sürdürülebilirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sürdürülebilirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Aralık 2016 Salı
Neler oluyor ? Dünya da, Türkiye de...
Türkiye'de, dünya'da bir şeyler oluyor da, neler olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.
Aslında gerçekten anladığımızı iddia etmekte pek mümkün değil.
Televizyonlarda, haberlerden, oturumlardan bir şeyler öğreniyoruz ama bunların arasındaki bağlantıları göremiyoruz. Anlamıyoruz.
Sadece ülkemizde değil, dünya da geleceğe karşı bir belirsizlik ve güvensizlik var. Ülkemizde yaşananlardan dolayı, bunun dozu fazla.
Peki neler oluyor? Bizi ne bekliyor? Ne hazırlık yapmalıyız?
Yaşanan olayların ayrıntılarından uzak kalabilirsek, büyük bir yapısal değişimin eşiğinde olduğunu görebiliriz.
Ne değişiyor? Ekonomik sistemler, politikalar değişiyor?
Ne değişiyor? Üretim araçları değişiyor?
Ne değişiyor? Siyasi yönetim sistemleri değişiyor?
Ne değişiyor? Dünya'nın insanoğlunu besleme kapasitesi değişiyor?
Ne değişiyor? Eski ittifaklar ve çıkar birlikleri değişiyor?
Kısaca, tüm dünya ve içinde yaşayan her şey değişiyor.
Değişimi göremeyen veya doğru okuyamayan herkes, bu değişim çarklarında ezilecek. Peki doğru yönlendirmek mümkün mü? Hayır, değil.
Bu nedenle gücü yetenler, bu değişimi biçimlendirmeye, en azından kendisini ve çıkarlarını güvenceye alacak şekilde önlemler almaya çalışıyor.
Bugün yaşadıklarımız, bunların sonucu...
Eğer kafalarımızı, günlük hayatımızdaki sorunlardan ve çatışmalardan kaldıramazsak, önlem almak için çok geç kalmış olacağız.
Aslında ciddi anlamda da geç kaldık.
Şimdi nelerin değiştiğine bakalım.
Son 60 yıldır, 2nci dünya savaşı sonrası benimsenen ve desteklenen" tüketime dayalı büyüme modeli" öngören ekonomi yapısı, dünya'yı iflasa sürüklemiş durumda.
Gıpta ile baktığımız gelişmiş batı, bu dönemde aşama aşama dünyanın doğal kaynaklarını ve ekonomik imkanlarını kullanarak refah düzeyini artırmış ve sorunlarını (dünyanın kalanına oranla) hafifletmiştir.
Kendi insanına insan hakları ve sosyal refah açısından ideal koşullar oluşturmuştur. Bunun bedelini, uluslararası ticaret kurallarını düzenleyerek gelişmekte olan ülkelerden sağlamıştır.
Elbette kendileri de ciddi ekonomik ve siyasi mücadeleler yaşamışlardır. Kayıpları da olmuştur.
Ama bu bedel palm yağı için, yağmur ormanlarını kaybeden Endonezya ya da balıklarını Avrupalı kedi-köpek maması üreten balıkçılara sattığı için, dengesiz beslenen Afrikalı balıkçılar kadar olmamıştır.
"Paran var ise, güçlüsün", "her şeyin bir parasal bedeli vardır" mantığı ile bilgi teknolojilerindeki avantajları ile üretilmiş yüksek katma değerli, düşük hammaddeli ürünler karşılığında diğer insanların kaynaklarını almışlardır.
Bu aslında kölelikten de, sömürgecilikten de daha ekonomik bir yol olmuştur.
Köle veya sömürge için; besleme, bakım koruma maliyetlerine bile girmeden, emeğinin karşılığını, daha ekonomik yollarla temin etme imkanı sağlamıştır.
Ölmeden yaşayabileceği kadar da desteklemiştir.
(Bugün bir ortalama bir Avrupa'lı, dünya ortalamasından 9 kat, ortalama bir Amerikalı ise 36 kat fazla enerji tüketmektedir.
Avrupa da yıllık çöpe giden besin miktarı, (280 milyon ton civarı), açlık çeken tüm Güney Sahra altı Afrika'nın üretiminden 10 milyon ton civarı daha azdır.)
Fakat dünya'nın gelmiş olduğu bu nokta da, bu refahı sürdürmelerinin imkanı kalmadığı açığa çıkıyor. Çünkü pazarlarına girmek için kendilerini örnek gösterdikleri ülkelerdeki insanlarda aynı yaşamı, refahı istiyor.
Oysa, bu mümkün değil. Hem dünyanın zaten tükenmiş kaynakları ve aşırı zayıflamış kendini yenileme kapasitesi yüzünden, hem de herkes bu refah düzeyinde olursa, ortada artık paylaşacak hiç bir şey kalmayacağından.
Bu nedenle, yeni değerler geliştiriyorlar. Sürdürülebilirlik bu kavramların ilki ve en önemlisi.
Çünkü, nasıl aşırı avlanma sonucu besin kaynakları tamamen yok oluyorsa, bu düzeyde bir tüketim de dünyanın kaynaklarını, geri dönülemez şekilde yok ediyor.
Yani adam göldeki balıkları avlayıp yemiş, yemiş şişmanlamış. Şimdi diğer cılızlarda yemek ve şişmanlaşmak istiyor. Ama göldeki balık sayısı sınırlı. Eğer herkes bu şekilde yerse, göldeki tüm balıklar tükenecek ve bir sonraki av da kimse yiyecek balık bulamayacak.
Bu yüzden şişman amca dur, sürdürülebilir olalım. Yoksa tamamen aç kalırız! diyor.
Evet, doğru söylüyor ama diğerleri de artık biraz rahatlamak istiyor. Sen yeme o zaman diyorlar. Olmuyor. Ben niye vazgeçeyim? Diğerleri de vazgeçerse ancak olur diyor? Ama hiç kimse öğününün bir kısmından vazgeçip, diğerlerinden geri kalmak istemiyor.
Dünya çapında Sürdürülebilirlik'te ana sorun bu.
Eğer dünya çapında, bu aşırı tüketimi teşvik eden ekonomi modeli terk edilemez ve yerine yeni bir ekonomik yapı konmazsa, herkes aç kalacak.
Ancak gerek gelişmekte olan ülkeler, gerek ise gelişmiş ülkelerin çok uluslu şirketleri- girişimleri bu tür ekonomik değişime hazır değil.
Ne bankacılık, sigorta sistem, ne hukuk sistemleri, ne üretim modelleri ve araçları, ne örgütlenme yapıları hazır değil.
Sürdürülebilir büyüme, yeşil ekonomi söylemleri ise, bu "hazırlıksızlığın" saklandığı ve mevcut sisteminin biraz makyajlanarak devam ettirilme arzusunun uzantıları.
Gelişmekte olan ülkeler yıllık ortalama %3-5 aralığında büyüyorlar. Çok geriden başlayanlar için bu oran artıyor. Bu büyüme hızları ile önümüzdeki 30-40 yıl aralığında ancak gelişmiş ülkelerin bugünkü düzeylerine erişecekler.
Bunun iki anlamı var. Dünya ekonomisi şu anki 90 trilyon dolar civarından 300 trilyon dolar civarına çıkacak olması ve enerji ihtiyacının ise daha fazla en az 5 kat artacak olması ilk anlamı.
İkinci anlamı ise her 1000 dolarlık ticaretin, dünya ekolojisine 180 kg karbondioksit (k)atması sonucu, bu kadar tüketim karşısında zaten alarm veren dünya ekolojisinin, çökecek olması.
Gelişmenin ve ilerlemenin, refahın temel kaynağı enerjidir. İnsanlık bugüne kadar bu gelişimini petrol sayesinde sağladı.
Ancak petrol (kolay ulaşılabilir olan)'un 20 yıl civarında ömrü kaldı. Bu yüksek tüketimi yenilenebilir enerji kaynakları ile doldurmak ise maalesef mümkün değil. Yatırım maliyeti, getirisi ve aciliyeti açılarından ele alınca, doğal gaz ve nükleer santraller ön planda ve öncelikli olacak görünüyor. Doğal gaz rezervleri, dünyanın artan şekliyle enerji ihtiyacını 130 yıl kadar karşılayabilecek düzeyde. Daha da ulaşılmamış yataklar var. Kömüre oranla karbon izi ise defalarca düşük. Nükleer santraller ise uzun ömürlü olmaları ve inşaat haricinde karbon izlerini olmaması nedeniyle cazip bulunuyorlar.
Elbette gelişen teknolojiler sayesinde, yenilenebilir enerji kaynakları ve üretimi artıyor ama bu gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyacını karşılamaktan çok uzak şimdilik.
Gelişmiş ülkeler aşama aşama, enerji ekonomilerinde bu geçişi yapabiliyorlar. Her sermaye hem de bilgi birikimi açısından bu dönüşüm için gerekli kaynaklara sahipler.
Tabii bu durumda, enerji kaynaklarına sahip olmak önemli.
Ancak gerçekte önemli olan, enerji kaynağına sahip olmak değil. Onun fiyatını kontrol edebilmek ve pazarını koruyabilmek daha önemli.
Siz istediğiniz kadar petrol ya da doğal gaz çıkartın, eğer fiyatı başkaları belirliyorsa, kontrol ondadır.
(Yıllardır; zeytinyağı, fındık, kuru incir, pamuk, kayısı, vb. ürünlerimizde fiyatın uluslararası toptancılarca belirlenmesini ve fiyatların üreticilerimizi ne kadar desteklediğini düşünün.)
Örneğin, güneyimizde ateş var. Suriye ve Irak kaynıyor. Bu ateşin yansımaları da bize en acı şekilde düşüyor.
Neden?
Arap Baharı denilen şey, nasıl tetiklendi?
Her kafadan bir çok ses çıkacaktır ama kimsenin göz önüne almadığı bir başka neden daha var.
2012-13 döneminde küresel çapta yaşanan iklim değişimleri, o yıl buğday ve hububat üretimini olumsuz etkiledi. Gelirinin %5-10 gibi bir kısmını temel gıdaya harcayan ülkelerde bu çok sorun olmadı. ama Kuzey Afrika ülkeleri gibi gelirinin %35-50 arasını temel gıdaya harcayan toplumlarda ciddi sıkıntılara yol açtı.
Çıkan hoşnutsuzluklar, huzursuzluklar bir de toplum içi gruplaşmaların bir şekilde deşilmesi ile olaylar zincirleme başladı.
(Toplumsal sosyal refahın korunması bu yüzden önemli. Eğer devlet sağlayamıyorsa, sivil toplum örgütleriyle toplum kendisi sorunları yumuşatmalı, paylaşmalı.)
Bu olaylar zinciri güneyimize kadar geldi. Peki, Suriye'nin önemi nedir?
Suriye ciddi bir petrol ya da doğalgaz üreticisi değil. Neden bu kadar karışıyor. Gelişmiş ülkelerin her biri neredeyse, bir grubu gayri resmi olarak destekliyor.
AB doğalgazının yaklaşık %40'ını Rusya'dan alıyor. Ve Rusya'nın en büyük müşterisi. Ukrayna krizinde, Ukrayna Avrupa ya giden doğal gazdan ihtiyacı olanı alıp da, ödeme yapmayınca, Rusya doğalgazı kesmişti. Bütün Avrupa bundan olumsuz etkilenmişti.
Avrupa artık ürün ve satıcı çeşitlendirmesine gitmek istiyor. Rusya önce Türkiye üzerinden, sonra Türkiye'yi dışarıda bırakarak Karadeniz, Bulgaristan üzerinden boru hattı ile doğal gaz satmayı planladı. Ancak AB'de bu sefer bu boru hattının kapasitesinin yarısının ancak kullanılabileceği şeklinde konuyu ele aldı. Kalan kısmını, Azerbaycan, Türkmenistan gibi ülkelerin doğal gazı dolduracaktı. Bu da olmadı. Rusya- Türkiye ile anlaştı ve Türkiye'de Trakya'dan Ege denizine boru hattına karar verildi. Böylece musluk AB üyesi olmayan Türkiye'de olunca, istedikleri yaptırımları ve şartları uygulama imkanları kalmayacaktı.
Bu seferde Rus Uçağının düşürülmesi ise ilişkiler askıya alındı.
Bu arada Avrupa bir yandan da Basra Körfezindeki doğal gaz'a (İran ve Irak) ulaşmak istiyor. Böylece fiyat ve süreklilik konusunda eli rahat olacaktı. Ancak bunu Türkiye ya da güçlü bir Suriye yönetimi üzerinden istemiyor. Daha kontrol edebileceği, yönlendirebileceği küçüklükte, bağımlı siyasi oluşumlar üzerinden yapmak istiyor. Irak zaten parçalanmış ve otonom yapısıyla bu iş için uygundu. Bir tek Suriye uygun değildi ki Arap Baharı rüzgarı oraya da bu şekilde ulaştı.
Eğer Suriye'nin kuzeyi de ayrılırsa ve kuzey Irakla birleşirse, (Şu anki tüm terör örgütlerinin kontrol etmek istediği bölge) Basra körfezinin doğal gazı, Akdeniz'e Türkiye alternatifi bir yolla ulaşabilecekti.
Üstelik bu bölgede Güney Kıbrıs Rum bölgesi ile İsrail arasında kalan deniz zeminindeki zengin doğal gaz yatağının da bu boru hattına bağlanma imkanı olursa, ürün çeşitliliği ve fiyatlandırması, rekabet sayesinde kolaylaşacaktı.
Ondan sonra herhalde Akdeniz zemininden, Yunanistan veya İtalya üzerinden Avrupa'ya bir hat döşenirdi.
Bu durumun farkında olan Rusya ve Türkiye için ise, bu olası botu hattı güzergahının kontrolü hayati önem taşıyor. ( http://uzmanpara.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem2/15/62000/62903/ )
Tabii bir de Amerika faktörü var. Dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi olan Amerika da, gelecekte doğal gaz talebine hazırlanıyor.
Boru hattı döşemek maliyetli olsa da (üretici ülkenin sorumluluğunda), doğalgazı sıvılaştırmakta maliyetli. Çok düşük sıcaklıklarda be yüksek basınç altında sıvılaştırılan doğalgazı ise tankerlerle istenilen yere nakletmek hem ekonomik, hem de esnek.
Parasını ödemeyen müşteriye tanker yollamazsın, direk alıcıya yollarsın, ara ülkelere bağımlı olmazsın gibi avantajları da var.
Günümüzde Çin, Rusya ile fiyatta anlaşmadığı için doğal gaz ihtiyacının önemli bir kısmını tankerlerle sağlıyor. Ürün çeşitliliği ve rekabet, fiyat konusunda da daha fazla rahatlık sağlıyor.
(Boru hattında, bir seferlik tesisat maliyetine rağmen, sürekli giderleri ve müşteriye olan bağımlılık da var)
ABD doğalgaz sıvılaştırma tesislerinin inşaatına başlamış durumda. Bir çoğu 2020'li yıllarda hizmete girecek.
Bu nedenle Suriye üzerinden gelecek böyle bir doğal gaz hattı, onunda içinde ekonomik anlamda çok önemli.
Sahip olmasa da en azından kontrol eden(lerden) olmalı...
( http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kibrista-sorunu-cozmek-mi-dogu-akdeniz-gazina-pazar-olmak-mi )
Güneyimizdeki çok uluslu desteklenmiş terörizmin altında da bu yatıyor.
Görünürde, inançlarda ve ideolojilerdeki farklılıklardan çıkan çatışmalar gibi gösterilse de, bu daha çok dünya kamuoyuna ve ülkelerin kendi kamuoylarına durumu yumuşatarak anlatma çabalarının bir sonucu.
Hiç kimse, devlet olarak bizim orada çıkarımız olduğu için oradaki bazı terörist grupları destekliyor ve diğer ülkelerin desteklediği terörist gruplarla çatışıyoruz.
Dost veya müttefik fark etmez, kendi ulusal çıkarlarımız için orada gizli bir savaş yürütüyoruz, diyemiyorlar. Özellikle de, "insan haklarından" çok sık söz edip, başka devletleri eleştirenler.
Bir sonraki yazı üretimin ve araçlarının değişmesi ile siyasete yansıması hakkında...
14 Ağustos 2016 Pazar
EKONOMİ DE OTOMASYON VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Sizce sanayi de ve inşaat işleri gibi ağır işlerde mekanikleşme yani robotların kullanılması etik açıdan doğru mudur? http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/16250/
Konu aslında karmaşık bir konu.
Gelişmiş ülkelerin demografik durumuna ve ekonomi
felsefelerine bakmak lazım önce. Gelişmiş ülkelerde, ölüm yaşı ortalaması
sağlık alanındaki gelişmelerle yükselirken, kadın emeğinin iş gücüne katılım
oranı ve eğitim düzeyi artıkça doğum oranları düşüyor. Kaba tabirle nüfusları
yaşlanıyor. Doğum oranının düşmesi, çocuklara sağlanan eğitim ve sağlık
desteğinin ve kalitesini artırıyor. Daha donanımlı, kol gücünden ziyade beyin
gücüne dayalı çalışacak nesiller yetiştiriyorlar. Ayrıca bu şekilde kişi başına
düşen GSMH da artıyor. Bu da sosyal refah düzeyini yükseltiyor.
Diğer yandan yaşlanan nüfus ile sağlıklı emekli sayısı
artıyor. (Mevcut sosyal güvenlik kurumları, ortalama yaşın 70 olduğu ve 65
yaşında emeklilik öngören, sanayi-endüstrileşme dönemine ait. Oysa günümüzde bu
ortala yaş 81 -83 civarında, Bunun anlamı, 5 yıl yerine 15 yıl boyunca
emeklilik maaşı ve sağlık giderleri ödenmesi demek).
Bir kaç 10 yıl önce, 1 emekliye 15 çalışan düşerken (emeklilerin masrafları, çalışanlardan kesilen primlerle sağlanıyor çünkü), günümüzde 1 emekliye 2 çalışan düşüyor. (Emekli sayısı artıyor).
Bir kaç 10 yıl önce, 1 emekliye 15 çalışan düşerken (emeklilerin masrafları, çalışanlardan kesilen primlerle sağlanıyor çünkü), günümüzde 1 emekliye 2 çalışan düşüyor. (Emekli sayısı artıyor).
3ncü nokta olarak, liberal ekonomi felsefesi "büyümeye
dayalı bir ekonomi" sistemine dayalı. Firmalarda büyümek için, daha az
maliyet daha çok kazanç ve kar, bu sistemde yaşayabilmeleri-var olmaları için
kaçınılmaz şart.
Bütün bunları bir araya getirince, gelişmiş ülkelerde
otomasyon sistemlerinin kullanılması kaçınılmaz. Aksi takdirde, büyümeye dayalı
ekonomi sistemi çöker.
Ülkemiz gibi
gelişmekte olan ülkelerde durum farklı. Ölüm yaşı daha düşük, bu nedenle emeklilik
sistemi farklı. Eski tekniklere daha bağımlı. Diğer yandan, kamu yönetimindeki
bürokrasi ve şeffaf olmayan yapı, suiistimale daha açık. Bu nedenle
çalışanlardan toplanan primler, doğru şekilde yatırıma dönüşmeyebiliyor. Üstüne
üstlük, kaçak veya eksik çalışan (devlete sosyal güvenlik primini ödemeyen ya
da en düşük düzeyden ödeyen) sayısı çok fazla. Çünkü kamu işleyişi şeffaf değil
ve toplanan gelirleri (primleri) yatırım yerine farklı kalemlere harcamak
mümkün, sistemin (şeffaf olmayışı) yapısı buna imkan sağlıyor, hatta dolaylı
yoldan teşvik ediyor.
Yeterli primin toplanamaması ve toplananların doğru
yatırımlara kaynak olmamamsı, işsizlik oranını da yüksek tutuyor. Çünkü yanlış
yatırımlara (topluma değil, bireylere kısa vadede gelir sağlayacak) finansman
sağlanıyor.
Ülkemizde bu sorunu, nüfus artışı ile çözmeye çalışıyorlar
(3 ve üstü çocuk). Böylece ihtiyaç-talep artacak, artan taleple üretim artışı
sağlanacak ve ekonomi dönecek. Üstelik işgücü arzı artacağı için (hem iş gücü
arzına katılan genç nüfus ve yükselen emeklilik yaşı ile kalan deneyimli orta
yaşlı nüfus) toplanan primde artacak, emeklilik yaşı yükseldiği için, emekli
maliyeti de azalacak şeklinde düşünülüyor (bence).
Emeklilik yaşının ileri alınması doğru bir karar. Çünkü çoğu
insan, halen dinç, çalışmaya hazır ve bilgi-deneyim olarak en verimli
çağlarında çalışma yaşamından ayrılıyor.
Ancak nüfus artışının desteklenmesi bence yanlış bir
politika, ham kişi başına düşen milli gelir oranını düşürüyor. Hem de yeni
nesilde, birey başına ayrılan sağlık ve eğitim maliyetlerini dolayısı ile
kalitesini düşürüyor.
Böyle bir ortamda, üretimde mekanizasyon yatırımcıya daha
yüksek kar getirse de, topluma ve sosyal güvenlik sistemine olumsuz etkisi
olur.
Bunun bir kaç ek nedeni daha var. İlki gelişmiş ülkeler
büyümeye değil, sürdürülebilirliğe dayalı ekonomik modele yöneliyorlar.
Bu her ne kadar zor gözükse de, Büyümeye dayalı ekonomik
modelin Keynes ile başlayan 60-70 yıllık bir geçmişi var. Ondan önceki
dönemlerde ülke ekonomileri farklı temellere dayanıyordu (sürdürülebilirlikten,
sömürgeciliğe... 1929 buhranı ile başlayan, başlangıçta devlet harcamaları
ile desteklenen ülke ekonomilerini, firma büyümeleri ve bunu destekleyen
tüketim artışına dayanan "büyümeye dayalı ekonomik model", 2nci Dünya
Savaşı sonrasında yaygınlık kazanmaya başlamıştır.).
Gelişmiş ülkeler sürdürülebilirliğe geçiyorlar, çünkü dünya
çapında yaşanacak olan ekonomik daralmadan (resesyon), sadece bu ekonomiler çıkabilecek,
Diğerlerinde ise ciddi çıkmazlar ve çözümsüzlüklerle, kayıplar yaşanacak.
Tekrar çünkü dünyanın insanlığa sunabileceği doğal kaynaklar
ciddi anlamda, aşırı artan nüfus ve bunların ihtiyaçları ile tüketilmiş
durumda. Halen, dünya ekonomisi 30–40 yıl sonrası nüfusa ait kaynakları
tüketerek ayakta duruyor. Yani geleceğimizden, mevcut yaşam standartlarımızı
korumak ve geliştirmek için borç alıyoruz. Yani çocuklarımızın, torunlarımızın
lokmalarını yiyoruz, sularını içip kirletiyoruz. (BENCE)
Şimdi bu bilgiler altında, sanayi ve inşaatta robotları
kullanmayı, fayda ve kayıplarını (zarar değil) tekrar düşünebilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)