karşı koyma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
karşı koyma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2020 Cuma

Kadın'a karşı erkek şiddeti ile nasıl başa çıkılmalı?

Bunun çözümü kolay değil. Ve uzun vadeli. En başta, anneler oğullarını eğitmeli. Çocuk rol model olarak babasını alsa da, toplumsal görgü de yönlendiriyor. Bunu kesmek lazım.


Dizilerle, filmlerle maganda, maço erkek tiplemeleri yüceltilmemeli. Erkeklere kadınla iletişim dersleri verilmeli. Hatta okullarda dans kursları ile karşı cinsiyet ile iletişim kuralları (özellikle tango bu konu da iyi bir araç).
Kadınlara da iletişim kursları ve davranış eğitimi verilmeli. Zannetmeyin, daha narin veya duygusal diye kadınlar "erkekle iletişimi" biliyor. Erkekler hakkında çok fazla şey bilmiyorlar. Çoğu erkeği sadece ..salak zannediyorlar. 
Çünkü toplumsal korkularla, erkeklerle iletişim ve sağlıklı arkadaşça ilişkiler kurmaları küçük yaşlardan itibaren hep kontrol edilmiş veya engellenmiş.


Kadın erkeğe dili ile saldırdığın da kavgayı, kontrol etmeyi yönlendirmeyi bilmiyor. Oysa, erkeğin kendini çok yetersiz hissettiği ve kavgayı kaybettiği nokta bu süreçte. O zaman temel içgüdüler kalıyor geriye (Kaç ya da Saldır. Bu fiziksel eylemde de, kadın fiziksel olarak zayıf kaldığı için, öfkeyle hareket ediyor.)


 Bunun eğitimi de verilmeli... Okuldan, üniversiteden, kadın gönüllü kuruluşlarından...(Kadınlara, erkekle tartışma, erkeklere de öfke kontrolü...)

Ayrıca, namus kavramı güncellenmeli ve toplumda işlenmeli. Fahişe diye hor görülen bir çok kadının, erkeklerden ve hemcinslerinden daha namuslu olduğu bir toplumdayız. (Gizlileri, saklı emelleri ve planları yok. Açık olarak işleri ne ise onu yapıyorlar. Askerlik gibi binlerce yıllık geçmişi olan en eski sosyal kurumlardan biri...Yok edilemez.)

Buna karşı namuslu gözürken, ama çocuklara zarar verenlerden, toplumun ekonomik birikimlerini israf edenlere bir çok farklı örnek el üstünde tutuluyor.

Başkasına (bilinçli) fiziksel veya ruhsal zararı olmadan yaşamını sürdürüp, idame ettiren kişilere namuslu denmeli.

Kadınlar artık ekonomik hayatta önemli ve üretken roldeler. Üretken rolleri hiç bir zaman bitmedi ama değişiyor. Erkekle eşitlik çabaları ve savaşları çalışma yaşamına yansıyor. Hukuki eşitlik, uygulama olmadan çok anlamlı değil. Ama bu eşitlik kavgasının bir gözardı edilen noktası daha var. Kadın-erkek ilişkileri de artık eşitlerin ilişkisi değişiyor..
Kız kaçar, erkek kovalar şeklinde aktif-pasif rollerden, tarafların ortak hareket ettiği ve orta noktalarda buluştuğu (her iki tarafında kazan-kazan politikası takip ettiği) rol modellere geçiliyor.
Buna karşılık toplumsal görgü ve rol modellerle, hala yüzlerce yıllık alışkanlıkların modelleri beklentileri oluşturuyor. Bu da işlenmeli.

Bu ülke ve toplum sadece erkeklerin omzunda yükselemez. Kadınların omuzlarında da yükselemez. Birbirlerine destek olmayı öğrenmek zorundalar.

Öldürürcesine, Aşk mı (?)



Kadınlar öldürülemez mi?  Elbette öldürülebilinir. Erkeklerde keza aynı...

İnsanların anlamadığı nüans, bir kadının bir araba kazasında, bir suç işlenmesi sırasında öldürülmesi kadın cinayeti değildir. Basbayağı cinayettir.


Ama bir erkeğin bir zayıflığı, egosu yüzünden bir kadının öldürülmesi işte bu kadın cinayetidir.


Erkekler buna ne ad verirlerse versinler, "namus, ar, kendimi kaybettim, kıskançlık, töre, vs"... Esasında bu kendinden fiziksel olarak daha zayıf bir varlığa, fiziksel olarak karşı koyamayacağını bilerek yapılan bir şiddettir. Erkeğin kendisini riske atmadan güç gösterisidir. Kısaca erkeğin korkaklığıdır... Üstelik bu korkaklığı gizlemek için, kadına yüklemesidir.

(Aynı maço'lar, kendileri zarar görme riski olduğunda hemen alttan alırlar.)


Kim ne derse desin. Kadın'a şiddeti önlemenin ilk yolu annelerin eğitilmesi ve bu eğitimle, çocuklarını (kız-erkek) yetiştirilmesidir..

Babaların verdiği eğitim işe yarasaydı, bu halde olunmazdı zaten...

Tüm cinsler, kendi ve karşı cinsin sınırlarını bilip, saygı göstermeyi öğrenmeli. Artık kadınlar erkeklere ihtiyaç duymuyorlar yaşamak için, kendi ayakları üzerinde duruyorlar.
Çalışıyorlar ve ekmeklerini kazanıyorlar. Bu yüzden artık hikayelerde, efsanelerde, törelerde anlatılan kadın tiplemeleri de kalmadı erkekler karşısında.
Bir erkek nasıl bir başka erkeğin çalışma ve yaşam alanına saygı duyuyorsa, ister çalışma ister hayat arkadaşı olsun, kadına da aynı şekilde saygı duymayı öğrenmeli...


İkincisi özellikle gençler arasında, karşı cins ile doğru iletişim kurulması öğretilmeli.

Çoğumuz bu doğanın gereği zaten oluyor deyip, işi aşk'a, sevgiye filan bırakıyoruz ama öyle değil artık.

Birbirlerine hiç dokunmadan, sesini canlı duymadan haftalarca cep telefonları ile aşk ve bağlılıklarını ifade eden gençler dolu.

Bir arada yaşama gibi, fiziksel yakınlık ve gerçek iletişim isteyen bir duruma geldiklerinde ise, birbirlerini anlayamıyorlar. Tartamıyorlar. Doğru refleksleri uygulayamıyorlar.

Bir kısmı işi kısa yoldan seks üzerinden çözmeye çalışıyor ama, onunda devri kısa sürede geçiyor.


Bu yüzden gençlerin ortak çalışıp, bir arada dayanışma ile problem çözecekleri, bir şeyler yapacakları sosyal yapılar ve organizasyonlar düzenlenmeli. Bir amaca ortak olarak ulaşmaya çalışırken, birbirlerini de tanıyıp, daha doğru bir iletişim yolu öğrenecekler...

Ya da her zaman savunduğum gibi, dans, özellikle Tango eğitimi bu konuda önemli bir gelişmeyi getirecektir.

Kadına şiddet'e karşı idam cezası hk...


Hiç bir suç, caydırıcı cezalarla azalmamış. Kadın cinayetlerinde de durum aynı. Ancak idam kararı bir kere çıktı mı, kapsamına alınacak kişilere bakmak lazım.

Bugün bir tek kadın cinayeti iken, yarın terör denecek. Başka bir gün tüm muhaliflere terörist, teröristle işbirlikçi filan denecek...

Zamanında İdam cezasının kalkmasına karşıydım. Hapislerde besleneceğine, derdim... Bu konudaki fikrimi değiştirmedim.

Ancak o dönemde yargının bağımsızlığı konusunda da şüphem yoktu.

Kadın cinayetlerini önlemek mümkün değil. Ama azaltmak mümkün.

Önlemek mümkün değil, çünkü tüm toplumda bir zihniyet değişikliği gerektiriyor. Oysa her gruptan ve yaştan, çok tutucu ve bağnaz zihinler bolca var.

Ancak yeni nesil üzerinden gidilerek bu sorun hafifletilebilinir.

Ve şiddetin şekli, erkek-kadın niteliğinden çıkartılıp, insanın insana şiddetine dönüştürülmeli.

Elbette şiddet hoş değil ama maalesef, günümüz dünyasında bu toplumsal, ulusal ve uluslararası yaygın bir sorun.

Bu sorunun temelinde, Kadın-Erkek iletişiminin sakat/eksik olması yatıyor.

Erkek, kadına nasıl davranacağını bilmiyor. Kadın da erkeğe... Gerçek hayatta, kadınlar erkeği idare eder, yönlendirir. Biçimlendirir.

Bir kadının yetiştirdiği bir erkek, başka bir kadına hele geçmişte veya gününde ilişkisi olan bir kadına karşı şiddet uygulayabiliyorsa, bu sorunun salt erkek değil, kadın tarafından da kaynaklanan eksiklikleri var demektir.

Bu konuda en azından gençlere, hem birbirleriyle iletişim kurup doğru ifade ile anlaşabilecekleri, hem de kaynayan kanlarındaki heyecanı-ateşi kontrol etmelerini sağlayacak eğitim metotları gerekiyor.

Çocuklarımıza Centilmen Beyefendi ve Hanımefendi kurallarını ve yöntemlerini öğretmeliyiz.



Kadın erkekte yüreğe mi, cüzdana mı öncelik verir?

Ne kadında, ne de adam da öyle iddia edildiği gibi koca yürekler kalmadı. Bu yüzden hiç değil ise rahatını düşünmesi doğaldır insanın.
Bunun için kimseyi itham etmenin gereği yok. Toplumsal yozlaşmanın uzantıları, etkileri bunlar.
Kadın artık eski kadın değil, ekonomik özgürlüğünü=bağımsızlığını kazanmış durumda. Erkek ise hala ananevi öğretilerle, evde eşini bekleyen kadının görevlerini bekliyor ondan. İster çalışsın, ister çalışmasın.
Ev kadını dediklerimizde, hem çalışan kadının yaklaşımlarından etkileniyor, benimsiyor hem de günümüz şartlarına göre uygun bir yaşam standartı oluşturmaya çalışıyor. Bugün ortalama bir ev kadınının aile bütçesine işgücü olarak katkısı 1-1,5 asgari ücret düzeyinde.. (Tabii para değil, ayni olarak)

Erkek ise eski erkek değil, eskiden tüm kadınlar kulede prensini bekleyen prenseslerdi. Onlara prenses muamelesi yapılması doğru idi...
Şimdi çoğu iş hayatında, sosyal alanlarda, sporda ve bir çok dalda Red Sonya gibi rakip oluyor erkeğe...
Zaten iş imkanları dar, ortalama gelirler ev için yetersiz. Bir de kadın iş gücü ve ona (çocuk gibi haklı nedenlerle) tanınan pozitif ayrımcılıkla mücadele etmek gerekiyor. Karar mekanizmalarının çoğunda erkeklerin olmasından ve işyerlerindeki maaş ve kariyer konularındaki cinsiyet ayrımcılığından şikayetçiler.
Oysa onlara tanınan pozitfi ayrımcı politikalar erkeklere de uygulansa, bu sorunların çoğu otomatikman kalkardı.

Sonuçta, Erkek hangi kadına prenses, hangisine savaşçı gibi "ne zaman? ve nasıl?" davranacağını bilemiyor.

Romantizm ise dijitalleşmiş durumda. Lokantalardaki yemek ve farklı ortamlarda gezmelere indirgenmiş eğlenme anlayışı, doğrudan iletişimi öldürmüş durumda...
Hele korona kültürü ile yetişen çocuklar, 15-20 yıl sonra nasıl el ele tutuşulacağını, öpüşüleceğini bilemeyecek, sanal ortamda öğrendikleri ile bir şeyler yapmaya çalışacak sanırım.

Oysa iletişimin çok az bir kısmı sözeldir. Çoğu ise vücut dili, jesler, ses tonu ve kokularla feromenlerden kaynaklanır.

Bir kadına değer vermek? Ya da bir erkeğe değer vermek? klişe kalıplara sıkışmış gibi. Aslında tam anlamıyla, bunları tanımlayabilecek kimse de pek kalmadı.
Çünkü bu kalıpları alabileceğimiz, görgü kaynakları da azaldı. Ne toplum, ne aile ne de medya ...
Hangisi insanlara , diğerlerine değer vermeyi gerçek ve gerekli şekliyle öğretiyor ki? Ya da gösteriyor?

Bir erkek, bir kadına gerçekten değer veriyorsa, prensesmiş gibi davranır. Kadın da adama Prensmiş gibi... ilişkinin asaleti ve derinliği de bu karşılıklı saygı ve eşdeğerlilikten çıkardı...
Oysa günümüzde, erkeğe prens gibi davranan kaç prenses adayı kaldı ki?

Sözün özü, para sadece onunla eksikliklerini kapatma ihtiyacında olanlar için ön plandadır.
Eğer erkek bunu (kadında) kapatamıyorsa paranın, kadın kapatamıyorsa (erkek için) fiziksel özelliklerinin öne çıkması doğaldır.


Sorunuzun cevabı, hala muallakta kalıyor böylece :-) (21.10.2020)


14 Aralık 2016 Çarşamba

“Teröre karşı Toplumsal ve Bireysel Duruş” için


Ülkemizdeki terör sorununu aşmak, en azından kontrol edebilmek için artık toplum olarak bir duruş sergilememiz gerekiyor.

Siyasi kurumların kendi ideolojik amaç ve hedefleri açısından da sorunun çözümünde etkili olamadıklarını görüyoruz.
Her terör olayından sonra yapılan söylemlerin, lanetlemelerin, protestoların sorunun çözümünde etkisi çok fazla olmuyor.

Devlet kurumları var olan sorunlarda boğulmuş durumda. Güçlü devlet imajı korunmaya çalışılsa da, devlet kurumunun zamanında çözüm üreteceğine olan güven ve inanç ciddi yara almış durumda.
Üstelik yapılan çalışmalar, terör eylemlerini engellemeye yönelik, yoğun çaba ve özveri gerektirdiğinden, daha esaslı ve kökten çözüm üretmelerini beklemek şu anki durumda haksızlık olur.
Ülkemizdeki terör, uluslar arası politikaların ülkemizdeki sosyal yaraları deşmesinden ve kullanmasından da kaynaklanmaktadır. (Ana hattı ile bence; Basra körfezindeki doğalgaz kaynaklarına, doğrudan Akdeniz'e açılan alternatif bir boru hattı ile ulaşmayı isteyen gelişmiş "bazı?" devletlerin, en büyük doğal gaz müşterisi oldukları Rusya ve şimdi Türkiye'yi bu masadan uzak tutma çabalarının bir sonucu. O yüzden çok uluslu karşılıklı politikalar bu kadar yoğun bölgede...)
 

Toplum olarak terör konusunda inisiyatif almamız gerekiyor. Çünkü kamplaşmalar artıyor ve haklı tepkiler sertleşiyor. Bu durumun uzun vade de Türk toplumunun birliğini artırmayacağı da kesin. Bir sorun çözüldüğü zaman, daha önce koalisyon olan gruplar, bu sefer kendi aralarında çatışmalara başlayacaklar. Yani bu eğilim, daha çok soruna gebe...

Kimse "dur!" demeyi başaramadığına göre, iş başa düşüyor. Toplum olarak bizler inisiyatif almalıyız.

Ve işe, "teröre karşı toplumsal ve bireysel duruş-tutum nasıl olmalı"dan başlamalıyız...
     ----------------------------------0-----------------------------------------
Bir toplumda terörizmin doğmasında ve gelişmesinde etken olan; 3 tane temel neden var.

İlki, hukuk sistemine olan güvenin zayıflaması. Bireylerin, kendilerinden daha güçlüye karşı haklarını koruyamayacaklarını düşünmeleri ve hissetmeleri ilk neden.

Bu durumda birey, durumunu düzeltmek için mevcut yasaların öngördüğü yollara yöneliyor.
Hukuk sisteminin değişkenliği ve keyfiliği de, hukuk’a karşı güveni sarsıyor. Her ne kadar bazı kanunlar zamanın ihtiyaçlarına göre tekrar düzenleniyor olsa da,  siyasi iradenin çok fazla kanun çıkartıp, değiştirmesi bu güvensizliği artırmaktan başka etkisi olmuyor. Çünkü birey, bu değişikliğin kendisine nasıl yansıyacağını kısa vade de bilemiyor.

Hukuk kurumlarının, devlet yönetiminden tamamen bağımsız ve denetleyici olması.  Ve karşılık olarak, başka bağımsız devlet kurumlarınca da denetlenebilir olması, devlet için hayati önemde. Oysa ülkemizde son 20 yıldır özellikle hukuk sistemimizin, ciddi badirelerden geçtiğini görüyoruz.

Bu durumda toplum ve birey olarak yapılması gereken şey; hukuk sistemi ile azaltılması, çözülmesi gereken çatışmaları bizim azaltmamız.

Eğer işveren isek işveren olarak, çalışan isek çalışan olarak, komşu isek komşu olarak, çevremizdeki, beraberimizdeki kişilere hakkaniyet çerçevesinde adaletli davranmak.
"Çalışanın hakkını tam vermek", "İş yerinin beklentisi olan işleri, tam ve doğru yapmak", "Komşumuza, arkadaşımıza değil sadece, tanımadıklarımıza karşı da adil davranmak"; "fırsatçılık yapmamak",  "Toplumsal kurallara (sırada beklerken, trafik ışığında geçerken bile…) uymak", vs. vs...  Hatta diğerleri uymasa da, özellikle ve inadına…

Eğer bireysel düzeyde teröre karşı duracaksak, ilk yapmamız gereken şey bu. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak, öyle davranmalıyız.

İkincisi, toplumun ekonomik yönden güçsüz bireylerinim sosyal refah'ının azalması. Çoğumuz yaşam mücadelemiz de bireysel açıdan bakıyoruz. Düşük gelirli kişilerin sosyal sorunlarının çözümüzü ise devlete bırakıyoruz. Çünkü devlete bu işleri yapması için vergi veriyoruz.
 Gerek terör harcamalarından, gerek ise devlet yatırımlarının büyük projelere kayması sonucu, vergilerden sağlanan gelirlerin, toplumun sosyal refahını artıracak uzun vadeli projeler yerine, çeşitli sermaye gruplarında toplanması gerçekleşiyor.
Bunu GSMH artışı esnasında, artan zengin sayısı ve gelir uçurumunun derinleşmesi ile de görebiliyoruz. Şirketler kar amaçlı kurumlardır. Elde ettikleri kâr’ın önemli bir kısmını, toplumsal refah artırıcı yatırımlar yerine, kar amaçlı yatırımlara sevk etmeleri doğaldır. Onlardan bu yönde bir çalışma beklemekte anlamsızdır.
Devlet, milletin cismanileşmiş tüzel kişiliğidir. Yani, gücünü milletin varlığından alır. Bu nedenle, milletsiz bir devlet var olamaz. Bu nedenle, "önce millet, sonra devlet".
Çeşitli nedenlerle, belki gerekli, belki de zamansız devlet yatırımlarının, toplumun sosyal refahından başka alanlara yönelmesi, hele bir de vergi sistemi ideal olması gerektiği gibi çalıştırılamıyorsa, bireyler arasındaki sosyal refah farkı iyice açılıyor. Sorunlar güçleniyor, katmerleşiyor.

Kimseden sahip olduğu gelirden kısmi olarak vazgeçmesini de isteyemeyiz. Zaten işe de yaramaz. Toplum, birey veya firma sahibi olarak, bu durumda yapılması gereken şeylerin başında beraberimizdeki insanlarla sosyal ve ekonomik dayanışmayı artırmak geliyor.

Sosyal yardım etkinliklerine, kurumlarına gönüllü katılmak, destek vermek ve yakınlarımızı teşvik etmek, teröre karşı bireysel duruşta önemli bir araç.
"Sadece ya da önce ben" eğilimine izin vermemeye çalışmak.

Terörü besleyen üçüncü etmen ise toplumsal kutuplaşma
Hangi gerekçe olursa olsun; dini, ideolojik, kültürel, morfolojik, bölgesel toplumun alt kümeleri arasındaki kutuplaşmalar, zamanla terör olaylarını körüklüyor.

Ancak burada sorun, insanın doğası. İnsanoğlu, hele bir de paylaşılacak olan kazanç sınırlı ise, mümkün olduğunca çok faydalanmak ister. Ancak tek başına sağlayacağı faydayı koruması ve artırması kolay olmayacağı için, bir şekilde kendisiyle benzerlik kurdukları ile gruplaşma eğilimine girer. Böylece sonuçta, toplamdan daha fazla pay alma imkanı olabilecektir.
Modern dünya da, bu çıkar gruplaşmalarına ve grup korumasına farklı adlar veriyoruz.
Siyasi bir partinin ideolojisinden, herhangi bir izm’e, dinsel bir yaklaşımdan, ırksal veya kültürel bir gruplaşmaya kadar değişebiliyor bu...

Ama sonuçta hepsinin işlevi aynı; bireye grup içinde daha güvenli bir ortam ve imkan sağlamak. Bireyler bu güvenceyi artırmak için, başkalarını da kendilerine (grup normlarını kabul edecek şekilde) benzetme eğilimindedir.

Bireysel ve toplumsal olarak teröre karşı duruş olarak yapılması gereken şey; empati ve  karşılıklı ama sınırlı anlayışı telkin etmek ve uygulamak.
(Sınırlı, çünkü bir noktadan sonra siz de empatiyi ve anlayışı hak ediyorsunuz. Bu karşılılık ve eşitlik çerçevesinde olmalı.)

Ne kadar itici bulursanız bulalım; kendimize nasıl yaklaşılmasını istiyorsak,  hoşlanmadıklarınıza da o şekilde yaklaşmalıyız. Ön yargısız, anlamaya çalışarak kişileri ve söylemlerini değerlendirmek. Verilen cevaplarda, asla onlarla aynı düzeyde nefret ve öfkeye düşmemek.
Bir kere öfke kaynaklı nefrete izin verilirse, karşılıklı olarak çığ gibi büyüyor. Sağduyu kayboluyor. Bu yüzden, bazı yerlerde kavga eden çocuklardan sonra iki mahalle birbirine girip, öldürüyor ya... Böyle bir çatışma ortamından, kimsenin kazançlı çıkmasına imkan yok. Ortama dahil olan herkesin muhakkak kayıpları oluyor.


Terörün nedenlerinden değil ama önlemlerinden biri de gençlerimize-çocuklarımıza doğru şekilde sahip çıkmak.

Genç bireyler terör örgütleri için en cazip kaynaklar, deneyimsizlikleri, hayal gücüyle desteklenmiş umutları ve kendilerinden beklentileri, bunların  kolayca etki altında kalmasına neden olabiliyor.

Terör örgütünün bu gençlere  yaptığı yatırımlar, deneyimli elemanlarına göre düşük olduğundan rahatlıkla gözden çıkartılabilir üniteler olarak, ön saflara sürülüyorlar.

Okullarda verilen eğitim, üniversite sınavı kazanmaya yönelik, bireysel anlamda gençlerin kişilik gelişimlerini desteklemeyen bir yapıda.
Aileler olarak, çocuklarımıza sahip çıkmamız, sadece onlarla sohbet edip, dertlerini ve ihtiyaçlarını dinlemek ve bunlara çözüm üretmek değildir.
Bir birey olarak kişisel gelişimine de katkıda bulunmaktır. Bu amaçla onları toplumsal dayanışma ve yardım etkinliklerine katılmaları için teşvik etmek, bu ortamları onlara oluşturmak bu işin bir parçasıdır.
Çocuklarımıza "toplum içindeki haklarını ve topluma karşı sorumluluklarını " anlatmalıyız. Bu bilgileri eğitim kurumlarımız vermiyor.
Gençlerimize, toplum içinde bir yerleri ve toplum için önemleri olduğunu anlatmalıyız.
Ayrıca gençlerimizi bu bilgileri arkadaşlarıyla da paylaşmaları için teşvik etmeliyiz.
Onlara bu tür değerlendirmeler yapabilecekleri ortamlar oluşturmalı, topluluklar karşısında konuşabilmeleri için söz hakkı vermeliyiz.