24 Eylül 2017 Pazar

Dünya Çapında Barış Mümkün mü?



Maalesef dünya çapında bir barış ortamı imkansız gözüküyor. Çünkü insanlık nüfusu 9 milyara dayanırken, doğal kaynaklar 1950'lerdeki miktarın yarısına düşmüş durumda.

İnsanlık, dünya'nın tükenen doğal kaynaklarını yenileyebilmesi için her yıl, gelecek yıllardan daha fazla borç alıyor. Bir bakıma, torunlarımızdan alınmış kredilerle insanlık yaşıyor.

Aynı şekilde insanlar, kendi gelecek yıllarının üretimlerine borçlanarak, özendikleri Batı tipi tüketim toplumu olma yolundalar.
Bankacılık  kredi sistemi, bireyin kendi geleceğini ipoteklemesi üzerine kurulmuş durumda. (Geçmişin bireysel kölelik anlayışının yerini alan modern zihinsel ve üretimsel kölelik …)
Diğer yandan mevcut "liberal demokrasiye dayalı kapitalist ekonomik sistemde" çöküyor. Bu gelir dağılımında eşitsizliklerin artışı,  insanların, gelecekten endişe duyarak daha kapalı toplum yapılarına yönelmesine neden oluyor.

Günümüzde 40-50 yıl veya daha eski dönemlerdeki siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıları özleyenler, arayanlar artıyor.
Siyaset kurumları da, toplumlardaki bu endişeyi kullanarak, daha güçlü, birleşmiş, dışa kapalı toplum modelleri vaatleri ile eski şanlı günlerin sözlerini veriyorlar.

Avrupa toplumları, bu konuda önde gidecek gibi gözüküyor. Mevcut sosyal refahlarını ve zenginliklerini borçlu oldukları; geçmiş 500 yılda sağladıkları üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçler ve ekonomik durgunluk, bu korunma  güdülerini artırıyor.
Bir yandan sadece zihinsel ve duygusal değil, ayrıca fiziksel bariyerlerle, gelen göçleri engellemeyi düşünenlerin sayısı artıyor.

Mesela bu dönemde ihtiyaç duyacakları doğal gaz kaynaklarını hem çeşitlendirmek hem de ucuza mal etmek için, müdahil oldukları Ortadoğu'dan gelen göçmenlere karşı olan tutumları, bu eğilimlerini daha da güçlendiriyor.
İngiltere’de Brexit oylaması, İspanya’da Katalan bölgesi referandumu bu yeni eğilimin ilk ayak sesleri…

Ekonomik küreselleşmenin getirdiği karşılıklı bağımlılık, ulus devletlerin çok uluslu şirketler karşısında piyasadan çekilip, sosyal devlet anlayışının zayıflaması, hep toplumsal dinamikleri ateşleyen ve  kendileri dışındakileri "onlar" şeklinde tanımlamalarına yol açan yaklaşımlar geliştiriyor.

Üstelik sadece küresel değil, ulusal çapta bile kültürel, dini, etnik gruplaşmalar iç paylaşım kavgalarının da sinyalini veriyor.
Ülkeler içindeki kamplaşmalar da artıyor. Üretime katkısı sınırlı olan ya da hiç olmayanların, üretici olanlar üzerindeki baskısı artıkça, üretmeyenlerin oy çoğunluğu ile üretenlerin gelirleri üzerinden vergilerle gelir paylaşımları da bu iç kamplaşmaları körüklüyor.
Emekli veya çalışan vatandaşların sosyal refahını yükseltecek, yatırımların ekonomik kaynakları, gün geçtikçe daha fazla işsizlerin, çok çocuklu ailelerin, göçmenlerin ya da mültecilerin temel yaşamsal ihtiyaçlarına  kullanılıyor.

Aynı ortamda ,sosyal refah devleti anlayışının aşamalı olarak zayıflatılması, devletin toplumsal dengeleri gözetme ve  sürdürme gücünü de zayıflatmış durumda. Devlet, daha çok iç ve dış güvenlik politikalarından sorumlu bir konuma gerilemiş ve iç piyasaya sınırlı müdahale eder ve yönlendirir hale getirilmiş durumda.

Böyle bir ortamda insanların içinde bulundukları çıkmazlardan ve belirsizliklerden kurtulmak için, popülist ve milliyetçi politikacılara yönelmeleri ve onların liderlikleri altında toplanmaları da doğal bir olgu haline dönüşüyor.

Bu liderlerin ise, onları destekleyenlerden aldıkları güce dayanarak, toplumlarına güzel ve refah günleri vaat ederek, kavgacı ve uzlaşmaz devlet politikalarını geliştirmeleri de mümkün gözüküyor.

Günümüzde mevcut  demokratik siyasal sistemler,  toplumların ekonomik gücünü oluşturan üretici eğitimli orta sınıfı temsil etmekten gittikçe uzaklaşıyorlar. (Eskinin fabrika üretimine uygun düşük eğitimli işçi sınıfının yerini ve çoğunluğunu, iyi veya yüksek eğitimli orta sınıf almış durumda. Bu yüzden, eski işçi sınıfını temsil eden ve iktidarlar üzerinde sosyal politikalar konusunda baskı gücü oluşturan sendika ve benzeri örgütlenmelerde ciddi bir yaptırım gücü kaybetmiş durumda…)
Özellikle kredi sistemiyle desteklenmiş tüketim modelleri sonucu, insanlar bir ev ya da araba için gelecek 5-10 yıldaki ekonomik kazançlarını ipotek altına sokup, paranın-sermayenin belli ekonomik güç odaklarında toplanmasına da destek oluyorlar.
Bu yolla üretici orta sınıflar, gelirlerinin önemli bir kısmını zengin üst sınıfa aktarıyorlar. Gelir dağılımı adaletsizleşiyor ve milyoner sayısı artıyor.

Oy çoğunluğu ile seçilen iktidarlarda, bu borçlu sınıf yerine ekonomik kaynakları ellerinde toplamış güç odaklarının daha fazla etkisinde ve telkininde kalıyorlar.
Bu durumda alınan çoğu ulusal karar, daha çok uluslararası ya da ulusal ekonomik otoriteleri ve ihtiyaçlarını temsil ediyor.

(Meclislerde kendisinin ve düşüncesinin temsil edilmediğini düşünen vatandaş sayısı hızla artıyor. Bunun en güzel kanıtlarından biri de, "siyasetçi olmanın" bir meslek haline dönüşmesi ve vatandaşı temsil etme gücünün, ekonomik olarak güçlü birey ve ailelerin ellerinde toplanması. Bu gün herhangi bir seçime aday olarak katılmanın ekonomik maliyetini, çoğu sıradan vatandaş kaldıramaz hale geldi.)
Bu durum sadece gelişmekte olan değil, neredeyse dünya çapında ve yaygınlaşıyor.
Özellikle silah ve petrol-gaz üreticisi şirketler, lobi çalışmaları ile ulus devletler üzerinden çeşitli bölgelerde; pazar ve üretim kaynaklarını kontrol etmek için mücadele ediyorlar.

Bu nedenle ülkeler ve ülke liderleri arasındaki çatışmalar, restleşmeler gittikçe sertleşiyor. Amerika'daki seçim sonuçlarından, Avrupa'daki bir çok sağcı, milliyetçi cephelerin gittikçe güçlenmesi buna işaret.
Çünkü paylaşılacak kaynaklar azalmış ama paylaşmak isteyen kişi sayısı çok çoğalmış durumda...(Kimi devletlerde, toplumlarından feda edilebilecekler ile korunacaklar arasındaki farkları belirleme, dolaylı yoldan bile başlamış olabilir.)
Sosyal devlet anlayışının, iş güvencelerinin zayıflaması, eğitim ve sağlık gibi toplumu direk ilgilendiren kurumların özelleşmesinin artması buna bir işaret olarak da yorumlanabilir.
Üretmeyen, üretimde olmayana; daha az korumacılık ve destek verilirken, bunların devlet politikalarına ve uygulamalarına bağımlılığı da artırılıyor.

Ülkeler kendi içlerinde bu kadar kaynarken, uluslar arası ortamda ise iktidarların ulusal politikaları, uluslararası şirketlerin pazar ve kaynak paylaşımlarıyla biçimlendirilirken, üstelik daralan imkan ve azalan kaynaklarla bu paylaşım kavgası kızışırken, tüm dünyayı saracak evresel bir barış dönemi ummak, büyük bir hayal olur.

Çözülmesi gereken ulusal ve uluslar arası, birbirine bağımlı ve destekleyen çok problem var. Her problemin çözümü, yeni ve başka bir problemi doğuruyor. Ya da eski bir taneyi güçlendiriyor.
Bu problemleri aşmak için, Gordion düğümünü çözmek gerekecek.

Tabi gelecekteki savaşlar geçmiştekinden farklı ortam ve araçlarla da olacak, geçmişteki konvansiyonel (tank, top, asker ağırlıklı silahlı kuvvetler) orduların yerini, daha küçük, mobilitesi yüksek veya kiralık ordular almış durumda.

(Meclislerde temsil edilmediklerini düşünenlerin, ulusal politikalara olan desteği de azalıyor.)

Bu kiralık ordular genelde, bir başka ülkenin terörist gruplarından oluşuyor-oluşacak. Hatta bu amaca uygun bölgesel örgüt yok ise, uluslar arası insan kaynaklarından belirlenen amaca hizmet edecek ideolojiye yatkın insanlardan terör grupları bile kurulacak.

Mesela son dönemlerde kurulan Işid;  hem Islam algısına büyük zarar verirken, hem de gelecekte Akdeniz’e ulaşacak doğalgaz boru hatlarını kontrol edecek ve koruyacak ama küçük ve komşu ülkelerle kavgalı olduğu için, müşterilerine siyasi ve ekonomik olarak bağımlı kalacak bir devlet oluşumu için Kuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgesini büyük çapta temizlemiş ve bu devletin kuruluşu için hazırlamıştır.
(Bu çalışma nereden bakılsa, 20 yıllık bir proje ürünü gibi gözüküyor.  Dünyanın başka ekonomik kaynak noktalarında da benzer projelerin uygulama da olması muhtemel.)
Bir bölge durulunca, taşlar oturunca başka bir bölgede yeni sorunlar patlak verecek gibi geliyor.
Bu nedenle liberal ekonomik sistem ve araçları insanlık tarafından terk edilmedikçe, dünya çapında bir barış ihtimali gözükmüyor. Bölgesel barış ve durgunluklar da, aldatıcı… Kalıcı değiller.                                              


-----------------------------------------------------------------------
Is a global state of peace possible?


Unfortunately, a global state of peace seems impossible. Because humanity is being based on 9 billion people,but on the contrary the natural resources have fallen in half of the 1950s.

Every year, the Humanity borrows more from the coming years to renew the world's exhausted natural resources. Humanity lives on loans that we receive them from our grandchildren.Likewise, people owe their own future productions to supply their interests become Western-type consumer society.
The banking credit system is based on mortgaging the individual's own future. (This is modern mental and productive slavery system...)
On the other hand, the current "liberal democracy-based capitalist economic system" collapses. This leads to an increase in inequalities in income distribution and is causing people more anxious who is concerned about the future and their societies have been turning into more closed society structures.
Nowadays, the number of people in societies  who are seeking political, economic and social structures of the past of 40-50 years or more, are increasing.

The Political Institutions, Parties have been using this anxiety in their societies by making promises of old glorious days as stronger, united and closed-protected community models.
European societies seem to be ahead in this regard. Economic stagnation  and  migrations from third world countries, which they have provided  their existing social welfare and wealth for the past 500 years, are causing to increase their preservation instincts.

The number of people is increasing not only mental and emotional, but also with physical barriers  who think that they have to be prevented these immigration's.
For example, their attitudes towards immigrants and refugees from the Middle East and Africa are strengthening as trends. Contrary to this, where they are involving with their territories in order to get cheaper the natural gas from diversified resources for their next closed and preserved periods. (Brexit in Britain, Catalan territory referendum in Spain are the some first footsteps of this new trend ...)
The economically interdependence of the globalization are developing approaches which one is that the national states are withdrawing from the market control against multinational companies. And the other one is that the societies are developing  approaches as “we and they-outsiders”  inside them, by weakening  welfare of the social state.This ignites social dynamics of these nations.

Moreover, this are also signalling  internal sharing quarrels not only global but also national, cultural, religious, ethnic groupings.So, the polarization are also increasing in the countries.

For example, the economic pressure of non or limited producers are increasing  on the producers of  nations. They get this power by the majority based vote power and public pressure.

As a result, the economic sources which have to be  are used to raise social welfare of retired or working citizens, are used for  the essential vital needs of migrants,  refugees, unemployed or the many children of their families.
At the same time, the attenuation of the social welfare state has also weakened the state's ability to maintain social balances.

The state has declined to a position mainly responsible for internal and external security policies while the ability to intervene to markets are diminishing.
In such an environment, it is becoming a natural phenomenon for people who are  gatherings under populist and nationalist politician leaders to get rid of the tribulations and uncertainties.

It is also possible for these leaders, who may develop their fighting and uncompromising state policies by promising good and prosperous days for their communities as  supported by the majority of votes.
Present democratic political systems are increasingly moving away from representing the producer-educated middle class, which constitutes the economic power of societies.
(Instead of older has majority of the low-educated working class who are suitable for factory production in,  a good or highly educated middle class  taken the place of them.
Thus  unions and similar organizations representing these former working classes had lost  a serious sanction and imposing pressure on social policies on the power.)

Especially, as a result of the consumption models supported by the credit system, The people are getting in dep by mortgaging their next 5 or 10 years of work productions for a car, or home or etc...  This system is helping to collect the money-capital in certain economic powers and centers.
In this way, the producer middle class transfers a significant portion of their income to the rich upper class. Income distribution is becoming unfair and the number of millionaires are increasing.
The elected governments by the majority of votes  are being strongly influenced by the Spoolers of economic resources in their hands instead of this debtors.
In this case, most national taken decisions  are more representative of international or national economic authorities and their needs.
(The number of citizens who think that he or she is not represented in the Assemblies are increasing rapidly after elections. One of the best proofs of this is that "becoming a politician" becomes more professional.And the power of representing citizens are accumulate at the reign of economically powerful individuals or families.Today, the economic cost of joining an election as candidate has become untenable for most ordinary citizens. )
This is not just only developing countries, it is spreading almost world-wide.

Particularly Arms and Oil-gas producing companies are struggling to control market and production resources in various regions through lobbying and nation states.For this reason, the conflicts between the countries and their leaders are getting harder and harder.

This conclusion can be made from empowering the rightist and nationalist fronts in Europe and from  the last elections in America.
Because the resources which have to be shared by community, have been diminishing, however the number of people who want to share these resources has been multiplying so much ...
The weakening of job security, down warding public health and education services, social security tools and privatization of these  institutions  can be  interpreted as an indication for the lowering the understanding of the social state. Also as a preserving these vote fields, non or less producers while less protecting, increased their dependence on government policies and practices by public projects. This means more burden taxes on pay rollers.

It is a great dream hoping a global peace that will encompass the whole world, while the countries are so boiling in their societies and the international corporations are struggling for diminished resources to keep their markets by shaping international politics.

There are many national and international problems which are interdependent and supporting to each other that need to be resolved.
The solution of every problem creates  new problem. Or it strengthens the old one.To overcome these problems, the humanity have to solve the Gordion knot.
Of course, future wars will take place with different environments and tools than before. Smaller, higher mobility and fire power or hired armies taking over the conventional (more soldier, tank, ball, military) armies of the past.
Those who think they are not represented in parliaments are also getting less support to national politics.

These hired armies will usually be made up of terrorist groups of another country.Even if there is no suitable regional organization for this purpose, even terrorist groups may be established among people who are ideologically prone to serve for the purpose determined by international human resources. .
For example, Ishid-ISIS has largely cleared to prepare northern Iraq and the Syrian territory for the formation of a new small state that will be politically and economically dependent on its customers because of conflicts with former owners-new neighbours.
This new state will control and protects natural gas pipelines that will reach the Mediterranean in the future.
(From the point of view of this work, it seems to be a project product of 20 years. It is likely that similar projects may also be implemented at other economic resource points of the world.)
When a region is slacken, new problems are likely to break out in another region.

For this reason, I think, there is no world-wide possibility of peace unless the liberal economic system and tools are abandoned by humanity.
Regional peace and stagnation are also deceptive They are not permanent.

22 Ağustos 2017 Salı

Eğitim ve Zeka hakkında düşünceler.



Çocuk yetiştirirken ona mümkün olan en iyi koşulları sunmaya ve en avantajlı şekilde donatmaya çalışırız.
Aslında gizli amacımız, hayat kavgasında ayakları üzerinde durabilecek, başarısızlıklar karşısında sıfırdan başlayabilecek, değişen şartlara uyum sağlayabilecek, kısaca "ayakta kalacak" bireyler yetiştirmek.
Eğitim ve uygulama ile zekayı desteklemek; büyük yatağa (kapasitesi) sınırlı kumaş (imkanlar) ile yorgan dikmek (eğitim, yöneylem) gibi ...
Bir taraftan çekiştirince, başka bir taraf muhakkak açılıyor. Yatağın her tarafı en verimli şekilde kullanılamıyor. Bir eksik kalıyor.


Ya çok maharretli bir terzi olacaksın.
(Çok bilinçli, belki hedefinizdeki çocuktan daha zeki, sosyal, mutlu, akıllı, başarılı...)
Ya yatak küçük olacak (bunu hiç birimiz istemiyoruz ama...)
Ya da yorgan büyük ( Bu seferde çok imkanı seferber ederek verilmiş eğitim)
Ama yatak küçük ise, zaten yorgan fazla geliyor. Boşa, kayıp oluyor.


Bu iş çok zor.

En temizi; bırakın özgürce, çocuğu
İstediği sevdiği ne ise, onu yapsın.
Sevdiği işte zaten başarılı da olur, mutlu da...
Kendisine güveni de olur, ispatı da...

Şimdiye kadar -özel durumlar hariç- sınırlı, zekası veya merakı yetersiz, mutsuz küçük bir çocuğa hiç denk gelmedim.
Aslında sanırım biz büyükler, istediğimiz gibi biçimlendirmeye çalışırken, bu cevherleri köreltiyoruz.
Hepsinden biraz olması için, çocuğun zihnini özgür bırakın ...

Kimi ebeveynler, özgüveni yüksek olsun diye, çocuğun isteklerini karşılayıp, ona sınır koymama eğiliminde oluyorlar. Ama bu sorunu daha da çetrefilleştiriyor.
Çocuk büyüdükçe, başkaları tarafından karşılanmayan isteklerinden dolayı, ailesine yükleniyor ve bağımlılaşıyor.
Çocuğun zihnini serbest bırakmak, onun isteklerini karşılamak olmamalı. Bilakis, onun toplum ve aile içindeki yerini ve sınırlarını gösterip, bu sınırlar içinde kendisine ait özel bir kişilik alanı oluşturmasını desteklemek olmalı.
Çünkü o sınırlarını genişletince, özellikle onu sevenler başta olmak üzere, başka birilerinin de sınırları daralıyor olduğunu anlamalı.
Ona aile içindeki yerini gösterip, bir işlev ve sorumluluk sahibi olması desteklenmeli.
Merak ettiği konularda mümkün olan teçhizat ve tedrisat desteği verilirken, sabun köpüğü heveslerde, aynı hatalar tekrarlanmamalı.

İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Tek başına, fiziksel ya da zihinsel, mutlu olamaz. Başarıları takdir edilmedikçe, yaptıklarından haz almaz. Daha iyisini yaptığında bu takdir edilmezse, "yarın daha iyisini yapacağım duygusu" kalmaz.
Bireylerin kişilik sınırları gösterilemezse, başkalarını da kendisi gibi sınırsız sanır ve gerçekleşmeyecek arzu ve isteklerin peşinde tatminsiz, mutsuz kalır.

Hayal gücü eleştirilirse, hayallerine kendisi de inanmaz. Her şey kötüye giderken bile iyiyi araması öğretilmezse, yarından umudunu keser. Umut gidince, insanoğlunun gelecek ümidi de gider.
Yarına korkuyla, endişeyle bakar. Belki de hiç gerçekleşemeyecek olası tehditlere zihnini yorup, önlem alır. Zamanını ve zekasını boşa harcar.
(Aslında bu "toplumsal bir yara"mız gibi duruyor...)
Çocuğun zihnini açmak için; onunla oyun oynayın. Hikayeler anlatın. Umutlarınızdan bahsedin. Beraber öğrenin. Fikirlerine değer verin ve UYGULAYIN.
Sorular sorup, hiç düşünmediği konularda düşünmesini sağlayın.
Ve her zaman gerçekçi olun, hayallerini gerçek imkanları üzerinde geliştirsin...


Ve bir şey yapmak istediğinde, "Hayır!" demeyin. Beraber yapmaya çalışırken, neden olmayacağını "anlamasını sağlamaya" çalışın.

Onu anlayın, sizi de anlaması için sabırla uğraşın.

·         Zeka çoğunlukla genetik ve çevresel faktörlere direkt bağlı. Bunu bilimsel çalışmalardan, araştırmalardan biliyoruz.

Zeka yazılımdır, beyin ise donanım. Bu metaforda beynin yaptığı her şeye " akıl " diyoruz. Akıl, beyin denen donanım zemininde " zeka " denilen yazılım kökenli programların toplamıdır. Genetik faktörü çoğunlukla donanıma gözle görünür bir etki eder. İyi bir zemin yoksa ne kadar iyi yazılıma sahip olursan ol bir noktaya kadar. Çevresel faktörler tamamı ile yazılımı şekillendirir. Dış dünya ile oluşan yazılım (zeka) iç dünyamız olan beyin ile birleşip ortaya " aklı " çıkarır.


Bilgelik en başta kendini bilmeyi gerektirir. Yani aklımızı bilmeyi, anlamayı gerektirir. Yoksul toplumlarda uzlaşma ve her soruna bir çözüm bulma eğiliminin temelinde çaresizliğin ve azmin olduğunu tüm içtenlikle düşünüyorum. Zengin olup iyi düşünen ve iyi bir muhakeme yetisine sahip insanlar olduğu gibi fakir olup basit düşünen ve ilerisini görme yetisi olmayan insanlarda var. Bu yüzden zenginin ya da fakirin zeki olup olmamasını bu örneğe dayandıramayız.

Bu noktada bilgelik çok önemli çünkü günümüzde insanlar birbirinin gözlerinden dünyaya ve olaylara bakmayı bilmiyorlar. Bırak bakmayı, farklı insanların farklı durumları daha farklı değerlendirmesi gerçeğini bile kabul etmiyorlar. İnsanların ön yargıları ve kutuplaşmaya iten nedenleri
(ırk, din, dil, maddi seviye, güzellik, gibi ) yüzünden birbirlerini anlamasının sonucu da anlaşmazlıklar, fikir ayrılıkları ve iyi-kötü kavramları doğuyor. Bilgelik ne kadar bildiğin ile ilgili değil bu noktada.

Bilgelik demek kendi aklının bileşenlerinin farkına varıp diğerlerininkini anlamaya çalışmak ve kendi aklın ile diğerlerininkinin arasında hiçbir menfaat ve art niyet olmadan köprü kurmak demek. Her sorun için bir çözüme sahip olmak değil her sorunun bir çözümü olabileceğine dair kendini koşullamak demektir. Bu noktada anlaşmazlık dediğimiz şey; milyarlarca yazılımın, birbirinin yarattığı programları anlayamaması, çalıştıramaması değildir midir ?
Kemal ( Bay Hiçkimse ) 25 Aralık 2017




EĞİTİM SİSTEMİ  NASIL OLMALI ?

Daha az ders saatleri ile daha az gün eğitim verilmeli.

Önümüzdeki yüzyılın şart ve ihtiyaçlarını göz önüne alırsak; bireyselliği gelişmiş ama ekip çalışmasına yatkın, iş bölümü ile uzmanlaşan bireylere ihtiyacımız olacak.

Liderlik kavramı, kişinin niteliklerinden, uzmanlığa yani işin niteliklerine kaymak zorunda...
Bu ekip çalışması ile yoğun bilgi üretimi için, bireysel özellikleri törpülemeden ve gruba farklılık olarak değil, tamamlayıcı olarak sunmak için:

Çocuklara; okuma-yazma öğretildikten sonra, üyeleri projelerle değişen ekipler halinde görevler verilmeli.

Her ekip kendi proje konusunu araştırıp, sınıf arkadaşlarına sunum yapmalı.

Not sistemi de iki aşamalı olmalı.
1) Kendi projesine ne kadar iyi hazırlandı. Ekibe ne kattı?
2) Diğer ekiplerin projelerini ne kadar anladı?

Notlama:
1) Ekibin projesi için öğretmen yanında sınıf arkadaşları da not vermeli. Bireyin ekibe katkısı içinde, ekip arkadaşları not vermeli.

2) Diğer ekiplerin konularını ne derece anladığını sorgulayacak soruları, sunum hazırlayan ekibin üyeleri hazırlamalı. Değerlendirme önce öğrenci, sonra ilgili öğretmen tarafından yapılmalı.

Konuları tam anlamadığı anlaşılan öğrenciler, sunum ekibi tarafından tekrar eğitime alınmalı,
Tekrar değerlendirme (soru-sınav) ile öğrenci değerlendirilmeli.

Öğretmen'e ne oldu?
Onun işi artık çok daha zor.
Ekiplere ve üyelerine araştırmalarında danışmanlık ve yol göstericilik yapacak. Sunum öncesi, gelinen aşamayı ve hataları saptayarak, doğru bilgiye yönlendirecek.

Değerlendirmelerin adil ve tarafsız olması için, isimleri saklayarak, kodlu sistemle değerlendirmeye alınmasını organize edecek. Böylece, sınav-soru kısmında kimse, kimin cevaplarını değerlendirdiğini bilmeyecek.

28 Haziran 2017 Çarşamba

Bilinç, canlılık nedir?



Bu soru bilimsel bilgiden ziyade felsefi bakışı sorguluyor bence.

Canlılık: Bence, canlılık maddenin doğal bir formudur. (?)
Evrendeki temel varlık; enerjidir. Enerjinin temel eğilimi ise, bulunduğu ortamda homojenleşmektir. Çünkü homojenleşince kararlı bir sistem olacaktır.
Kütle'nin varlığı bu homojenleşme eğilimini baltalamıştır.  Yine de entropi vasıtasıyla kütle de zaman içinde homojenleşme yönünde tepki vermektedir.

Ancak kütlenin homojenleşme eğiliminde tek yapı; maddenin dağılması, çözünmesi, ışıması değildir. Aynı şekilde, farklı potansiyel yüklerden kararlı sistemler oluşturmakta bu homojenleşmenin bir parçasıdır.
Atomlardan başlayarak, bileşiklere kadar bütün sistemlere bakarsanız, hepsi dışarıdan nötr iken, kendi içinde farklı potansiyel kuvvetlerin birbirini dengelemesi ile oluşmuştur.

Canlıyı ele aldığımızda ise, hepsinden çok daha fazla ve kompleks bir sistemler bütünlüğüdür. Üstelik evren ile sürekli enerji alışverişi yaparak, kendi bütünlüğünü koruma - (kritik) dengede tutma yolundadır.

Ancak bu tür yapıların oluşması için, özel koşullar gerekmektedir.  Her ortamda mümkün değil. Bunu biliyoruz zaten.
Canlılığı bu çerçevede ele alıyorum. Ölüm ise bu sistemin çökmesi ile bileşenlerine ayrılma-çözünme olarak düşünebiliriz.

Bilinç: Anlatım olarak bilinç, dıştan gelen uyarıcıyı-bilgiyi işleme ve buna göre en uygun pozisyonu değerlendirebilme yetisidir.
Yani varlığının, durumunun farkında olma, çevredeki uyarıcıların durumunda farkında olmak ve bunlardan gelen verilere göre; varlığın bütünlüğünü korumaya yönelik, uyumunu sağlayıcı en uygun durumu-pozisyonu alabilme yetisidir. Bunların bir kısmı doğal süreç parçası olabilir (ki otomatik), bir kısmı ise karar alabilmeyi gerektirir.
İnsanoğlu olarak biz bilinci şimdilik, koşullara göre şartların farkında olarak karar alabilme yeteneği olarak değerlendiriyoruz.
Çünkü kararlarımızda sadece geçmişin ve günümüzün verilerini değil, geleceğe yönelik-daha olmamış olayların, olma olasılıklarına dair verileri de işleme katıyoruz.
İnsanı da bunun (gelecek öngörüleri) bilinçli yaptığını ve diğer canlılardan ayırdığını iddia ediyoruz. Kısaca sorun çözme yeteneği de diyebiliriz.
Oysa bir çok hayvanın da (Kargalar, Yunuslar, Şempanzelerin, vb.) gelecek öngörüsünde bulunup, planlama yapabildiğini ve sorun çözebildikleri, stoklama yaptıkları bilimsel deneylerde görülmüş.

Bu çerçevede (her ne kadar kendimiz dışındakileri, küçük görüp kabul etmesek de...) , canlı her varlığın bilincin çeşitli aşamalarından birinde olduğunu söyleyebiliriz.
Yani bence, her canlıda çok az veya çok fazla bir bilinç vardır. Canlılığın bir parçasıdır. (Ki bir gün bilinçli makineler ve programlar geliştirilince, onları tanımlamada da sorun yaşayacağız. Önceleri iş gücü kolaylığı (kölelerimiz) nedeniyle onları canlı olarak kabul etmeyecek olsak da zamanla bu ayrım değişebilir.)

Bilinci bu çerçevede, canlılığın sürdürülebilmesi için; iç ve dış verilerin işlenip, uyumlaştırılması olarak ele alabiliriz. Hatta bazı veriler artık otomatikleşmiş (içgüdü) haline bile dönüşmüş olabilir.
Bu, şartların değişkenliği, işlenmesi gereken veri miktarı ve hızı ile alakalı olmalı diye düşünüyorum. Ortama uyum sağlama ihtiyacı ile, bilincin olumlu etkilendiğini düşünüyorum.



Bilinç Nedir?
https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/40861/                    08/10/2019


Yunus Bey,
Değerli ve oldukça bilgilendirici yazılarınız-derlemeleriniz için teşekkür ederim.
Bilgilere dayalı yorumlarınızda çok iyi... :-)

Konuya kendimce bir kaç katkıda bulunmak isterim. Dilerim ilham verici bulacaksınız. (?)

Evrendeki tüm sistemler, CANLI-CANSIZ çökmüştür (? :-)
Diğer bir deyişle, bir sistemin tüm elemanlarının pozisyon ve enerji durumlarını dalga fonksiyonlarına dönüştürsek, sistemin kararlılığını sürdürdüğü noktada, bu dalga fonksiyonlarının bileşkesi olan dalga fonksiyonu çökmüştür.
Yani diğer tüm olasılıklar bitmiştir.
Bu durum bize kaos kıyısındaki mükemmel denge olarak gözükür. Çünkü alt elemanlardan sadece birinin bile bir miktar değişimi, tüm sistemi etkilemektedir.

Ancak tüm sistemler, sürekli çevrelerinden ve konumlarından kaynaklanan etkiler altındadırlar. Elektromanyetik dalgalar, kütleçekim dalgaları, Zaman, çarpmalarla aktarılan momentumlar, hareket kaynaklı etkileşimler, vs.vs.
Cansız sistemler, bu etkilere sistem içi dengelerde değişikliklerle karşılık verir ama zamanla bütünlüklerini kaybederler.
Entropi etkisini öyle gösterir ki, iyi muhafaza edilmiş bir kasa içindeki demir külçe bile milyarlarca yıl sonra toza dönüşür. Bu etkiler cansız sistemlerde bağları aşındırır.

Canlı sistemler ise bu noktayı korumak için farklı bir yol geliştirmiştir. Sistem dışından malzeme ve enerji alıp, fazlalıkları atarak sistem olarak yapısal bütünlüğünü korumaya çalışır.
(Bu arada kullandığı aslında sadece elektronlardır. Hücre de ATP'den ADP sentezinde serbest kalan bir elektron...)

Şu noktada sizinle aynı fikirdeyim. Canlılık entropinin artmasına katkıda bulunmaktadır. Belki de, Evren için bir araçtır.

Bilinç ise canlı birimin, sistem bütünlüğünü korurken çevresinden ve mevcut durumundan aldığı bilgileri de işleyerek, karşılaştırarak,  şartlardaki değişimi ve olası etkilerini hesaplayıp,
adaptasyon sürecini şartlar değişirken (değiştikten sonra değil) sağlayan bir işlev olarak düşünüyorum.

Bu yüzden her canlının yaşam şekline ve boyutuna göre bir bilinç sahibi olduğu konusunda hem fikirim.

Ruh konusunda, sanırım sizinle aynı fikirde değilim. Çünkü bütün gerekli malzemeyi toplayıp, 3D printer ile hücreler düzenlesek ve bunları gene benzer yöntemle birleştirerek bir organizma vücudu inşa etsek bile, bu vücut bir canlının olmayacaktır. Çünkü canlanmayacak.
Çünkü aksi olsaydı, ölüm olmazdı.

Ölüm genelde vücut birimlerinden bir kaçının görevi artık ifa edememesi ile gerçekleşiyor. (Yani bazı alt birimlerin durumu -dalga fonksiyonu- değişiyor.)
Bir canlının ölüm anından bir süre sonra daha hücreler (sinirler 10 dakika, vücut hücreleri 48 saate kadar) daha yaşamaya devam edebiliyor. Tüm hücreleri henüz canlıyken, ölüm olması anlamsız değil mi?

Bütün bu sistemi, canlı ve durumuna göre bilinçli tutan
ve olmadığında işlevsiz bırakan bir anahtar birim daha olmalı...

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Türkiye de bilim...


Dünya tarihine baktığımız zaman, bilim ve teknoloji liderliğindeki ülkelerin hep baskın güç olduğunu görüyoruz.
Uluslararası ilişkilerde toprak veya nüfus büyüklüğü çoğu zaman fazla bir anlam ifade etmiyor. Sadece "tüketime dayalı büyüme ekonomisi" modeli içinde tüketici olarak tüketim kapasiteleri ve bu tüketimlerinin bedelini ülkelerinin kendi kaynaklarından ödeyebilme potansiyeli ilgiyi çekiyor.;
Kısaca, büyük, kalabalık bir ülke olmak güç göstergesi değil.

Bir ülkeyi güçlü kılan şey temelde sahip olduğu bilgi birikimi ve teknoloji ile bunun sürekliliğini sağlayacak olan politikalar oluyor.

Örneğin Çin. Dünyanın en kalabalık ülkesi. 1980'lere kadar gelişmemiş ekonomilerin içinde sayılıyordu. Nasıl bu duruma geldi? Şu an kendisi teknoloji üretiyor ve geliştiriyor...

1979 yılında çıkan bir yasa ile tek çocuk politikası, sert bir şekilde destekleniyor. Oysa kültürel olarak atavizm eğilimi yüksek Çinli ebeveynler için bu gelecekte, onları anacak, ruhlarını ferahlatacak daha az çocuk demek idi.
Tek çocuk politikası ile her bir çocuğa düşen eğitim kalitesi, sağlık desteği, sosyal ve kültürel imkan kaynakları katlıyor. (Sadece gelişmesini istemedikleri azınlıkları çocuk sayısı konusunda serbest bırakıyorlar.) 
Her Çinli çocuğa verilen eğitim kalitesi, artarken, yurt dışından ülkeye gönderilen öğrenciler vasıtasıyla bilgi aktarımı da yapılıyor.
Aynı zamanda Çin Devriminin değerlerini aşındırmadan, Çin kültür ve sanatı'nın da dünya düzeyine çıkması için destekleniyor.
Burada bir kaç amaç var. Uzak Doğu'nun hasta adam psikolojisini kırmak ilk başta geleni. İkincisi, Çinli vatandaşlardan özellikle eğitilenlerin,  dünyaya bakışını geliştirerek, onları zihinsel olarak gelişmeleri  kavrayabilecekleri zihinsel yapıyı sağlamak.
Teknoloji asla ama asla tek yönlü bakış açısı ve "salt bilgi ile" gelişmez. Hayal gücünü de geliştirecek ve aradaki bağlantıları da görmeyi sağlayacak diğer bakış açılarının da insan katılması ile gelişir. Bu da "Sanat" tır.

Sanat; özgürlük, sınırsız düşünme, sınırları zorlamaktır. Alışılagelmiş kalıpların dışına çıkmayı sanat benimsetir insana....

2000'li yılların başında yüksek teknoloji ile üretim yerine yoğun ve ucuz emek ile üretim politikaları sonucu batıya göre hala çok düşük olsa da toplumsal olarak bir gelir artışı sağlanıyor.
Buna rağmen azla yetinmeyi bilen bir toplum olarak tüketmek yerine gelecek kuşaklar için biriktirmeyi, tasarruf etmeyi seçiyorlar.

Bu arada Hong Kong'un İngiliz idaresinden , Çin yönetimine geçişi de ciddi bir teknoloji birikimi sağlıyor.
Yoğun kopyala, taklit et, teknolojisini çözümle ve geliştir politikalarından sonra günümüzde Çin, özellikle elektronik tüketim ve sanayi makineleri alanında ABD ile yarışacak düzeyde gelişiyor.

Tabii devlet sisteminde, rüşvet alan ve veren bürokratlara uygulanan katı cezalar, başarıların ödüllendirilmesi, liyakat ile terfinin ön planda olması bu sistemi destekleyen unsurlar.

Bize bakarsanız, özellikle 80 sonrası toplumumuz üretmeden tüketme, geleceğini borçlanarak tüketme, köşe dönme kültürü yerleştirildi. İşini bilmek, hangi yolla olursa olsun para kazanmak veya sağlamak, başarı ölçütü haline getirildi.

Paramız değerlendikçe, ülkemizde üretilmeyen ürünleri tüketerek ekonomik kaynaklarımızı hibe ettik.
Yetmedi, geleceğimizi ipotek ederek, kredi ile borçlanarak tükettik. Başarı ölçütü olarak sadece, sahip olunan para miktarını öngördük.
Yozlaştık, cahilleştik.

Bazıları çıkıp yaptığımız bazı özel ürünleri, ülkemizin teknolojisi gelişiyor, bilimsel tabanı güçleniyor diye yutturmaya çalışıyor olabilir. Bunlar sadece askeri teknoloji...
O da bu alana kaynak ayrıldığı ve kısmen serbestlik sağlandığı için...
Ama bilimi geliştirecek ulusal bir politikamız yok. Ve askeri teknoloji de toplumsal yaşamı destekleyecek ve sosyal refahı geliştirecek bir alan değil.

Bakanlık gençleri teşvik etmek için, girişim yapmaları için hibe ve ucuz kredi paralar veren projelerle bunu sağlamayı umuyor. :-)  Para ile bilim gelişmez.  
Gelişseydi, Araplar dünya lideri olurlardı.

Bilimsel bakışın ve zihniyetin gelişmesi  için sanat, felsefe, mantık eğitimleri ve beden eğitimi ilkokuldan sonra güçlendirilmeli. Din derslerine değil, ahlakı ve insan olmayı anlatan, öğreten dersler ön plana çıkmalı.
Güzel sanatlar dersleri artırılmalı. Ve tartışmalarda kendini ifade etme özendirilmeli.
Ve kendini eleştirebilmekte. Diğerlerinin yargısına ya da övgüsüne aldırmadan.

Tarih, savaşların ve zaferlerin tarihi olarak değil, toplumların başarılarının ve felaketlerinin neden, nasıl olduğunun anlatıldığı, irdelendiği ve ders çıkarıldığı tarih olmalı.
Teknoloji değişir ama toplumlar aynı değişim hızında değiller. Aynı toplumsal hatalar, farklı teknoloji ile tekrarlanır sadece.

Edebiyat, dilin kökeninin de yatan mantığını ve kullanımındaki zenginliği anlatan bir tartışma derslerine döndürülmeli.  İnsanların duygu ve düşüncelerini nasıl aktardığı, kelimelerin altına başka hangi duyguları ve düşünceleri gizlediği incelenmeli. Dil bir şifreleme sistemidir. Her kelimenin sıralamasının bile farklı bir anlatımı vardır.
Yoksa deve yürüyüşünden çıkan aruz vezni ya da hece sayısı ile sağlanmış kafiye uyumu ve eskilerin biyografileri olmamalı edebiyat konusu. Hangi koşullarda, hangi duygu ve düşünceleri aktardıkları olmalı konular...

https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/30391/

26 Nisan 2017 Çarşamba

SOSYAL MEDYA ve İNSANLIK

Sosyal medya bir çok konuda müthiş fırsatlar ve imkanlar ortaya çıkarsa da, çok ciddi anlmada bir iç yıkımda getiriyor.

Eğer facebook paylaşımlarına bakarsak, millet geziyor, eğleniyor, paylaşıyor, çok mutlu ve güzel ilişkileri var...

Safsata...

Başlangıçta bunun öyle algılanması için biraldatma persesi inşaası olarak düşünürdüm.
Ama değilmiş.

Çoğu zaman kişinin kendisini ve kendisini eden çevresinin (iş, aile ortamı ve kişileri, dostlar, arkadaşlar, ilişkiler, vs...) nasıl olmasına istediğine göre şekillendirme çabasıymış...

Yani sosyal medya, kişilerin kendi kendilerini karndırdıkları ve paylaştıklarının gerçekliğine inandıkları bir mecra olmuş...

Geçen hafta kitap fuarına haber yapmaya giden arkadaşlarım, dönüşte dehşetli bir şaşkınlıkta idiler.
Fuar esnasında bir "instagram fenomeni"(?) gelmiş. Kızlar oraya çığlık çığlığa koşup, fotoğraf çekme yarışına başlamışlar.

Bu nedir? Fenomen nedir? Uzaylı gibi bir şey midir?

İnternetten baktık, sadece biraz estetikli yakışıklı bir gencin kendi fotoğraflarını paylaşmasıymış. Bu kadar. Özel bir yetenek, beceri, kapasite, bilgi , sanatsal estetik gereksiz kavramlar, fenomen olmak için anlaşılan.
Yaptığın birşeyler için, "like" seçeneğinin çoğunlukta olması yeterli sayılıyor başarı için...

Bu bizim kuşağımızın bile ötesinde kavramlar içeriyor. Oysa bizler geçiş kuşağıyız.

Ve internetsiz yaşayamayacak bir toplum yetişiyor. İnternet yok ise, zombiler ordusu olacaklar...
Bunun ikinci ihtimali ise, bireysel düzeyde kısıtlı ve uzmanlaşmış zekalarla, kollektif sınırsız bir zekaya doğru toplumsal evrilmenin adımları da olabilir bu.
Karıncalar gibi...


Devam: (Alıntı)  https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/30174/
...

Sorun yorulma, dinlenme sorunu değil.
Boşuna ve kaybedilmiş bir mücadeleyi sürdürmenin anlamsızlığı...

Genç nesil yeni teknolojiyle önüne geçilemez bir şekilde garip bir ilişki kurmuş. "Araştırma yapmak" deyince internette araştırmayı anlıyorlar. Yani bir nevi "internet" e köle olunmuş. Toplumun büyük bir kısmı boş gevezelikle kullanıyor. Ama asıl vahim olanı, eğitim almış, yabancı dili olan insanlar da bu köleliğe razı olmuşlar. Onlarınki daha kötü. Kölelikten kurtulmak bir yana, yaşamlarının önemli bir kısmı veya geçimleri bile bu özelliklerine bağlı olduğu için özgürlüğü seçemezler, siz vermek isteseniz karşı çıkarlar ve savaşırlar.

Peki, internet veya diğer iletişim araçları kimlerin elinde?
Dünyayı kontrol etmek isteyen güçlerin ve elbette sermayenin elinde. Bunlar kendi insanlarını yıllar boyu "uzaylılar" "51. Bölge" "üstün güçlü kahramanlar" "süpermen" gibi şeylerle idare ettiler. Şimdi de internet sayesinde tüm dünyayı aynı şekilde idare etmenin kolaylığını öğrendiler. Bilimi istedikleri gibi manipule edebilir, yönlendirebilir. tehlikeli konulara ulaşılmasını engelleyip, saçma sapan bilgiler doldurup diğer ülkelerin kendilerine bağımlı kalmasını, korkmasını sağlayabilirler. İstedikleri hikayeyi yazıp, istediklerini kahraman yapabilirler.

Buna engel olunamayacağını anladım. Biz sicim teorisinden bahsediyoruz, bir arkadaş internette bulduğu, etiketi profesör olan üstelik ingilizce ve bir sürü denklem doldurulmuş uydurma bir teoriyi önemsiyor. Üstelik onu doğru sanıyor ve size bilgiçlik taslıyor. Fizik altyapısı olmadığında istediğiniz kadar ingilizceniz olsun bazı şeyleri anlamazsınız. Çünkü bazı terimler sözlük anlamında kullanılmaz. Fiziği bilmezseniz internetten öğrenemezsiniz. Çünkü bunu engellerler...
Necmi Tüfek 10 Mayıs 2017
...

Bizim dönemimizle, bu dönem arasındaki fark; gözlemlediğim kadarı ile "hız"... Çok hızlı yaşıyorlar, öğreniyorlar, unutuyorlar ve karar veriyorlar.

Bunda internetin ciddi rolü var. 
Hem çok olumlu hem de olumsuz.
Olumsuz yanı birey olarak, zihinlerinin hayal gücü üretim kapasiteleri daralıyor. Çünkü branşlaşıyorlar, uzmanlaşıyorlar. Çok hızlı bilgi alışverişinden, eldeki bilgiyi özümseyip, kendilerine göre bir yaklaşım üretmede zorlanıyorlar.

Oysa kitap okumak, bilginin özümsenmesi ve kavranıp içine yeni bir şeyler katılması için en iyi yol. Kitabı bitirene kadar, kavramlar kafamızda şekillenir ve bizden de bir şeyler katabiliriz.
Yani kendi felsefemizi, bakışımızı, hayal gücümüzü... Üstelik kitabı her ele aldığımızda, aynı satırlardan farklı anlamlar ve kavramlar çıkartırız. Aslında değişen kitap değil, biz olduğumuz için.

İnternet ortamındaki bilgide bu imkanlar çok dar. Sürekli bilgi yenileniyor, çeşitleniyor. Her bilgiden bir tutam alınıyor... Bu seferde karşımıza, bu bilgilerle yapılmış yarım yamalak felsefeler (felsefe: bilgiden bilgi üretme anlamında kullanıyorum) çıkıyor.

Bunda eğitim sistemimizin kusurları da çok. İlk ve orta dönemde verilen fizik-fen bilgisi ve matematik'te verilen bilgiler aslında temel oluşturmak için fazlasıyla yeterli. Ama kullanılan teknikler ve eğitimin amacının farklılaşması (sınav başarısı), verilen bilginin kavranmadan yorumlarda kullanılmasına yol açıyor.

Yetişme koşullarımız ve amaçlarımız farklı. Bizler tek başına kaldığımızda bile bilgi ve zekamızla hayatı idame üzerinde bir bakış altında yetiştirildik.

Onların ki ise kolektiflik üzerine kurulu. Bu kollektif yaşam içinde bir birey olmayı öğreniyorlar. İnternet onları birbirine bağlayan, birbirlerinin açıklarını bulup kapatabilen bir sistem.
Uzmanlaşıyorlar. Bu şekilde hem güdülmeye hazır hale getiriliyorlar, hem de bunları birleştirecek bir uzman yönetici altında, bizlerin asla başaramayacağı eserlere katkıda bulunabiliyorlar.

Bunu ben, nüfusu artan ve kaynakları kıtlaşan dünyamızda, zekanın bireysellikten, kollektifliğe geçişi olarak yorumluyorum. Hepimiz ara aşamadayız. Onlar biraz daha evrilmiş sadece. Ama onlarda sonrakilerle benzer sorunları yaşayacaklar. 

Evet, internet ortamı güvenilir bir ortam değil. ama sorgulamaya ve doğrusunu araştırmaya müsait bir durum.

Bizim kitaplara olan güvenimizin kökeninde, eskiden yazılan kitapların ciddi elemelerden ve kontrollerden geçirildikten sonra basılmasından kaynaklanıyor. Bu alışkanlığımıza rağmen, artık kitapların güvenirliği de internetten etkileniyor. (Belki de akademik kurumlarca basılmadıkça, hiç bir kitap tam anlamıyla güvenilir olmayabilir şu anda ... Hatta eğer  (mevcut haliyle) Tübitak gibi kurumlarca hazırlanmış ise bile ciddi sorgulamalar gerekebilir.)

Bizim her durumda onlara katkı yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Eskiden bilim kitaplarında yazılan bir şey, en azından o dönemki bilgilere göre, doğru ve kesindi. İnternet ise öyle değil. Benim gibi birisi bile internet ortamında bir şeylere yazıp, ciddi ciddi paylaşabiliyor.  Okuduğu her şeyi ciddiye alıp inceleyen bizler için bu durum tam bir bilgi kirliliği... Onlar içinse, içinden işlerine geleni alıp kullanabilecekleri bir yığın. (Hatta aramızda 10 yaş civarı fark var. Bu bile beni, size oranla daha fazla "işine gelen bilgiyi kullanan" yapıyor. Siz çok daha sert ve geçerliliği kesinleşmiş bilimsel süzgeç kıstaslarıyla bilgiyi saflaştırıyorsunuz.)
Bu durumda Evet, benim bilgim biraz "kirli"... :-)  (Neyse bu kadar özeleştiri yeterli)

Bu yüzden bu kaybedilmiş bir mücadele değil. Onlar, kollektif zekanın parçaları olan bir toplumsal yapıya ve bilgi üretim yapısına yöneliyorlar. Yapabileceğimiz her katkı, onları bu kavrama ulaşmak için "harcadığımız zaman ve emek tüketiminden" kurtaracaktır. Üstüne kendilerinden bir şeyler eklemeleri için zaman fırsatı sağlayacaktır.

(Üstüne üstlük biz onlara göre çok avantajlıyız. Eğer bir şey olursa, (inşallah olmaz) 3ncü dünya savaşı gibi bir şey çıkarsa ya da Amerika'daki serverlar çökerse, bize muhtaçlar.
Hani şu zombili diziler filmler var ya, hepsi aynen öyle ellerindeki çalışmayan elektronik alet düğmelerine basan zombiler gibi olacaklar. :-))))

Diğer yandan ülkemizde bu tür bir "ulusal kollektif zekanın gelişmemesi için" çok çaba harcanıyor. Bu toplumumuzu zihinsel anlamda geride bırakacak şekilde; dizilerle, yarışmalarla, evlenme programlarıyla, boş anlamsız açık oturumlarla, gelecek vizyonu yerine olmuş bitmiş ve geri dönüşün artık imkansız olduğu geçmişin başarılarının ele alınmasıyla,  bayağılık düzeyine inmiş siyasetçi laf sataşmalarıyla gündem yaşayan topluma döndürülüyoruz.
Buna, birey bazında kimse karşı durabilecek güçte değil gibi... Ancak kollektif bir zekanın hakkından gelebileceği bir durum bu. Geleceğe bakabilen bir toplum için, bu gençlerden bir kaçı nüve olabilir. Olacaktır da...

Eğer tüm bilgimize ve yaşımıza rağmen, bizler (büyükler) hak ettikleri anlayışı gösteremezsek ("hoş görü" demiyorum; bilgiyle ezin, felsefeyle ezin, mantıksız kısımlarıyla ezin. Hatalarını, yanlışlarını dökün. Zorlansınlar, yeni yollar ve alternatifler arasınlar, doğruyu bulmak için, "hakkımızdan gelmek için" zorlansınlar. Ve başarsınlar! Ki bunun için de tekrar  tekrar hata da ısrar etmelerinde anlayışlı olmalıyım...) başka kim gösterecek?
Onların tahammül sınırları çok geniş değil gibi...

Gelecekte bizim onlara ihtiyacımız olmayabilir ama "çocuklarımızın birbirine ihtiyacı" olacak. Bunu onlar için yatırım olarak düşünün.



Burtay Mutlu (shibumi_tr) 10 Mayıs 2017

7 Nisan 2017 Cuma

Başkanlık sistemi seçimi öncesi endişelerim

İlginç olan görünüşte karşı çıkan yurt içi ve dışı grupların çoğu, Türkiye'de başkanlık sistemine özellikle Erdoğan yönetiminde iken istekli...
Hatta karşı çıkan muhalefet yaparken bile tepki oyları sağlayarak destekliyorlar. Özellikle AB ile olan ilişkilerde bunu görüyoruz.
Batı destekli kimi terör örgütleri bile incelenebilir...
Niye?
Geniş çerçeveden bakarsak, düşünülen başkanlık sisteminde iktidar yasaların üstünde yönetme ve biçimlendirmede ciddi güce sahip olacak. Hatta şu ankinden daha fazla serbestlik sağlayacak yönetim erklerine...

Ayrıca mevcut yönetimin mevcut icraat ve ifadelerine bakarsak, AB ve diğer Batı devletleriyle ilişkilerimiz daha da zorlanacak gibi...

AB, sırf milyonlarca mülteci korkusuyla bu şekilde hareket ediyor olamaz. Daha uzun vadeli planları olmalı.

Suriye, Ortadoğu doğalgazının, Akdenize açılan kapısı olma yolunda. Diğer kapı ise Türkiye ... Ama Türkiye Rus gazının Akdeniz kapısı oluyor.
Kuzey Irak ve Suriye'de Batı'ya muhtac küçük devletçikler oluşturmadan bu bölgeden çıkamazlar.
Çünkü enerji demek, her şey...

Oluşacak bu küçük devletler, çevredeki devletlerle kavgalı olmalı ki, sürekli batının desteğine ve korumasına muhtaç olmalı ki, Batı bu yolu kontrol edebilsinler....Dünyanın geleceği en az 100 yıl, doğalgaza bağımlı olacak. (Yenilenebilir enerji kaynakları bu tüketim hızını ancak bu sürede besleyebilecek gibi çünkü)

Bölgede batının kontrol edemediği İran ve Batı'nın yönlendirmesinden uzaklaşan Türkiye kaldı.
Her iki devletin de parlementer sisteminin güçlü alt yapısı var.
Ne Suriye, ne (eski) Irak, ne (eski) Libya gibi tek adam yönetiminde olmadılar. Bu nedenle, iktidarların toplumsal çeşitlilikten destekleri yüksek, toplum içi sürtüşmeleri çözecek kurumlar iyi kötü işliyor.

Batının müdahale etmek için kullandığı ilk yol, o ülkenin yönetim yapısının (batının empoze ettiği) dünya değerlerine uygun olmadığı oluyor. Bu şekilde o ülkenin toplumu bölünüp, iktidara karşı güçlü muhalif geliştiriyorlar. Ve bunları destekliyerek, ortalığı iyice kızıştırıp, bu "tek kişinin yönetimine adı altında", o ülkeye saldırıyorlar.
Yasalara ve yasa kurumlarına saldırı da bir devleti yıkmanın en önemli adımıdır. Toplumun yasalara ve adalete güveni kalmadığı zaman, parçalanması, yıkılması çok kolaydır.

Batı bu yüzden, hangi yönetim olursa olsun, ülkenin ve toplumun geleceğini garanti altına almak için, iktidarları bile yasaların altında tutmaya özen gösteriyor. Bu sayede toplumsal varlıklarını sürdürebiliyorlar.
Ama iş bize gelince, yasalarımızı da yasama kurumlarımızı da didik didik ettiler. aşırı derecede yıprattılar.

Türkiye ile Batı dünyası arasında bağlayıcı tek kuvvet Nato üyeliği. Sanırım Türkiye Nato üyesi olmasaydı, çoktan bu döneme gelinirdi.

Şimdi düşünelim. Eğer seçim sonuçları, güçlü bir lider yönetimine geçince, şu anki eğilimlere bakarsak, Türkiye'nin AB serüveni zayıflayacak ve hatta belki bitecek, kopacak.
Nato üyeliği ( ben dahil) ciddi olarak sorgulanıyor.
Her iki kurumda da Türkiye'yi uzaklaştıracak, soğutacak uygulamalar yapılıyor.

Bu bağları da kopan Türkiye'nin durumu ne olacak?
Net ve kesin bir OrtaAsya (Rusya ve Çin) desteği olmayan bir Türkiye direk hedef haline gelebilir ki, bu doğal gazı kontrol etmek isteyenlerce getirilecek.
Hele toplum bu kadar çok ideoloji ve inanç kurumları üzerinden bölünmüş, birbirine karşı bu kadar güvensiz ve inançsız iken... (Bunlarda hep parçala, böl, yönet politikalarının devamı)
Buna uygun alt yapı ve zemin hazırlanmış durumda da...

Eğer yasaların, yasamanın ve yürütmenin üstünde olduğu bir başkanlık sistemi getirilecekse, evet başkanlık sistemi olabilir.

15 Mart 2017 Çarşamba

İlk patlamanin enerjisi nerden geldi? (İnanç kurumuna başvurmadan bilim için)


https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/28586/
Varlığın kaynağı olan enerjinin kaynagina yapilacak her türlü yolculuk teorisi sonunda Allaha muhtactir. Enerjiyi pozitif ve negatif olarak siniflandirip sifira esitlesek te bu sifir yokluk anlamında bir sifir olamaz. Bilinen haliyle geometri ve matematik kavramı olan sifir da yokluğu tanımlamaz. Dengeyi tanımlar. Yokluk için başka bir ifade icad etmemiz gerekiyor.
Hasan 15 Mart 2017


Sayın @Hasan, düşüncelerinize çok büyük oranda katılıyorum. Bu sitede yazan ve tartışan bir çok arkadaşta benzer fikirdedir. Önceki yazılarımıza ve tartışmalarımıza bakarsanız bunu görürsünüz. Hatta iddialarımız arasında da bunu sezebilirsiniz.
Şahsınıza hitaben gibi gözükse de aslen, benzer duygu ve düşünce durumunda olan bir çok diğer kişi ile de bir yaklaşımımı paylaşmak istiyorum.

Olayları ve olguların nihai -cevaplandıramadığımız sebepe kadar olan kısmını, bilimsel teknik ve yöntemleriyle anlamak ve yanlışları aynı teknik ile süzmek için buradayız.

Bu yüzden Cenab-ı Hakk'ın (C.C) kudretini sorgulayan-sorgulatan (siz farkında olmasanız da bu kapıya yol çıkıyor) yaklaşımlardan ve ifadelerden kaçınıyoruz. Hiç bir beşeri bilginin gücü, bunu doğrulamaya ya da yanlışlamaya yetmez çünkü.

Gerçekten büyük bir ihtiyaç olan inanç, aynı zamanda sormayı ve sorgulamayı da büyük oranda gereksiz, anlamsız kılıyor. (Bu konuda Ali Uçar Bey'in çok güzel bir yazısı vardı. Linkini bulamadım. Yazıları arasında vardır. )

Oysa "gerçek doğru ile doğru olduğu varsayılanların" ayrımı yapılmalı. Yoksa bize verilmiş hediyeler olan akıl ve iradeyi yanlış kullanmış oluruz. Bizler, sorgulamalarda cevapsız kaldığımız noktayı bulana kadar; sormak , yanlış olanları elemek ve ulaşılan SONUÇLARI KANITLAMAK zorundayız. Biz kanıtlayamıyorsak, buna bilgisi yetecek kişiler için, bu soruları en azından sorgulanabilir, deneye-gözleme tabii tutulabilir hale getirmek zorundayız.

Bu yüzden tanımları yaparken, bilimin öngördüğü kanıtlanabilirlik, sorgulanabilirlik, tekrarlanabilirlik araçları ile "yanlış eğilimlerden kurtulmaya" çalışıyoruz.

Bu nedenle varsayımlarınızın nihai sonucunu açıklarken, bu sonuca nasıl ulaştığınızın ara işlemlerini de bizimle paylaşmalısınız. Ve bunları inanç kurumunu terk ederek, deneysel veb bilimsel sonuçları ile ortaya koymalısınız.
Eğer bunu yapabilirseniz, herkes o son noktadaki soruya gelince, kendi hakkındaki hükme uymuş-karar vermiş olur.

Yaklaşımınız matematiksel olarak kanıtlanabilir. Örneklenebilir. ("Enerjiyi pozitif ve negatif olarak siniflandirip sifira esitlesek te bu sifir yokluk anlamında bir sifir olamaz. Bilinen haliyle geometri ve matematik kavramı olan sifir da yokluğu tanımlamaz. Dengeyi tanımlar. Yokluk için başka bir ifade icad etmemiz gerekiyor.") Özellikle bu kısıma yürekten katılıyorum.

Ya da yanlış kısımları sorgulamalarla temizlenip, daha mükemmeleştirilebilir.
Ve bunların hepsini, salt ve gerçek doğruya ulaşma aracı olan bilim ile yapmak zorundayız.

Bizi en az hata ile doğru sonuca ulaştıracak tek yol bu...
Matematik ve bilimsel temellerden uzaklaşmış diğer yaklaşımların hepsi, içinde bir miktar "nefs barındırır" çünkü...

Burada hiç birimiz varsayımlarımızı kanıtları ile ortaya koyabilecek bilgi yetkinliğinde değiliz. Ama birbirimizden öğreniyoruz. Hem doğruları hem de "yanlışlarımızı". Bu şekilde birbirimizden, kendi doğru cevaplarımızı geliştirirken destek alıyoruz...
"Ortak cevapları" geliştirdiğimizde ise mutlu oluyoruz. Çünkü "gerçek doğruya" doğru bir adım daha yaklaşmış oluyoruz.

Gerçek doğrunun ne olduğundan emin olanlar için bu yol (bilim) en güzel ispat yolu. Eninde sonunda, muhakkak bu noktaya ulaşacak nasıl olsa... Yapmaya çalıştığımız, aradaki saptırıcılardan kurtulmak sadece...

Gene, eğer hatalıysak, hatamızı da bu yol gösterebilir sadece... Başka hiç bir şey ikna edemez.