başkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
başkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2018 Cuma

Partileri nasıl görüyorum? Onlardan ne bekliyorum?

Yaklaşan yerel seçimlerle, siyaset gündemi bir süredir "seçmen tercihi ve eğilimleri" üzerine odaklanmış gözüküyor.
Bu konularda açıkoturum şeklindeki programlara bakınca, uzmanların da "seçmenden aslında siyasetçi kadar uzak" olduklarını görüyorum.

Daha siyasi anlamada, eğilimlerimi, düşüncelerimi, korkularımı ve beklentilerimi yansıtan tanımlayan ne bir siyasetçi veya partisi, ne de kamuoyu araştırmaları sonuçlarını yorumlayan bir uzman'a denk gelmedim.

Madem seçmenden bu kadar uzak siyaset gündemi, ben de kendi düşüncelerimi ve beklentilerimi toparlayayım dedim. Partileri nasıl görüyorum? Onlardan ne bekliyorum?




Soyut kavramlardan, Somut Gerçekliğe; Canlılık
Bütün idealler, düşünceler, -izm'ler, inançlar, hedefler ve hatta bunların üstüne kurulan örgütlenmeler canlıdır.
Bu gerek canlı bir organizma'dan doğmalarından gerek ise bu organizmaların toplu bilinçlerinin bir üst eğilimi olmasından kaynaklanır.

Örneğin, millet, devlet gibi kavramlar da aynı yapıdadır. Hatta şirketlerde...
Soyut kavramlardan farkları, topluluk ortak eğilim ve beklentilerinin, bir nebze cismanileşmiş halleri olmalarıdır.
Bu kurumlar hem bu toplumsal eğilim ve beklentilerden güç alırlar, hem de bu eğilimi taşıyan varlıkların katılımından.
Bu eğilimler yani idealler, ideolojiler, inanç sistemleri ise bu tür bir cisimleşebilen bir yapıya ihtiyaç duymadan da canlılıklarını sürdürebilirler.

Tabii her canlı gibi büyürler, takipçi katarak gelişirler, sonunda ise bu eğilimlerin artık hiç bir takipçisi kalmadığında da ölürler.
Fiziksel bir varlıkları ve kurumsallaşmış bir iskeletleri olmadığı için, bu ölüm durumunu aşma imkanları vardır. Bu da değişim ile mümkündür.
Düşünsel bazda bir düşünce, ideoloji, inanç eğilimi ancak kendisini değiştirerek sürekliliğini devam ettirebilir.

İki türlüsü mümkündür; Ya bazı tür denizanaları gibi, tüm hücrelerini yenileyerek ama kurumsallaşmış iskeleti ve sistemi aynen koruyarak ölümsüzlüğü kovalarlar.
Ancak bu toplumun, "değişen şartlarına uyum sorunundan" dolayı riski yüksektir. Üstelik zamanla, toplumsal zararı büyüyen tür kansere de dönüşebilir.
Ya da bölünerek, diğer düşünce ve ideallerle kaynaşıp, fikir düşünce değiş tokuşu ile üreyerek. Bu durumda ortaya çıkan yeni idealler, eğilimler arasından şartlara en uygun olanın yaşama şansı bulunur.


Siyasi Partiler (Genel)
Siyasi Partiler, temel aldıkları siyasi ideolojinin üstüne bireylerin katkı ve katılımı ile varlık bulan organizmalardır.
Her siyasi parti, bir eğilimin ve beklentinin üzerine kurulmasına rağmen, zamanla değişen toplum dinamikleri, ülke şartları ve dünya gerçekleri ile şartlara adaptasyon için değişiminden geçer.

Esasta siyasi partiler, toplumun tüm eğilimlerini kapsayamazlar. Çünkü çözülmesi ve göz önüne alınması gereken konuların çeşitliliği ve derinliği buna izin vermez. Bu durumda çok partili bir yapı, toplumsal düzenin yürümesi açısından gerekli-şart olur.
 
İdeal demokratik bir sistemde, partiler birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır.
Her parti, temel aldığı toplumsal değer ve beklentiler çerçevesinde sorunları gündeme alıp, çözüm yollarını da beraberinde getirmek zorundadır.

İktidar da bulunan en geniş destek tabanlı parti ise, bunları kendi çalışma yapısına aktararak, kısmi oranlarda değiştirerek, üzerinde toplumsal uzlaşmaya en yakın formda uygulamaya koyar.

Çünkü toplumu oluşturan bireylerde genelde tek bir bakış açısına ya da düşünceye tamamen sadık, bağlı değildirler.
Dıştan görünen tutum veya davranışları tek bir yönde yorumlansa bile, bu aslında kişinin bir çok farklı duygu, düşünce ve eğilimlerinin sonucudur. Bir bakıma kuantum fiziğinden alıntı yaparsak, tüm bu eğilimlerin süperpozisyonunda karar alır.
(Bir kişi sol eğilimli ve dindar olabileceği gibi, sağ eğilimli ve dinsiz olabilir. Hayvan haklarında duyarlı iken, çevreye karşı aynı duyarlılıkta olmaya bilir.)
Çoğu zamanda bir kararı en az 5-6 farklı düşünce, beklenti ve istek altında, bunların harmanlaşmış bir sonucu olarak alır. Bu nedenle zamanla, değişkenlerin (koşulların) farklılaşması ile benzer durumlarda, gene aynı kararları alıp uygulayacağı da kesin değildir.

İktidardaki partilerin aldıkları kararlar ve uygulamaları da bu şekilde olmak zorundadır. Aksi halde alınan kararlar; dar çerçeveli, kısa süreli etkinliklerde verimli olurlar.

İktidarın, sahip olduğu yetki ve gücü kullanarak, diğer partilerin toplumdan derlediği talepleri görmezden gelmesi, sadece toplumu ve onun cisimleşmiş yansıması olan devleti, olumsuz etkiler.
Hiç bir kurumun bakış açısı ve olaylara yaklaşımları, göz önüne alınması gereken tüm cepheleri görmeye yetmez çünkü...

Muhalefet ise yürütme sorumluluğundan muaf olduğu için, gerek bilgi gerek ise bakış açısı olarak, çok daha zengin öneriler geliştirme imkanına sahiptir.

Seçim öncesi dönemlerdeki bu etkinlikleri, bu eğilime destek verenlerin sayısının artışı ile kendisini gösterir.


Demokrasiyi Sindirememiş Partiler (Genel)
Demokrasinin oturmadığı ortamlarda siyasi partiler, geçmiş alışkanlık ve eğilimlerin içinde kalmış, kendilerini herhangi bir şekilde yenileyememiş durumdadırlar.
En çok yenileme yeteneğine sahip olanı iktidardadır. Ama o bile, toplumun tümüne hizmet veremez. Uzlaşma ve ortak toplum

(millet olma) bilinci sadece belli gruplar içinde kalmaktadır.

Çoğu varlığını, neredeyse tüm siyasal sorumluluğu üstüne almış "tek kişi"nin ve bu "tek kişinin çevresinin" kontrolü altına bırakmıştır.
Bu durum, siyasi parti içinde aktif olarak etkinliklere katılan kişi ve grupların sorumluluklarını azalttığı gibi, "çözüm üretme yeteneklerini kullanmayı" da azaltmaktadır.
Üretilen çözümler çoğu zaman parti içi, bir kaç kişi veya grup lehine olmaktadır. Ağırlıklı olarak ise bu kişi ya da grupların menfaatleri üzerinden gerçekleşmektedir.
Diğer katılımcılara; ya parti sistemi dışına çıkmak ya da var olan durumu kabullenip, yarı gönüllü olarak desteklemeleri kalmaktadır. Bir sonraki fırsat için, çalışma ve arayışlarına devam edeceklerdir.

Böyle bir siyasi yapıda yönetim kadrosunun, tüm parti ve alt organları üzerinde tam bir kontrolü gerekmektedir.
Çünkü uzlaşmaya dayalı karar alma-beyin görevi belli bir gruba bırakıldığından, kalan uzuvların tamamından bilinçsiz bir şekilde itaat beklenmektir.
Bu beklenti, kurum içi diğer kişi ve kurumlarca, sorumsuzluğu da getirdiğinden, tercih edilebilen bir durum olabilmektedir.

Aksi durum, idare edilmesi ve bir arada tutulması açısından çok zor olacaktır. Böyle bir yapı, iç çekişmelerin ve gruplaşmaların kurumu içten yıprattığı, partinin esas sorumluluğu ve görevi olan toplumsal işlevleri zayıflattığı bir yapı doğurmaktadır.
Ayrıca diğer partilerle
, (muhalefet veya iktidar) uzlaşmaya dayalı siyaset yürütülmesini de baltalamaktadır.


Lidere ve onun yakın çevresindeki yardımcı liderlere dayalı bir yönetim sistemi...

Çok sesliliğin ve demokrasinin parti içinde zayıf olması durumunda, parti içinde itaate ve kabule dayalı örgütlenme yapısı tercih ediliyor gibi gözüküyor. İç yapıya çok sesliliği, uzlaşmacı kültürü getirememiş partilerde, tek adam ve çevre liderleri ihtiyacı kaçınılmaz oluyor.

Kişilerin parti içinde yükselmeleri, göreve ve sorumluluk yüklenmeleri de, bilgi ve becerilerinden kaynaklanan liyakatlerinden ziyade, parti içi ve bazen de ekonomik ilişkilere dayalı olması ile sonuçlanıyor.
Çünkü farklı düşüncelerine rağmen, nasıl uzlaşacağını bilmeyen ve "dediğim dedik! söylediğim doğru!" alışkanlığından vazgeçemeyen  parti üyeleri arasında eşgüdüm ve kontrol sağlamakta, başka türlü mümkün olmuyor.
Böyle olunca partililer, farklı yarı liderler etrafında kalabalıklar toplanıyor ve uzlaşma yerine, çatışmaya ve güçlü olanın masadaki her şeyi aldığı bir anlayışı savunuyor duruma düşüyorlar.

Sonuçta gerek kendi içlerinde, gerek ise birbirleriyle uzlaşmayı bilmeyen partilerden oluşan siyaset ortamının ve buna dayalı yönetim anlayışının ülkeye de verebileceği şey de, sadece yaşadıklarının yansıması olabiliyor.

Ayrıca partilerin, yapılarını ve organizasyonlarını korumak, şartlara göre değiştirmek ve geliştirmek zorunda olması, onları ekonomik nedenlere dayalı duygusal tercihler yapmak zorunda da bırakabiliyor. Kimi zaman, parti karar mercilerinin bu "duygusal tercih nedenleri", düşünsel (idealist ve ideolojik) tercih nedenleri önüne de geçebiliyor.
Bu durumda ise, parti içi ilişkiler tamamen "kazan-kazan" uzlaşmasına dayanabiliyor. Elbette gerek parti içi, gerek ise partiler arası "kazan-kazan" anlayışında, bir de tüm bu maliyetini karşılayacak bir kaynak  gerekiyor.
Bu da genellikle, toplumun sıradan bireyleri oluyor.


Ülkemizde Genel Durum

Ülkemizdeki siyasi partilere baktığımız da, aralarındaki söylem ve ideoloji farklılığına rağmen aslında aralarında çok az farklılık olduğunu görüyoruz.
(Yok aslında birbirilerinde pek farkı, ama onlar ..... partisi.)

Gerek iç dinamikleri, gerek ise dış dinamik ve söylemleri bakımından oldukça durgun olduklarını görüyoruz. İçlerinden en dinamik ve değişken olanı ise, neredeyse alternatifsiz olarak ülke siyasetine hakim durumda...

Şu anki siyasal sistemde seçmenin çok az bir kısmı, duygu, düşünce ve endişe olarak meclislerde temsil edildiğini hissediyor. Oy verdiği ve meclise girmesine olanak verdiği kişilerle aralarında bir yakınlık, dayanışma güven hissetmiyor.
Bu yüzden parti program içeriğinden çok, parti liderlerinin güvenirliği, karizması öne çıkıyor. Onların kararına güvenmek zorunda kalıyor. Önüne koyulan listelerdeki isimlerde bu yüzden çok fazla anlam ifade etmiyor.

Elbette, partiler adaylarını belirlerken, kamuoyundan en çok destek alacak, ilişki ağları en geniş kişileri tercih etmeye çalışıyorlar. Ama bu, o kişilerin partiye ek oy kazandıracağı anlamına da gelmeyebiliyor.

Partilerimiz, toplum bireylerinin düşüncelerine ve beklentilerine göre değil, onların  alışkanlıklarına ve korkularına dayanarak yaşamaktadırlar.

Mevcut durumda, herhangi bir partiyi ve onun ideolojisini takip edenlerden çok, yaşanılanlardan ve yaşanacaklardan pek memnun olmayanların, çoğunluğa ulaşmış olduğunu görüyoruz.
Bunda özellikle son dönemlerdeki seçimlerde, özellikle muhalif fikirlerin de siyaset ortamında hayat bulmasını isteyenlerin yaşadıkları hayal kırıklıklarının etkisi var.
Üstelik, kırgın seçmen istediği gibi bir sonuç gelişse bile, başarılı ve sonuç alıcı genel bir değişim yaşanacağına da ikna olmuş değil. Çünkü uygulamada partiler arasında çok fazla bir farklılık gözükmüyor.

Halka İnmek
Avusturya'da bir Muhalefet lideri ile röportaj yapan Zeynep Atikkan'a (*) muhalefet lideri söyleniyor; "Halka inmek, halka imek! diyorlar ama halka inmek nedir? Biz zaten, Halk'ız!"

Siyasi anlamı çok tartışılan bu kavramın neyi temsil ettiğini ve ne gerektirdiğini anlayabilen siyasetçi ve siyasi parti sayısı gerçekten çok az...

Halka inmek, halktan biri gibi gözükmek ya da gözükmeye çalışmak değildir. Halk zaten söz konusu kişinin bir insan olduğunu ve toplumun bir parçası olduğunu bilir.  Kafasında siyasetçi ile ilgili onun tutum, hareket ve söylemlerinin sürekliliğinden oluşmuş bir imaj vardır.
O yüzden halk kişisel düzeyde yapılan tanıtımları, öyle olmasa bile, mizansen olarak algılar.

Bir partinin halka inmesi nedir?

Halka inmek kurumsal bir tutumdur. Elbette baştaki kişinin kurumu nereye yönelttiği ile bağlantılıdır. Aynı zamanda partinin kurumsal kişiliğiyle de desteklenmektedir.

Eğer vatandaş, tüm farklı düşünce ve yaklaşımına rağmen, "partinin kurumsal ve partilinin şahsi kişiliği karşısında; dilek, talep, rica, şikayet, ihtiyaç, temenni, beklenti gibi durum ve duygularını ifade edebiliyor ve olumsuz bile olsa ciddiye alındığına dair cevap alabiliyorsa", halka inmek konusunda bir adım atılmış demektir.

Eğer bir partili, seçmen potansiyeline sahip bir vatandaşı dinlerken, sorunları analizi ve çözüm önerilerinde şahsi bakış açısı ile tespit yapıp, ihtiyacı olan kişinin eğitim ve bilgi düzeyi yetersiz görüp kendi fikirlerini empoze etmeye çalışmıyorsa, bunun yerine karşısındakinin durumunu anlamaya çalışıp, "kendi imkanları çerçevesinde çözüm ya da çözüme yardımcı enstrümanlar öneriyorsa", ikinci bir adım daha atılmış olacaktır.

Üçüncü adım ise, parti içindeki organizasyon yapısının esnekliğidir.
Günümüzde siyaset, pahallı bir iştir. Sıradan vatandaşların adaylık sürecine dahil katılımı ciddi maddi külfetler gerektirmektedir.
Bu nedenle artık siyaset, bir bakıma zenginin iştigal alanı olmuştur.
Parti içinde aktif roller almak ve yükselmekte de bu kıstaslar etkili olmaktadır.

Bu, "partiye taze kan" anlamına gelen bir çok yenilikçi, heyecanlı ve inovatif zihinlerin, sistem dışında veya kenarında kalması demektir. Parti içi ilişkiler ve ekonomik gerekler, liyakat sahibi bireylerin parti içinde yükselmesine zorlaştırıyorsa, toplumla parti arasında kopukluk anlamına da gelmektedir.

Çünkü kemikleşmiş bürokratik yapı ve eğilimler, zamanın şartlarına göre gelişen yeni ihtiyaçları da, eski kemikleşmiş yapıya ve onun düşünce alışkanlıklarına göre değerlendirecektir. Bu da sorunların doğru teşhisinde bile yetersiz, etkisiz hatta yanlış çözümler geliştirmeye neden olacaktır.

Bir partinin halka inmesi demek, bireyin -parti destekçisi olsun olmasın- eğilim ve beklentilerinin ses bulması, parti faaliyetlerine katıldığı zaman, kendisi içinde bir yer olacağını hissetmesi demektir.
İnsanlar bir gruba dahil olma ihtiyacını niye hissederlerse, partileri de onun için desteklerler.
Yoksa sırf sempati ve empati nedeniyle değil.
(*) Avrupa Benim - Batı Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişi / Zeynep Atikkan




Yerel Seçimler...


Yerel seçimler, vatandaşların bir partiyi değerlendirirken, partinin savunduğu ideolojik yaklaşımın yanında, adayında kişilik, ün, karizma, güvenirlik, inanırlık, dürüstlük gibi toplum içinde kabul görmüş genel değerlerinin de göz önüne alındığı seçimlerdir.

Seçmen milletvekili seçimlerinde olduğu gibi, kendisine sunulanı fazla sorgulamadan kabul etme durumunda değildir. Tam tersi, yaşadığı ortam ve hayatı ile ilgili olacağından, bir çok farklı değişkeni birden değerlendirir.
Hatta eğitim düzeyi yükseldikçe adayın özgeçmişi ve profili, partinin savunduklarının da önüne geçer.

Peki yerel seçimlerde bir seçmen adayın nasıl olmasını bekler?
En başta, yönetimi talep edilen mevcut kurumdaki yerleşmiş ve ağırlaşmış bürokratik hantallığı kıracak, yenilik getirecek ve kadroları dinamikleştirecek, onları heveslendirecek bir lider olmasını bekler.
Çünkü çoğu kamu kurumu ortalama 4-5 yılda, kendi bürokratik alışkanlıklarına saplanmakta ve  genel olarak çevre, teknoloji, ekonomi, eğitim, göç, imar ihtiyacı, alt yapı ve hizmet bekleyen insan profili gibi değişkenleri cevaplamada yetersiz kalmaya başlamakta.
Bu durum; mevcut sistemin yerleşmesi esnasında, daha önce başarılı sonuçlar vermiş deneyimlere bağlanmaktan ve güvenmekten kaynaklanıyor.
Yani bir bakıma kurumsal kimlik yaşlanıyor ve tutuculaşıyor.

Ayrıca kurumdaki yönetim erklerinin uzun sürekliliği, yeni çözüm yolları ve alternatifler yerine, var olanı koruma ve mevcut durumu sürdürme eğilimi getiriyor.
Bu da daha çok, kaportaya-dış görünüme yönelik, göz doldurucu ama kısa vadeli faydası olan konularla gündemin doldurulması oluyor.

Hemşeri, "yapılmış işlerin ne olduğu ile değil", yaşamını ilgilendiren "nelerin yapılacağı ve ihtiyaçlarının ne kadar giderildiği?" ile ilgilendiği için; toplantılar, etkinlikler, tanıtımlar bolca olsa da, hizmet bekleyen vatandaşların esas sorunları eskisi gibi aynı hızda ancak çözülebiliyor.

Seçmen, bu durumu değiştirecek, kısıtlı ekonomik kaynakları doğru alanlara yönelteceğine inandığı adayları tercih edecektir.


İkinci olarak, vatandaş, parti içi ilişkilerin nasıl yürüdüğünün ve seçilmiş aday üzerinde zamanla parti üzerinden nasıl bir baskı oluştuğunun farkındadır.

Her ne kadar partiye de oy vermiş olsa, seçilmiş adayın partisinden bağımsız hareket edebilecek ve gerekirse ters düşebilecek güçte olmasını da bekler.

Partililer ve parti yönetim kadrolarının baskılarına direnemeyecek ya da zayıf direnecek bir aday iyi değildir. Çünkü bu hemşeri için, partinin ve partilinin taleplerinin, kendi taleplerinin önünde geçmesi demektir. Hiç bir vatandaş, bir şehrin bir parti yönetiminde olmasını istemez.
Bu nedenle de kontrol edici görevde meclis üyelikleri vardır.

Ancak  vatandaş, adayın seçimlerden sonra diğer partilerin şehir temsilcileri ile olacak ilişkilerin de nasıl olacağını sorgular. Çünkü seçimlerden sonra, seçilen kişi diğer düşünce ve -izm temsilcisi partilerin seslerine kulak tıkarsa, bu topluma da yansır.
Vatandaş huzursuz, bölünmüş ve gergin bir toplum içinde yaşamak zorunda kalacaktır.
Bu yüzden, bu tür adayları da pek istemez.

Üçüncü olarak, günümüzde toplumların siyasi eğilimleri, ideolojiden ve dünya görüşünden hızla uzaklaşmaktadır.
Bireylerin daralan ekonomik imkanları, yüksek teknoloji ve bilgi gelişimi, haberleşmenin kişi veya kurum kontrolünden çıkmış olması, hızla azalan çevre ve doğal kaynak imkanları, vatandaşları bu konularda düşünmeye ve sorgulamaya itmektedir.
(Güncel olarak, hayvan hakları ve sorunları da bu kapsama hızla girmiştir.)
Çünkü ideoloji veya dünya görüşü, daha soyut ihtiyaçları cevaplarken, çevre, kıt kaynaklar direk somut olarak sosyal refah seviyesini ve gelecek planlarını etkilemektedir.

Bu yüzden bu konuları bilen ve gündemine alan, işleyen, çözümler geliştiren
(sadece sorunun ne olduğunu değil, alternatifli olarak nasıl çözümler geliştireceğini de anlatan) vizyon sahibi  adayların "gelecek umudu" vermesi, seçmen tarafından olumlu değerlendirilmektedir.




Bütün bunlardan sonra birey olarak eğilimim...

Öncelikle ben, bir "kararsız seçmen" değilim. Tam tersi "kararlı ve bilinçli bir seçmenim."

Ulusal seçimlerde önüme bir tabak gibi konan parti aday listelerindeki karasızlığımız sadece, "olmasını istemediklerim arasında en az" olanı saptamakta oluyor. Aslında hiç birini istemiyoruz. Ehven-i Şer'i seçmek zorunda kalıyoruz.

Tüm milletvekili adaylarına tek tek oy verebilseydik, mecliste siyasi partilerin durumu çok farklı olabilirdi.

 Hele son seçimlerde,  istemediklerimle, tercih edebileceklerimi yan yana tutan listeler durumu iyice kötüleştirdi.  Ve meclise, bizleri temsil etmeyen kişileri de yerleştirdi.

Ayrıca  sırf, "bir diğeri olmasın" diye ," başka bir diğerine" oy vermek de hoş değil. "Sevmediklerim içinde en az hoşlanmadığımı desteklemek gibi" bir şey bu...


Yerel Seçimlerde, adayların kişilikleri, geçmiş ve profilleri daha ön planda olduğu için, seçmen açısından karar vermek daha kolay.

Eğer güvenebileceğim, inanacağım adaylar olursa, içlerinden en olumlu olanı tercih etme imkanım var.

Ama yok ise, hiç birini de, "sırf bir diğeri olmasın" diye tercih etmeyeceğim.

Bu yaklaşımda olanların siyasi hareketi olsaydı, büyük ihtimalle "oy gücü", iktidara en yakın yaklaşım olurdu.

Bu nedenle, eğer istediğim gibi adaylar yok ise, benden de kimseye oy yok.
Sandığa gideceğim, hepsinin birden üstünü çizip, zarfa koyacağım.

Eğer bu tür seçmen sayısı, genelin %10-15'i gibi bir rakamına ulaşırsa, bu tüm siyasi partilerin kendilerine çeki düzen vermelerini düşündürtecek bir sonuç olurdu bence.

"Kararsız" değil, istemedikleri arasında "karar vermek zorunda olmak istemeyen" bir seçmenim.

7 Nisan 2017 Cuma

Başkanlık sistemi seçimi öncesi endişelerim

İlginç olan görünüşte karşı çıkan yurt içi ve dışı grupların çoğu, Türkiye'de başkanlık sistemine özellikle Erdoğan yönetiminde iken istekli...
Hatta karşı çıkan muhalefet yaparken bile tepki oyları sağlayarak destekliyorlar. Özellikle AB ile olan ilişkilerde bunu görüyoruz.
Batı destekli kimi terör örgütleri bile incelenebilir...
Niye?
Geniş çerçeveden bakarsak, düşünülen başkanlık sisteminde iktidar yasaların üstünde yönetme ve biçimlendirmede ciddi güce sahip olacak. Hatta şu ankinden daha fazla serbestlik sağlayacak yönetim erklerine...

Ayrıca mevcut yönetimin mevcut icraat ve ifadelerine bakarsak, AB ve diğer Batı devletleriyle ilişkilerimiz daha da zorlanacak gibi...

AB, sırf milyonlarca mülteci korkusuyla bu şekilde hareket ediyor olamaz. Daha uzun vadeli planları olmalı.

Suriye, Ortadoğu doğalgazının, Akdenize açılan kapısı olma yolunda. Diğer kapı ise Türkiye ... Ama Türkiye Rus gazının Akdeniz kapısı oluyor.
Kuzey Irak ve Suriye'de Batı'ya muhtac küçük devletçikler oluşturmadan bu bölgeden çıkamazlar.
Çünkü enerji demek, her şey...

Oluşacak bu küçük devletler, çevredeki devletlerle kavgalı olmalı ki, sürekli batının desteğine ve korumasına muhtaç olmalı ki, Batı bu yolu kontrol edebilsinler....Dünyanın geleceği en az 100 yıl, doğalgaza bağımlı olacak. (Yenilenebilir enerji kaynakları bu tüketim hızını ancak bu sürede besleyebilecek gibi çünkü)

Bölgede batının kontrol edemediği İran ve Batı'nın yönlendirmesinden uzaklaşan Türkiye kaldı.
Her iki devletin de parlementer sisteminin güçlü alt yapısı var.
Ne Suriye, ne (eski) Irak, ne (eski) Libya gibi tek adam yönetiminde olmadılar. Bu nedenle, iktidarların toplumsal çeşitlilikten destekleri yüksek, toplum içi sürtüşmeleri çözecek kurumlar iyi kötü işliyor.

Batının müdahale etmek için kullandığı ilk yol, o ülkenin yönetim yapısının (batının empoze ettiği) dünya değerlerine uygun olmadığı oluyor. Bu şekilde o ülkenin toplumu bölünüp, iktidara karşı güçlü muhalif geliştiriyorlar. Ve bunları destekliyerek, ortalığı iyice kızıştırıp, bu "tek kişinin yönetimine adı altında", o ülkeye saldırıyorlar.
Yasalara ve yasa kurumlarına saldırı da bir devleti yıkmanın en önemli adımıdır. Toplumun yasalara ve adalete güveni kalmadığı zaman, parçalanması, yıkılması çok kolaydır.

Batı bu yüzden, hangi yönetim olursa olsun, ülkenin ve toplumun geleceğini garanti altına almak için, iktidarları bile yasaların altında tutmaya özen gösteriyor. Bu sayede toplumsal varlıklarını sürdürebiliyorlar.
Ama iş bize gelince, yasalarımızı da yasama kurumlarımızı da didik didik ettiler. aşırı derecede yıprattılar.

Türkiye ile Batı dünyası arasında bağlayıcı tek kuvvet Nato üyeliği. Sanırım Türkiye Nato üyesi olmasaydı, çoktan bu döneme gelinirdi.

Şimdi düşünelim. Eğer seçim sonuçları, güçlü bir lider yönetimine geçince, şu anki eğilimlere bakarsak, Türkiye'nin AB serüveni zayıflayacak ve hatta belki bitecek, kopacak.
Nato üyeliği ( ben dahil) ciddi olarak sorgulanıyor.
Her iki kurumda da Türkiye'yi uzaklaştıracak, soğutacak uygulamalar yapılıyor.

Bu bağları da kopan Türkiye'nin durumu ne olacak?
Net ve kesin bir OrtaAsya (Rusya ve Çin) desteği olmayan bir Türkiye direk hedef haline gelebilir ki, bu doğal gazı kontrol etmek isteyenlerce getirilecek.
Hele toplum bu kadar çok ideoloji ve inanç kurumları üzerinden bölünmüş, birbirine karşı bu kadar güvensiz ve inançsız iken... (Bunlarda hep parçala, böl, yönet politikalarının devamı)
Buna uygun alt yapı ve zemin hazırlanmış durumda da...

Eğer yasaların, yasamanın ve yürütmenin üstünde olduğu bir başkanlık sistemi getirilecekse, evet başkanlık sistemi olabilir.

12 Şubat 2017 Pazar

Bilimsel olarak bakıldığında Türkiye'nin başkanlık sistemine geçmesi mantıklı mı?

 
     Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017  https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/27566/


    Sosyo Ekonomik Sorular:
    1) Ülkemizin ekonomik durumu son 15 yıldır iyiye mi gitti?
    2) Toplumumuzun sosyal refah seviyesi son 15 yıldır daha iyiye mi gitti?
    3) Kendi geleceğinizi güvence altında hissediyor musunuz?
    4) Çocuklarınızın geleceği için daha iyi bir ülke olacağına inanıyor musunuz?
    5) Toplumsal barış ve bütünleşme, hoşgörü seviyesinde artış var mı ?
    6) Mevcut siyasi yönetimdeki politikacıların her şeyi,millet ve vatan sevgisiyle (menfaatine) yaptığını düşünüyor musunuz-hissediyor musunuz?
    7) Bu ülkenin son 15 yıldır ekiplerce çözülememiş ve karmaşıklaşmış sorunlarının, bir kişinin takdir ve karar yetkisiyle çözülebileceğini düşünüyor musunuz?
    Bu sorulara vereceğiniz cevaplara göre mantıklı olup olmadığına karar verebilirsiniz...Çünkü herkesin kendisine göre bir mantığı var. Soruları geliştirebilirsiniz de.
    
    Diğer yandan dünya toplumlarına bakınca, demokrasinin yetersiz kaldığı ülkelerde tek adam psikolojisinin ön plana çıktığını görüyoruz.
    Bunun bir kaç nedeni var.
    İlki geçmişteki tek adamların- liderlerin dönemine bakarsak, bunların döneminde dünyanın hala bakir, kaynakların bol ve sorunların kaynak paylaşımından çıkan kavgalardan oluştuğu bir dönem olduğunu görüyoruz. Toprağa dayalı üretim ve bunların siyasi sistemi monarşik yapıların yerlerini, ekonomisi endüstri tabanlı toplumların ve bunların parlementer sistemlerinin aldığını görüyoruz. Belki "kral" gitmiş ve yerine değiştirilebilen birileri gelmiş ama iktidar sahipleri dolaylı yoldan kralların gücüne sahip.
    Bu dönem sosyal refahın artışta olduğu, kazanılan mücadelelerle daha da arttığı dönemler.
    Yani geleceğe umutla bakıldığı dönemler. İnsanlar doğal olarak bu dönemleri güzel ve çekici olarak buluyorlar.
    Oysa günümüzde, bırakın artık paylaşılacak bol doğal kaynağı, doğal kaynak kalmamış durumda. Nüfus çok. Kaynak az. bitik. Tüketilmiş. Kavga edip kazansan bile paylaşacağın kaynak çok az.
    Geçmişin umut dolu günlerine ve yönetim sistemlerine çözüm için bakılması doğal bir güdü.
    İkincisi Amerika örneğinde olduğu gibi, toplumun eğitimli elit kısmı toplumları biçimlendirip, yönlendirirken, düşük eğitimli ve günlük sorunlarla sınırlı düşünen çoğunluğu oluşturuyor. Bunlar uzun vadeli sorunların çözümünü üstelenecek ve kendi dillerinden konuşacak birilerini tercih ediyorlar. Uzun vadeli sorunları düşünmek ve çözüm üretmek, bu zihinler için ağır ve zor bir iş.
    Arada bir, elit yönetim kadrosu (bürokrat) kontrolü elden kaçırabiliyor.
    Üçüncü bir nokta, dünyanın ekonomik yapısı ve üretim temeli değişiyor. Bu bir evrimdir. Maalesef sancılı olacaktır. Bilgi tabanlı ekonomiler gelişirken, sürüdürlebilirliğe dayalı ekonomik modele geçiyorlar. Gelişmekte olan ülkelere de ağır sanayi ve endüstrileri bırakıyorlar.
    Tabii zamanında dünyanın kaynaklarını bolca israf ettikleri ve dünyanın içine sı.tıkları için, şimdi yeni endüstrileşenlerin kendi yaptıkları gibi kalan kaynakları dikkatli ve idareli kullanmasını sağlayacak ekonomik çözümler arıyorlar. (Ne kadar ülkeler arası sorunları artırıp, bölgesel nüfus planlaması yapsalarda, dünya nüfusu hala çok yüksek. ) Çünkü kaynaklar çok az. Bitti mi, yerine ikame edilmeleri çok zor. Bu yüzden hızla sürdürülebilir ekonomik temellere geçerken, daha az kaynakla aynı verimi ve sosyal refahı sürdürme çabalarındalar.
    Bu kadar karmaşık ve uzun vadeli problemleri düşünmek, planlamak önlem almak sıradan vatandaş için ağır... Bugüne kadar da mevcut parlamenter demokratik sistemin de sorunları çözdüğünü -azalttığını düşünmüyor.
    Başkanlık sistemi doğal olarak bilinen, denemiş ve geçmişin umut dolu günlerine çağrışım yapan bir yapı...
    Mantıklı mı? Herkesin cevabı farklı.
    Eğer başkan adayı "ben olacaksam ve kazanacaksam" mantıklı ve gerekli.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017
  
    @Burtay Mutlu, konuyu genelde subjektif açıdan ele almışsınız. Benim peşimde olduğumsa objektif bir cevap arayışı. Soruda özellikle bilimsel olarak dememin nedeni bu.
    Gerçi referandumun amacı zaten subjektif bakışlardan oluşan çoğunluğun kararı sayesinde toplum için en mantıklısını bulmaktır denilebilir. Ancak bilimin bize sunduğu en değerli şey öngörülerde bulunabilmektir. Referanduma sunulan başkanlık modeli mi yoksa mevcut parlementer sistem mi daha mantıklıdır sorusunun cevabı mümkün olduğunca objektif nasıl bulunur? Hangi verilere bakmak gerekir? (Başka sistemleri gözardı edelim çünkü önümüzde 2 seçenek var)
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017

    Sorduğunuz sorulara gelince:
    1, 2 ) Son 15 yıla bakmak mantıklı değil çünkü sadece parlementer sistemle yönetildik. Hatta kendi tarihimize bakmak yeterli olmaz. Şuan referanduma sunulan başkanlık sistemine en yakın sistemleri bulmak gerekir.
    Diğer sorularınız ise bizi subjektif veriye götürür.
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017

    İçinde bulunduğum bir sisteme objektif bakmak biraz zor. Mum dibini aydınlatmaz. sorulara gelince, son 15 yıl baz alınmalı çünkü başkanlık sistemini gündeme getiren siyasal yapının ürünü olan bir talep. Neleri yaptılar? Neleri yapamadılar? Neleri yapmak istiyorlar?
    Hangi güç ve imkan bunları başarmalarına engel oldu da, daha geniş bir hareket alanı lazım oldu?
    Ve yapmak istedikleri, bu toplumun ihtiyacını cevaplıyor mu?
    Siyasilerin ne istediğini bilmeden ve bu gücü hangi mekanizmalarla kontrol edeceklerini anlamadan, bu önerinin mantıklı olup olmadığını söylemek zor.
    Bu durumda sadece herkes gibi şahsi yargımla fikir yürütebilirim. Yani bilgi eksikliği olduğu için, bilimsel teknik kullanamam.
    Bilimsel bakış istiyorsanız, soruna dıştan bakmak lazım. Gözlemci olmak lazım.
    Kendi hayatımdaki iyi ya da kötü olaylara göre varacağım hiç bir yargı, objektif olamaz.
    Bu nedenle sorularınıza ancak, bizi ve çocuklarımızı nasıl etkileyeceğini sorgulayarak cevap verebiliriz.
    Bu arada , "Üçüncü bir nokta..." başlıklı paragraf, sorunuzun cevabını içeriyor.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017

    İçinde bulunduğumuz sisteme mantıklı karar alabilecek kadar objektif bakabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin kararımızda etkili olan ekonomik parametre üzerindeki subjektif veriyi azaltıp objektif veriyi arttırmak şöyle sağlanabilir:
    1) 15 yıl önceki ekonomik gücümüzle bugünkü ekonomik gücümüzü karşılaştırmak yerine 15 yıllık enflasyon verilerini kullanırız.
    2) İlk aşamada kendi subjektifliğimizden kurtuluyoruz ancak o dönemdeki yönetimin subjektif verilerinden kurtulamıyoruz, enflasyon sepeti seçimi gibi.
    3) Biraz daha objektiflik için enflasyon verileri yerine ülkenin para biriminin değerini kullanabiliriz. 15 yıl önce 1000 liraya kaç gram altın alabiliyorduk, bugün aynı paraya kaç gram altın alabiliyoruz.
    Yukarıdaki adımlarla objektifliği arttırdık ancak asıl mantıklı karar almamızı sağlayacak olan bu 15 yıl parlamenter sistemle değil de başkanlıkla yönetilmiş olsaydı sonuç daha mı iyi olurdu yoksa daha mı kötü? Bunu nasıl anlayabiliriz...
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017

    Son sorunuza objektif yanıt üretmem mümkün değil. Çünkü daha iyi mi, daha kötü mü 'nün cevabı kişiye ve birikimlerine göre değişken...
    Enflasyon verileri gerçekçi değil. Çünkü ekonomi bilimi rakamları çok iyi abartıyor. Örneğin, 0.5-0.95 TL/kg üretim maliyeti olan domates, tüketicinin önüne gelene kadar 4-5 el değiştiriyor. Ve 2,5-3 ile 7 TL arasında fiyatlanıyor. Her el değiştirişinde, alan ve satan işlemlerinden cirosu büyüyor. Yani 0.5 TL lik üretim ekonomiye, 12-13 TL'lik kaydi para sokuyor. Katma değer filan dense de, bu aslında ürünün alım satımı ile oluşturduğu ekonomik hareketliliğin değeri. Ama üretimin karşılığı değil.
    Bu nedenle enflasyon rakamları üzerinde istenildiği kadar oynanabilir.
    Üstelik olay kapalı bir sistemde olmuyor. Ekonomiler, dış etkenlere de açıklar. O yüzden verdiğiniz örnekler sağlıklı bir değerlendirme aracı değil bence...
    İşin gerçeği nedir?
    Dünyanın üretim düzeni ve ekonomik yapısı değişiyor. Kıt kaynaklar daha da kıtlaşıyor. Gelişmiş ülkeler kendilerini kurtaracak düzenlemelere yöneliyorlar.
    Bilginin ve üreticilerinin ekonomiye hakim olduğu dönemler başladı. Bu dönemde artık muhteşem deha bilimadamları yok. Uzmanlaşmış ekipler ve bu ekiplerin ekip şefleri var.
    Nihai hedef ise genelde ortakların, hissedarların ya da toplumsal ihtiyaçların belirlediği bir dönemdeyiz.
    Bilim dünyasında bilgi üretim tekniği ve yöntemleri ne ise, ülke yönetiminde de benzeri olması gerekiyor bence.
    Çünkü sorunlar çok fazla, karışık ve karşılıklı ilişki içinde...
    Çözüm üretmek çoğu zaman mümkün olmayacak, mevcut durumda en dengeli yapı-sistem geliştirecek yönetim ekipleri lazım.
    Ve bu yönetim ekiplerinin çalışma prensiplerini belirleyecek sıkı, net, açık ve şeffaf bir sistem.
    Başkanlık sistemi bunları verir mi, bilmiyorum.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017
  
 
   İyi, kötü sözcüklerini şu anlamda kullandım: Aynı paraya 15 yılda aldığımız altın miktarının parlamenter sistemde 15gr azaldığını düşünelim. Başkanlık sistemi olduğunda 15gr'dan daha az azalma olursa, örneğin 10gr, daha iyi demek; 15gr'dan daha çok olursa, örneğin 20gr, daha kötü demek. Yani kişiye göre değişmiyor.
    Sistemin dışa açık olması çok da önemli değil. Hatta dıştan gelen etkileri sistemin ne kadar başarı ile yönettiğinin göstergesi de bu parametrenin içinde gizli.
    Benzer aşamalardan geçmiş bir ülke bulabilirsek koordinat sistemi değiştirir gibi parametreleri dönüştürebiliriz. Böylece sonuca ulaşabiliriz diye düşünüyorum...
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017
 
    Altın bazında ise son 20 yılda alım gücü kaybı var. Ama altın bir ölçü değil bence. Çünkü 20 yıl evvel 1 gr altın ile alabildiklerimizi şu an 2 gram altın ile de alabiliyoruz. Kimi ürünlerde 0.5 gram altın ile de alabiliyoruz.
    Bizim ekonomik ve sosyal refah düzeyimizi belirleyecek olan şey, üretim gücümüz ile kendi kendimize yeterlilik düzeyimizdir.
    Bugün 3ncü dünya savaşı çıksa ve tüm sınırlar kapatılsa, Türkiye savaşa katılmayan bir tarafsız ülke olsa... Elimizdeki ürünler ve malzeme ile kendimizi ne kadar süre idare edebiliriz?
    Asıl ekonomik güç göstergesi budur?
    Eğer bu tür bir kapalılığı 2-3 yıl yaşarsak, elimizdeki buğday ekmek için yetecek mi? Üretimimiz ve teknolojimiz bunu karşılayabilecek mi? Enerji ihtiyacımızı azaltıp, kendimize enerji üretebilecek miyiz?
    Her ne kadar şu an ki global ekonomi de bu hayal gibi gözükse de, bir ülkenin gerçek gücünü üretim yapısı ve teknolojisi belirliyor. Yoksa rakamlar değil.
    Bence böyle bir durumda, bırak 4 yılı, 6 ay sonunda, karne ile bile ekmek bulamayız.
    Üretmiyoruz. Üretmek ciddi fedakarlık ve özveri istiyor. Bolca tüketiyoruz. Borçlanıyoruz. Sadece kendimizden değil, gelecek kuşaklarımızıda borçlandırıyoruz.
    Bu ekonomik sistem tökezlediği (tüketime dayalı büyüme) için, sistemi değiştirmek gerekiyor gibi...
    Başkanlık bunu mu sağlar, yoksa durumlarını korumak-geliştirmek isteyenlere fırsat mı sağlar bilmiyorum. Tamamen nerede durduğunuza ve baktığınıza göre göreceli.
    Eğer herhangi bir yönetim sistemi, bağımsız ve tarafsız bir hukuk sistemi altında olursa, hiç bir sistem zararlı olmaz. Hepsi başarılı olur bence.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017