28 Eylül 2016 Çarşamba

Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?

Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır? Bilimin ve rasyonel mantığın kesinliğinin doğru olduğunu düşünüyorsak aynı zaman da inanmış mı oluruz?
#İnanmak  Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016

http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21993/

ve inanmak yanıltıcı değil midir? Bence bütün inançlar bir süre sonra zamanla ve düşünce sisteminin evrilmesiyle beraber yıkılmak zorundadır... İnandıklarımız zamanla değişime uğrar ve bir süre sonra tanıyamayacağımız duruma geldiklerinde onları sorgulayamayacak duruma düşeriz... Çünkü bu bakış açısı zamanla kişiliğimize ve özümüze işlemiştir... Bilim de böyle midir? Bilimi kesin kabul ediyor ve mantıklı düşünceleri sorgulama gereksinimi hissetmiyoruz... Demek ki mantıklı bir düşünce sistemine inanıyoruz... Aslında dini ve mistik inançlar da böyledir... İçlerinde belirli bir mantık sistemi taşır fakat bu rasyonel ve sistemli olmaktan uzaktır... Peki bilimin kesinlerini sorgulanamaz kılan nedir? Sorgulanarak oluşturulması mıdır? Bilimin sisteminde ve bilimsel düşüncenin özü de değişim veya evrim geçirebilir mi? Bu bildiğimiz öklid geometrisinden 3. veya 4. boyutları niteleyen topoloji ve çok boyutlu cebire geçiş gibi olabilir mi? İnançlarımız yani bildiklerimiz kökünden değişikliğe uğrayabilir mi? Bence her şey değişecektir... Değişmeyen tek nokta değişimi görüp diğer değişimlerle kıyaslayarak farklı bir değişimin analizini yapmak olacaktır... Bu durum zamanla bizi bütünü anlamaya yakınlaştıracaktır... Ama hiç bir zaman bütünü anlayışımıza olanak sağlamayacaktır...
Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016


Mackenzie 27 Eylül 2016 - En başta ikinci soruyu (Bilimi kesin bilgi olarak kabul etme...) cevaplayacağım zira ilk sorunun cevabı basit olsa bile devamında yazacaklarım görece karmaşık olabilir.

Bilimi mutlak doğru olarak görmek temelde hatalı bir düşünme şeklidir. Bilimin asıl amacı şüphedir zaten. Karl Popper, bu konuda müthiş bir iş yaparak bilim felsefesine "Yanlışlanabilirlik ilkesi"ni kazandırdı. Bu ilkeye göre bilimsel olarak öne sürülen her bilgi yanlışlanabilir olmalıdır. (Hatta, Wolfgang Pauli'nin bazı fizik fikirlerine karşı "yanlış bile değil" diyerek eleştirdiği olurmuş.)
Bu ilkeyi kabul edecek olursak hiçbir bilimsel bilgi kesin değildir. Örneğin: hepimiz uzayda kütlesi olan cisimlerin, başka cisimlere karşı bir çekim kuvveti uyguladığını biliriz ama aslında bu bilgi kesinlik taşımaz (yanlışlanabilir). Mesela yarın biri çıkıp "bak işte arkadaş bunlar birbirine çekim kuvveti falan uygulamıyor aha şu-bu sebeple böyle oluyor" diyerek çeşitli veriler sunarsa ve o veriler yeterince ikna edici olursa (tabii onlarda yanlışlanabilir olmalı) o vakitten sonra o kişinin tanımı kabul edilir, anlatılır, öğretilir. Yani "bilimsel kanun" dediklerimiz bile yanlışlanabilir olmalıdır.

İlk soruya gelirsek, "Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?" sorusunun cevabı oldukça açık. Evet, bir şeyin doğru olduğunu düşünmek için onun doğruluğuna inanmak gerekir.
Burada "inanmak" kısmını biraz irdelemek istiyorum. İnsan beyninin karar almaktan ziyade alınan kararları rasyonelize etmeye yatkın olduğunu anlatan çeşitli makaleler var. Bir nevi (dolaylı yoldan çıkarım yaparsak) özgür irade dediğimiz şeyin olmadığını anlatan makaleler.

"Lan peki nasıl karar alıyoruz biz?" sorusunun basit bir cevabı var: Genetik faktörlerin etkisi, bebeklik çağlarındaki aile ortamı (Ataerkil toplumlarda anne etkisi diyebiliriz sanırım. Bunu da, Freud babaya bir selam çakmak için söylemiyorum. İnsan aklının/zekasının gelişimi en hızlı bebeklik çağlarında olur ve ailenin/annenin çocuğu yetiştirme şekli, gelecekte oluşacak erişkin bireyin kişiliği üzerinde genetik faktör kadar büyük bir etkisi vardır.) ve bu ikisinin yanı sıra elbette ergenlik ve biraz öncesi dönemdeki arkadaş ortamı veya çocuğun takıldığı diğer ortamlar, çocuğun özgür(!) karar verme (verememe) mekanizmasını etkiler. Yani neye inanacak olduğunu bile %100 sen seçemiyorsun. Çeşitli etkenler senin inanacak olduğun şeyi belirliyor ve beynin de inandığın şeyi rasyonelize etmekle uğraşıyor.

heathens 27 Eylül 2016 - Öncelikle bilimde '' sorgulanamaz '' diye bir şey söz konusu değildir . Bilimi bilim yapan şey ; her şeyi olası kılmasıdır . İnanç bana göre '' kutsal '' bir olgudur . Neredeyse insanlık ile beraber evrimleşen bir şeydir .
ALGI-GERÇEK-YANILGI üçlemesini düşün . Bu üçleme ile nasıl bağlantılar kurabileceğini hayal et ve şimdi söyleyeceklerimi dikkatli oku . Yani bu konular çok ilgimi çeker o yüzden beni çok iyi anlaman için takınacağım '' üslubu '' göz ardı et .
MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN >>> KARBON-ELMAS-GRAFİT>>> TANRI-İNSAN-YARATICI ....
Yukarıda 3 tane birbirinde alakasız döngü var fakat bu döngüleri '' bütünleştirici '' zekan ile yada muhakeme yetin ile görebilirsen seni çok farklı yerlere götürür . Her şeyin değiştiği gerçeğine dayanak olarak entropinin kanunu ve zaman'ın ileri akması gerçeğini göz ardı ederek düşün .

İnanç nedir ? İnanç bilimsel temeller olmadan bir şeye '' bağ kurmak '' demek mi ? Hayır gerçek inanç yani ; Din ve benzeri şeylerle OPTİMİZE edilmemiş İNANÇ bilimden daha önemli ve daha eski bir olgudur . Bir nevi bilim ve felsefe '' İNANCIN '' optimize edilmiş halleridir . Fakat neden inancın '' OPTİMİZE '' edilmiş halleri her çağda farklı bir ad almıştır . (MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN ?)
İşte bunun sebebine '' zaman'ın ileri akması ve entropinin kanunu '' ile düşüncelerimizin ve bakış açılarımızın değişmesi diyebiliriz . ----



shibumi_tr 28 Eylül 2016  Mackenzie'nin çarpıcı yaklaşımından sonra konuya eklenecek fazla bir şey kalmamış.

Bir tek şunu ekleyebilirim. bilimsel çalışmalar, güvenlik ipi ve ekipmaları olmadan, çıplak elle dağa tırmanmak gibidir. Her ilerlemesinde riske tabidir ve hatanın bedeli düşmektir. Çok sağlam görüşlerde belki biraz geriye kayıp sağlam bir noktadan yükselmeye devam eder ama çoğunluğu genelde düşerek elenir.
Zirveye varmış olanlar içlerinde en güvenilir olanlardır. Yine de her zaman tırmanılacak daha yüksek bir dağ vardır. Varılan hedefin önemini, içinde bulunduğu koşullara ve daha ileriye gitmek için ne kadar destek sağladığına göre değerlendirmek gerekir.

Bilginin sonu olmayacağına göre, bu tırmanışında devamı yok.

Bilim, insai yargılardan ve eğilimlerden uzak kalabilmek aynı zamanda herkese ulaşabilmek için, bir orta yol geliştirmiştir. Buna matematiksel mantık'da diyebiliriz.

Matematik bize elimizdeki verilere göre her zaman doğru sonucu verir. Bilimin avantajı budur.

Aynı zamanda matematik, elimizdeki veriler değiştiğinde veya arttığında da farklı sonuçlar verir.
Bilimsel sonuçlardaki değişmenin/gelişmenin nedeni de budur.

İnanç sistemi, beşer canlının hayatını etkileyen bir çok veriden yola çıkar. Kişiseldir, zamana bağımlıdır. Artan verilerle o da değişir ama tüm veriler öznel olduğu için, genele uygulanırlığı yoktur.

22 Eylül 2016 Perşembe

Madem çoğu ülke de ırkçılık yok neden bu kadar ülke ve millet var ?



http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21652/

Irkçılık, tribalizm eğilimin bir sonucudur. Yani bir gruba dahil olma ve grup ihtiyaçlarını (dolaylı yoldan kendi) diğer grupların ihtiyaçlarından üstün ve öncelikli tutarak, grubuna (dolayısı ile kendisine) fayda sağlama eğilimidir.



Tabii yukarıdaki kadar karışık bir kavram yerine, basit ve net olanlar seçilir. İnanç, köken, ideoloji, futbol takımından başlayıp, yeşil gözlü 5 dil bilen bombacı meksikalı cücelere karar işi sürdürebiliriz...



Kaynakların adil paylaşılmadığı, (eşit değil, adil ) her ortam da ismi ne olursa  olsun, ırkçılık olur.

Sadece köken ileri sürmek değil, inanç ileri sürmekte ırkçılık türüdür. İdeolojilerde, siyasi parti ya da futbol takımı hooliganlığı da farklı türleridir.



Çünkü bir gruba ait olma, kendini güvende hissetme güdüsü kadar temel ve doğal bir güdüdür.



Burada sorun; bu güdüyü tatmin ederken kullanılan gerekçelerin çıkar çatışmalarına yol açmış olmasıdır. 

Çok büyük ve güçlü gruplar cazip gözükse de birey başına düşen pay azaldığı için, daha küçük ama daha girişken-aktif gruplar cazip gelir.



Aslında yapılan son genetik araştırmalara göre, ırkçılık tamamen benimsenen kültür ve değerlerle alakalı... Yani ırkçılık tamamen kültürel ve sonradan öğrenilen/benimsenen bir durum.

Yoksa insanların hangi ırka ait olduğunu bakarsanız, çok karışmış olduğu ortaya çıkıyor.

http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html

https://onedio.com/haber/dna-larina-gore-irk-testi-yapilan-insanlar-cikan-sonuclar-karsindan-sok-oldular-714806 



Şimdi dünyadaki milliyetçilik ve millet konusuna bakarsak; millet oluşumu ile üretim ve ticaret modellemelerinin etkileşimi olduğunu görüyoruz.



Vergiye ve yağmaya dayalı ekonomik modellerde, imparatorluklar yaygınken, endüstrileşme ile milletlerin oluşumu ön plana çıkıyor. Burada hangi grubun, diğer gruplardan nasıl fayda sağladığı ve hangi yöntemleri takip ettiği, ticarette ne tür yollar izlediği ön plana çıkıyor.



Bu dönemde yüksek çıkar gruplarına karşı, kendilerini korumaya yönelenlerin oluşturduğu toplumlar, birer millet olarak karşımıza çıkıyor.



Bu kadar çok millet olmasının ana nedeni bence bu; Çatışan çıkarlardan dolayı avantaj sağlamak isteyen saldırgan toplumlar ile bunlara karşı korunmak isteyen toplumlar.

Aslında bu durumu mikro düzeylere kadar (aile, sülale, klan, aşiret) indirmek mümkün...



Türk toplumu olarak, bizler balık hafızalı, kısa görüşlü ve dolayısıyla günlük hedefli bir toplumuz. Türk toplumunu oluşturan kültürel alt unsurlara baktığımızda, Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Rum, Yahudi, Süryani, vs. aslında aramızda çok da fark yok. Çoğu değerlerimiz ve bakış açılarımız benzer olduğu için, aynı üst grup altında toplanabilmişiz.



Ancak nüfus artıkça, ekonomik imkanlar daraldıkça, alt gruplar arasında da çıkar çatışmaları çıkıyor. Bu ırkçılık olarak gözükse de, temelinde pastadan daha fazla pay alma kaygısı var.



Anadolu Türkleri, Orta Asya Türklerinden farklı. Orta Asya Türkleri daha homojen ve Türklük tarih bilinci daha yüksek.
Anadolu Türkleri ise sadece genetik olarak değil, kültürel olarak da çok karışık bir toplum.
Çünkü Anadolu'ya gelen 300 bin Türk, 100 yıl içinde 1 milyon 800 bin Anadolu yaşayanı Rum'u (Romalı'dan türemedir, devlet dili Yunanca'dır) bünyesine katmıştır.
Anadolu sadece Yunan kökenli değil, farklı kökenden gelen yüzlerce topluma analık etmiş topraklardır. Bu nedenle çok zengin ve çeşitli kültürel birikimi vardır.
Bundan faydalanamıyor oluşumuz ayrı bir konu…
Özellikle Türk toplumunu, Arap kültürüne yakınlaştırarak bu eksikliği giderme çabaları, ateşe benzin dökmekten başka bir şey değil bence.


Bazıları için bu kadar çeşitlilik olumsuz gözükebilir. Özünü kaybetme, kimliksizleşme gibi…

Ancak eğer saf ırkların oluşumuna bakarsanız, belli koşullara uyum sağlamada başarılı olanların, bu uyum sağlayan genlerini aktarmaları ile oluşduklarını görürsünüz.
Örneğin günümüzdeki 400 köpek türü, 10 bin yılda Kurt'tan türetilirken, doğa yerine insan eliyle seçile seçile bu hale gelmiştir.
Şimdi safkan ırk olarak karşımıza gelen köpekler aslında, Kurt atalarının bazı özellikler üzerinde yoğunlaşılarak türetilmiş, eksik varlıklar.
Yani bu tür bir seçilim, aslında ırkı saflaştırmamış tam tersi uyum yeteneğini azaltarak, zayıflatmıştır.

Aynı şey insanlar içinde geçerli olmalı. Sonuçta biyolojik varlıklarız. Bu nedenle bence, ne kadar çok ırk kaynaşırsa, o kadar sağlıklı ve orijinale yakın ırklar gelişir.

Bunun anlamı şudur. Bu topraklardaki tüm topluluklara ve kültürlere saygı ve sevgi ile yanaşacağız.
Hepsini içinde bulunduğumuz bir toplumun (doğal olarak bizim de)  parçası sayacağız.

Yani "benim, bizim" diyeceğiz.

Bu topluma dışarıdan empoze edilen değerleri ise, elemeli olarak ele almalıyız. Mevcut koşullara uygun olanlardan faydaları bünyemize katabiliriz.

Çünkü ne kadar şu anki durum hoşumuza gitse de, eğer kendisini yok etmezse, insanlığın kaderinde tekrar özüne dönüş, yani "tek bir dünya toplumu olmak" olmalı.

Ama bu çok uzun bir ekonomik süreç... Tüm gelir ve refah seviyeleri dengelenmeden, nüfus azalıp, kaynak kontrolü sağlanmadan şimdilik imkansız.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Yakın Gelecekte Enerji İhtiyaçlarımız


Petrol rezervlerinin yaklaşık 20 yıllık bir süresi kaldı. gerçi yer kabuğunda hala petrol var ama çıkarma maliyeti çok yüksek. Bu petrolü çıkarmak için ham petrol varil fiyatı 100 dolar civarında olmalı. Oysa 40 dolar civarında.

Bunda da bir kaç neden var. Petrol şirketleri elde kalan son petrolleri de bir an önce elden çıkarmak istiyorlar. Çünkü, Son bir kaç milyon yıldır, atmosferik ısılar yükselip artmış olsa da, karbondioksit oranı 250 ppm üzerine neredeyse hiç çıkmamıştı. Oysa şimdi 400 ppm üzerinde ve geri düşme ihtimali çok düşük.
Diğer bir sorun ise doğalgaz. Dünyanın yaklaşık 130 yıllık doğalgaz rezervi (kolay erişilebilen yoksa asıl miktar çok daha fazla) var. Üstelik bu artan nüfusla,artacak enerji ihtiyacını destekleyecek şekilde hesaplanmış.
(2035 de 2 kat, 2050 civarında 4 kat, 2100 de 11-13 kat fazla enerji tüketecek şekilde)
Doğalgaz fiyatları petrol fiyatlarına endeksli, bu nedenle düşük şu an.
Bu da alternatif, yenilenebilir enerji ye yönelimi azaltıyor. Üstelik daha yeni teknoloji oldukları için, artan enerji talebini karşılayacak düzeyde de değiller.
(Bu çerçevede ne kadar itici ve kaçınılması gereken olduğuna inansam da , nükleer enerji vazgeçilemez bir zorunluluk oluyor. :-( )

Şimdi bu çerçeve de düşünürsek, karbon emisyonunu azaltmak için yenilenebilir enerjilere yönelmenin yanında nükleer enerji kullanılacak. Termik santrallerde de kömür yerine, doğalgazlı bir alt yapıya dönüşüm gerekiyor.
Ancak salınan karbon emisyon gene de fazla olacağı için
(nükleer'in sıfır ve yenilenebilir enerjinin çok düşük karbon salımı var. doğalgazlı termik santraller den yayılacak karbon emisyonunu düşürmek gerekiyor.) zorunlu olarak kullanılacak termik santrallerindeki karbon emisyonu nasıl düşürülür bunu değerlendirmek gerekiyor.

Termik santrallerinde elektrik üretmenin daha ekonomik yolları olabilir:
Mevcut sistemde santrallerde su buharı ile türbinler döndürülüyor.
Kömürün ısı olarak enerji verimi düşük %40'larda... Oysa doğalgaz da %60'larda...
Stirling motorları, dıştan yanmalı motorlar olarak düşünülmeli. Hem santral bakım, onarım, yedek parça maliyetlerini düşürecektir. Hem de direk ısıdan hareket üretildiği için,
(su ve su buharı devre dışı bırakılıyor) elektrik verimi daha yüksek olacaktır.

İkinci olarak, çöpler. Özellikle gelir seviyesi düştükçe, kentsel çöplerdeki organik gıda atıkları oranı artıyor. Bunların sızıntı sularının toprağı kirletmesi yanında, yeraltı sularına karışmaları da mevcut. Ülkemizde çöpten kompost üretimi ve tarımda kullanımı düşük. Üstelik çoğu çöp, "vahşi depolama" ile depolanıyor. Çöplerden üretilen metan gazı, tam olarak olmasa da ekonomik olarak maliyet ve toplam sera gazı emisyonu azaltmada ciddi bir destekleyici olabilir.
Yani çöplerden metan gazı üretimi ve kullanımı teşvik edilmeli.

Günümüzde bir çok Batı Avrupa şehrinde, çöplerden ve atık sulardan (lağımdan) sağlanan metan gazı ile çalışan otobüsler, iş makineleri var.
Metan gazı, bütan, propan gibi kolayca sıvılaştırılamıyor. Maliyeti çok yüksek
(-167 derece diye hatırlıyorum sıvılaşması için) Ancak çelik tüplerde basınçlı olarak sıkıştırılıp, direk motora verilebiliyor. Yani mevcut benzinli, dizel motolarla direk uygulanabilir bir yakıt.

(Biodizel, ekonomik olarak uygun gözükse de, bir çok ormanlık arazinin tarım arazisine dönüşmesine neden olduğu için, gezegen sıcaklığın kontrolüne orta ve uzun vadede zarar verdi.)

Elektriğin depolanma teknolojisi hala emekleme aşamasında, yüksek verimli depolama teknikleri geliştirilmedikçe, direk kullanımı zorluklarla karşılaşıyor. Akülerin kısa ömrü, depolanan elektriğin sınırlı oluşu ve akülerin ağırlığı ana engeller.
Belki yüksek alanlı kapasitör sığaları geliştirilirse,
(ki Almanlar bu konuda çalışıyor) elektrik depolayıp,araçlarda kullanmak daha ekonomik ve kolay olacak.

Geleceğin enerjisini ve kullanımını düşünürken; maliyet, verimlilik, imkanlar şeklinde ele almak ve bir değerlendirme yapmak daha uygun olur gibi geliyor bana..


 http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/17353/
22.08.2016

Yoruma kaynak olan bilgiler

https://www.coursera.org/learn/geopolitics-europe/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/changing-global-order/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-environmental-management/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-diplomacy/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/environmental-law/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/earth-climate-change/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-energy/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/economic-growth-part-1/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/future-of-energy/home/welcome






14 Ağustos 2016 Pazar

EKONOMİ DE OTOMASYON VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



 Sizce sanayi de ve inşaat işleri gibi ağır işlerde mekanikleşme yani robotların kullanılması etik açıdan doğru mudur?  http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/16250/

Konu aslında karmaşık bir konu.

Gelişmiş ülkelerin demografik durumuna ve ekonomi felsefelerine bakmak lazım önce. Gelişmiş ülkelerde, ölüm yaşı ortalaması sağlık alanındaki gelişmelerle yükselirken, kadın emeğinin iş gücüne katılım oranı ve eğitim düzeyi artıkça doğum oranları düşüyor. Kaba tabirle nüfusları yaşlanıyor. Doğum oranının düşmesi, çocuklara sağlanan eğitim ve sağlık desteğinin ve kalitesini artırıyor. Daha donanımlı, kol gücünden ziyade beyin gücüne dayalı çalışacak nesiller yetiştiriyorlar. Ayrıca bu şekilde kişi başına düşen GSMH da artıyor. Bu da sosyal refah düzeyini yükseltiyor.


Diğer yandan yaşlanan nüfus ile sağlıklı emekli sayısı artıyor. (Mevcut sosyal güvenlik kurumları, ortalama yaşın 70 olduğu ve 65 yaşında emeklilik öngören, sanayi-endüstrileşme dönemine ait. Oysa günümüzde bu ortala yaş 81 -83 civarında, Bunun anlamı, 5 yıl yerine 15 yıl boyunca emeklilik maaşı ve sağlık giderleri ödenmesi demek).
Bir kaç 10 yıl önce, 1 emekliye 15 çalışan düşerken
(emeklilerin masrafları, çalışanlardan kesilen primlerle sağlanıyor çünkü), günümüzde 1 emekliye 2 çalışan düşüyor. (Emekli sayısı artıyor). 


3ncü nokta olarak, liberal ekonomi felsefesi "büyümeye dayalı bir ekonomi" sistemine dayalı. Firmalarda büyümek için, daha az maliyet daha çok kazanç ve kar, bu sistemde yaşayabilmeleri-var olmaları için kaçınılmaz şart.

Bütün bunları bir araya getirince, gelişmiş ülkelerde otomasyon sistemlerinin kullanılması kaçınılmaz. Aksi takdirde, büyümeye dayalı ekonomi sistemi çöker.

  Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde durum farklı. Ölüm yaşı daha düşük, bu nedenle emeklilik sistemi farklı. Eski tekniklere daha bağımlı. Diğer yandan, kamu yönetimindeki bürokrasi ve şeffaf olmayan yapı, suiistimale daha açık. Bu nedenle çalışanlardan toplanan primler, doğru şekilde yatırıma dönüşmeyebiliyor. Üstüne üstlük, kaçak veya eksik çalışan (devlete sosyal güvenlik primini ödemeyen ya da en düşük düzeyden ödeyen) sayısı çok fazla. Çünkü kamu işleyişi şeffaf değil ve toplanan gelirleri (primleri) yatırım yerine farklı kalemlere harcamak mümkün, sistemin (şeffaf olmayışı) yapısı buna imkan sağlıyor, hatta dolaylı yoldan teşvik ediyor.


Yeterli primin toplanamaması ve toplananların doğru yatırımlara kaynak olmamamsı, işsizlik oranını da yüksek tutuyor. Çünkü yanlış yatırımlara (topluma değil, bireylere kısa vadede gelir sağlayacak) finansman sağlanıyor.



Ülkemizde bu sorunu, nüfus artışı ile çözmeye çalışıyorlar (3 ve üstü çocuk). Böylece ihtiyaç-talep artacak, artan taleple üretim artışı sağlanacak ve ekonomi dönecek. Üstelik işgücü arzı artacağı için (hem iş gücü arzına katılan genç nüfus ve yükselen emeklilik yaşı ile kalan deneyimli orta yaşlı nüfus) toplanan primde artacak, emeklilik yaşı yükseldiği için, emekli maliyeti de azalacak şeklinde düşünülüyor (bence).

Emeklilik yaşının ileri alınması doğru bir karar. Çünkü çoğu insan, halen dinç, çalışmaya hazır ve bilgi-deneyim olarak en verimli çağlarında çalışma yaşamından ayrılıyor.

Ancak nüfus artışının desteklenmesi bence yanlış bir politika, ham kişi başına düşen milli gelir oranını düşürüyor. Hem de yeni nesilde, birey başına ayrılan sağlık ve eğitim maliyetlerini dolayısı ile kalitesini düşürüyor.

Böyle bir ortamda, üretimde mekanizasyon yatırımcıya daha yüksek kar getirse de, topluma ve sosyal güvenlik sistemine olumsuz etkisi olur.



Bunun bir kaç ek nedeni daha var. İlki gelişmiş ülkeler büyümeye değil, sürdürülebilirliğe dayalı ekonomik modele yöneliyorlar.

Bu her ne kadar zor gözükse de, Büyümeye dayalı ekonomik modelin Keynes ile başlayan 60-70 yıllık bir geçmişi var. Ondan önceki dönemlerde ülke ekonomileri farklı temellere dayanıyordu (sürdürülebilirlikten, sömürgeciliğe... 1929 buhranı ile başlayan, başlangıçta devlet harcamaları ile desteklenen ülke ekonomilerini, firma büyümeleri ve bunu destekleyen tüketim artışına dayanan "büyümeye dayalı ekonomik model", 2nci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlık kazanmaya başlamıştır.).


Gelişmiş ülkeler sürdürülebilirliğe geçiyorlar, çünkü dünya çapında yaşanacak olan ekonomik daralmadan (resesyon), sadece bu ekonomiler çıkabilecek, Diğerlerinde ise ciddi çıkmazlar ve çözümsüzlüklerle, kayıplar yaşanacak.

Tekrar çünkü dünyanın insanlığa sunabileceği doğal kaynaklar ciddi anlamda, aşırı artan nüfus ve bunların ihtiyaçları ile tüketilmiş durumda. Halen, dünya ekonomisi 30–40 yıl sonrası nüfusa ait kaynakları tüketerek ayakta duruyor. Yani geleceğimizden, mevcut yaşam standartlarımızı korumak ve geliştirmek için borç alıyoruz. Yani çocuklarımızın, torunlarımızın lokmalarını yiyoruz, sularını içip kirletiyoruz. (BENCE)



Şimdi bu bilgiler altında, sanayi ve inşaatta robotları kullanmayı, fayda ve kayıplarını (zarar değil) tekrar düşünebilirsiniz.

31 Temmuz 2016 Pazar

Türk Mucizesi Nerede Kaldı?



Günümüzde Uzakdoğu özellikle de Çin mucizesi gündem de... Çin şu anki başarısını neye borçlu? Nasıl bu kadar engeline (sermaye eksikliği, aşırı nüfus, kirlenen doğası, vs) karşın yıllık %10 civarını tutturuyor?



Biraz geçmişe bakınca 70'lerin sonundaki radikal siyasi bakış ve ekonomik değişimlerin payı büyük gözüküyor.

Ancak en önemli değişikliği, "tek çocuk" politikasını sıkılaştırma ile yapıyor.

Tek çocuk politikasıyla, doğan çocuklara çok daha iyi bir eğitim ve sağlık olanağı sağlanıyor. Çocuklara yapılan eğitim artıyor.



Günümüzde Çin'in başarısı, dönemde sıkı takip edilen bu politikanın ürünleri.

Taklit ürünlerden, kendi teknolojisini ve dizaynını geliştiren bir ülkeye dönüşüyor Çin.



Bizim sonumuzu açıkçası pek hayırlı görmüyorum. Her geçen gün daha da düşen eğitim seviyemiz ve kalite kaybeden eğitim düzeyimiz, bilgi düzeyi düşük, "bilmek" ile "inanmak" arasındaki farkı anlamayan, verileni kabul eden, olanı sorgulamayan bu yüzden de üretemeyen ama tatminsiz kuşaklar yetiştiriyor.



Çoğu gencimiz geleceğe bakamıyor bile. Kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğinin farkında değiller.

Zaten onlarda gelecekten ne umacaklarını bilemiyorlar. Onlara sorunlar yumağında kaybolmuş bir toplum, çevresini, doğasını asfalt ve betona teslim etmiş bir ülkeyi miras bırakıyoruz.



Bizim dahil olduğumuz kuşaklar, başarısız, beceriksiz ve bencil kuşaklar... Sadece kendi gemimizi kurtarma, köşeyi dönme uğruna çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakıyoruz?

Bireysel açıdan bakınca, her ana-baba çocuğu için en iyi olanı yapıyor, en güzeli öğretiyor ama bu ne yazık ki çocuklarımızın hayatını kurtarmayacak. En azından bizim refah düzeyimizde bile yaşayamayacaklar.

Çünkü onlara ruhen örselenmiş, parçalanmış bir toplum, çevre olarak tüketilmiş toprak, kaynak olarak ziyan edilmiş bir ülkeyi bir de onları bu sorunlarla baş edemeyecekleri düzeyde bilgisiz kılarak onlara miras bırakıyoruz.



Biz birbirimizi yeme kavgasında, içimizde düşmanlar oluşturup onlarla savaşırken, dünya toplumları çocukları için avantajlı yerler oluşturmaya çalışıyor.



Dünyanın sorunları azalmıyor ve azalmayacak. Tam tersi artacak. Çünkü nüfus artıyor ama kaynaklar ise azalıyor.



Tamamen yeni anlayışların ve yaklaşımların geliştiği, geçmiş değerlere bağlı kalıp, adetlerini ve değerlerini değişimlere uyarlamayı beceremeyen toplumların yok olacağı bir döneme girdik.



Bilgili bireyler, iyi eğitimli ve çözüm üreten bireyler. Kısa veya orta değil, uzun vadeli düşünen bireylere, herkesten farklı düşünen, hisseden ve korkmadan bu farklılığı ortaya koyabilecek bireylere ihtiyacımız var.

Daha doğrusu çocuklarımızın ihtiyacı var. Ama kendi kuşaklarından, bizimkilerden değil. Bizler, bireysel olarak ne olursak olalım, toplumsal olarak başarısız kuşaklar yumağıyız.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Kader belli ise yaşamak niye?

Allah (C.C) kimin cennete kimin cehenneme gideceğini biliyormu? Kuranda yazana göre biliyor peki hersey planlanmışsa neden yaşıyoruz? Kaderimizi kararlarımız etkiliyorsa, yanilmış olmazmı?

ÖFA 04 Mayıs 2016



Burası ortamı değil bu sorunun. Ama hüsnüzân'da bulunup, kuantum olasılığı dahilinde sorulduğunu düşüneceğim.
Evet, tüm olasılıkları, en güçlüsünden, en zayıfına kadar tüm sonsuz (bile olsa) olasılığı ve karşılığının ne olacağını biliyor.
Size ise irade ve akıl denilen iki hediye bahşetmiş. Bu olasılıklardan hangisini seçeceğinize siz karar veriyorsunuz. O'nun "hangi kararı/seçeneği alacağınızı biliyor olması, sizin eyleminizi değiştirmiyor. O sonucunu biliyor ve uyarıyor. Gerisi size kalmış.

Eğer bir "taş, cansız bir meta gibi" olsaydınız, karar verme ve düşünme yeteneğiniz olmayacağı için, bilinçli eyleminiz olmazdı. Yani yaşıyor olmazdınız.

Aslında bu sizin için bir tercih meselesi... O'nun için sadece bir bilgi. Sizi yönlendirmiyor.

Bu çerçevede bakarsanız, her durum için ayrı bir olasılığı uygulayan/kararını veren siz'den sonsuz adedi, çoklu evrenlerde de bulunabilir.

Amacımız elimizdeki ve bildiğimiz tek evrende, olumsuz sonuçlanacak olasılığı seçenlerden olmamak. (Diğer evrendekilerin durumu -var iseler- bizi etkilemez.)

shibumi_tr 05 Mayıs 2016

=========
Sayın ÖFA, sorunuzun net cevabını bizden almanız mümkün değil. Çünkü her birimiz kendi inancı ve dünya görüşü ile olayı algılıyoruz. Kesin cevap ölüm sonrası belli olacak. Ancak normal hiç bir canlı bunu daha önce öğrenmek için acele etmiyor. :-) Edenlerde geri dönüş yapmıyor.
Hiç bilgimizin olmadığı bir alanda, sadece inançlarla sorunu algılamaya çalışıyoruz.
Eğer ölüm sonrası hayatın güzel olduğunu düşünsek, bu sefer yaşadığımız hayatı anlamsızlaştıracak.

Bu noktadan sonra ancak "yarım felsefe" yapabiliriz. (Tam felsefe ya da felsefe; bilgiden bilgi üretmektir. Yarım felsefe; fikirden, inançtan ve bir miktar bilgiden, bilgi üretmektir.

"Bilgi"; doğruluğu veya yanlışlığı net olarak tanımlanmış durumu anlatan kavramdır.

Doğruluğu veya yanlışlığı kesin olmayan kavram "fikir"dir.
Doğruluğu ya da yanlışlığı hiç sorgulanmayan kavram "inanç"tır.

Bu nedenle "yarım felsefe", net ve kesin bir sonuç üretemez.

Sizin cennetlik olduğunuzu farz edelim. Yapacağınız bir kaç hata ile (ki çevremizde ibadeti ve O'nun adını ağızlarından düşürmeyerek bunu hak ettiğini sanan, tevbe ile son anda yırtacağını umanlar var) bu durumu rahatça tersine çevirebilirsiniz.
Ya da cehennemlik olduğunuzu düşünelim, bu andan sonra içtenlikle yapacağınız eylemler ile bunu rahatça değiştirebilirsiniz.

Çünkü şu anki durumunuzu belirleyen şey, değiştirilmesi mümkün olmayan geçmişiniz.
Ancak gelecek, her zaman farklı olasılıkları içerdiği için, her an değişir. Değişecektir.

Önünüzde iki seçenek var; ya bu durumu olduğu gibi kabul edip, sonuç alınamayacak sorgulamaları bir kenara bırakıp, hayatınıza devam etmek. Ya da hayatınızı bu olasılıkları düşünüp, yaşayamamak.

Her iki durumda da sonuç değişmeyecek. Öleceğiz ve yok olacağız ya da bir yerlerde var olacağız.
Eğer sadece yok oluyorsak, bıraktığımız geçmişimiz, diğer insanlarca yaptıklarımıza göre değerlendirilecek. Yaşadığımız hayatın anlamı, buna göre belirlenecek.

Eğer bir yerlere gidiyorsak, hem dünya da hem de ahirette gene aynı şekilde değerlendirileceğiz.
Sorun, özgürlük ve sınırsızlık isteklerimizle, diğerlerinin özgürlük ve sınırlarını ne kadar ihlal ettiğimize bağlı olması. Hayatımızın bir anlamı olup olmadığına göre de bir yere yerleşeceğiz.

Eğer denilenler doğruysa, insan yaratılışı öncesi bazı bilinçler bağımsızlık ister. (Cenâb-ı Hâk'kın ruhundan bir nefes) O'nun gibi irade sahibi olmak ve O'nun gibi bir şeyler oluşturabilmek.
Bu izin verilenlere bir de sorumluluk verilir. Bu sorumluluk, onların geriye dönüşlerini belirleyecektir. Geri dönüşü, "cennet" olarak niteleyebilirsiniz. Bütüne dahil olamamayı da "cehennem"...

Sonucun önceden biliniyor olması, bizim gibi 5 boyutlu (3 uzamsal, 1 sonsuz ve tam tersi 1 sıfır boyut) varlıklar için, sadece neden sonuç ilişkisine sokuyor. Ama böyle bir kavram "zaman algısı" için geçerli
Mesela foton gibi kütlesiz nesneler için "zaman" diye bir kavram yok. Yani onlar için geçmiş ya da gelecek dolayısıyla "şu an" bile yok.
Zaman algısı; "sadece kütleli nesneler için" geçerli bir "kavram". (Zaman'ın kendisi bundan çok farklı, bir boyut olarak ele alınması gereken ve bir mesafe ile hareket durumunun bilgisini veren bir boyut çünkü) .

Bize göre "öncesi ve sonrası" kavramları, fotona göre yok. Sonuçta sahip olduğunuz momentum ile nereye varacağınızı bilmiyor olabilirsiniz.
Ama sizi bu yola çıkaran, nereye varacağınızı biliyor. Bir de size doğrusal değil, yoldan sapabilmeniz içinde imkan veriyor. (Bunun için "zaman" gerekiyor işte) Çünkü başlangıçta bunu isteyen biziz.
Hangi yola dönersek, hangi hedefe varacağımızı O'nun bilmesi, bizim hangi yoldan gideceğimizi bilmemizi sağlamıyor. Bilmiyoruz nereye varacağımızı.

Eğer hedef belliyse, bu kadar yolu boşu boşuna tepmeyeyim diyorsanız. Sonra sizin, "Ama ben irademi -hediyemi kullanamadım ki!" deme hakkınız olur. Üstelik böyle bir şey, hakkaniyete uymaz.

Kısaca ne yaparsanız, cennetlik veya cehennemlik olacağınızı ve hangi yolları izleyeceğinizi, O biliyor. Siz bilmiyorsunuz. Siz her an sonucu değiştirebilirsiniz. Her gerçeklik için açık kapı var.

Sorunuz; hayattan bıkmış, mücadele ruhunu kaybetmiş ya da mücadeleye girecek kadar kendisini hazır hissetmeyenlerin , ya da istediği her şeyi yapmak isteyenlerin (sınırlanmamak) çok kullandığı bir silahı barındırıyor. (Özellikle bir şeyler yapıp yapıp, bunların olası olumsuz sonuçları ile karşılaşmamak isteyenlerin kullandığı bir argüman. Bu işin fıtratında var deyip, yaptıklarımızın ya da yapmadıklarımızın sorumluluğunu ret etmek hakkına sahip değiliz. Reddedebiliriz, bu kapı da açık. Ama sadece kendimizi kandırırız, bir de bizi sevenleri-bize inananları. Üstelik onları da yanımızda sürükleyebiliriz.)

Neden mi yaşıyoruz? Güzel şeyler yaptığımızı/yapabileceğimizi kendimize ve O'na gösterebilmek için. Bu yolu istedik. İstersek yapabiliriz de çünkü.
Yaşamınızı anlamlı ve güzel kılacak işlerle doldurmanızı dilerim.
Saygılarımla

4 Nisan 2016 Pazartesi

İnsan Irkları ayrılabilir mi?



Benim Sorum hayvanları tür tür cins cins ayırabiliyoruz.örn; kaplan (Panthera tigris) aslan (Panthera leo) acaba insan ırkları içinde böyle bir çalışma yapılabilir mi?

Benzer çalışmalar 1800'lü yıllarda yapıldı. Uzantıları 1945'lere kadar sürdü. Hala da ardılları var.
İnsanları ten rengine, kafatası yapısına, vücut yapısına göre sınıflandırmaya çalıştılar.
Kökeninde bilimsel meraklar olsa da (insan türü nereden geliyor, gelişti, niye farklı ırklar var, vs.vs.) emperyalist batı girişimciliğinin ve sömürgeciliğinin haklı gerekçesi olarak kullanılmaya çalışıldı. Daha doğrusu yapılanları, bilimsellik altına saklamak için, bilimsel merak ve araştırmalar suistimal edildi.
Böylece Kızılderili topraklarından kovulurken, öldürülürken, Afrikalı köle oldu. Çinli, Hintli sömürüldü.
Tek medeniyet olarak Batı Medeniyeti ve bireyleri yüceltildi. Diğer kültürler ve medeniyetlere aynı saygı gösterilmedi.
Temelinde, milliyetçilik akımları ile keskinleşen toplumsal aidiyet duygusu ve sanayileşme ile artan kaynak ihtiyacı vardı. Şirketlerin yüksek kâr hırsı ile elde edilen kârlar artarken, batı medeniyetinin toplumsal refah düzeyi arttı.  Bu refah, haklılıklarına ve doğruluklarına olan inancı körükledi.Bilimsel verileri özellikle Darwin'inkileri çarpıtarak, farklı ideolojileri, eğilimleri bilim altına gizlediler.

1945'de bu eğilimin acı sonuçları tüm dünyaya ağır bir bedel ödetti. (40'ı savaş nedeniyle toplamda 80 milyon civarı insan kaybı). Bu tür eğilimlere karşı sert şiddetli önlemler yasalara, uluslararası anlaşmalara girdi.
Ancak 200 yıllık bir yaklaşım, toplumsal zihinlerden kolayca kaybolmuyor.
Üstelik insanoğlu, acımasız bir varlıktır. Özellikle kaynakların azaldığı, daraldığı dönemlerde hemcinsine karşı da çok acımasızdır.
Öncelikle hemcinsini dışlar. Sonra onu kendisiyle eşit görmemeye başlar. Çeşitli sıfatlar yakıştırıp, onunda bunu kabullenmesini (gerekirse zorla, iktidar gücü varsa yasayla) ister. Sonra bazı haklarını kısıtlar. İnsanlar  kaynakları daha az kişiyle paylaşmak için, mücadelelerini gruplar içinde sürdürme eğilimi gösterir. Bu kullanılır. İttifaklar kurulur, düşmanlıklar ilan edilir. Birbirilerini, dini ve köken veya ırk gibi nedenlerle tamamen farklı olmakla nitelerler.
Bu bir "ara amaç"tır.

Asıl hedef, karşısındaki kişi ya da kişileri "insan olarak kabul etmemek", insanımsı haline getirmektir.
İnsan bir kere karşısındaki ile empati kurma yollarını ve nedenlerini kaybederse, iş tamamdır.
Onun için karşısındaki kişinin, bir tavuktan, koyundan, bitkiden daha fazla anlamı kalmaz.

Eğer toplu katliam yapılan yakın geçmiş olaylarını incelerseniz, 20 yıllık komşusunu sırf Boşnak diye nasıl katlettiğini anlamaya çalışırsanız, bunları görürsünüz.

Bu yüzden böyle bir çalışma daha önce yapıldı ve sonuçları vardır internette. Olanın üzerine başka şeyler eklemeyin.
Yoksa bu iş Homo imani ve homo atei'ye kadar devam eder. Sonra homo imani'lerde kendi aralarında Homo imani suni, Homo imani şi gibi ayrılır. Bu da yetmez bir de bunlara homo imani suni hani gibi eklerde eklenir. Bu iş bitmez... Taa ki tek bir alt tür kalana olsun.