28 Eylül 2016 Çarşamba

Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?

Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır? Bilimin ve rasyonel mantığın kesinliğinin doğru olduğunu düşünüyorsak aynı zaman da inanmış mı oluruz?
#İnanmak  Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016

http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21993/

ve inanmak yanıltıcı değil midir? Bence bütün inançlar bir süre sonra zamanla ve düşünce sisteminin evrilmesiyle beraber yıkılmak zorundadır... İnandıklarımız zamanla değişime uğrar ve bir süre sonra tanıyamayacağımız duruma geldiklerinde onları sorgulayamayacak duruma düşeriz... Çünkü bu bakış açısı zamanla kişiliğimize ve özümüze işlemiştir... Bilim de böyle midir? Bilimi kesin kabul ediyor ve mantıklı düşünceleri sorgulama gereksinimi hissetmiyoruz... Demek ki mantıklı bir düşünce sistemine inanıyoruz... Aslında dini ve mistik inançlar da böyledir... İçlerinde belirli bir mantık sistemi taşır fakat bu rasyonel ve sistemli olmaktan uzaktır... Peki bilimin kesinlerini sorgulanamaz kılan nedir? Sorgulanarak oluşturulması mıdır? Bilimin sisteminde ve bilimsel düşüncenin özü de değişim veya evrim geçirebilir mi? Bu bildiğimiz öklid geometrisinden 3. veya 4. boyutları niteleyen topoloji ve çok boyutlu cebire geçiş gibi olabilir mi? İnançlarımız yani bildiklerimiz kökünden değişikliğe uğrayabilir mi? Bence her şey değişecektir... Değişmeyen tek nokta değişimi görüp diğer değişimlerle kıyaslayarak farklı bir değişimin analizini yapmak olacaktır... Bu durum zamanla bizi bütünü anlamaya yakınlaştıracaktır... Ama hiç bir zaman bütünü anlayışımıza olanak sağlamayacaktır...
Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016


Mackenzie 27 Eylül 2016 - En başta ikinci soruyu (Bilimi kesin bilgi olarak kabul etme...) cevaplayacağım zira ilk sorunun cevabı basit olsa bile devamında yazacaklarım görece karmaşık olabilir.

Bilimi mutlak doğru olarak görmek temelde hatalı bir düşünme şeklidir. Bilimin asıl amacı şüphedir zaten. Karl Popper, bu konuda müthiş bir iş yaparak bilim felsefesine "Yanlışlanabilirlik ilkesi"ni kazandırdı. Bu ilkeye göre bilimsel olarak öne sürülen her bilgi yanlışlanabilir olmalıdır. (Hatta, Wolfgang Pauli'nin bazı fizik fikirlerine karşı "yanlış bile değil" diyerek eleştirdiği olurmuş.)
Bu ilkeyi kabul edecek olursak hiçbir bilimsel bilgi kesin değildir. Örneğin: hepimiz uzayda kütlesi olan cisimlerin, başka cisimlere karşı bir çekim kuvveti uyguladığını biliriz ama aslında bu bilgi kesinlik taşımaz (yanlışlanabilir). Mesela yarın biri çıkıp "bak işte arkadaş bunlar birbirine çekim kuvveti falan uygulamıyor aha şu-bu sebeple böyle oluyor" diyerek çeşitli veriler sunarsa ve o veriler yeterince ikna edici olursa (tabii onlarda yanlışlanabilir olmalı) o vakitten sonra o kişinin tanımı kabul edilir, anlatılır, öğretilir. Yani "bilimsel kanun" dediklerimiz bile yanlışlanabilir olmalıdır.

İlk soruya gelirsek, "Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?" sorusunun cevabı oldukça açık. Evet, bir şeyin doğru olduğunu düşünmek için onun doğruluğuna inanmak gerekir.
Burada "inanmak" kısmını biraz irdelemek istiyorum. İnsan beyninin karar almaktan ziyade alınan kararları rasyonelize etmeye yatkın olduğunu anlatan çeşitli makaleler var. Bir nevi (dolaylı yoldan çıkarım yaparsak) özgür irade dediğimiz şeyin olmadığını anlatan makaleler.

"Lan peki nasıl karar alıyoruz biz?" sorusunun basit bir cevabı var: Genetik faktörlerin etkisi, bebeklik çağlarındaki aile ortamı (Ataerkil toplumlarda anne etkisi diyebiliriz sanırım. Bunu da, Freud babaya bir selam çakmak için söylemiyorum. İnsan aklının/zekasının gelişimi en hızlı bebeklik çağlarında olur ve ailenin/annenin çocuğu yetiştirme şekli, gelecekte oluşacak erişkin bireyin kişiliği üzerinde genetik faktör kadar büyük bir etkisi vardır.) ve bu ikisinin yanı sıra elbette ergenlik ve biraz öncesi dönemdeki arkadaş ortamı veya çocuğun takıldığı diğer ortamlar, çocuğun özgür(!) karar verme (verememe) mekanizmasını etkiler. Yani neye inanacak olduğunu bile %100 sen seçemiyorsun. Çeşitli etkenler senin inanacak olduğun şeyi belirliyor ve beynin de inandığın şeyi rasyonelize etmekle uğraşıyor.

heathens 27 Eylül 2016 - Öncelikle bilimde '' sorgulanamaz '' diye bir şey söz konusu değildir . Bilimi bilim yapan şey ; her şeyi olası kılmasıdır . İnanç bana göre '' kutsal '' bir olgudur . Neredeyse insanlık ile beraber evrimleşen bir şeydir .
ALGI-GERÇEK-YANILGI üçlemesini düşün . Bu üçleme ile nasıl bağlantılar kurabileceğini hayal et ve şimdi söyleyeceklerimi dikkatli oku . Yani bu konular çok ilgimi çeker o yüzden beni çok iyi anlaman için takınacağım '' üslubu '' göz ardı et .
MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN >>> KARBON-ELMAS-GRAFİT>>> TANRI-İNSAN-YARATICI ....
Yukarıda 3 tane birbirinde alakasız döngü var fakat bu döngüleri '' bütünleştirici '' zekan ile yada muhakeme yetin ile görebilirsen seni çok farklı yerlere götürür . Her şeyin değiştiği gerçeğine dayanak olarak entropinin kanunu ve zaman'ın ileri akması gerçeğini göz ardı ederek düşün .

İnanç nedir ? İnanç bilimsel temeller olmadan bir şeye '' bağ kurmak '' demek mi ? Hayır gerçek inanç yani ; Din ve benzeri şeylerle OPTİMİZE edilmemiş İNANÇ bilimden daha önemli ve daha eski bir olgudur . Bir nevi bilim ve felsefe '' İNANCIN '' optimize edilmiş halleridir . Fakat neden inancın '' OPTİMİZE '' edilmiş halleri her çağda farklı bir ad almıştır . (MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN ?)
İşte bunun sebebine '' zaman'ın ileri akması ve entropinin kanunu '' ile düşüncelerimizin ve bakış açılarımızın değişmesi diyebiliriz . ----



shibumi_tr 28 Eylül 2016  Mackenzie'nin çarpıcı yaklaşımından sonra konuya eklenecek fazla bir şey kalmamış.

Bir tek şunu ekleyebilirim. bilimsel çalışmalar, güvenlik ipi ve ekipmaları olmadan, çıplak elle dağa tırmanmak gibidir. Her ilerlemesinde riske tabidir ve hatanın bedeli düşmektir. Çok sağlam görüşlerde belki biraz geriye kayıp sağlam bir noktadan yükselmeye devam eder ama çoğunluğu genelde düşerek elenir.
Zirveye varmış olanlar içlerinde en güvenilir olanlardır. Yine de her zaman tırmanılacak daha yüksek bir dağ vardır. Varılan hedefin önemini, içinde bulunduğu koşullara ve daha ileriye gitmek için ne kadar destek sağladığına göre değerlendirmek gerekir.

Bilginin sonu olmayacağına göre, bu tırmanışında devamı yok.

Bilim, insai yargılardan ve eğilimlerden uzak kalabilmek aynı zamanda herkese ulaşabilmek için, bir orta yol geliştirmiştir. Buna matematiksel mantık'da diyebiliriz.

Matematik bize elimizdeki verilere göre her zaman doğru sonucu verir. Bilimin avantajı budur.

Aynı zamanda matematik, elimizdeki veriler değiştiğinde veya arttığında da farklı sonuçlar verir.
Bilimsel sonuçlardaki değişmenin/gelişmenin nedeni de budur.

İnanç sistemi, beşer canlının hayatını etkileyen bir çok veriden yola çıkar. Kişiseldir, zamana bağımlıdır. Artan verilerle o da değişir ama tüm veriler öznel olduğu için, genele uygulanırlığı yoktur.

22 Eylül 2016 Perşembe

Madem çoğu ülke de ırkçılık yok neden bu kadar ülke ve millet var ?



http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21652/

Irkçılık, tribalizm eğilimin bir sonucudur. Yani bir gruba dahil olma ve grup ihtiyaçlarını (dolaylı yoldan kendi) diğer grupların ihtiyaçlarından üstün ve öncelikli tutarak, grubuna (dolayısı ile kendisine) fayda sağlama eğilimidir.



Tabii yukarıdaki kadar karışık bir kavram yerine, basit ve net olanlar seçilir. İnanç, köken, ideoloji, futbol takımından başlayıp, yeşil gözlü 5 dil bilen bombacı meksikalı cücelere karar işi sürdürebiliriz...



Kaynakların adil paylaşılmadığı, (eşit değil, adil ) her ortam da ismi ne olursa  olsun, ırkçılık olur.

Sadece köken ileri sürmek değil, inanç ileri sürmekte ırkçılık türüdür. İdeolojilerde, siyasi parti ya da futbol takımı hooliganlığı da farklı türleridir.



Çünkü bir gruba ait olma, kendini güvende hissetme güdüsü kadar temel ve doğal bir güdüdür.



Burada sorun; bu güdüyü tatmin ederken kullanılan gerekçelerin çıkar çatışmalarına yol açmış olmasıdır. 

Çok büyük ve güçlü gruplar cazip gözükse de birey başına düşen pay azaldığı için, daha küçük ama daha girişken-aktif gruplar cazip gelir.



Aslında yapılan son genetik araştırmalara göre, ırkçılık tamamen benimsenen kültür ve değerlerle alakalı... Yani ırkçılık tamamen kültürel ve sonradan öğrenilen/benimsenen bir durum.

Yoksa insanların hangi ırka ait olduğunu bakarsanız, çok karışmış olduğu ortaya çıkıyor.

http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html

https://onedio.com/haber/dna-larina-gore-irk-testi-yapilan-insanlar-cikan-sonuclar-karsindan-sok-oldular-714806 



Şimdi dünyadaki milliyetçilik ve millet konusuna bakarsak; millet oluşumu ile üretim ve ticaret modellemelerinin etkileşimi olduğunu görüyoruz.



Vergiye ve yağmaya dayalı ekonomik modellerde, imparatorluklar yaygınken, endüstrileşme ile milletlerin oluşumu ön plana çıkıyor. Burada hangi grubun, diğer gruplardan nasıl fayda sağladığı ve hangi yöntemleri takip ettiği, ticarette ne tür yollar izlediği ön plana çıkıyor.



Bu dönemde yüksek çıkar gruplarına karşı, kendilerini korumaya yönelenlerin oluşturduğu toplumlar, birer millet olarak karşımıza çıkıyor.



Bu kadar çok millet olmasının ana nedeni bence bu; Çatışan çıkarlardan dolayı avantaj sağlamak isteyen saldırgan toplumlar ile bunlara karşı korunmak isteyen toplumlar.

Aslında bu durumu mikro düzeylere kadar (aile, sülale, klan, aşiret) indirmek mümkün...



Türk toplumu olarak, bizler balık hafızalı, kısa görüşlü ve dolayısıyla günlük hedefli bir toplumuz. Türk toplumunu oluşturan kültürel alt unsurlara baktığımızda, Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Rum, Yahudi, Süryani, vs. aslında aramızda çok da fark yok. Çoğu değerlerimiz ve bakış açılarımız benzer olduğu için, aynı üst grup altında toplanabilmişiz.



Ancak nüfus artıkça, ekonomik imkanlar daraldıkça, alt gruplar arasında da çıkar çatışmaları çıkıyor. Bu ırkçılık olarak gözükse de, temelinde pastadan daha fazla pay alma kaygısı var.



Anadolu Türkleri, Orta Asya Türklerinden farklı. Orta Asya Türkleri daha homojen ve Türklük tarih bilinci daha yüksek.
Anadolu Türkleri ise sadece genetik olarak değil, kültürel olarak da çok karışık bir toplum.
Çünkü Anadolu'ya gelen 300 bin Türk, 100 yıl içinde 1 milyon 800 bin Anadolu yaşayanı Rum'u (Romalı'dan türemedir, devlet dili Yunanca'dır) bünyesine katmıştır.
Anadolu sadece Yunan kökenli değil, farklı kökenden gelen yüzlerce topluma analık etmiş topraklardır. Bu nedenle çok zengin ve çeşitli kültürel birikimi vardır.
Bundan faydalanamıyor oluşumuz ayrı bir konu…
Özellikle Türk toplumunu, Arap kültürüne yakınlaştırarak bu eksikliği giderme çabaları, ateşe benzin dökmekten başka bir şey değil bence.


Bazıları için bu kadar çeşitlilik olumsuz gözükebilir. Özünü kaybetme, kimliksizleşme gibi…

Ancak eğer saf ırkların oluşumuna bakarsanız, belli koşullara uyum sağlamada başarılı olanların, bu uyum sağlayan genlerini aktarmaları ile oluşduklarını görürsünüz.
Örneğin günümüzdeki 400 köpek türü, 10 bin yılda Kurt'tan türetilirken, doğa yerine insan eliyle seçile seçile bu hale gelmiştir.
Şimdi safkan ırk olarak karşımıza gelen köpekler aslında, Kurt atalarının bazı özellikler üzerinde yoğunlaşılarak türetilmiş, eksik varlıklar.
Yani bu tür bir seçilim, aslında ırkı saflaştırmamış tam tersi uyum yeteneğini azaltarak, zayıflatmıştır.

Aynı şey insanlar içinde geçerli olmalı. Sonuçta biyolojik varlıklarız. Bu nedenle bence, ne kadar çok ırk kaynaşırsa, o kadar sağlıklı ve orijinale yakın ırklar gelişir.

Bunun anlamı şudur. Bu topraklardaki tüm topluluklara ve kültürlere saygı ve sevgi ile yanaşacağız.
Hepsini içinde bulunduğumuz bir toplumun (doğal olarak bizim de)  parçası sayacağız.

Yani "benim, bizim" diyeceğiz.

Bu topluma dışarıdan empoze edilen değerleri ise, elemeli olarak ele almalıyız. Mevcut koşullara uygun olanlardan faydaları bünyemize katabiliriz.

Çünkü ne kadar şu anki durum hoşumuza gitse de, eğer kendisini yok etmezse, insanlığın kaderinde tekrar özüne dönüş, yani "tek bir dünya toplumu olmak" olmalı.

Ama bu çok uzun bir ekonomik süreç... Tüm gelir ve refah seviyeleri dengelenmeden, nüfus azalıp, kaynak kontrolü sağlanmadan şimdilik imkansız.