Bu kadar çok doğrunun bir araya gelmesinden, ortaya doğru bir şeylerin çıkmasını umuyoruz ama ... Baktığımızda durum tam tersi.

Diğerlerinin yanlışları yüzünden, işler bir türlü istendiği gibi gitmiyor. Tutumlar ve alışkanlıklar gençlere ideal şekilde yerleşmiyor.(???)

Yani biz doğruyuz, diğer herkes kısmen doğru veya yanlış.


Peki sorun nerede, gerçekten?

Toplumbilimciler, sosyologlar, aklı selim aydınlar, eğitimciler, din adamları, siyasiler, medyatikler, haberciler, yorumcular, vs., vs. herkes bir şeyleri çözümlüyor ama sorun devam ediyor.

Bence konunun temelinde, toplumsal görgümüzün değişmesi var. Eskiden normal gelmeyen şeyleri yadsımaya ve kabullenmeye başladık.


Bu nasıl oldu?

Elbette her toplum zamanının şartlarına adapte olurken, bazı eski değerlerini de değiştirir. Biz bunu yaparken, daha iyisi ile değil daha kötüsü ile değiştirdik.

Etki ve görgü alanı olarak, o dönemin iletişim araçları ile toplum gündemine oturan çeşitli konulara bakarsak, "Anayasa'nın bir kere delinmesi ile bir şey olmaz!" ile toplumdaki zihinler değişmeye başladı.

Çünkü yasalar, yasa koyucuların bile uymak zorunda olduğu ve onların dahi sınırlayıp kontrol eden adalet kurumları idi. (Yasalar, toplumsal dinamiğin ve iş bölümünün temelini uyguladığı adalet oranında destekler.)

Evet, küçük bir adımdı. O an ki şartlarda zararsızdı. Ufak tefek sevimli bir adamın, kökleşmiş kurumsal yapıya meydan okuma cesareti idi. Köhneleşmiş sistem de değişim adımlarını müjdeliyordu. Ve etkiledi.

Etki, bir bebeğin büyürken, sınırlarını adım adım bir geri iki ileri ile genişletmesi, gibi genişledi.

Toplumsal yargı ve görgülere meydan okuyup, köşeyi dönenlere, fırsatları değerlendirenlere göz yummaya başladık. Hatta kimilerini sıvazladık. Tamam, yaptıkları yanlış idi ama mevcut durumu değiştirerek, herkese bir değişim fırsatı sunuyordu. Kimse bunu kaçırmak istemedi. Önüne bir fırsat geldiğinde, değerlendirmediğinde eleştirilir oldu.

Zamanla da bu tür haberleri kanıksadık, olayları canımız yanmadığı sürece görmezden gelmeye başladık. Uç nokta da "Çalıyorlar ama çalışıyorlar!" ile durumu mazur görenler çoğunluğu oluşturmaya başladı. Böylece toplum çoğunluğunun değer yargıları da buna göre şekillendi.

Büyükler bunu yapınca, daha küçükler, yani sıradan halk da değişime adapte oldu.

En başta çalışma hayatımız ve üretim ahlakımız deforme oldu. Zaman, nakittir sözü unutuldu. Boşa zaman harcayan toplantılar, planlamalar arttı. Seçim vaatleri gibi pempe tablolar sunan projelerle hem yöneticiler kendilerini, hem de dinleyicilerini inandırmaya başladılar. Sınırlı kaynaklar, şatafatlı ama toplumsal çıktı faydası düşük alanlara kaydı.
Iş hayatı, uzun vdeli planlamayı ve bu plana uymayı unuttu. Çünku şartlar o kadar hızlı değişiyordu ki, ancak kısa vadeli bakış açıları ile bir şeyler yapılabiliniyordu.

Vergi vermemek, az vergi vermek, başkasının parası ile iş yapmak ve borcunu geciktirmek yerleşti. Üretim de ise hatalı, eksik veya düşük kalite girdi ile üretim yapmak "ticaret hayatının gerçeği" olarak görümeye başlandı.

Bugün mobilya alıyorsunuz, boyası cilası, kaplaması, vidası hep bir yerlerinde maliyet azaltma için eksik ya da dana ucuz malzeme kullanıldığını görüyorsunuz.

Bırakın marketteki seri üretim ürününü, köylüden aldığınız karadut şurubunda, pekmezinde, balında, mışır nişastası şurubunu buluyorsunuz. Buna karşılık fiyat, sanki doğru malzeme varmış gibi oluyor.

Ustaya gidiyorsunuz, en iyi o'dur ama yaptığı taş duvarda, su tesisatında, elektrik aksamında hep bir eksiklik veya yanlış yüzünden günlerinizi düzeltmeye harcıyorsunuz. Otonuzu götürüyorsunuz, size piyasa değeri 50 olanı, (bilginize göre) 150'den sokmaya çalışıyor.
Hatta işi daha önce yaptığını unutursa, bir sonraki görüşünde kendi işine b.k atıp, daha iyisini yapacağını söylüyor. Çünkü ideali biliyor ama yaptığının o idealde olmadığını da görüyor.

Kamu çalışanı için, iş yerinde 1 dakika fazla kalmak verimlilik ve zaman kaybı oldu. Saatlerinizi ayarlayabilirsiniz kişilere göre artık.

Alt yapı işleri yapılır; su, elektrik, doğalgaz, telekomünikasyon, yol, kaldırım vs., ama yapılan işler daha miadının (toplam kullanım ömrü) ilk çeyreğinde aynı bölgede yapılan başka bir iş ile bozulur ve o bölgenin tükettiği toplam alt yapı yatırımlarını 3-4 kat artırır. Tabi ihale alan firmalar için önemli değildir. Kamu parası devlet tarafından karşılığı olmadan basılıyordur, kaynağı halktan toplanan vergiler değildir sanki... Yanında çalıştırdığı ustanın ise düşük maliyetli olması önemlidir. İşsiz çok nasıl olsa, düşük bilgide olması ve üretim-kalite sorunlarına yol açması önemli değildir aynı düzeyde.

Esnaf, şikayet eder, müşteri yetersizliğinden ama müşteri gelince ona bir kaç liralık ufak bir kusur kitlemekde mahsur görmez. Zaten para tanıdıktan, dosttan kazanılmaz mı?
Serbest piyasa ekonomisidir ya... Fiyatları gisli el belirliyordur. Kalite ve standartları da... Bu gizli el, satıcısının eli ise, ticaret adını alıyor.

Kimileri dini sömürdü, kimileri devletin temelini oluşturan ilke ve izmleri..

Çoğunluk "-kendi işini bilir" hale gelince, millet birbirini hoş görmeye başladı. Çünkü herkesin bir kusuru vardı ve eşitlenmişlerdi. Bu durum kanıksanmış şekilde topluma yerleşti. Zaten medya da o kadar hızlandı ki, bilgi-haber o kadar çabuk eskimeye başladı ki, biri daha anlaşılmadan bir sonraki darbe vura vura, insanları daha da duyarsızlaştırdı.

Özetle toplumumuz, komşu kovandan bal çalan arıların hikayesine döndü.
Gerçek üretim çok azaldı. Ortada bir kaç kovan bal var ve tüm kovanlara yetmiyor.
Mevcut balda kovandan, kovana hırsız arılarca taşınıyor.



Arılar, çalışmayı çiçek çiçek gezmeyi unuttu, birbirinin gözünü oyup, balını almaya harcıyor tüm enerjisini ve zekasını...

Çiçeklerden bal toplayanlar bile sayıca az kaldıkları ve topladıklarını diğer zorbalara kaptırdıkları için (örn: köylüler gibi) onlarda, bu ortamda sağ kalmak için zorbalaşma dışında bir alternatif göremiyorlar.


Ha... Bu durumu, dürüst ve adil vatandaşlar olarak eleştiriyoruz, yadırgıyoruz. Ama genellikle başımıza bir zarar geldiği zamanlarda...Yoksa kimse, kimsenin işine karışmak istemiyor, kimse kendi işine karışılmasından da hoşlanmıyor. Ona ne?

Karıştı mı, mahalle baskısı oluyor. Ancak artık görmezlikten gelinemeyecek kadar çok büyük olaylarda mahalle baskıları kaldı.

Listeyi uzatmak mümkün. Herkesin ekleyeceği bir şey çıkar nasıl olsa...

Çözüm ne?

Bu işin toplumsal bir çözümü yok gibi gözüküyor. Ancak bireysel düzeyde bazı değişikliklerle hafifletilebilinir.

O da bence bir şey ile mümkün; "her şey'e rağmen kaliteli standartlarda iş çıkartmak". Yani, bal toplayarak örnek olarak. Belki insaflı bir kaç kişi örnek alırda, uyar, zamanla bu kişiler çoğunluk olur.

Yoksa, kar'ını riskte gören arıcı, tüm kovanları yakacak.

17 Eylül 2020 Perşembe

Bell eşitsizliklerinin mantıksal yapısı ve felsefesinden yeni bir epistemoloji ve ontolojiye ulaşılabilir mi?

Kuantum mekaniğinin ciddi sorunlu ve belirsizliğe fazla bel bağladığını, evren belirsiz hiç bir şey olmadığını düşünüyorum.

Bence,
Belirleyebildiğimiz ve ölçebildiğimiz her nesne bir sistemdir. Bu güneş sistemi de olabilir, bir atom da fark etmez. Hatta ışık bile kendi başına bir sistemdir. (?)
Her sistem, alt birimlerin toplamından oluşur.
Alt birimlerin her biri veya bazıları da, kendi başlarına bir sistem olabilirler. Bu önemli değil aslında...

Önemli olan sistem bütünlüğünü koruduğu sürece, her zaman içinde bulunan birimlerin konum ve değerlerinden kaynaklanan bir denge içinde olmasıdır. (Bunu, hız ve momentum olarak da ele alabiliriz bence...)
Bu alt birimlerin birbirleri ile olan ilişkisi, sistem içi karşılıklı dengeyi (toplamda sıfırı) sağlar.
Alt birimlerden birinin (veya onun alt ünitelerinden birinin) konum veya değer değiştirmesi ile tüm diğer sistem birimleri de buna uygun yapılanmaya yönelirler.

Bunu en güzel Sudoku ile gösterebiliriz.
Çözülmüş bir sudoku, sistemin dengeli bütünlüğünü temsil eder.
9 karenin her biri ise alt sistemleri temsil eder ve her biri kendi içinde de ünitelerinin konumu (en küçük kareler) ve (sayı) değeri ile dengelidir.
Bu iç denge, diğer alt birimlerin iç dengeleri ile belirlenmiştir.

Eğer bu sistem dışarıdan bir etkiye maruz kalırsa (mesela  gözlem) ve alt birimlerden birini değiştirirsek -uyarırsak, bu alt birim içinde yeni bir denge oluşacaktır.
Böylece onun üniteleri de yeniden yapılanmak zorunda kalır.
Bu yeniden yapılanma esnasında ünitelerin alabileceği konum ve değerleri ise olasılıklar dahilinde dalga fonksiyonları ile de tanımlayabiliriz.

Sonuçta bir alt birim dengeye geldiğinde, tüm diğer olasılıklar çökmüş ve içindeki tüm üniteler için de kesin bir konum ve değer belirlenmiş olacaktır.
Bu değişim sırasında, diğer alt birimlerde etkilenecek ve onlarda ünitelerinin konum ve değerlerini değiştirecektir (Bell eşitsizlikleri şeklinde).

Bu görünürde ölçülemeyen ama sistem dengesini kurma açısından etkin olan gerekliliği de "gizli değişkenler" olarak niteliyorum.

Sudoku çözmeye başlarken her boş kare için bir çok olasılık (dalga fonksiyonu) vardır ama sistem çözümü ancak bunlardan biri (diğerleri çökünce) ile mümkündür.

Üstelik eğer çözüm öncesinde bir alt birimi, hatta bunun bir ünitesindeki değeri ve konumu değiştirseniz, sonuçta elde edeceğiniz çözüm bambaşka olacuktur. (Eğer sistem bütünlüğü -çözüm- bozulmamış ise...)

Bu yüzden Bell eşitsizlikleri mantıksal yapısının ontolojik olarak etkili olabileceğini düşünüyorum. Epistomoloji açısından ise şüpheliyim. Bilgimizi elimizdeki somut veriler üzerine kurma ve geliştirme alışkanlığımız güçlü.


https://www.academia.edu/s/f74f42940a#

26 Ağustos 2020 Çarşamba

Ailemin eseri miyim?

Elbette kişiliğimin ilk şekillendii dönemlerde anne ve babamın tutumları,alışkanlıkları rol model olarak üzerimde çok etkili oldu.
Biz primatlar (yassı tırnaklılar) sosyal varlıklarız. Çoğu alışkanlığımızı, bilgimizi içinde bulunduğumuz topluluktan öğreniriz.

İnsan kişiliğinin temellerinin atıldığı ilk 6 yıl içinde ise en çok ebeveynlerle ilişkide olduğumuz için, kişiliğimizin temelini büyük oranda onlar şekillendirir.
Bu öyle bir düzeydedirki, en derin korkularımıza kadar yansır.
Ebeveynlerden fiziksel olarak aldığımız ve kişiliğimizi etkileyen şey ise biyolojik yapımızdır.
Sinir sisteminin yapılanması, düşünce sistemimizi etkiler. Fiziksel yapımız, ilgi duyduğumuz başarılı oyunları ve ilgisiz olduklarımızı belirler.
Sinüs boşlukları ve gırtlak yapısı, konuşma şeklimizi ve tonumuzu etkiler. Bu ise sosyal ilişkilerde diğerleri ile konumumuzu biçimeldirir.
Hormon yapısı, kalıtsal özelliklerimizi belirleyebilir. Az veya çok salgılanan biz bez, tüm tutumlarımızı etkileyebilir.

Ama kişilik biçimlenmesinde bunlar, öğrenerek benimsediklerimizin yanında ikincil plandadır.

Çocuk bu üçünün karmasında(genetik aktarımlar+ aileden öğrenilenler+ sosyal ilişkilerden öğrenilenler), kendisine bir harman yapar.
Ebeveynler, iyi özelliklerini aktarmak için uğraşırlar ama tüm özellikler çocuğa geçmez. Çünkü o yorumlayıp, kendi yapısına göre en uygun olacak şekilde bunları harmanlar.
Böylece tamamen yeni bir yapı çıkar,
Ergenlik dönemi ise bu harmanlamanın doruk noktasıdır. Ebeveynlerle çatışmanın en çok olması ise bundan...
Eski ile yeni'nin kaynaşmasıdır bu. Tamamen bağımsız bir birey olmak için, farklı ve daha başarılı bir tutum-bakış açısı geliştirmek zorundadır. Tabi deneyim ve bilgi eksikliği ile bolca hata da yapılır.

Bir zamanlar ebeveynlerim ile özellikle güc ve statu simgesi olan babamla çok çatıştım. Ona benzememek için çok uğraştım.
Ama zamanla, olgunlaştıkça, bir çok temeli ondan hazır aldığımı ve onu taklit etmeye çalıştığımı görüyorum. Elbette farklı olarlar da var. Zamanın şartlarının getirdiğig ve yeni koşullara göre geliştirilmiş tutumlar.

Bu nedenle onun da bir eseriyim. Yıllarca sevgisini ve ilgisini sürekli üstümde tutarak, her hatamda, kararım ne olursa olsun destek olarak kendisinden ve ruhundan, bazen de mutluluğundan bir şeyler verdi.
Tabii aynı durum, annem içinde geçerli, onlardan farklı bir birey olsam da, bu farklılığımda onların desteği ve payı büyük...

25 Ağustos 2020 Salı

Toplumsal birlik ve alt kültürlerin durumu hk.


Genetik kökenleri bilemem ve de umursamam da ama zihniyetleri önemli görürüm.
Bu toprağın ve toplumun insanı olmak isteyip, istememek önemli. İstemeyenler genellikle, kendilerini bir şekilde, öncelikli olarak bir gruba dahil ederek tanımlıyorlar zaten.

Önemli olan bu toprağa, insanına ve tarihine sahip çıkmaktır. Bizler, Anadolu halkı, Türk toplumu olarak, bu toprakların en iyi özlerinden oluştuğumuzu düşünüyorum. Din, inanç, köken, hepsi bu oluşmun bir özü. Ama öncelik değiller.

Yoksa gereksiz konularda bolca ciddi ciddi tartışılır. Gereksiz, çünkü var olan durumu daha iyiye, güzele tüm toplum için götürmeyecek. Fayda sağlamayacak.

Diller, evrimleşir. Kelimeler evrimleşir, İsimler evrimleşir. Ortaçağ Avrupasındaki hangi dil, aynen sürüyor? Bırakın, 50 yıl evvelki dil nerede var?
Hele elektronik ileşimle gelen kısaltmalar, dili değiştiriyor. Kavramları da... Yeni kelimeler de zaten yeni kavramları isimlendirme ihtiyacından doğuyor.
Çoğu isim ilk halinden farklı olsa da, aynı kökten türüyor. Bu çok doğaldır.

Cumhuriyet başlangıcı ve 10 yıllık süre bir devrimdir. Anadolu insanının, binlerce yıllak alışkanlıklarından ve bağlılıklarından kurtarmak için bir devrimdir.

Yoksa çok değil, 20-30 yıl sonra tekrar, farklı da olsa monarşik bir sistem başlardı. Çünkü zihinsel alışkanlıklar hala baskındı. O yüzden bu değişim rüzgarı içinde, yer isimlerinin de güncellenmesi normaldir.
Bu Anadolu insanınını tarihinden, kökünden değil, zihinsel ve kültürel bakışıyla geçmişe dönme çabasını bırakıp, yüzünün geleceğe döndürme amacıdır...

Keza, her şey'e rağmen, aradan geçen 100 yıla rağmen bu zihniyettekiler hala toplumsal hayatta baskınlar ve geçmişin sadece olumlu yönlerini dile getirerek, toplumu kısmen dönüştürmektedirler.

Şu var, biz de devlet abartılıyor. Çünkü birey kendini, daha üstün bir güç karşısında kul olmaya şartladırılmış.
Oysa, devletler, toplumların cismanileşmiş tezahürleridir.
Devletsiz toplumlar var olabilir, yaşayabilir.
Ama toplumsuz hiç bir devlet var olamaz.

Bu yüzden devlet, onu oluşturan toplumun özlerinden birinden değil, tüm özlerden oluşur, varlık bulur.

Bunu anlamak için, önce "benim insanım, toplumum" kavramı öne çıkmalı.
Köken, din, vb, kavramların öne çıkması ise sadece bu bütün içindeki çatlakları genişletir. Sonucu ise her durumda toplumsal acizliktir.

-----
Soru- Devlet bunu belli etnik gruplara karşı yapıyprsa bu etik değil. Tek tip bir dil tek bir kültür oluşturmaya çalışırsan renklerini kaybedersin ve o etnik gruplara da baskı asimilasyon vs şeklinde yansır.

Cevap - Bu şekilde algılamıyor ve düşünmüyorum. Asimilasyon bu şekilde olmaz.
Sadece belli bir dili kullananlar için anlam ifade eden isimlerin, tüm toplum için eş anlamlı hale getirilmesi olarak algılıyorum.
Başka türlü, toplum içi eşgüdüm nasıl sağlanacak? Yerleştirilecek? Zaten insanlar, kendilerini şu'yum, bu'yum diye küçük topluluklarla tanımlamaya alışmış.. Hala da bunun peşindeler...

O kadar kısa sürede, ancak net ve devrimsel değişimlerle mümkün bu.

Yüz yıl sonra, insanlar kendilerini neye göre tanımlayacaklar ? Bir düşünün. Şu anki şekilde mi kalacaklar?

-----
Soru- Doğu anadolu bölgesinde halkın kendi dilinde isimlendirdiği köy kasaba dağ tepe isimlerini değiştirmek asimilasyon çabası değil mi ve bu seninle kader birliği yapmış bir halka yapılıyor.

Cevap- "kader birliği yapmış bir halka yapılıyor" diye bir şey yok. Halkların kardeşliği palavrasındaki gibi, birbirinden farklı halklar yok.
Aynı halkız. Aynı toplumuz. Hepimiz birden aynı toplumu oluşturuyoruz. İki farklı ve birbirinden bağımsız parçanın bir araya gelmesi diye bir şey yok. (Ama olması için çok uğraşan var.)
Durumumuz, kardeşlerin ayrılığından daha ötesi olamaz.
-------

Soru- O halde neden belirli yerlerde bu politika uygulandı?

Cevap- Tam konuyla alakalı olmasa da, dil örneği üzerinden gideyim.
Günümüz Türkçesinde kullandığımız bir çok yabancı kökenli kelime var. Batı Avrupa kökenli olanların yanında, Farsça ve Arapça olanlar da var. Aynı şekilde, günlük kullanımda farkında olmadan kullandığımız yerli kelimelerimizde var. Günümüz Türçesinde, mesela Kürtçe veya Lazca kelimelerde yok mu kullanılan. Telafuzu değişmiş olsa da?

Bir ara Türk Dil Kurumu, dilde sadeleşme diye "tavuksal fırtlangaç" gibi abuk sabuk kelimeleri de sokmaya çalıştı. ama olmadı...

Bir kelimenin, toplumsal hayata yerleşmesi, kökeniyle veya hangi dilden geldiğiyle alakalı değildir çünkü.
İfade ettiği kavramı tanımlamasıyla hayat bulur ve yerleşir.

Türkçe'nin bilim dili geliştirmede yetersiz kalması ile bu alanda kavramları ifadea eden yabancı kelimeler, sanat ve edebiyatda, huhukta, diplomasi de, her alanda o kavramı zenginliği ve doğru tanımı ile ifade eden kelimeler baskın olur.

Kimse kelimeleri, ırkından veya dininden dolayı seçmez. Kullanım kolaylığı ve herkese aynı kavramı anlatmasıyla seçer...

Sözgelimi, bilimsel keşif ve gelişmelerde Kürtçe kökenli kelimeler baskın olsa veya şehirleşmede veya tarımda veya sanatda, herkes bu kelimeleri kullanır. Çünkü o kelime, kavramı herkes için aynı şekilde doğru ve tam ifade ediyordur.
Yerleşir.

Siz belli bölgeler de sadece o bölge halkının anlayacağı kavramlar yerine, tüm topluma yeni bir tanımla ortaya koyarsanız. Toplumsal Zihniyet de tümleşir.

O günün iç ve dış dinamikleri altında, siyasi ve ekonomik açılardan da olayı ele almak ve ona göre sorgulamak daha doğru olur.

Günümüz şartlarında, siz hümanizma, eşitlik, insan hakları gibi kavramlar altında yetiştiniz. Size bunlar, ideal olarak benimsetildi. Bu bakış altında sorguladığınız zaman varacağınız yargı ile
100 yıl evvel, padişahın kutsallığına, aşiret liderine tam itaate ve şıhların, şeyhlerin kutsal gücü ile cenneti garantilediğini düşünen bir zihnin yargısı ve yaklaşımı farklı olurdu.

Hatta toplumsal sorunları çözüm önerileriniz bile farklı olurdu..

Siz tarihçisiniz, bilirsiniz ki, olaylar ve yaşananlar o dönemin ve o döneme kadar olan olguların birikiminin sonucudur.
Verilen kararlar ve uygulamalar da o günün koşul ve ihtiyaçlarına göredir.
O döneme göre, o şartlar altında hata yapıldıya, o koşullar altında ve ele alınmalı ve yargılanmalı. O döneme göre, alternatifleri ele alınmalı, yapılacak doğru buydu denmeli.
Günümüzün doğruları ışığı altında, tarih incelenemez.

(Yavuz'un İran seferinde tanıdığı ayrımcılığın ürünleri bugünkü sorgular hep.)

24 Temmuz 2020 Cuma

Kadın'a karşı erkek şiddeti ile nasıl başa çıkılmalı?

Bunun çözümü kolay değil. Ve uzun vadeli. En başta, anneler oğullarını eğitmeli. Çocuk rol model olarak babasını alsa da, toplumsal görgü de yönlendiriyor. Bunu kesmek lazım.


Dizilerle, filmlerle maganda, maço erkek tiplemeleri yüceltilmemeli. Erkeklere kadınla iletişim dersleri verilmeli. Hatta okullarda dans kursları ile karşı cinsiyet ile iletişim kuralları (özellikle tango bu konu da iyi bir araç).
Kadınlara da iletişim kursları ve davranış eğitimi verilmeli. Zannetmeyin, daha narin veya duygusal diye kadınlar "erkekle iletişimi" biliyor. Erkekler hakkında çok fazla şey bilmiyorlar. Çoğu erkeği sadece ..salak zannediyorlar. 
Çünkü toplumsal korkularla, erkeklerle iletişim ve sağlıklı arkadaşça ilişkiler kurmaları küçük yaşlardan itibaren hep kontrol edilmiş veya engellenmiş.


Kadın erkeğe dili ile saldırdığın da kavgayı, kontrol etmeyi yönlendirmeyi bilmiyor. Oysa, erkeğin kendini çok yetersiz hissettiği ve kavgayı kaybettiği nokta bu süreçte. O zaman temel içgüdüler kalıyor geriye (Kaç ya da Saldır. Bu fiziksel eylemde de, kadın fiziksel olarak zayıf kaldığı için, öfkeyle hareket ediyor.)


 Bunun eğitimi de verilmeli... Okuldan, üniversiteden, kadın gönüllü kuruluşlarından...(Kadınlara, erkekle tartışma, erkeklere de öfke kontrolü...)

Ayrıca, namus kavramı güncellenmeli ve toplumda işlenmeli. Fahişe diye hor görülen bir çok kadının, erkeklerden ve hemcinslerinden daha namuslu olduğu bir toplumdayız. (Gizlileri, saklı emelleri ve planları yok. Açık olarak işleri ne ise onu yapıyorlar. Askerlik gibi binlerce yıllık geçmişi olan en eski sosyal kurumlardan biri...Yok edilemez.)

Buna karşı namuslu gözürken, ama çocuklara zarar verenlerden, toplumun ekonomik birikimlerini israf edenlere bir çok farklı örnek el üstünde tutuluyor.

Başkasına (bilinçli) fiziksel veya ruhsal zararı olmadan yaşamını sürdürüp, idame ettiren kişilere namuslu denmeli.

Kadınlar artık ekonomik hayatta önemli ve üretken roldeler. Üretken rolleri hiç bir zaman bitmedi ama değişiyor. Erkekle eşitlik çabaları ve savaşları çalışma yaşamına yansıyor. Hukuki eşitlik, uygulama olmadan çok anlamlı değil. Ama bu eşitlik kavgasının bir gözardı edilen noktası daha var. Kadın-erkek ilişkileri de artık eşitlerin ilişkisi değişiyor..
Kız kaçar, erkek kovalar şeklinde aktif-pasif rollerden, tarafların ortak hareket ettiği ve orta noktalarda buluştuğu (her iki tarafında kazan-kazan politikası takip ettiği) rol modellere geçiliyor.
Buna karşılık toplumsal görgü ve rol modellerle, hala yüzlerce yıllık alışkanlıkların modelleri beklentileri oluşturuyor. Bu da işlenmeli.

Bu ülke ve toplum sadece erkeklerin omzunda yükselemez. Kadınların omuzlarında da yükselemez. Birbirlerine destek olmayı öğrenmek zorundalar.

Öldürürcesine, Aşk mı (?)



Kadınlar öldürülemez mi?  Elbette öldürülebilinir. Erkeklerde keza aynı...

İnsanların anlamadığı nüans, bir kadının bir araba kazasında, bir suç işlenmesi sırasında öldürülmesi kadın cinayeti değildir. Basbayağı cinayettir.


Ama bir erkeğin bir zayıflığı, egosu yüzünden bir kadının öldürülmesi işte bu kadın cinayetidir.


Erkekler buna ne ad verirlerse versinler, "namus, ar, kendimi kaybettim, kıskançlık, töre, vs"... Esasında bu kendinden fiziksel olarak daha zayıf bir varlığa, fiziksel olarak karşı koyamayacağını bilerek yapılan bir şiddettir. Erkeğin kendisini riske atmadan güç gösterisidir. Kısaca erkeğin korkaklığıdır... Üstelik bu korkaklığı gizlemek için, kadına yüklemesidir.

(Aynı maço'lar, kendileri zarar görme riski olduğunda hemen alttan alırlar.)


Kim ne derse desin. Kadın'a şiddeti önlemenin ilk yolu annelerin eğitilmesi ve bu eğitimle, çocuklarını (kız-erkek) yetiştirilmesidir..

Babaların verdiği eğitim işe yarasaydı, bu halde olunmazdı zaten...

Tüm cinsler, kendi ve karşı cinsin sınırlarını bilip, saygı göstermeyi öğrenmeli. Artık kadınlar erkeklere ihtiyaç duymuyorlar yaşamak için, kendi ayakları üzerinde duruyorlar.
Çalışıyorlar ve ekmeklerini kazanıyorlar. Bu yüzden artık hikayelerde, efsanelerde, törelerde anlatılan kadın tiplemeleri de kalmadı erkekler karşısında.
Bir erkek nasıl bir başka erkeğin çalışma ve yaşam alanına saygı duyuyorsa, ister çalışma ister hayat arkadaşı olsun, kadına da aynı şekilde saygı duymayı öğrenmeli...


İkincisi özellikle gençler arasında, karşı cins ile doğru iletişim kurulması öğretilmeli.

Çoğumuz bu doğanın gereği zaten oluyor deyip, işi aşk'a, sevgiye filan bırakıyoruz ama öyle değil artık.

Birbirlerine hiç dokunmadan, sesini canlı duymadan haftalarca cep telefonları ile aşk ve bağlılıklarını ifade eden gençler dolu.

Bir arada yaşama gibi, fiziksel yakınlık ve gerçek iletişim isteyen bir duruma geldiklerinde ise, birbirlerini anlayamıyorlar. Tartamıyorlar. Doğru refleksleri uygulayamıyorlar.

Bir kısmı işi kısa yoldan seks üzerinden çözmeye çalışıyor ama, onunda devri kısa sürede geçiyor.


Bu yüzden gençlerin ortak çalışıp, bir arada dayanışma ile problem çözecekleri, bir şeyler yapacakları sosyal yapılar ve organizasyonlar düzenlenmeli. Bir amaca ortak olarak ulaşmaya çalışırken, birbirlerini de tanıyıp, daha doğru bir iletişim yolu öğrenecekler...

Ya da her zaman savunduğum gibi, dans, özellikle Tango eğitimi bu konuda önemli bir gelişmeyi getirecektir.

Kadına şiddet'e karşı idam cezası hk...


Hiç bir suç, caydırıcı cezalarla azalmamış. Kadın cinayetlerinde de durum aynı. Ancak idam kararı bir kere çıktı mı, kapsamına alınacak kişilere bakmak lazım.

Bugün bir tek kadın cinayeti iken, yarın terör denecek. Başka bir gün tüm muhaliflere terörist, teröristle işbirlikçi filan denecek...

Zamanında İdam cezasının kalkmasına karşıydım. Hapislerde besleneceğine, derdim... Bu konudaki fikrimi değiştirmedim.

Ancak o dönemde yargının bağımsızlığı konusunda da şüphem yoktu.

Kadın cinayetlerini önlemek mümkün değil. Ama azaltmak mümkün.

Önlemek mümkün değil, çünkü tüm toplumda bir zihniyet değişikliği gerektiriyor. Oysa her gruptan ve yaştan, çok tutucu ve bağnaz zihinler bolca var.

Ancak yeni nesil üzerinden gidilerek bu sorun hafifletilebilinir.

Ve şiddetin şekli, erkek-kadın niteliğinden çıkartılıp, insanın insana şiddetine dönüştürülmeli.

Elbette şiddet hoş değil ama maalesef, günümüz dünyasında bu toplumsal, ulusal ve uluslararası yaygın bir sorun.

Bu sorunun temelinde, Kadın-Erkek iletişiminin sakat/eksik olması yatıyor.

Erkek, kadına nasıl davranacağını bilmiyor. Kadın da erkeğe... Gerçek hayatta, kadınlar erkeği idare eder, yönlendirir. Biçimlendirir.

Bir kadının yetiştirdiği bir erkek, başka bir kadına hele geçmişte veya gününde ilişkisi olan bir kadına karşı şiddet uygulayabiliyorsa, bu sorunun salt erkek değil, kadın tarafından da kaynaklanan eksiklikleri var demektir.

Bu konuda en azından gençlere, hem birbirleriyle iletişim kurup doğru ifade ile anlaşabilecekleri, hem de kaynayan kanlarındaki heyecanı-ateşi kontrol etmelerini sağlayacak eğitim metotları gerekiyor.

Çocuklarımıza Centilmen Beyefendi ve Hanımefendi kurallarını ve yöntemlerini öğretmeliyiz.



Kadın erkekte yüreğe mi, cüzdana mı öncelik verir?

Ne kadında, ne de adam da öyle iddia edildiği gibi koca yürekler kalmadı. Bu yüzden hiç değil ise rahatını düşünmesi doğaldır insanın.
Bunun için kimseyi itham etmenin gereği yok. Toplumsal yozlaşmanın uzantıları, etkileri bunlar.
Kadın artık eski kadın değil, ekonomik özgürlüğünü=bağımsızlığını kazanmış durumda. Erkek ise hala ananevi öğretilerle, evde eşini bekleyen kadının görevlerini bekliyor ondan. İster çalışsın, ister çalışmasın.
Ev kadını dediklerimizde, hem çalışan kadının yaklaşımlarından etkileniyor, benimsiyor hem de günümüz şartlarına göre uygun bir yaşam standartı oluşturmaya çalışıyor. Bugün ortalama bir ev kadınının aile bütçesine işgücü olarak katkısı 1-1,5 asgari ücret düzeyinde.. (Tabii para değil, ayni olarak)

Erkek ise eski erkek değil, eskiden tüm kadınlar kulede prensini bekleyen prenseslerdi. Onlara prenses muamelesi yapılması doğru idi...
Şimdi çoğu iş hayatında, sosyal alanlarda, sporda ve bir çok dalda Red Sonya gibi rakip oluyor erkeğe...
Zaten iş imkanları dar, ortalama gelirler ev için yetersiz. Bir de kadın iş gücü ve ona (çocuk gibi haklı nedenlerle) tanınan pozitif ayrımcılıkla mücadele etmek gerekiyor. Karar mekanizmalarının çoğunda erkeklerin olmasından ve işyerlerindeki maaş ve kariyer konularındaki cinsiyet ayrımcılığından şikayetçiler.
Oysa onlara tanınan pozitfi ayrımcı politikalar erkeklere de uygulansa, bu sorunların çoğu otomatikman kalkardı.

Sonuçta, Erkek hangi kadına prenses, hangisine savaşçı gibi "ne zaman? ve nasıl?" davranacağını bilemiyor.

Romantizm ise dijitalleşmiş durumda. Lokantalardaki yemek ve farklı ortamlarda gezmelere indirgenmiş eğlenme anlayışı, doğrudan iletişimi öldürmüş durumda...
Hele korona kültürü ile yetişen çocuklar, 15-20 yıl sonra nasıl el ele tutuşulacağını, öpüşüleceğini bilemeyecek, sanal ortamda öğrendikleri ile bir şeyler yapmaya çalışacak sanırım.

Oysa iletişimin çok az bir kısmı sözeldir. Çoğu ise vücut dili, jesler, ses tonu ve kokularla feromenlerden kaynaklanır.

Bir kadına değer vermek? Ya da bir erkeğe değer vermek? klişe kalıplara sıkışmış gibi. Aslında tam anlamıyla, bunları tanımlayabilecek kimse de pek kalmadı.
Çünkü bu kalıpları alabileceğimiz, görgü kaynakları da azaldı. Ne toplum, ne aile ne de medya ...
Hangisi insanlara , diğerlerine değer vermeyi gerçek ve gerekli şekliyle öğretiyor ki? Ya da gösteriyor?

Bir erkek, bir kadına gerçekten değer veriyorsa, prensesmiş gibi davranır. Kadın da adama Prensmiş gibi... ilişkinin asaleti ve derinliği de bu karşılıklı saygı ve eşdeğerlilikten çıkardı...
Oysa günümüzde, erkeğe prens gibi davranan kaç prenses adayı kaldı ki?

Sözün özü, para sadece onunla eksikliklerini kapatma ihtiyacında olanlar için ön plandadır.
Eğer erkek bunu (kadında) kapatamıyorsa paranın, kadın kapatamıyorsa (erkek için) fiziksel özelliklerinin öne çıkması doğaldır.


Sorunuzun cevabı, hala muallakta kalıyor böylece :-) (21.10.2020)


20 Temmuz 2020 Pazartesi

Artık neden bilgiyi işleme durdu veya yavaşladı?

Bu konuyu biraz daha geliştirmek için....

İnsanlar avcı toplayıcı iken, günlük hayatlarını idame için gerekli en önemli kaynakları, aralarıdndaki işbirliği, ortak stratejileri, fiziksel güc ve dayanıklılıkları idi. Yönetimleri bu yapıya uygun, daha demokratik ve eşitliğe dayalı idi...Şamanizm gibi doğa dinleri yaygındı.

Tarımın keşfi ile göçebelikten, yerleşikliğe geçince toprak en önemli kaynak oldu. Sosyal yapı da buna göre biçimlendi. Toprak sahiplerinin kontrolünde, üretim, depolama, işbölümü ve toplumu yönetmek için kurumlar gelişti. Yaklaşık 1750'li yıllara kadar bu dönem sürdü. Krallıklar, lordluklar, düklükler, ağalar, beyler bu dönemin yönetim unsurları oldu. Şehir devletlerinden, krallıklara ve imparatorluklara geçiş oldu. Şehir tanrılarından, ülke ve daha sonra imparatorluklarla tek tanrılı dinlere geçiş oldu.

Buhar makinesi ile endüstriyel dönem başladı ve ana üretim kaynağı sermaye'ye dönüştü. Girişimci iş adamları ve şirketleri, sömürgecilik (başka bölgelerin, doğal zenginliklerini, insan işgücü, bilim ve kültür kaynaklarını kendisinde toplamak) öne çıktı. Denizaşırı ülkelerden sağlanan bu kaynaklarla, bilim, sanat ve kültür alanlarına kaynaklar ayrılıp, hızlı gelişmeler sağlandı.
Bir çok sosyal kurumun temeli bu dönemde atıldı veya güçlendi. Toplumları biçimlendirmek için kullanılan dinsel ritüel ve yaklaşımlar da bu döneme uyarlandı.

1980'lerde Thatcher-Reagan ile başlayan özelleştirmeler ile kapitalist sistem tepe noktasına ulaşırken, dönüşüm de başladı. Bilim ve bilgi üretimi de önemli bir ekonomik kaynak olarak algılanmaya başladı.
Bu dönemde uzmanlaşmalar, belli bir alanda derinlikli bilgi toplamak, üretmek öne çıktı. Din toplumlar üzerindeki yönetsel gücünü kaybetmeye başladı, bilim ve teknoloji biçimleyici olmaya başladı.
Çok değil  90'lı yılların ortalarında internetin akademik ve devlet kurumlarından, topluma inmesiyle yeni dönem başladı. Bilgi çağı. Bu dönemde dinler varlıkların korumaya çalışırken, değişmini temel sebebi olan bilgi üretimi ile uyum sağlamayı henüz başaramamış durumda.

Günümüzde yoğun bir bilgi üretimi ile karşı karşıyayız. Her yıl hemen hemen bir önceki 10 bin yıl boyunca üretilmiş bilgi kadar, bilgi üretiliyor.

Uzmanlaşma yüzünden herkes bir-iki alanda derinlikli bilgiye sahipken, ilgili diğer alanlarda ancak yüzeysel bilgiye sahip olabiliyor. Bu yüzden ekip çalışması öne çıkıyor. Çünkü kimse tek başına tüm'ü etkileyecek kadar genel bir bakışa sahip değil.
Şu an bilgi ekiplerce üretiliyor, keşifler ekiplerce yapılıyor. Bilimsel yapı da henüz bu ekip çalışmalarında uygulanacak teknik ve yöntemler üzerinde net bir sonucu ulaşılmış değil.  Çünkü insan zihni belirsiz bir değişken. Birinin değersiz bir fikir, bir başkasına ilham kaynağı veya çok değerli bir bilgi olabiliyor.

Çok değil 100 yıl önceki bilimcilerin, alanlarında ve belki bir kaç yan dalda o günkü bilgi birikimine göre uzman düzeyinde bilgi sahibi iken, tek başına bir genelleme yepebiliyordu. Bir buluş veya devrimsel bir fikir üretebiliyordu çünkü gerekli bilgileri tek kişide toplamak mümkündü.
Şimdi öyle değil.

Günümüz bilimcileri ne birikim, ne zeka olarak o dönemin bilimcilerinden daha geri değil, hatta çok daha donanımlı ve zeki olanları çok fazla. Ama bilgi yoğunluğu ve çeşitliliği, dahi olmaya engel oluyor.
Sıradışı bir fikir ortaya attığınızda, uyum sağlamanız gereken çok fazla ayrıntılı ve derin bilgi var.

Bu yüzden, günümüz de ana üretim kaynağı "bilgi" ve bilginin sahipleri, üreticileri yeni dünyanın yöneticileri olacak.

Böyle bir ortamda dünya genelinde bilgi işleme durdu ve yavaşladı diye düşünmek, doğru bir teşhis değil.

Ama ülkemiz açısından günümüze bakarsak, bu kısmen doğru bir teşhis.
Çünkü bilim gelişmek ve üretmek için farklı zihinlere, düşünce kalıplarına ve bakış açılarına ihtiyaç duyar. Bu zihinler ise ancak çok sesli, çok kültürlü, desteklenmiş  sanat, edebiyat ortamlarda gelişebilir.



https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/44548/

27 Nisan 2020 Pazartesi

Covid 19 ile yakın gelecekte devletler



 ve şekillenecek kamu yönetim yapıları üzerine bir deneme...


Son günlerde korona virüszadelere yapılan yardımlarla ilgili olarak kamu oyunu çok rahatsız eden haberler gündemi dolduruyor.

Devlet, sorunlara çözüm üretmesi gereken bir sosyal kurumdur. Beşeri insan topluluğunun, cisim almış organize  yansımasıdır.

Devlet bir sistemdir ve tüm sistemler gibi alt birimlerinin karşılıklı birbirini desteklemesine dayanır.
Ancak bazıları bu destekleme kavramını aynı yapıda ve  yönde olma kuvvet olarak ele almaktadır.

Evrende, verimli hiçbir sistem tek kuvvet üzerine kurulu değildir. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır.

Muhakkak zıt kuvvetlerin birbirini dengelemesine dayanır. Bu isten bir atom yapısı olsun, ister galaksi fark etmez. Doğaya baktığımız da bile var olan sistem gene iki zıt kutbun dengede buluşmasına dayanır. Av ve Avcılardan, tüm sosyal topluluklara kadar.

Çünkü bir kuvvetin var olması için, onun zıttı olan kuvvetinde tanımlanması gerekmektedir.
Bir tek “kütle çekimi kuvvet”i tek yönlü gözüküyordu onu da dengelemek için, anti kütle çekimi kaynağı olarak “karanlık enerji” varsayımı geliştiriliyor.

Devlet, toplumun tüm kesimlerini temsil eden, daha da önemlisi onlardan sağladıkları kaynaklarla var olan kurumlardır.
Yani devletlerin gücünün kaynağı toplumdur. Devleti olmayan halklar vardır. Ancak halkı olmayan, tek bir devlet yoktur. Var olamaz.

Devletin egemenlik gücünü, ilk devlet teşekküllerinden beri üretim yöntemleri belirlemiş ve bu dönemlerde üretim araçlarına sahip olanlar devlet yönetiminde rol almışlardır.
Mülkiyet kavramı ile hukuksal bir yapıya da oturtularak, bu sistemlerin sürekliliği garanti altına alınmaya çalışılmıştır.

O yüzden devlet yönetiminde tek bir kuvvetin baskın olduğu yapılar, krallıklar, imparatorluklar, diktatörlükler daima zaman içinde kendi sonlarının tohumlarını da beraberlerinde getirmişlerdir.


Sadece demokratik yapıların, zaman içinde şartlara göre değişime ayak uydurma ve alt birimlerinin de değişerek yaşama şansı vardır.

Devlet, sadece kamu görevlisi memurlardan oluşmaz. Onlar sistem içindeki büyük, küçük çarklardır. Devlet ayrıca, dönemin genel eğilim ve beklentilerine göre tercih edilmiş seçimle görevlendirilmiş kişilerden de oluşur. Onlarda bu çarkların itici gücü, yağları ya da hatta frenleridir.
Devlet sisteminde, yönetimdekilerin her konuda serbest- özgür kalmaları, istedikleri değişimi yapmaları, sadece kendi çöküşlerini güçlendirir.

Üstelik sadece karşıt kuvvetlerin değil. Kendi taban desteklerinden de uzaklaşmaları ve onların da desteğini kaybetmeleridir.

Devlet sadece merkezi kuvvet de değildir. Tüm gücü ve yetkiyi üzerinde toplayarak, temsilcileri vasıtasıyla bunu icra gücüne dönüştüren yapılarda, küçük aksaklıklar ve gecikmeler birikerek. Zamanla çığ gibi artan sorunlar altında ezilirler.

Bu yüzden, devlet ve toplumsal sistemlerde ciddi bir dönüşüm süreci başladı. Üstelik bu dönüşüm öyle 20-30 yılda olmayacak, önümüzdeki 10 yıl içinde bu dönüşüm tamamlanacak.
(Tamamlayamayanlar, tamamlayanların avı olacak.)
Çünkü 20-30 yıl sonra yeni yapının da tekrar bir değişime gireceği öngörülüyor.

Bu dönemde, korumacı ve bölgesel milliyetçilik artacak, ülke ekonomileri bir merkezden değil, bölgesel oluşumlar üzerinden gerçekleşecek. Çünkü vergi veren vatandaş. Ödediği paranın kendi yaşam alanında kullanılmasına dikkat edecek.
Bu şekilde bölgesel kalkınma projeleri, gene bölgesel güçlerce, belediyeler, ticari organizasyonlar hatta çok ortaklı büyük girişimlerce gerçekleştirilecek.

Kâr amaçlı değil, hissedarlarının eğitim, sağlık, iş güvencesi ve emeklilik gibi ihtiyaçlarını karşılamayı amaç haline getiren ticari kurumlarda gözükecek.
Merkezi iktidarlar, bölgeler arası çatışmalarda, tarafsız hakem rolü ve büyük yatırımlarda taraflar arası işbirliğini düzenleyen hakim yönetimler haline dönüşecek.

Çünkü 40 yıldır süren özelleşme süreci ile devletlerin ekonomiyi biçimlendirme ve sosyal hayatı düzenlemeye yönelik bir çok enstrümanı kaybedilmiş durumda…
Bu yüzden devletlerin tekrar ekonomide baskın, teşvik edici role çıkmaları mümkün değil. Bu amaçla istenildiği kadar kredi, teşvik verilsin, işe yaramayacak. Boşa giden kaynak olacaklar ve durumu orta vade de daha da kötüleştirecek…

Bu yüzden, devletlerin iki seçeneği var. Ya en büyük işveren olarak, özelleştirilen tüm kurumları tekrar kamulaştırarak üretime sokacak ki bu saatten sonra bu imkansız, aşırı maliyetli…

Ya da  yerel yönetimleri ve organizasyonları destekleyen, eş güdüm, koordinasyon ve hakem rolüne geçecek.
Yani bir bakıma eyalet sistemine benzeyen, federal bir yapıya dönüşecek. Tabi bu ABD modeli değil. ABD için de işler pek iyi gitmiyor ve eyaletler arası ayrışma başladığı zaman, merkezi iktidarın bunları bir arada kalmaya zorlayıcı gücü ne kadar olabilir, şimdilik belirsiz.

Her toplumun, kendi kültürel birikim ve yapısına göre ayrıntılarda farklı modeller geliştirmesi daha olağan.

Bu çok normal çünkü, globalleşmenin getirdiği genellik ve bireysel özdeşlik (benzerlik) artıkça, bireyler daha küçük topluluk ve organizasyonlar içinde kendi çıkarlarını güvence altına almaya yönelecekledir.
(Irkçılık, dindaşlık, kavim, klan, halk, millet, ümmet, tarikat, aşiret kavramlarının altında bile bu eğilim vardır. Hatta köylerden kentlere göç sürecinde ülkemizde görülen memleketçilik kavramı altında bile bu var.)



Eğer bütün bunları göz önünü alarak bir devlet politikası geliştirilecek ise merkezi hükümetlerin. Bölgesel kamu güçleriyle işbirliği yaptığı ve onları desteklediği politikalar olumlu puan kazandıracaktır.
İnsana yardım ve desteği siyasetin malzemesi olmaktan çıkartan ve hüsnü zan ile hareket eden kuvvetler, bu süreçten başarılı olarak çıkacaktır.

14 Nisan 2020 Salı

Fiziğe yeterince derin girerseniz, bir noktada otomatik olarak felsefe ile karşılaşırsınız.

Kısmen evet.
Çünkü fizik her ne kadar diğer bilim dalları gibi deney ve gözleme dayalı olsa da, temel konulara indiğinde, gözlem ve deney yapamadığı için varsayımlar üretmek zorunda...

Bu varsayımları, mevcut bilgiye bağlı olarak geliştirmektedir. Ve matematiğin öngördüğü mantık sistemini kullanmaktadır.

Filozofi, doğuşu itibariyle, gerçeği arayışta izlenecek prensipleri geliştirmiştir. Çünkü gerçekte felsefe, bilgiden bilgi üretme yöntemidir.

Şu an felsefe dalı için hangi bilim alanında kabul edilirse edilsin, hiç bir bilim alanında bir felsefeye sahip olmadan, çözüm üretemezsiniz.

Fizik biliminde de, elde edilen bilgi ve verileri yorumlayıp birleştirmek için bir bakış açısına ve bunu destekleyen bir felsefeye ihtiyacınız var.
Yoksa devam edilemez.

Zaten bilimin esas amacı da bu değil mi, felsefe ile geliştirilen varsayımları deneylerle sınayıp, gözlemlerle doğrulamak ya da yanlışlamak için.


_______________

Partially, Yes.
Because, although physics is based on experimentation and observation like other branches of science, it has to produce some assumptions when it comes down to the basic topics, where it cannot observe or do experiment ...
It develops these assumptions as based on the available information. And it uses the logic system foreseen by mathematics.
As the reason of its birth, Philosophy developed the principles to be followed in the search for the truth.
Because in reality philosophy is a method of producing knowledge from information.

No matter which field of science is accepted as the branch of philosophy at the moment, you cannot find a solution without having a philosophy in any field of science.

In the science of physics, you need a perspective which is supported by philosophy to interpret and combine the information and data obtained. Otherwise, it cannot be continued.

Isn't that the main purpose of science, anyway, to test the assumptions developed with philosophy by experiments to verify or false them by observations.

________________________________________________
Teils, Ja.
Denn obwohl die Physik wie andere Wissenschaftszweige auf Experimenten und Beobachtungen basiert, muss sie einige Annahmen treffen, wenn es um die Grundthemen geht, bei denen sie nicht beobachten oder experimentieren kann ...

Diese Annahmen werden auf der Grundlage der verfügbaren Informationen entwickelt. Und es verwendet das von der Mathematik vorgesehene Logiksystem.

Als Grund für ihre Geburt entwickelte die Philosophie die Prinzipien, die bei der Suche nach der Wahrheit zu befolgen sind.
Denn in Wirklichkeit ist Philosophie eine Methode, um Wissen aus Informationen zu erzeugen.

Unabhängig davon, welcher Wissenschaftsbereich derzeit als Zweig der Philosophie anerkannt ist, können Sie keine Lösung finden, ohne eine Philosophie in einem Wissenschaftsbereich zu haben.

In der Physik benötigen Sie eine Perspektive, die von der Philosophie unterstützt wird, um die erhaltenen Informationen und Daten zu interpretieren und zu kombinieren. Andernfalls kann es nicht fortgesetzt werden.

Ist das nicht der Hauptzweck der Wissenschaft, die mit der Philosophie entwickelten Annahmen durch Experimente zu testen, um sie durch Beobachtungen zu verifizieren oder zu verfälschen?