Yoksa tanrı dünyaya gene bir gök taşı mı fırlatmalı?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24784/
Üzerinde düşünülmesi gereken nokta; insanlık şartlar zorlaştıkça, ağırlaştıkça hep bir çözüm yolu geliştirmiş. Aklını ve bilgisini bu yolda kullanmış.
Günümüzün gelişmiş ülkeleri, geçmişte, doğal kaynak, iklim, insan kaynağı ve komşularıyla ilişki gibi çeşitli konularda en fazla problem yaşayanlar.
Elbette tüm insanlık için, yeterli kaynak yok. Ortalama olarak dünya 2-2,5 milyar insanı geçindirecek ekolojik kaynağa sahip. (Kendisini yenileme ve tür çeşitliliğini koruma kaydıyla) Tabii şu an için değil. Şu an teknoloji desteği ile kaynaklar sonuna kadar sömürülüyor. O kadar ki, kendisini yenileme imkanı bile bulamıyor.
Ancak çok da umutsuz olmamak lazım, eğer bir şekilde (savaş, hastalık, doğal felaket) dünya nüfusu 1 milyar civarına düşerse ki, basit bir hastalık salgın bunu yapabilir. İnsanlık kurtulur.
Ya da bir süre, bir kaç kuşak tek çocuk politikasına sarılırsa dünya çapında, insanlık hızla nüfus kaybeder.
Batı ülkelerindeki doğum oranlarına bakarsanız, ciddi bir gerileme ve yavaşlama var. Belki bilinçli, belki doğal bir politika sonucudur.
Ancak gelişmekte ülkelere bakarsak, gelişme seviyesi ile nüfus artışı katlanıyor.
İşin kötü yanı, Batı bu duruma ulaşmak için, gelişmekte olan ülkelere ait kaynakları da direk ya da dolaylı olarak kullanmış/kullanıyor. Gelişmekte olanlar ise şimdi tırmalıyor.
Oranlara bakarsak, dünyanın yaklaşık 1.5 milyarı refah içinde (Türkiye refah grubunda), kalan 5,5 milyarı ise bu düzeye ulaşma çabasında...
İnsani değerler, idealler, insanlık kavramları Batı'nın yaşam alanını koruduğu sürece geçerli oluyor. Ancak yaşananlar ve sorunlar, onların bölgesinden çıkınca, bu kavramlar anlamsızlaşıyor.
Gelişmiş Batı, yaşlı, hantal, teknolojik deneyim ve bilgi üstünlüğü ile kontrolü kısmen elinde tutsa da, bu pek uzun sürmeyecek gibi gözüküyor. Bu nedenle daha korumacı ve tutucu, milliyetçi politikalara doğru yöneliyorlar.
Asimov'un Robot serisinin başlangıcındaki (Çelik Mağaralar) romandaki "Uzaylılar" gibiler, şu an...
Bence yeni nesilin yapması gereken şeylerin başında, dar ve yetersiz kaynaklarla nasıl iş yapılır? Eldeki imkanlar nasıl en verimli kullanılabilinir? Fikir ve bilgi farklılıkları nasıl bir araya getirip, kullanılabilinir? gibi konularda kendilerini hazırlamaları.
İnsanlığın çoğu, felaket dönemlerinde başkalarından medet umar. Aslında bu konuda iş yapma yeteneği olmadığı içinde değil, kendisine ve bilgisine güvenmediği için. Nadiren insanı seven dahiler, bu durumda toplumları kurtuluşa götürür.
Ama genel olarak çoğu insan gibi, ben merkezli liderler, aşama aşama toplumlarını felakete götürürler. Bu dönem de bu yüzden dünya çok fazla lider, tek adam görecek.
Ama insanlığın kurtuluşunu onlar sağlayamaz artık. İnsanlığın birikimi ve vizyonu, tek bir kişiyi çok aşıyor. Ekipler, birbiri ile koordineli çalışan tamamen farklı bilgi ve görüşleri, birbirini tamamlayıcı olarak kullanan ekipler başarılı olabilir. Ve bu şekilde çalışanlar başarılı olacak.
Liderler, her konuda söyleyecek lafı olanlardan değil, söyleyecek lafı olanlara imkan sağlayanlardan olursa, insanlığın ihtiyaç duyduğu liderler olabilecekler.
Liderlerin, ekiplerini oluşturdukları dönem bitti-bitiyor. Ekiplerin lider ya da liderlerini belirledikleri döneme girdik, giriyoruz.
30 Kasım 2016 Çarşamba
16 Kasım 2016 Çarşamba
Evrim ve Din
Evrim Teorisi' ni Kabul Eden Ateist midir? Dini Kabul Eden Biri Evrim Teorisi'ni de Kabul Edebilir mi?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24166/
Evrim teorisi ile ateistliğin hiç bir ilişkisi yoktur.
Teoriyi ortaya atan Darvin de inançlı ve bu yüzden ciddi tereddütler yaşamış
biriydi.
Zaten evrim teorisi bize yaradılışın ne kadar ince ve
muazzam olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Çok ince ve hassas bir
yapının, uzun bir sürecin sonunda var olmayı anlatmaktadır. Şöyle ki; Hiç bir
şey sebepsiz yaratılmamıştır. Bizler bunu yorumlarken, var olanın üzerine
odaklanıp, neden var olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Yani, insan niye vardır?
gibi...
Bir de şu açıdan düşünün, hangi koşullar ve süreç sonucunda
insan haline gelmişiz? Bir toz ve su
damlasından başlayarak hangi aşamalarla ve süreç ile insan olarak, zeki bir
forma ulaşmışız?
Bana göre geçmişteki tüm olaylar ve olgular zinciri, insanın
yaratışının bir parçasıydı. Din bize bu süreci açıklamıyor. Konuya girmiyor.
Sadece düşünene ibretlik mesajlar veriyor. İlk insanın tamamlanması ve yeryüzünde
hüküm sürmesi ile başlıyor, anlatımı.
Ateistlikle bağlantı kuranlar genelde, bu süreci kendi
fiziksel, maddi varlıklarına göre ve yargılarına göre değerlendiriyorlar. Yani
60 yıl ortalama yaşayan bir insanın değerleriyle... Onlar için 10 bin yıl bile
çok uzun bir süreç oluyor.
Oysa işe Allah-ü Teâla (C.C.) açısından bakarsanız; anlık
bir iş... Saniye bile değil. Sadece her şeyi bir sebebe bağlayarak, sistematik
olarak gelişimini sağlamış... İşte 60 yıllık ömrü olan bu süreci kavrayamıyor.
Aklı almadığı içinde, bu süreci bir kıstasa koyup kendi din değerleri ile
algılanmasına, kabule uğraşıyor.
Bana göre bu süreci din dışı olarak kabul etmek, O'nun
eserlerine ve mükemmelliğine saldırıdır.
Yani iman kaybıdır.
Dini sadece; "şekle" ve inancı, "düşünmeden
sorgulamadan kabule-itaate" indirgemiş kişilerin eseridir, sorduğunuz
sorudaki şüpheler.
Bir çoğumuz aynı şüpheleri ve sorguları yaşıyoruz. Bilgi
artıkça, şüpheler azalıyor, eminlik artıyor.
Bir yandan da bu tür kişilerin (ki çoğu zaten din-inanç ticaretiyle
geçiniyor, güç ve mevki sahibi olmaya çalışıyor) birey üzerindeki hakimiyeti
azalıyor. Bu da onların işine gelmiyor.
İnsanın ortaya bir fikir atıp, zamanla onu dallandırması,
budaklandırıp genişletmesi her zaman olmuştur. Mesela, dinimizdeki bu kadar
mezhep ve tarikat, Allah'ın (C.C.) emri miydi? Kim ve nasıl karar vermiş?
Birinin "ak" dediğine bir diğeri, "gri" ya da "ak
değil ama beyazımsı" veya "kara" diyebiliyor. Oysa Tek Tanrı,
Tek kitap ve tek peygamber bunların kökeni... Nasıl böyle dallanıp,
budaklanıyor. Bir de kendilerini doğrulamak için, geliştirip yayılıyor?
İnsan faktörü girdiği için... İnsanların inancında gedikler,
şüpheler olduğu zaman, bunları gidermek ve doğru bir sonuca ulaşmak istediği
zaman, ondan daha iyi konuyu bildiğini düşündüğü kişilere sorduğu için... Belki
hiç biri art niyetli değildi. Hiç biri kötü bir şey yapmak istemiyordu. Ama
dine, aracı olarak insan faktörü girdiği anda, ayrılıklar ve farklılıklar
başlamış. Gruplaşmalar, hizipleşmeye ve çatışmalara neden olmuş.
Bu nedenle bana göre, evrim teorisi, yaradılışın
mükemmelliğinin ve O'nun gücünün kanıtı iken, bir başkası için O'ndan uzaklaşma
olabiliyor.
En doğrusu, bu sorunun cevabını kendinizden aramanız.
Öğrenip, sorgulayıp, düşünüp, karar vermeniz. Eğer bir karara varacaksanız,
bunu "bilimsel bilgilerle ve mantıkla destekleyecek" şekilde (ki
kişilerin yargı ve hükümlerinin kararınız üzerinde etkisi kalmasın) yapın.
(Bilim bir inanç değildir. Doğruyu, "salt doğru"yu
arama yöntemidir. Bilimsel ilkeler de hatalı yaklaşımları ve sonuçları elimine
etmek için geliştirilmiştir.)
Etiketler:
ateizm,
din,
Din ve Bilim,
Evrim,
Felsefe
13 Kasım 2016 Pazar
Neden bilim batıda gelişecek ortamı buluyor da doğuda bulamıyor ?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24013/
NEMO 13 Kasım 2016 - 2010 ' dan beri 17 Nobel fizik ödülü verilmiş ve bunların 7 ' si ABD ' ye , 4 ' ü ise Japoncaya gitmiş . Ve bundan önceki tarihlerde de çoğunlukla ABD..
NEMO 13 Kasım 2016 - 2010 ' dan beri 17 Nobel fizik ödülü verilmiş ve bunların 7 ' si ABD ' ye , 4 ' ü ise Japoncaya gitmiş . Ve bundan önceki tarihlerde de çoğunlukla ABD..
USA , Almanya ve Birleşik Krallığa gitmiş.
Görünen o ki Nobel ödülleri sadece
belirli bir kıtaya gitmiyor . Aslına bakarsak Asya ve Amerika kıtaları ilk iki
sırada iken arkalarından Avrupa kıtası geliyor . Ve ilginçtir ki Amerika
kıtasına giden ödüllerin neredeyse %40 aslen Amerikalı değil yani beyin göçü
yapmış ve USA vatandaşı olmuş . Bu noktada ödülü kıta değil gelişmiş bilim ve
insanlar alıyor . Daha ilginç olanı var ki ; Asya’yı ve Avrupa’yı birbirine
bağlayan bir köprü olan ülkemiz sadece 2 kez Nobel ödülüne layık görülmüş .
Ülkenin coğrafi ve kültürel konumunu bilimi özümsemeye kullanamıyor oluşumuz gerçekten üzücü . Ülkemiz binlerce yıllık uygarlıkların kültürlerini , geleneklerini absorbe etmiş ama iş batı bilimine gelince takılıp kalmışız . Batıda ne olmuşta bilimin merkezi olmuşlar diye soruyorum kendime . Aklıma Rönesans ve reform geliyor ama hayır daha derinde bir şeyler olmalı . Sorum şu ; neden bilim batıda gelişecek ortamı buluyor da doğuda bulamıyor ?
shibumi_tr 13 Kasım
2016 - Bilim ilk
başta bir ifadeyi anlama şeklidir. Doğanın ifadelerini anlamak için bilim
kullanılır.
Bilim ayrıca farklı, normalden farklı düşünme, böylece farklı açılardan olguları görebilmedir.
Ve bilim ayrıca, olaylar arasındaki bağlantıları, ilişkileri ve sırasını görebilmektir...
Batı bilimi diye bir şey olamaz. bilim evrenseldir ve herkese aittir. Ancak batı kültüründe bilim neden daha gelişkin de, "bilimin merkezi olmuş?" diye soruyorsanız, güzel bir noktaya dokunmuşsunuz.
Batı kültüründe herkes bilimci değil ama herkes bilimsel temelli bir mantıkla eğitim alıyor.
İnanç özgürlüğü, bilimsel mantık alanında bir araç olarak kullanılmıyor. Bilim mantık olarak yaşamlarında temel.
Tabii bence... Bence en önemli avantajları, güzel sanatların da gelişmiş olması. Çünkü insana farklı düşünmeyi, aralardaki ilişkileri görmeyi, bütünü görebilmeyi ve anlamayı sağlayan şeydir, sanat.
Bizde estetik ve sanat değeri çok yüksek eserler çıkartan sanatçılar olmuş olsa da, kendimize has kültürel bir sanat düzeyine ulaşamamışız.
Daha da önemlisi, Sanat'ı toplumsallaştıramamışız.
Ülkemizde tıpkı, bilim, entellektüelizm, siyaset, ekonomi, uzmanlıklar, vb. nasıl sadece bazı kişilerin tekelindeyse, sanatta sadece belli kişilere has ve sınırlı kalmış.
Ne kendimizi ifade edebiliyoruz, ne de ifade edileni anlayabiliyoruz. Bu yüzden ezberle, taklitle mevcut durumu kurtarmaya, göz boyamaya çalışıyoruz.
Doğu derken aslında Uzak doğu'yu değil, Orta Doğu'yu kastettiğinizi düşünüyorum. Arap dünyasında, takip ve taklitçilerinde, İslamiyet’in ilk dönemlerinde sanat ve edebiyat hızla gelişirken ve antik dünyanın mirasından faydalanırken, toprakların büyümesi ve kontrol mekanizmasının zorlanması ile bu dönem sona ermiş. Çünkü düşünen, sorgulayan dolayısı ile muhalif olan düşünceler itici gelmiş.
İslamiyet öncesi bir devlet sistemi olmayan Arapların bu açığını, İslami kurallar ile kapatıp, dini, devlet anlayışının merkezine oturtunca da hızla orta çağlarına girmişler. Hala da çıkamamışlar. Onların takip ve taklitçisi olarak çıkamıyoruz da... Cumhuriyet ile bu döngü biraz kırılmış olsa da, son 65 yıldır yaşanan süreçler bunu olumsuz etkilemiş.
Sorunuzun net cevabı: Bizde estetik sanatların toplumsallaşmamış olması, bilimselliği de olumsuz etkiliyor...
En derindeki şey, başkalarının tutum ve onayına ihtiyaç duyan bireyler yetiştirmeye çalışan bir toplum modelimiz olması.
(Batı da bireysellik ön planda, Uzak doğu ise toplumsallık ön planda... Ve biz ikisinin arasındayız ama bizim bireyselliğimiz de, toplumsallığımız da farklı. Bireyselliği kişisel gelişim ve zihinsel bağımsızlıktan ziyade ekonomik bağımsızlık ve güç olarak algılıyoruz. Toplumsallığı ise, yakın çevremizdeki ilişkilerimizden kaynaklanan kişilerle sınırlıyoruz. Tüm topluma yönelik bir pozitif yaklaşım yerine sadece akrabaları üstte tutan bir yaklaşım gibi diyebilirim. bu nedenle bir gruba ait olma güdümüzde, çok rahat diğer kişileri dışlayıp karşıt grupta görme eğilimimiz yüksek. Bir Galatasaray, Fenerbahçe tartışmasındaki insan tutumlarına bakın. Sanki iyi veya haklı olmak onlara bir şey kazandıracakmış gibi tartışıyorlar. Oysa her iki sonucun etkisi de aynı: Hiç bir şey... )
Bilim ayrıca farklı, normalden farklı düşünme, böylece farklı açılardan olguları görebilmedir.
Ve bilim ayrıca, olaylar arasındaki bağlantıları, ilişkileri ve sırasını görebilmektir...
Batı bilimi diye bir şey olamaz. bilim evrenseldir ve herkese aittir. Ancak batı kültüründe bilim neden daha gelişkin de, "bilimin merkezi olmuş?" diye soruyorsanız, güzel bir noktaya dokunmuşsunuz.
Batı kültüründe herkes bilimci değil ama herkes bilimsel temelli bir mantıkla eğitim alıyor.
İnanç özgürlüğü, bilimsel mantık alanında bir araç olarak kullanılmıyor. Bilim mantık olarak yaşamlarında temel.
Tabii bence... Bence en önemli avantajları, güzel sanatların da gelişmiş olması. Çünkü insana farklı düşünmeyi, aralardaki ilişkileri görmeyi, bütünü görebilmeyi ve anlamayı sağlayan şeydir, sanat.
Bizde estetik ve sanat değeri çok yüksek eserler çıkartan sanatçılar olmuş olsa da, kendimize has kültürel bir sanat düzeyine ulaşamamışız.
Daha da önemlisi, Sanat'ı toplumsallaştıramamışız.
Ülkemizde tıpkı, bilim, entellektüelizm, siyaset, ekonomi, uzmanlıklar, vb. nasıl sadece bazı kişilerin tekelindeyse, sanatta sadece belli kişilere has ve sınırlı kalmış.
Ne kendimizi ifade edebiliyoruz, ne de ifade edileni anlayabiliyoruz. Bu yüzden ezberle, taklitle mevcut durumu kurtarmaya, göz boyamaya çalışıyoruz.
Doğu derken aslında Uzak doğu'yu değil, Orta Doğu'yu kastettiğinizi düşünüyorum. Arap dünyasında, takip ve taklitçilerinde, İslamiyet’in ilk dönemlerinde sanat ve edebiyat hızla gelişirken ve antik dünyanın mirasından faydalanırken, toprakların büyümesi ve kontrol mekanizmasının zorlanması ile bu dönem sona ermiş. Çünkü düşünen, sorgulayan dolayısı ile muhalif olan düşünceler itici gelmiş.
İslamiyet öncesi bir devlet sistemi olmayan Arapların bu açığını, İslami kurallar ile kapatıp, dini, devlet anlayışının merkezine oturtunca da hızla orta çağlarına girmişler. Hala da çıkamamışlar. Onların takip ve taklitçisi olarak çıkamıyoruz da... Cumhuriyet ile bu döngü biraz kırılmış olsa da, son 65 yıldır yaşanan süreçler bunu olumsuz etkilemiş.
Sorunuzun net cevabı: Bizde estetik sanatların toplumsallaşmamış olması, bilimselliği de olumsuz etkiliyor...
En derindeki şey, başkalarının tutum ve onayına ihtiyaç duyan bireyler yetiştirmeye çalışan bir toplum modelimiz olması.
(Batı da bireysellik ön planda, Uzak doğu ise toplumsallık ön planda... Ve biz ikisinin arasındayız ama bizim bireyselliğimiz de, toplumsallığımız da farklı. Bireyselliği kişisel gelişim ve zihinsel bağımsızlıktan ziyade ekonomik bağımsızlık ve güç olarak algılıyoruz. Toplumsallığı ise, yakın çevremizdeki ilişkilerimizden kaynaklanan kişilerle sınırlıyoruz. Tüm topluma yönelik bir pozitif yaklaşım yerine sadece akrabaları üstte tutan bir yaklaşım gibi diyebilirim. bu nedenle bir gruba ait olma güdümüzde, çok rahat diğer kişileri dışlayıp karşıt grupta görme eğilimimiz yüksek. Bir Galatasaray, Fenerbahçe tartışmasındaki insan tutumlarına bakın. Sanki iyi veya haklı olmak onlara bir şey kazandıracakmış gibi tartışıyorlar. Oysa her iki sonucun etkisi de aynı: Hiç bir şey... )
NEMO 13 Kasım
2016 - Aslında ben daha çok batıda reform ve Rönesans öncesi
ortaya çıkan bilimsel düşüncenin '' tetikleyicisi '' üzerine soruyorum kendime
.O tetikleyicilerin ne olduğu belki önemli değil ama puzzle'ı tamamlamam için
gerekli parametreler .
shibumi_tr 13 Kasım 2016 - Yani Reform ve Rönesans’ı ne tetiklemiştir diye mi soruyorsunuz?
Skolastik
(dinsel ) düşüncenin çok geniş
çerçevede kendisini doğrulama adına ileri sürdüğü mantık önermeleri ve bunların
arasındaki çelişkilerin artması sebeplerden biri... Diğer sebepleri kısaca geçersek; Osmanlı
baskısının, ekonomik ihtiyaçlar için farklı arayışlara itmesi sonucu dünyanın
yeni ticaret yolları esnasında keşfedilmesidir. Bu keşifler, dinsel ifadelerin
eksikliğini ve yetersizliğini ortaya koymuştur. Ayrıca kilisenin en güçlü ve
şaşalı olduğu bu dönemlerde, (zaten bir çok değişim "eskinin"
en güçlü olduğu dönemlerde, bir anda yıkılış şeklinde olur...) resim, heykel, müzik ve tiyatro, opera alanında muhteşem
eserler çıkartılması, insanın insana olan bakışını da etkilemiştir.
Bir diğer
nokta Avrupa dar ve kaynakları kıt bir kıt'a olmaya başlamıştır. Bu dar alanda,
bu kısıtlı kaynaklar için birbirleri ile savaşmak anlamsızlaşmaya başlamıştır.
Çünkü hepsini birden tehdit eden bir Osmanlı, bu toplumları birbirine yakın
tutarken, yeni keşfedilen coğrafi yerlerdeki el değmemiş kaynaklara ulaşmak
daha kolay ve ulaşılabilirdi.
Yine bu
keşiflerden gelen (sömürülen) ekonomik kaynaklar, toplumsal refaha ve gelire
olumlu etki etmişti. İnsanlar yaşamak için kaynak arayışından öteye, eğlenmek,
kendisini geliştirmek için de kaynak bulmaya başladı.
Bu döneme kadar Avrupa'daki bir çok krallık ekonomisi de, savaş gelirlerine ve toprak vergilerine bağlıydı. Osmanlı bu durumda çıkamadı. Avrupa ise ticaret gelirlerini artırdı ve yeni tüccar orta sınıfı ile farklı bir yol çizdi.
Devlet
anlayışı da bu dönemde değişmeye başladı. Daha önce iktidar, Tanrı'nın
temsilcilerinin hakkı iken, devlet bunları ifade ediyordu. Devletsiz millet
olabilir, mümkündür. Ama milletsiz bir devlet var olamaz. Bu düşünce gelişmeye
başladı. Çünkü tüccar orta sınıf korundukça ve desteklendikçe devlette güçlü
oluyordu. (Zamanla bu görüş milliyetçiliğe doğru
evrildi.)
Eğer genel olarak uzaktan bakarsanız değişime, esas nedenin ekonominin yapı ve üretim araçlarını, yöntemlerini değiştirmesi olarak düşünebiliriz. Savaşlardan ve vergilerden beslenen devlet ekonomisi, ticarete, keşiflere ve sömürgeleştirmelerden beslenmeye yöneldi.
İslam
dünyası ve onun önde gelen temsilcisi Osmanlılar, bu dönemden çıkamadı. Kendi skolastik
düşüncelerine daha da derinlemesine daldılar. Bir bakıma kurtuluşu, çareyi eksi
şaşalı dönemlerini sağlayan Din'de aradılar. Tabii bunun için yorumlamak ve
günün şartlarına uygulamak gerekiyordu. Bu da fazla dallanıp budaklanan,
hacimsel derinliği artan kendi skolastiğini geliştirdi. Bolca tarikat
türedi.Onlarda kendi derinliklerini geliştirdi. O kadar derinleşti ki, içine
bir kere giren çıkamaz oldu. Bir çok yenilikçi düşünce ve gelişme oralarda
boğuldu gitti.
Batı ise dinsel anlayışı sadeleştirmeye, basitleştirmeye , mümkün olduğunca çok kimseyi yüzeysel basit temellerde birleştirmeye çalıştı. Mümini ayrıntılarda değil, genel temel özelliklerde aramaya yöneldi. Bu da kilisenin gücünü daha da zayıflattı.
Düşünce
ve bakış açısı bir kere değişti mi, bir çok sistem de değişmeye başlar.
Mesela
Bankacılık sistemi sistemli olarak gelişti. Devletlere borç vermeye başladı.
Oysa daha önce bu alanda genelde sadece Yahudiler çalışabiliyordu.
(Bu arada Yahudiler, Roma imparatorluğu döneminde, göçlere zorlanıyorlar. Gittikleri yerlerde toprak satın almaları ve tarımla uğraşmaları mümkün olmuyor. Yasaklanıyor veya toprak satılmıyor. Devlet yönetimine de memur olarak alınmıyorlar. Gittikleri yerlerde sadece zanaatkar olarak veya para taciri olarak çalışabiliyorlar sadece. Çünkü Hıristiyanlığın ve kilisenin aksine, Yahudilik faiz almaya izin veriyor. Bu şekilde aile meslekleri halinde babadan oğula geçen ticari temelli iş yapıları gelişiyor. Yani parayı herkesten fazla sevmiyorlar sadece bu alanda çalışmalarına izin veriliyor çoğu yerde...)
(Bu arada Yahudiler, Roma imparatorluğu döneminde, göçlere zorlanıyorlar. Gittikleri yerlerde toprak satın almaları ve tarımla uğraşmaları mümkün olmuyor. Yasaklanıyor veya toprak satılmıyor. Devlet yönetimine de memur olarak alınmıyorlar. Gittikleri yerlerde sadece zanaatkar olarak veya para taciri olarak çalışabiliyorlar sadece. Çünkü Hıristiyanlığın ve kilisenin aksine, Yahudilik faiz almaya izin veriyor. Bu şekilde aile meslekleri halinde babadan oğula geçen ticari temelli iş yapıları gelişiyor. Yani parayı herkesten fazla sevmiyorlar sadece bu alanda çalışmalarına izin veriliyor çoğu yerde...)
Bankacılık
sisteminin gelişmesi, orta sınıfın girişimcilik ruhunu da destekliyor. Risk ve
fayda analizleri, sigorta sistemleri ile dağıtılan riskler, yeni girişimlerin
önünü açıyordu.
Vs. Vs...
konu ayrıntılandırırsak sürer. Ancak özetle, toplumsal üretim ve gelir yapısı
değişince, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için diğer şeylerde değişti. bilim
de bu arada hem bir ihtiyaç hem de bir kaynak oldu, desteklendi, gelişti...
Tabii
bunların hepsi aşama aşama ve zamanla ciddi bedeller verilerek, bu uğurda bir
çok hayata da mal olarak sağlandı.
Günümüzde felsefe, sebep ve sonuç adına yeterli mi?
Felsefe ile pozitif bilimin yollarını ayrılalı yaklaşık 300 yıl oldu. Bundan önce hemen hemen her bilimci aynı zamanda filozofdu. Hatta akademik unvan olan Ph.D “Doctor of Philosophy”dir.
Tabii buradaki felsefe, günümüzde kullanmaya alıştığımız kavramdan biraz farklı. Bilimi, bilgiyi sevme anlamında. Eski Yunan'da felsefe, "mantık kuralları ile bilgiden bilgi üretme" karşılığı idi...
Günümüzde ise boş konuşmaları mantıklı gerekçelere dayandırmaktan, özellikle sosyal- insan kaynaklı sorunları, konuları değerlendirmeye kadar geniş bir kavram ve karşılık alanı var.
300 yıl evvelki ayrılıştan sonra, felsefe sosyal bilimlerin bir dalı olarak kabul edilmiş.
Sosyal bilimlerdeki bilgi-veri kaynak esnekliği ve çeşitliliği yüzünden de, felsefe kavramı suistimal ediliyor.
Batı bilimi, antik Yunan'dan aldığını iddia ettiği felsefe kültürü ile gelişen bilm de, bugünkü bilimsel durumumuzu temsil ediyor.
Felsefenin temelinde, mantık çıkarımları, tümden gelim ve tümevarım şeklinde vardır. Neden-Sonuç ilişkisi daha sonra tez-antitez şeklinde de kullanılmıştır.
Bu mantığın temeli ise "1-0" şeklindeki ikili sistemdir. Yani batı biliminin temeli 2'li mantığa dayanır.
Oysa gerek binlerce yıllık (Janizim gibi 7'li sistem -Hint) bazı inanç sistemleri doğa olaylarına bakışlarında daha farklı mantık sistemleri de kullanmışlarıdır.
Kuantum fiziği ise bize evrenin 0 ve 1 arasında sonsuz olasılık üzerinden birinde karar verdiğini, bir belirsizlik olduğunu göstermiştir.
Bilimdeki felsefi yaklaşımda bundan etkilenmektedir. Tabii bu geçiş yani teorinin pratiğe uygulanması, aynı hızda değil. Bilim alıştığı ve geçmişte teknik sonuçlarından dolayı, verimliliğinden şüphe etmediği deney, gözlem ve inceleme ilkeleri çerçevesinde bu geçişi yapmaktadır.
Eh.. Haliyle bu da yavaş olmakta ve bazen günümüz (bilimsel) felsefesinin yetersiz kalmasına neden olmaktadır.
Bilim Özgür mü?
Hayır, değil... Bilim insan ihtiyaçlarına göre yönlendirilmektedir. Bu ihtiyaçlar üzerinden gelir sağlayan-sağlayacak kuruluşlarca tatbik edilmektedir. Çünkü bilim, özünde bağımsız olsa da, araştırma ve diğer giderler için ekonomik kaynağa ihtiyaç duymaktadır. Bu ekonomik kaynak ise ancak (günümüz şartlarında), kapitalist sistem ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.
günümüz dinsel öğretilerin çoğu, insan hayatını biçimlendirmeye yönelik olduğu için, kapitalizm ile direk ve dolaylı şekillerde yoğun simbiyotik ilişki içindedir. Biri bilimi desteklerken, diğeri sınırlar. Böylece bilimsel merakı ve yönelimi; istenilen, arzu edilen orta bir yerde tutarlar.
Bilim aynı zamanda, toplum algısını kullanmada önemli bir araçtır. (Gerçek) Felsefeye dayalı bilimin ürettiği sonuçlar, doğa yasalarının geçerliliği olarak, tartışmasız güvenirliğe sahiptir. Bu güvenirlik ve kesinlik imajının topluma empoze edilip algı oluşturulduktan sonra, sisteme bilimsel destekler sunarak istediğiniz ürünü sokabilirsiniz.
Etiketler:
batı,
Bilim,
Din ve Bilim,
Felsefe,
Gelişim
28 Eylül 2016 Çarşamba
Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?
Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır? Bilimin ve rasyonel mantığın kesinliğinin doğru olduğunu düşünüyorsak aynı zaman da inanmış mı oluruz?
#İnanmak Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21993/
ve inanmak yanıltıcı değil midir? Bence bütün inançlar bir süre sonra zamanla ve düşünce sisteminin evrilmesiyle beraber yıkılmak zorundadır... İnandıklarımız zamanla değişime uğrar ve bir süre sonra tanıyamayacağımız duruma geldiklerinde onları sorgulayamayacak duruma düşeriz... Çünkü bu bakış açısı zamanla kişiliğimize ve özümüze işlemiştir... Bilim de böyle midir? Bilimi kesin kabul ediyor ve mantıklı düşünceleri sorgulama gereksinimi hissetmiyoruz... Demek ki mantıklı bir düşünce sistemine inanıyoruz... Aslında dini ve mistik inançlar da böyledir... İçlerinde belirli bir mantık sistemi taşır fakat bu rasyonel ve sistemli olmaktan uzaktır... Peki bilimin kesinlerini sorgulanamaz kılan nedir? Sorgulanarak oluşturulması mıdır? Bilimin sisteminde ve bilimsel düşüncenin özü de değişim veya evrim geçirebilir mi? Bu bildiğimiz öklid geometrisinden 3. veya 4. boyutları niteleyen topoloji ve çok boyutlu cebire geçiş gibi olabilir mi? İnançlarımız yani bildiklerimiz kökünden değişikliğe uğrayabilir mi? Bence her şey değişecektir... Değişmeyen tek nokta değişimi görüp diğer değişimlerle kıyaslayarak farklı bir değişimin analizini yapmak olacaktır... Bu durum zamanla bizi bütünü anlamaya yakınlaştıracaktır... Ama hiç bir zaman bütünü anlayışımıza olanak sağlamayacaktır...
Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016
Mackenzie 27 Eylül 2016 - En başta ikinci soruyu (Bilimi kesin bilgi olarak kabul etme...) cevaplayacağım zira ilk sorunun cevabı basit olsa bile devamında yazacaklarım görece karmaşık olabilir.
Bilimi mutlak doğru olarak görmek temelde hatalı bir düşünme şeklidir. Bilimin asıl amacı şüphedir zaten. Karl Popper, bu konuda müthiş bir iş yaparak bilim felsefesine "Yanlışlanabilirlik ilkesi"ni kazandırdı. Bu ilkeye göre bilimsel olarak öne sürülen her bilgi yanlışlanabilir olmalıdır. (Hatta, Wolfgang Pauli'nin bazı fizik fikirlerine karşı "yanlış bile değil" diyerek eleştirdiği olurmuş.)
Bu ilkeyi kabul edecek olursak hiçbir bilimsel bilgi kesin değildir. Örneğin: hepimiz uzayda kütlesi olan cisimlerin, başka cisimlere karşı bir çekim kuvveti uyguladığını biliriz ama aslında bu bilgi kesinlik taşımaz (yanlışlanabilir). Mesela yarın biri çıkıp "bak işte arkadaş bunlar birbirine çekim kuvveti falan uygulamıyor aha şu-bu sebeple böyle oluyor" diyerek çeşitli veriler sunarsa ve o veriler yeterince ikna edici olursa (tabii onlarda yanlışlanabilir olmalı) o vakitten sonra o kişinin tanımı kabul edilir, anlatılır, öğretilir. Yani "bilimsel kanun" dediklerimiz bile yanlışlanabilir olmalıdır.
İlk soruya gelirsek, "Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?" sorusunun cevabı oldukça açık. Evet, bir şeyin doğru olduğunu düşünmek için onun doğruluğuna inanmak gerekir.
Burada "inanmak" kısmını biraz irdelemek istiyorum. İnsan beyninin karar almaktan ziyade alınan kararları rasyonelize etmeye yatkın olduğunu anlatan çeşitli makaleler var. Bir nevi (dolaylı yoldan çıkarım yaparsak) özgür irade dediğimiz şeyin olmadığını anlatan makaleler.
"Lan peki nasıl karar alıyoruz biz?" sorusunun basit bir cevabı var: Genetik faktörlerin etkisi, bebeklik çağlarındaki aile ortamı (Ataerkil toplumlarda anne etkisi diyebiliriz sanırım. Bunu da, Freud babaya bir selam çakmak için söylemiyorum. İnsan aklının/zekasının gelişimi en hızlı bebeklik çağlarında olur ve ailenin/annenin çocuğu yetiştirme şekli, gelecekte oluşacak erişkin bireyin kişiliği üzerinde genetik faktör kadar büyük bir etkisi vardır.) ve bu ikisinin yanı sıra elbette ergenlik ve biraz öncesi dönemdeki arkadaş ortamı veya çocuğun takıldığı diğer ortamlar, çocuğun özgür(!) karar verme (verememe) mekanizmasını etkiler. Yani neye inanacak olduğunu bile %100 sen seçemiyorsun. Çeşitli etkenler senin inanacak olduğun şeyi belirliyor ve beynin de inandığın şeyi rasyonelize etmekle uğraşıyor.
heathens 27 Eylül 2016 - Öncelikle bilimde '' sorgulanamaz '' diye bir şey söz konusu değildir . Bilimi bilim yapan şey ; her şeyi olası kılmasıdır . İnanç bana göre '' kutsal '' bir olgudur . Neredeyse insanlık ile beraber evrimleşen bir şeydir .
ALGI-GERÇEK-YANILGI üçlemesini düşün . Bu üçleme ile nasıl bağlantılar kurabileceğini hayal et ve şimdi söyleyeceklerimi dikkatli oku . Yani bu konular çok ilgimi çeker o yüzden beni çok iyi anlaman için takınacağım '' üslubu '' göz ardı et .
MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN >>> KARBON-ELMAS-GRAFİT>>> TANRI-İNSAN-YARATICI ....
Yukarıda 3 tane birbirinde alakasız döngü var fakat bu döngüleri '' bütünleştirici '' zekan ile yada muhakeme yetin ile görebilirsen seni çok farklı yerlere götürür . Her şeyin değiştiği gerçeğine dayanak olarak entropinin kanunu ve zaman'ın ileri akması gerçeğini göz ardı ederek düşün .
İnanç nedir ? İnanç bilimsel temeller olmadan bir şeye '' bağ kurmak '' demek mi ? Hayır gerçek inanç yani ; Din ve benzeri şeylerle OPTİMİZE edilmemiş İNANÇ bilimden daha önemli ve daha eski bir olgudur . Bir nevi bilim ve felsefe '' İNANCIN '' optimize edilmiş halleridir . Fakat neden inancın '' OPTİMİZE '' edilmiş halleri her çağda farklı bir ad almıştır . (MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN ?)
İşte bunun sebebine '' zaman'ın ileri akması ve entropinin kanunu '' ile düşüncelerimizin ve bakış açılarımızın değişmesi diyebiliriz . ----
shibumi_tr 28 Eylül 2016 - Mackenzie'nin çarpıcı yaklaşımından sonra konuya eklenecek fazla bir şey kalmamış.
Bir tek şunu ekleyebilirim. bilimsel çalışmalar, güvenlik ipi ve ekipmaları olmadan, çıplak elle dağa tırmanmak gibidir. Her ilerlemesinde riske tabidir ve hatanın bedeli düşmektir. Çok sağlam görüşlerde belki biraz geriye kayıp sağlam bir noktadan yükselmeye devam eder ama çoğunluğu genelde düşerek elenir.
Zirveye varmış olanlar içlerinde en güvenilir olanlardır. Yine de her zaman tırmanılacak daha yüksek bir dağ vardır. Varılan hedefin önemini, içinde bulunduğu koşullara ve daha ileriye gitmek için ne kadar destek sağladığına göre değerlendirmek gerekir.
Bilginin sonu olmayacağına göre, bu tırmanışında devamı yok.
Bilim, insai yargılardan ve eğilimlerden uzak kalabilmek aynı zamanda herkese ulaşabilmek için, bir orta yol geliştirmiştir. Buna matematiksel mantık'da diyebiliriz.
Matematik bize elimizdeki verilere göre her zaman doğru sonucu verir. Bilimin avantajı budur.
Aynı zamanda matematik, elimizdeki veriler değiştiğinde veya arttığında da farklı sonuçlar verir.
Bilimsel sonuçlardaki değişmenin/gelişmenin nedeni de budur.
İnanç sistemi, beşer canlının hayatını etkileyen bir çok veriden yola çıkar. Kişiseldir, zamana bağımlıdır. Artan verilerle o da değişir ama tüm veriler öznel olduğu için, genele uygulanırlığı yoktur.
#İnanmak Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21993/
ve inanmak yanıltıcı değil midir? Bence bütün inançlar bir süre sonra zamanla ve düşünce sisteminin evrilmesiyle beraber yıkılmak zorundadır... İnandıklarımız zamanla değişime uğrar ve bir süre sonra tanıyamayacağımız duruma geldiklerinde onları sorgulayamayacak duruma düşeriz... Çünkü bu bakış açısı zamanla kişiliğimize ve özümüze işlemiştir... Bilim de böyle midir? Bilimi kesin kabul ediyor ve mantıklı düşünceleri sorgulama gereksinimi hissetmiyoruz... Demek ki mantıklı bir düşünce sistemine inanıyoruz... Aslında dini ve mistik inançlar da böyledir... İçlerinde belirli bir mantık sistemi taşır fakat bu rasyonel ve sistemli olmaktan uzaktır... Peki bilimin kesinlerini sorgulanamaz kılan nedir? Sorgulanarak oluşturulması mıdır? Bilimin sisteminde ve bilimsel düşüncenin özü de değişim veya evrim geçirebilir mi? Bu bildiğimiz öklid geometrisinden 3. veya 4. boyutları niteleyen topoloji ve çok boyutlu cebire geçiş gibi olabilir mi? İnançlarımız yani bildiklerimiz kökünden değişikliğe uğrayabilir mi? Bence her şey değişecektir... Değişmeyen tek nokta değişimi görüp diğer değişimlerle kıyaslayarak farklı bir değişimin analizini yapmak olacaktır... Bu durum zamanla bizi bütünü anlamaya yakınlaştıracaktır... Ama hiç bir zaman bütünü anlayışımıza olanak sağlamayacaktır...
Doğukan Şimşek 27 Eylül 2016
Mackenzie 27 Eylül 2016 - En başta ikinci soruyu (Bilimi kesin bilgi olarak kabul etme...) cevaplayacağım zira ilk sorunun cevabı basit olsa bile devamında yazacaklarım görece karmaşık olabilir.
Bilimi mutlak doğru olarak görmek temelde hatalı bir düşünme şeklidir. Bilimin asıl amacı şüphedir zaten. Karl Popper, bu konuda müthiş bir iş yaparak bilim felsefesine "Yanlışlanabilirlik ilkesi"ni kazandırdı. Bu ilkeye göre bilimsel olarak öne sürülen her bilgi yanlışlanabilir olmalıdır. (Hatta, Wolfgang Pauli'nin bazı fizik fikirlerine karşı "yanlış bile değil" diyerek eleştirdiği olurmuş.)
Bu ilkeyi kabul edecek olursak hiçbir bilimsel bilgi kesin değildir. Örneğin: hepimiz uzayda kütlesi olan cisimlerin, başka cisimlere karşı bir çekim kuvveti uyguladığını biliriz ama aslında bu bilgi kesinlik taşımaz (yanlışlanabilir). Mesela yarın biri çıkıp "bak işte arkadaş bunlar birbirine çekim kuvveti falan uygulamıyor aha şu-bu sebeple böyle oluyor" diyerek çeşitli veriler sunarsa ve o veriler yeterince ikna edici olursa (tabii onlarda yanlışlanabilir olmalı) o vakitten sonra o kişinin tanımı kabul edilir, anlatılır, öğretilir. Yani "bilimsel kanun" dediklerimiz bile yanlışlanabilir olmalıdır.
İlk soruya gelirsek, "Doğru olduğunu düşündüğümüz olgular inandıklarımız mıdır?" sorusunun cevabı oldukça açık. Evet, bir şeyin doğru olduğunu düşünmek için onun doğruluğuna inanmak gerekir.
Burada "inanmak" kısmını biraz irdelemek istiyorum. İnsan beyninin karar almaktan ziyade alınan kararları rasyonelize etmeye yatkın olduğunu anlatan çeşitli makaleler var. Bir nevi (dolaylı yoldan çıkarım yaparsak) özgür irade dediğimiz şeyin olmadığını anlatan makaleler.
"Lan peki nasıl karar alıyoruz biz?" sorusunun basit bir cevabı var: Genetik faktörlerin etkisi, bebeklik çağlarındaki aile ortamı (Ataerkil toplumlarda anne etkisi diyebiliriz sanırım. Bunu da, Freud babaya bir selam çakmak için söylemiyorum. İnsan aklının/zekasının gelişimi en hızlı bebeklik çağlarında olur ve ailenin/annenin çocuğu yetiştirme şekli, gelecekte oluşacak erişkin bireyin kişiliği üzerinde genetik faktör kadar büyük bir etkisi vardır.) ve bu ikisinin yanı sıra elbette ergenlik ve biraz öncesi dönemdeki arkadaş ortamı veya çocuğun takıldığı diğer ortamlar, çocuğun özgür(!) karar verme (verememe) mekanizmasını etkiler. Yani neye inanacak olduğunu bile %100 sen seçemiyorsun. Çeşitli etkenler senin inanacak olduğun şeyi belirliyor ve beynin de inandığın şeyi rasyonelize etmekle uğraşıyor.
heathens 27 Eylül 2016 - Öncelikle bilimde '' sorgulanamaz '' diye bir şey söz konusu değildir . Bilimi bilim yapan şey ; her şeyi olası kılmasıdır . İnanç bana göre '' kutsal '' bir olgudur . Neredeyse insanlık ile beraber evrimleşen bir şeydir .
ALGI-GERÇEK-YANILGI üçlemesini düşün . Bu üçleme ile nasıl bağlantılar kurabileceğini hayal et ve şimdi söyleyeceklerimi dikkatli oku . Yani bu konular çok ilgimi çeker o yüzden beni çok iyi anlaman için takınacağım '' üslubu '' göz ardı et .
MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN >>> KARBON-ELMAS-GRAFİT>>> TANRI-İNSAN-YARATICI ....
Yukarıda 3 tane birbirinde alakasız döngü var fakat bu döngüleri '' bütünleştirici '' zekan ile yada muhakeme yetin ile görebilirsen seni çok farklı yerlere götürür . Her şeyin değiştiği gerçeğine dayanak olarak entropinin kanunu ve zaman'ın ileri akması gerçeğini göz ardı ederek düşün .
İnanç nedir ? İnanç bilimsel temeller olmadan bir şeye '' bağ kurmak '' demek mi ? Hayır gerçek inanç yani ; Din ve benzeri şeylerle OPTİMİZE edilmemiş İNANÇ bilimden daha önemli ve daha eski bir olgudur . Bir nevi bilim ve felsefe '' İNANCIN '' optimize edilmiş halleridir . Fakat neden inancın '' OPTİMİZE '' edilmiş halleri her çağda farklı bir ad almıştır . (MİTOLOJİ-İNANÇ-DİN ?)
İşte bunun sebebine '' zaman'ın ileri akması ve entropinin kanunu '' ile düşüncelerimizin ve bakış açılarımızın değişmesi diyebiliriz . ----
shibumi_tr 28 Eylül 2016 - Mackenzie'nin çarpıcı yaklaşımından sonra konuya eklenecek fazla bir şey kalmamış.
Bir tek şunu ekleyebilirim. bilimsel çalışmalar, güvenlik ipi ve ekipmaları olmadan, çıplak elle dağa tırmanmak gibidir. Her ilerlemesinde riske tabidir ve hatanın bedeli düşmektir. Çok sağlam görüşlerde belki biraz geriye kayıp sağlam bir noktadan yükselmeye devam eder ama çoğunluğu genelde düşerek elenir.
Zirveye varmış olanlar içlerinde en güvenilir olanlardır. Yine de her zaman tırmanılacak daha yüksek bir dağ vardır. Varılan hedefin önemini, içinde bulunduğu koşullara ve daha ileriye gitmek için ne kadar destek sağladığına göre değerlendirmek gerekir.
Bilginin sonu olmayacağına göre, bu tırmanışında devamı yok.
Bilim, insai yargılardan ve eğilimlerden uzak kalabilmek aynı zamanda herkese ulaşabilmek için, bir orta yol geliştirmiştir. Buna matematiksel mantık'da diyebiliriz.
Matematik bize elimizdeki verilere göre her zaman doğru sonucu verir. Bilimin avantajı budur.
Aynı zamanda matematik, elimizdeki veriler değiştiğinde veya arttığında da farklı sonuçlar verir.
Bilimsel sonuçlardaki değişmenin/gelişmenin nedeni de budur.
İnanç sistemi, beşer canlının hayatını etkileyen bir çok veriden yola çıkar. Kişiseldir, zamana bağımlıdır. Artan verilerle o da değişir ama tüm veriler öznel olduğu için, genele uygulanırlığı yoktur.
22 Eylül 2016 Perşembe
Madem çoğu ülke de ırkçılık yok neden bu kadar ülke ve millet var ?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/21652/
Irkçılık, tribalizm eğilimin bir sonucudur. Yani bir gruba dahil olma ve grup ihtiyaçlarını (dolaylı yoldan kendi) diğer grupların ihtiyaçlarından üstün ve öncelikli tutarak, grubuna (dolayısı ile kendisine) fayda sağlama eğilimidir.
Irkçılık, tribalizm eğilimin bir sonucudur. Yani bir gruba dahil olma ve grup ihtiyaçlarını (dolaylı yoldan kendi) diğer grupların ihtiyaçlarından üstün ve öncelikli tutarak, grubuna (dolayısı ile kendisine) fayda sağlama eğilimidir.
Tabii yukarıdaki kadar karışık bir kavram yerine, basit ve
net olanlar seçilir. İnanç, köken, ideoloji, futbol takımından başlayıp, yeşil
gözlü 5 dil bilen bombacı meksikalı cücelere karar işi sürdürebiliriz...
Kaynakların adil paylaşılmadığı, (eşit değil, adil ) her
ortam da ismi ne olursa olsun, ırkçılık olur.
Sadece köken ileri sürmek değil, inanç ileri sürmekte
ırkçılık türüdür. İdeolojilerde, siyasi parti ya da futbol takımı hooliganlığı
da farklı türleridir.
Çünkü bir gruba ait olma, kendini güvende hissetme güdüsü kadar
temel ve doğal bir güdüdür.
Burada sorun; bu güdüyü tatmin ederken kullanılan
gerekçelerin çıkar çatışmalarına yol açmış olmasıdır.
Çok büyük ve güçlü gruplar cazip gözükse de birey başına
düşen pay azaldığı için, daha küçük ama daha girişken-aktif gruplar cazip
gelir.
Aslında yapılan son genetik araştırmalara göre, ırkçılık
tamamen benimsenen kültür ve değerlerle alakalı... Yani ırkçılık tamamen
kültürel ve sonradan öğrenilen/benimsenen bir durum.
Yoksa insanların hangi ırka ait olduğunu bakarsanız, çok
karışmış olduğu ortaya çıkıyor.
http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html
https://onedio.com/haber/dna-larina-gore-irk-testi-yapilan-insanlar-cikan-sonuclar-karsindan-sok-oldular-714806
Şimdi dünyadaki milliyetçilik ve millet konusuna bakarsak;
millet oluşumu ile üretim ve ticaret modellemelerinin etkileşimi olduğunu
görüyoruz.
Vergiye ve yağmaya dayalı ekonomik modellerde,
imparatorluklar yaygınken, endüstrileşme ile milletlerin oluşumu ön plana
çıkıyor. Burada hangi grubun, diğer gruplardan nasıl fayda sağladığı ve hangi
yöntemleri takip ettiği, ticarette ne tür yollar izlediği ön plana çıkıyor.
Bu dönemde yüksek çıkar gruplarına karşı, kendilerini
korumaya yönelenlerin oluşturduğu toplumlar, birer millet olarak
karşımıza çıkıyor.
Bu kadar çok millet olmasının ana nedeni bence bu; Çatışan
çıkarlardan dolayı avantaj sağlamak isteyen saldırgan toplumlar ile bunlara
karşı korunmak isteyen toplumlar.
Aslında bu durumu mikro düzeylere kadar (aile, sülale, klan,
aşiret) indirmek mümkün...
Türk toplumu olarak, bizler balık hafızalı, kısa görüşlü ve
dolayısıyla günlük hedefli bir toplumuz. Türk toplumunu oluşturan kültürel alt
unsurlara baktığımızda, Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Rum, Yahudi, Süryani, vs. aslında
aramızda çok da fark yok. Çoğu değerlerimiz ve bakış açılarımız benzer olduğu
için, aynı üst grup altında toplanabilmişiz.
Ancak nüfus artıkça, ekonomik imkanlar daraldıkça, alt
gruplar arasında da çıkar çatışmaları çıkıyor. Bu ırkçılık olarak gözükse de,
temelinde pastadan daha fazla pay alma kaygısı var.
Anadolu Türkleri, Orta Asya Türklerinden farklı. Orta Asya
Türkleri daha homojen ve Türklük tarih bilinci daha yüksek.
Anadolu Türkleri ise sadece genetik olarak değil, kültürel olarak da çok karışık bir toplum.
Çünkü Anadolu'ya gelen 300 bin Türk, 100 yıl içinde 1 milyon 800 bin Anadolu yaşayanı Rum'u (Romalı'dan türemedir, devlet dili Yunanca'dır) bünyesine katmıştır.
Anadolu sadece Yunan kökenli değil, farklı kökenden gelen yüzlerce topluma analık etmiş topraklardır. Bu nedenle çok zengin ve çeşitli kültürel birikimi vardır.
Bundan faydalanamıyor oluşumuz ayrı bir konu…
Özellikle Türk toplumunu, Arap kültürüne yakınlaştırarak bu eksikliği giderme çabaları, ateşe benzin dökmekten başka bir şey değil bence.
Bazıları için bu kadar çeşitlilik olumsuz gözükebilir. Özünü kaybetme, kimliksizleşme gibi…
Ancak eğer saf ırkların oluşumuna bakarsanız, belli koşullara uyum sağlamada başarılı olanların, bu uyum sağlayan genlerini aktarmaları ile oluşduklarını görürsünüz.
Örneğin günümüzdeki 400 köpek türü, 10 bin yılda Kurt'tan türetilirken, doğa yerine insan eliyle seçile seçile bu hale gelmiştir.
Şimdi safkan ırk olarak karşımıza gelen köpekler aslında, Kurt atalarının bazı özellikler üzerinde yoğunlaşılarak türetilmiş, eksik varlıklar.
Yani bu tür bir seçilim, aslında ırkı saflaştırmamış tam tersi uyum yeteneğini azaltarak, zayıflatmıştır.
Aynı şey insanlar içinde geçerli olmalı. Sonuçta biyolojik varlıklarız.
Bu nedenle bence, ne kadar çok ırk kaynaşırsa, o kadar sağlıklı ve orijinale
yakın ırklar gelişir.Anadolu Türkleri ise sadece genetik olarak değil, kültürel olarak da çok karışık bir toplum.
Çünkü Anadolu'ya gelen 300 bin Türk, 100 yıl içinde 1 milyon 800 bin Anadolu yaşayanı Rum'u (Romalı'dan türemedir, devlet dili Yunanca'dır) bünyesine katmıştır.
Anadolu sadece Yunan kökenli değil, farklı kökenden gelen yüzlerce topluma analık etmiş topraklardır. Bu nedenle çok zengin ve çeşitli kültürel birikimi vardır.
Bundan faydalanamıyor oluşumuz ayrı bir konu…
Özellikle Türk toplumunu, Arap kültürüne yakınlaştırarak bu eksikliği giderme çabaları, ateşe benzin dökmekten başka bir şey değil bence.
Bazıları için bu kadar çeşitlilik olumsuz gözükebilir. Özünü kaybetme, kimliksizleşme gibi…
Ancak eğer saf ırkların oluşumuna bakarsanız, belli koşullara uyum sağlamada başarılı olanların, bu uyum sağlayan genlerini aktarmaları ile oluşduklarını görürsünüz.
Örneğin günümüzdeki 400 köpek türü, 10 bin yılda Kurt'tan türetilirken, doğa yerine insan eliyle seçile seçile bu hale gelmiştir.
Şimdi safkan ırk olarak karşımıza gelen köpekler aslında, Kurt atalarının bazı özellikler üzerinde yoğunlaşılarak türetilmiş, eksik varlıklar.
Yani bu tür bir seçilim, aslında ırkı saflaştırmamış tam tersi uyum yeteneğini azaltarak, zayıflatmıştır.
Bunun anlamı şudur. Bu topraklardaki tüm topluluklara ve kültürlere saygı ve sevgi ile yanaşacağız.
Hepsini içinde bulunduğumuz bir toplumun (doğal olarak bizim de) parçası sayacağız.
Yani "benim, bizim" diyeceğiz.
Bu topluma dışarıdan empoze edilen değerleri ise, elemeli olarak ele almalıyız. Mevcut koşullara uygun olanlardan faydalıları bünyemize katabiliriz.
Çünkü ne kadar şu anki durum hoşumuza gitse de, eğer kendisini yok etmezse, insanlığın kaderinde tekrar özüne dönüş, yani "tek bir dünya toplumu olmak" olmalı.
Ama bu çok uzun bir ekonomik süreç... Tüm gelir ve refah seviyeleri dengelenmeden, nüfus azalıp, kaynak kontrolü sağlanmadan şimdilik imkansız.
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Yakın Gelecekte Enerji İhtiyaçlarımız
Petrol rezervlerinin yaklaşık 20 yıllık bir süresi kaldı. gerçi yer kabuğunda hala petrol var ama çıkarma maliyeti çok yüksek. Bu petrolü çıkarmak için ham petrol varil fiyatı 100 dolar civarında olmalı. Oysa 40 dolar civarında.
Bunda da bir kaç neden var. Petrol şirketleri elde kalan son petrolleri de bir an önce elden çıkarmak istiyorlar. Çünkü, Son bir kaç milyon yıldır, atmosferik ısılar yükselip artmış olsa da, karbondioksit oranı 250 ppm üzerine neredeyse hiç çıkmamıştı. Oysa şimdi 400 ppm üzerinde ve geri düşme ihtimali çok düşük.
Diğer bir sorun ise doğalgaz. Dünyanın yaklaşık 130 yıllık doğalgaz rezervi (kolay erişilebilen yoksa asıl miktar çok daha fazla) var. Üstelik bu artan nüfusla,artacak enerji ihtiyacını destekleyecek şekilde hesaplanmış. (2035 de 2 kat, 2050 civarında 4 kat, 2100 de 11-13 kat fazla enerji tüketecek şekilde)
Doğalgaz fiyatları petrol fiyatlarına endeksli, bu nedenle düşük şu an.
Bu da alternatif, yenilenebilir enerji ye yönelimi azaltıyor. Üstelik daha yeni teknoloji oldukları için, artan enerji talebini karşılayacak düzeyde de değiller. (Bu çerçevede ne kadar itici ve kaçınılması gereken olduğuna inansam da , nükleer enerji vazgeçilemez bir zorunluluk oluyor. :-( )
Şimdi bu çerçeve de düşünürsek, karbon emisyonunu azaltmak için yenilenebilir enerjilere yönelmenin yanında nükleer enerji kullanılacak. Termik santrallerde de kömür yerine, doğalgazlı bir alt yapıya dönüşüm gerekiyor.
Ancak salınan karbon emisyon gene de fazla olacağı için (nükleer'in sıfır ve yenilenebilir enerjinin çok düşük karbon salımı var. doğalgazlı termik santraller den yayılacak karbon emisyonunu düşürmek gerekiyor.) zorunlu olarak kullanılacak termik santrallerindeki karbon emisyonu nasıl düşürülür bunu değerlendirmek gerekiyor.
Termik santrallerinde elektrik üretmenin daha ekonomik yolları olabilir:
Mevcut sistemde santrallerde su buharı ile türbinler döndürülüyor.
Kömürün ısı olarak enerji verimi düşük %40'larda... Oysa doğalgaz da %60'larda...
Stirling motorları, dıştan yanmalı motorlar olarak düşünülmeli. Hem santral bakım, onarım, yedek parça maliyetlerini düşürecektir. Hem de direk ısıdan hareket üretildiği için, (su ve su buharı devre dışı bırakılıyor) elektrik verimi daha yüksek olacaktır.
İkinci olarak, çöpler. Özellikle gelir seviyesi düştükçe, kentsel çöplerdeki organik gıda atıkları oranı artıyor. Bunların sızıntı sularının toprağı kirletmesi yanında, yeraltı sularına karışmaları da mevcut. Ülkemizde çöpten kompost üretimi ve tarımda kullanımı düşük. Üstelik çoğu çöp, "vahşi depolama" ile depolanıyor. Çöplerden üretilen metan gazı, tam olarak olmasa da ekonomik olarak maliyet ve toplam sera gazı emisyonu azaltmada ciddi bir destekleyici olabilir.
Yani çöplerden metan gazı üretimi ve kullanımı teşvik edilmeli.
Günümüzde bir çok Batı Avrupa şehrinde, çöplerden ve atık sulardan (lağımdan) sağlanan metan gazı ile çalışan otobüsler, iş makineleri var.
Metan gazı, bütan, propan gibi kolayca sıvılaştırılamıyor. Maliyeti çok yüksek (-167 derece diye hatırlıyorum sıvılaşması için) Ancak çelik tüplerde basınçlı olarak sıkıştırılıp, direk motora verilebiliyor. Yani mevcut benzinli, dizel motolarla direk uygulanabilir bir yakıt.
(Biodizel, ekonomik olarak uygun gözükse de, bir çok ormanlık arazinin tarım arazisine dönüşmesine neden olduğu için, gezegen sıcaklığın kontrolüne orta ve uzun vadede zarar verdi.)
Elektriğin depolanma teknolojisi hala emekleme aşamasında, yüksek verimli depolama teknikleri geliştirilmedikçe, direk kullanımı zorluklarla karşılaşıyor. Akülerin kısa ömrü, depolanan elektriğin sınırlı oluşu ve akülerin ağırlığı ana engeller.
Belki yüksek alanlı kapasitör sığaları geliştirilirse, (ki Almanlar bu konuda çalışıyor) elektrik depolayıp,araçlarda kullanmak daha ekonomik ve kolay olacak.
Geleceğin enerjisini ve kullanımını düşünürken; maliyet, verimlilik, imkanlar şeklinde ele almak ve bir değerlendirme yapmak daha uygun olur gibi geliyor bana..
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/17353/
22.08.2016
Yoruma kaynak olan bilgiler
https://www.coursera.org/learn/geopolitics-europe/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/changing-global-order/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-environmental-management/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-diplomacy/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/environmental-law/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/earth-climate-change/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-energy/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/economic-growth-part-1/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/future-of-energy/home/welcome
14 Ağustos 2016 Pazar
EKONOMİ DE OTOMASYON VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Sizce sanayi de ve inşaat işleri gibi ağır işlerde mekanikleşme yani robotların kullanılması etik açıdan doğru mudur? http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/16250/
Konu aslında karmaşık bir konu.
Gelişmiş ülkelerin demografik durumuna ve ekonomi
felsefelerine bakmak lazım önce. Gelişmiş ülkelerde, ölüm yaşı ortalaması
sağlık alanındaki gelişmelerle yükselirken, kadın emeğinin iş gücüne katılım
oranı ve eğitim düzeyi artıkça doğum oranları düşüyor. Kaba tabirle nüfusları
yaşlanıyor. Doğum oranının düşmesi, çocuklara sağlanan eğitim ve sağlık
desteğinin ve kalitesini artırıyor. Daha donanımlı, kol gücünden ziyade beyin
gücüne dayalı çalışacak nesiller yetiştiriyorlar. Ayrıca bu şekilde kişi başına
düşen GSMH da artıyor. Bu da sosyal refah düzeyini yükseltiyor.
Diğer yandan yaşlanan nüfus ile sağlıklı emekli sayısı
artıyor. (Mevcut sosyal güvenlik kurumları, ortalama yaşın 70 olduğu ve 65
yaşında emeklilik öngören, sanayi-endüstrileşme dönemine ait. Oysa günümüzde bu
ortala yaş 81 -83 civarında, Bunun anlamı, 5 yıl yerine 15 yıl boyunca
emeklilik maaşı ve sağlık giderleri ödenmesi demek).
Bir kaç 10 yıl önce, 1 emekliye 15 çalışan düşerken (emeklilerin masrafları, çalışanlardan kesilen primlerle sağlanıyor çünkü), günümüzde 1 emekliye 2 çalışan düşüyor. (Emekli sayısı artıyor).
Bir kaç 10 yıl önce, 1 emekliye 15 çalışan düşerken (emeklilerin masrafları, çalışanlardan kesilen primlerle sağlanıyor çünkü), günümüzde 1 emekliye 2 çalışan düşüyor. (Emekli sayısı artıyor).
3ncü nokta olarak, liberal ekonomi felsefesi "büyümeye
dayalı bir ekonomi" sistemine dayalı. Firmalarda büyümek için, daha az
maliyet daha çok kazanç ve kar, bu sistemde yaşayabilmeleri-var olmaları için
kaçınılmaz şart.
Bütün bunları bir araya getirince, gelişmiş ülkelerde
otomasyon sistemlerinin kullanılması kaçınılmaz. Aksi takdirde, büyümeye dayalı
ekonomi sistemi çöker.
Ülkemiz gibi
gelişmekte olan ülkelerde durum farklı. Ölüm yaşı daha düşük, bu nedenle emeklilik
sistemi farklı. Eski tekniklere daha bağımlı. Diğer yandan, kamu yönetimindeki
bürokrasi ve şeffaf olmayan yapı, suiistimale daha açık. Bu nedenle
çalışanlardan toplanan primler, doğru şekilde yatırıma dönüşmeyebiliyor. Üstüne
üstlük, kaçak veya eksik çalışan (devlete sosyal güvenlik primini ödemeyen ya
da en düşük düzeyden ödeyen) sayısı çok fazla. Çünkü kamu işleyişi şeffaf değil
ve toplanan gelirleri (primleri) yatırım yerine farklı kalemlere harcamak
mümkün, sistemin (şeffaf olmayışı) yapısı buna imkan sağlıyor, hatta dolaylı
yoldan teşvik ediyor.
Yeterli primin toplanamaması ve toplananların doğru
yatırımlara kaynak olmamamsı, işsizlik oranını da yüksek tutuyor. Çünkü yanlış
yatırımlara (topluma değil, bireylere kısa vadede gelir sağlayacak) finansman
sağlanıyor.
Ülkemizde bu sorunu, nüfus artışı ile çözmeye çalışıyorlar
(3 ve üstü çocuk). Böylece ihtiyaç-talep artacak, artan taleple üretim artışı
sağlanacak ve ekonomi dönecek. Üstelik işgücü arzı artacağı için (hem iş gücü
arzına katılan genç nüfus ve yükselen emeklilik yaşı ile kalan deneyimli orta
yaşlı nüfus) toplanan primde artacak, emeklilik yaşı yükseldiği için, emekli
maliyeti de azalacak şeklinde düşünülüyor (bence).
Emeklilik yaşının ileri alınması doğru bir karar. Çünkü çoğu
insan, halen dinç, çalışmaya hazır ve bilgi-deneyim olarak en verimli
çağlarında çalışma yaşamından ayrılıyor.
Ancak nüfus artışının desteklenmesi bence yanlış bir
politika, ham kişi başına düşen milli gelir oranını düşürüyor. Hem de yeni
nesilde, birey başına ayrılan sağlık ve eğitim maliyetlerini dolayısı ile
kalitesini düşürüyor.
Böyle bir ortamda, üretimde mekanizasyon yatırımcıya daha
yüksek kar getirse de, topluma ve sosyal güvenlik sistemine olumsuz etkisi
olur.
Bunun bir kaç ek nedeni daha var. İlki gelişmiş ülkeler
büyümeye değil, sürdürülebilirliğe dayalı ekonomik modele yöneliyorlar.
Bu her ne kadar zor gözükse de, Büyümeye dayalı ekonomik
modelin Keynes ile başlayan 60-70 yıllık bir geçmişi var. Ondan önceki
dönemlerde ülke ekonomileri farklı temellere dayanıyordu (sürdürülebilirlikten,
sömürgeciliğe... 1929 buhranı ile başlayan, başlangıçta devlet harcamaları
ile desteklenen ülke ekonomilerini, firma büyümeleri ve bunu destekleyen
tüketim artışına dayanan "büyümeye dayalı ekonomik model", 2nci Dünya
Savaşı sonrasında yaygınlık kazanmaya başlamıştır.).
Gelişmiş ülkeler sürdürülebilirliğe geçiyorlar, çünkü dünya
çapında yaşanacak olan ekonomik daralmadan (resesyon), sadece bu ekonomiler çıkabilecek,
Diğerlerinde ise ciddi çıkmazlar ve çözümsüzlüklerle, kayıplar yaşanacak.
Tekrar çünkü dünyanın insanlığa sunabileceği doğal kaynaklar
ciddi anlamda, aşırı artan nüfus ve bunların ihtiyaçları ile tüketilmiş
durumda. Halen, dünya ekonomisi 30–40 yıl sonrası nüfusa ait kaynakları
tüketerek ayakta duruyor. Yani geleceğimizden, mevcut yaşam standartlarımızı
korumak ve geliştirmek için borç alıyoruz. Yani çocuklarımızın, torunlarımızın
lokmalarını yiyoruz, sularını içip kirletiyoruz. (BENCE)
Şimdi bu bilgiler altında, sanayi ve inşaatta robotları
kullanmayı, fayda ve kayıplarını (zarar değil) tekrar düşünebilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)