26 Nisan 2017 Çarşamba

SOSYAL MEDYA ve İNSANLIK

Sosyal medya bir çok konuda müthiş fırsatlar ve imkanlar ortaya çıkarsa da, çok ciddi anlmada bir iç yıkımda getiriyor.

Eğer facebook paylaşımlarına bakarsak, millet geziyor, eğleniyor, paylaşıyor, çok mutlu ve güzel ilişkileri var...

Safsata...

Başlangıçta bunun öyle algılanması için biraldatma persesi inşaası olarak düşünürdüm.
Ama değilmiş.

Çoğu zaman kişinin kendisini ve kendisini eden çevresinin (iş, aile ortamı ve kişileri, dostlar, arkadaşlar, ilişkiler, vs...) nasıl olmasına istediğine göre şekillendirme çabasıymış...

Yani sosyal medya, kişilerin kendi kendilerini karndırdıkları ve paylaştıklarının gerçekliğine inandıkları bir mecra olmuş...

Geçen hafta kitap fuarına haber yapmaya giden arkadaşlarım, dönüşte dehşetli bir şaşkınlıkta idiler.
Fuar esnasında bir "instagram fenomeni"(?) gelmiş. Kızlar oraya çığlık çığlığa koşup, fotoğraf çekme yarışına başlamışlar.

Bu nedir? Fenomen nedir? Uzaylı gibi bir şey midir?

İnternetten baktık, sadece biraz estetikli yakışıklı bir gencin kendi fotoğraflarını paylaşmasıymış. Bu kadar. Özel bir yetenek, beceri, kapasite, bilgi , sanatsal estetik gereksiz kavramlar, fenomen olmak için anlaşılan.
Yaptığın birşeyler için, "like" seçeneğinin çoğunlukta olması yeterli sayılıyor başarı için...

Bu bizim kuşağımızın bile ötesinde kavramlar içeriyor. Oysa bizler geçiş kuşağıyız.

Ve internetsiz yaşayamayacak bir toplum yetişiyor. İnternet yok ise, zombiler ordusu olacaklar...
Bunun ikinci ihtimali ise, bireysel düzeyde kısıtlı ve uzmanlaşmış zekalarla, kollektif sınırsız bir zekaya doğru toplumsal evrilmenin adımları da olabilir bu.
Karıncalar gibi...


Devam: (Alıntı)  https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/30174/
...

Sorun yorulma, dinlenme sorunu değil.
Boşuna ve kaybedilmiş bir mücadeleyi sürdürmenin anlamsızlığı...

Genç nesil yeni teknolojiyle önüne geçilemez bir şekilde garip bir ilişki kurmuş. "Araştırma yapmak" deyince internette araştırmayı anlıyorlar. Yani bir nevi "internet" e köle olunmuş. Toplumun büyük bir kısmı boş gevezelikle kullanıyor. Ama asıl vahim olanı, eğitim almış, yabancı dili olan insanlar da bu köleliğe razı olmuşlar. Onlarınki daha kötü. Kölelikten kurtulmak bir yana, yaşamlarının önemli bir kısmı veya geçimleri bile bu özelliklerine bağlı olduğu için özgürlüğü seçemezler, siz vermek isteseniz karşı çıkarlar ve savaşırlar.

Peki, internet veya diğer iletişim araçları kimlerin elinde?
Dünyayı kontrol etmek isteyen güçlerin ve elbette sermayenin elinde. Bunlar kendi insanlarını yıllar boyu "uzaylılar" "51. Bölge" "üstün güçlü kahramanlar" "süpermen" gibi şeylerle idare ettiler. Şimdi de internet sayesinde tüm dünyayı aynı şekilde idare etmenin kolaylığını öğrendiler. Bilimi istedikleri gibi manipule edebilir, yönlendirebilir. tehlikeli konulara ulaşılmasını engelleyip, saçma sapan bilgiler doldurup diğer ülkelerin kendilerine bağımlı kalmasını, korkmasını sağlayabilirler. İstedikleri hikayeyi yazıp, istediklerini kahraman yapabilirler.

Buna engel olunamayacağını anladım. Biz sicim teorisinden bahsediyoruz, bir arkadaş internette bulduğu, etiketi profesör olan üstelik ingilizce ve bir sürü denklem doldurulmuş uydurma bir teoriyi önemsiyor. Üstelik onu doğru sanıyor ve size bilgiçlik taslıyor. Fizik altyapısı olmadığında istediğiniz kadar ingilizceniz olsun bazı şeyleri anlamazsınız. Çünkü bazı terimler sözlük anlamında kullanılmaz. Fiziği bilmezseniz internetten öğrenemezsiniz. Çünkü bunu engellerler...
Necmi Tüfek 10 Mayıs 2017
...

Bizim dönemimizle, bu dönem arasındaki fark; gözlemlediğim kadarı ile "hız"... Çok hızlı yaşıyorlar, öğreniyorlar, unutuyorlar ve karar veriyorlar.

Bunda internetin ciddi rolü var. 
Hem çok olumlu hem de olumsuz.
Olumsuz yanı birey olarak, zihinlerinin hayal gücü üretim kapasiteleri daralıyor. Çünkü branşlaşıyorlar, uzmanlaşıyorlar. Çok hızlı bilgi alışverişinden, eldeki bilgiyi özümseyip, kendilerine göre bir yaklaşım üretmede zorlanıyorlar.

Oysa kitap okumak, bilginin özümsenmesi ve kavranıp içine yeni bir şeyler katılması için en iyi yol. Kitabı bitirene kadar, kavramlar kafamızda şekillenir ve bizden de bir şeyler katabiliriz.
Yani kendi felsefemizi, bakışımızı, hayal gücümüzü... Üstelik kitabı her ele aldığımızda, aynı satırlardan farklı anlamlar ve kavramlar çıkartırız. Aslında değişen kitap değil, biz olduğumuz için.

İnternet ortamındaki bilgide bu imkanlar çok dar. Sürekli bilgi yenileniyor, çeşitleniyor. Her bilgiden bir tutam alınıyor... Bu seferde karşımıza, bu bilgilerle yapılmış yarım yamalak felsefeler (felsefe: bilgiden bilgi üretme anlamında kullanıyorum) çıkıyor.

Bunda eğitim sistemimizin kusurları da çok. İlk ve orta dönemde verilen fizik-fen bilgisi ve matematik'te verilen bilgiler aslında temel oluşturmak için fazlasıyla yeterli. Ama kullanılan teknikler ve eğitimin amacının farklılaşması (sınav başarısı), verilen bilginin kavranmadan yorumlarda kullanılmasına yol açıyor.

Yetişme koşullarımız ve amaçlarımız farklı. Bizler tek başına kaldığımızda bile bilgi ve zekamızla hayatı idame üzerinde bir bakış altında yetiştirildik.

Onların ki ise kolektiflik üzerine kurulu. Bu kollektif yaşam içinde bir birey olmayı öğreniyorlar. İnternet onları birbirine bağlayan, birbirlerinin açıklarını bulup kapatabilen bir sistem.
Uzmanlaşıyorlar. Bu şekilde hem güdülmeye hazır hale getiriliyorlar, hem de bunları birleştirecek bir uzman yönetici altında, bizlerin asla başaramayacağı eserlere katkıda bulunabiliyorlar.

Bunu ben, nüfusu artan ve kaynakları kıtlaşan dünyamızda, zekanın bireysellikten, kollektifliğe geçişi olarak yorumluyorum. Hepimiz ara aşamadayız. Onlar biraz daha evrilmiş sadece. Ama onlarda sonrakilerle benzer sorunları yaşayacaklar. 

Evet, internet ortamı güvenilir bir ortam değil. ama sorgulamaya ve doğrusunu araştırmaya müsait bir durum.

Bizim kitaplara olan güvenimizin kökeninde, eskiden yazılan kitapların ciddi elemelerden ve kontrollerden geçirildikten sonra basılmasından kaynaklanıyor. Bu alışkanlığımıza rağmen, artık kitapların güvenirliği de internetten etkileniyor. (Belki de akademik kurumlarca basılmadıkça, hiç bir kitap tam anlamıyla güvenilir olmayabilir şu anda ... Hatta eğer  (mevcut haliyle) Tübitak gibi kurumlarca hazırlanmış ise bile ciddi sorgulamalar gerekebilir.)

Bizim her durumda onlara katkı yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Eskiden bilim kitaplarında yazılan bir şey, en azından o dönemki bilgilere göre, doğru ve kesindi. İnternet ise öyle değil. Benim gibi birisi bile internet ortamında bir şeylere yazıp, ciddi ciddi paylaşabiliyor.  Okuduğu her şeyi ciddiye alıp inceleyen bizler için bu durum tam bir bilgi kirliliği... Onlar içinse, içinden işlerine geleni alıp kullanabilecekleri bir yığın. (Hatta aramızda 10 yaş civarı fark var. Bu bile beni, size oranla daha fazla "işine gelen bilgiyi kullanan" yapıyor. Siz çok daha sert ve geçerliliği kesinleşmiş bilimsel süzgeç kıstaslarıyla bilgiyi saflaştırıyorsunuz.)
Bu durumda Evet, benim bilgim biraz "kirli"... :-)  (Neyse bu kadar özeleştiri yeterli)

Bu yüzden bu kaybedilmiş bir mücadele değil. Onlar, kollektif zekanın parçaları olan bir toplumsal yapıya ve bilgi üretim yapısına yöneliyorlar. Yapabileceğimiz her katkı, onları bu kavrama ulaşmak için "harcadığımız zaman ve emek tüketiminden" kurtaracaktır. Üstüne kendilerinden bir şeyler eklemeleri için zaman fırsatı sağlayacaktır.

(Üstüne üstlük biz onlara göre çok avantajlıyız. Eğer bir şey olursa, (inşallah olmaz) 3ncü dünya savaşı gibi bir şey çıkarsa ya da Amerika'daki serverlar çökerse, bize muhtaçlar.
Hani şu zombili diziler filmler var ya, hepsi aynen öyle ellerindeki çalışmayan elektronik alet düğmelerine basan zombiler gibi olacaklar. :-))))

Diğer yandan ülkemizde bu tür bir "ulusal kollektif zekanın gelişmemesi için" çok çaba harcanıyor. Bu toplumumuzu zihinsel anlamda geride bırakacak şekilde; dizilerle, yarışmalarla, evlenme programlarıyla, boş anlamsız açık oturumlarla, gelecek vizyonu yerine olmuş bitmiş ve geri dönüşün artık imkansız olduğu geçmişin başarılarının ele alınmasıyla,  bayağılık düzeyine inmiş siyasetçi laf sataşmalarıyla gündem yaşayan topluma döndürülüyoruz.
Buna, birey bazında kimse karşı durabilecek güçte değil gibi... Ancak kollektif bir zekanın hakkından gelebileceği bir durum bu. Geleceğe bakabilen bir toplum için, bu gençlerden bir kaçı nüve olabilir. Olacaktır da...

Eğer tüm bilgimize ve yaşımıza rağmen, bizler (büyükler) hak ettikleri anlayışı gösteremezsek ("hoş görü" demiyorum; bilgiyle ezin, felsefeyle ezin, mantıksız kısımlarıyla ezin. Hatalarını, yanlışlarını dökün. Zorlansınlar, yeni yollar ve alternatifler arasınlar, doğruyu bulmak için, "hakkımızdan gelmek için" zorlansınlar. Ve başarsınlar! Ki bunun için de tekrar  tekrar hata da ısrar etmelerinde anlayışlı olmalıyım...) başka kim gösterecek?
Onların tahammül sınırları çok geniş değil gibi...

Gelecekte bizim onlara ihtiyacımız olmayabilir ama "çocuklarımızın birbirine ihtiyacı" olacak. Bunu onlar için yatırım olarak düşünün.



Burtay Mutlu (shibumi_tr) 10 Mayıs 2017

7 Nisan 2017 Cuma

Başkanlık sistemi seçimi öncesi endişelerim

İlginç olan görünüşte karşı çıkan yurt içi ve dışı grupların çoğu, Türkiye'de başkanlık sistemine özellikle Erdoğan yönetiminde iken istekli...
Hatta karşı çıkan muhalefet yaparken bile tepki oyları sağlayarak destekliyorlar. Özellikle AB ile olan ilişkilerde bunu görüyoruz.
Batı destekli kimi terör örgütleri bile incelenebilir...
Niye?
Geniş çerçeveden bakarsak, düşünülen başkanlık sisteminde iktidar yasaların üstünde yönetme ve biçimlendirmede ciddi güce sahip olacak. Hatta şu ankinden daha fazla serbestlik sağlayacak yönetim erklerine...

Ayrıca mevcut yönetimin mevcut icraat ve ifadelerine bakarsak, AB ve diğer Batı devletleriyle ilişkilerimiz daha da zorlanacak gibi...

AB, sırf milyonlarca mülteci korkusuyla bu şekilde hareket ediyor olamaz. Daha uzun vadeli planları olmalı.

Suriye, Ortadoğu doğalgazının, Akdenize açılan kapısı olma yolunda. Diğer kapı ise Türkiye ... Ama Türkiye Rus gazının Akdeniz kapısı oluyor.
Kuzey Irak ve Suriye'de Batı'ya muhtac küçük devletçikler oluşturmadan bu bölgeden çıkamazlar.
Çünkü enerji demek, her şey...

Oluşacak bu küçük devletler, çevredeki devletlerle kavgalı olmalı ki, sürekli batının desteğine ve korumasına muhtaç olmalı ki, Batı bu yolu kontrol edebilsinler....Dünyanın geleceği en az 100 yıl, doğalgaza bağımlı olacak. (Yenilenebilir enerji kaynakları bu tüketim hızını ancak bu sürede besleyebilecek gibi çünkü)

Bölgede batının kontrol edemediği İran ve Batı'nın yönlendirmesinden uzaklaşan Türkiye kaldı.
Her iki devletin de parlementer sisteminin güçlü alt yapısı var.
Ne Suriye, ne (eski) Irak, ne (eski) Libya gibi tek adam yönetiminde olmadılar. Bu nedenle, iktidarların toplumsal çeşitlilikten destekleri yüksek, toplum içi sürtüşmeleri çözecek kurumlar iyi kötü işliyor.

Batının müdahale etmek için kullandığı ilk yol, o ülkenin yönetim yapısının (batının empoze ettiği) dünya değerlerine uygun olmadığı oluyor. Bu şekilde o ülkenin toplumu bölünüp, iktidara karşı güçlü muhalif geliştiriyorlar. Ve bunları destekliyerek, ortalığı iyice kızıştırıp, bu "tek kişinin yönetimine adı altında", o ülkeye saldırıyorlar.
Yasalara ve yasa kurumlarına saldırı da bir devleti yıkmanın en önemli adımıdır. Toplumun yasalara ve adalete güveni kalmadığı zaman, parçalanması, yıkılması çok kolaydır.

Batı bu yüzden, hangi yönetim olursa olsun, ülkenin ve toplumun geleceğini garanti altına almak için, iktidarları bile yasaların altında tutmaya özen gösteriyor. Bu sayede toplumsal varlıklarını sürdürebiliyorlar.
Ama iş bize gelince, yasalarımızı da yasama kurumlarımızı da didik didik ettiler. aşırı derecede yıprattılar.

Türkiye ile Batı dünyası arasında bağlayıcı tek kuvvet Nato üyeliği. Sanırım Türkiye Nato üyesi olmasaydı, çoktan bu döneme gelinirdi.

Şimdi düşünelim. Eğer seçim sonuçları, güçlü bir lider yönetimine geçince, şu anki eğilimlere bakarsak, Türkiye'nin AB serüveni zayıflayacak ve hatta belki bitecek, kopacak.
Nato üyeliği ( ben dahil) ciddi olarak sorgulanıyor.
Her iki kurumda da Türkiye'yi uzaklaştıracak, soğutacak uygulamalar yapılıyor.

Bu bağları da kopan Türkiye'nin durumu ne olacak?
Net ve kesin bir OrtaAsya (Rusya ve Çin) desteği olmayan bir Türkiye direk hedef haline gelebilir ki, bu doğal gazı kontrol etmek isteyenlerce getirilecek.
Hele toplum bu kadar çok ideoloji ve inanç kurumları üzerinden bölünmüş, birbirine karşı bu kadar güvensiz ve inançsız iken... (Bunlarda hep parçala, böl, yönet politikalarının devamı)
Buna uygun alt yapı ve zemin hazırlanmış durumda da...

Eğer yasaların, yasamanın ve yürütmenin üstünde olduğu bir başkanlık sistemi getirilecekse, evet başkanlık sistemi olabilir.

15 Mart 2017 Çarşamba

İlk patlamanin enerjisi nerden geldi? (İnanç kurumuna başvurmadan bilim için)


https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/28586/
Varlığın kaynağı olan enerjinin kaynagina yapilacak her türlü yolculuk teorisi sonunda Allaha muhtactir. Enerjiyi pozitif ve negatif olarak siniflandirip sifira esitlesek te bu sifir yokluk anlamında bir sifir olamaz. Bilinen haliyle geometri ve matematik kavramı olan sifir da yokluğu tanımlamaz. Dengeyi tanımlar. Yokluk için başka bir ifade icad etmemiz gerekiyor.
Hasan 15 Mart 2017


Sayın @Hasan, düşüncelerinize çok büyük oranda katılıyorum. Bu sitede yazan ve tartışan bir çok arkadaşta benzer fikirdedir. Önceki yazılarımıza ve tartışmalarımıza bakarsanız bunu görürsünüz. Hatta iddialarımız arasında da bunu sezebilirsiniz.
Şahsınıza hitaben gibi gözükse de aslen, benzer duygu ve düşünce durumunda olan bir çok diğer kişi ile de bir yaklaşımımı paylaşmak istiyorum.

Olayları ve olguların nihai -cevaplandıramadığımız sebepe kadar olan kısmını, bilimsel teknik ve yöntemleriyle anlamak ve yanlışları aynı teknik ile süzmek için buradayız.

Bu yüzden Cenab-ı Hakk'ın (C.C) kudretini sorgulayan-sorgulatan (siz farkında olmasanız da bu kapıya yol çıkıyor) yaklaşımlardan ve ifadelerden kaçınıyoruz. Hiç bir beşeri bilginin gücü, bunu doğrulamaya ya da yanlışlamaya yetmez çünkü.

Gerçekten büyük bir ihtiyaç olan inanç, aynı zamanda sormayı ve sorgulamayı da büyük oranda gereksiz, anlamsız kılıyor. (Bu konuda Ali Uçar Bey'in çok güzel bir yazısı vardı. Linkini bulamadım. Yazıları arasında vardır. )

Oysa "gerçek doğru ile doğru olduğu varsayılanların" ayrımı yapılmalı. Yoksa bize verilmiş hediyeler olan akıl ve iradeyi yanlış kullanmış oluruz. Bizler, sorgulamalarda cevapsız kaldığımız noktayı bulana kadar; sormak , yanlış olanları elemek ve ulaşılan SONUÇLARI KANITLAMAK zorundayız. Biz kanıtlayamıyorsak, buna bilgisi yetecek kişiler için, bu soruları en azından sorgulanabilir, deneye-gözleme tabii tutulabilir hale getirmek zorundayız.

Bu yüzden tanımları yaparken, bilimin öngördüğü kanıtlanabilirlik, sorgulanabilirlik, tekrarlanabilirlik araçları ile "yanlış eğilimlerden kurtulmaya" çalışıyoruz.

Bu nedenle varsayımlarınızın nihai sonucunu açıklarken, bu sonuca nasıl ulaştığınızın ara işlemlerini de bizimle paylaşmalısınız. Ve bunları inanç kurumunu terk ederek, deneysel veb bilimsel sonuçları ile ortaya koymalısınız.
Eğer bunu yapabilirseniz, herkes o son noktadaki soruya gelince, kendi hakkındaki hükme uymuş-karar vermiş olur.

Yaklaşımınız matematiksel olarak kanıtlanabilir. Örneklenebilir. ("Enerjiyi pozitif ve negatif olarak siniflandirip sifira esitlesek te bu sifir yokluk anlamında bir sifir olamaz. Bilinen haliyle geometri ve matematik kavramı olan sifir da yokluğu tanımlamaz. Dengeyi tanımlar. Yokluk için başka bir ifade icad etmemiz gerekiyor.") Özellikle bu kısıma yürekten katılıyorum.

Ya da yanlış kısımları sorgulamalarla temizlenip, daha mükemmeleştirilebilir.
Ve bunların hepsini, salt ve gerçek doğruya ulaşma aracı olan bilim ile yapmak zorundayız.

Bizi en az hata ile doğru sonuca ulaştıracak tek yol bu...
Matematik ve bilimsel temellerden uzaklaşmış diğer yaklaşımların hepsi, içinde bir miktar "nefs barındırır" çünkü...

Burada hiç birimiz varsayımlarımızı kanıtları ile ortaya koyabilecek bilgi yetkinliğinde değiliz. Ama birbirimizden öğreniyoruz. Hem doğruları hem de "yanlışlarımızı". Bu şekilde birbirimizden, kendi doğru cevaplarımızı geliştirirken destek alıyoruz...
"Ortak cevapları" geliştirdiğimizde ise mutlu oluyoruz. Çünkü "gerçek doğruya" doğru bir adım daha yaklaşmış oluyoruz.

Gerçek doğrunun ne olduğundan emin olanlar için bu yol (bilim) en güzel ispat yolu. Eninde sonunda, muhakkak bu noktaya ulaşacak nasıl olsa... Yapmaya çalıştığımız, aradaki saptırıcılardan kurtulmak sadece...

Gene, eğer hatalıysak, hatamızı da bu yol gösterebilir sadece... Başka hiç bir şey ikna edemez.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Savaş Nedir?



Savaşlar her ne kadar insanlık ve toplum uğruna yapılan bir fedakarlık ve mecburiyet gibi gösterilmiş olsa da, savaşların gerçek nedeni, insan ve toplum varlığı için gerekli kaynakların paylaşımından daha büyük pay alma kavgası olmuştur.

Savaş asla medenileşmemiştir. Savaş insanın gizli güdülerini açığa çıkartmasında bir araçtır. Daha doğrusu topluluklar arasındaki sorunların çözümünde; diplomasinin ve politikanın bir uzantısıdır. Güçlü tarafın kendi isteklerini dayatmasıdır.

Ancak savaş ve içeriği olan şiddet, doğal değildir. Doğa'daki şiddet, tamamen bireysel varlığın sürdürülmesine ve türün devamına yöneliktir.
Oysa insanoğlu'nun savaşları, uzlaşma ile sağlanamayan kaynakların, zorla elde edilmesi veya kontrol edilmesine yönelik olmuştur.

Menelaus, Helen'i bahane ederek Truva'ya saldırdığında esas amacı bu verimli bölgeyi ve zengin şehir ele geçirmek, hazinelerini yağmalamaktı.
Aşil cesareti ve becerisiyle savaşta ün kazanmak ve adını ölümsüzleştirmek için uğraşırken, Menelaus ve müttefikleri doğu'nun zenginliklerini kaba kuvvetle ele geçirme çabasındaydı.

 Asker ile savaşçı farklı  kavramlardır. Asker daha idealize edilmiş, daha insancıl bir hedef uğruna savaşan kişidir. Savaşçı'nın durumu ise onun ihtiyaçlarının yapısından kaynaklanır.

Ancak her durumda, çatışma olduğunda ve ilerlediğinde insanlar savaşın gereği olan ve insani değerlere uygun olmayan işler yaptıkça, karşı taraf hakkında önyargı geliştirirler.

Bu kişinin kendisini bir gruba ait ve bu grubun tehlikede olduğunu hissetmesine de bağlı olarak gelişir.

İlk adımları, düşmanı olduğundan çok daha abartılı ve güçlü tanımlamaktır. Böylece karşı taraf gücü ile her türlü zorbalığı yapma cüretkarlığında bir canavar olarak gösterilir.
Ardından düşman ile empati kurulmasını önleyecek şekilde, düşmanı aşağılama ve insan dışı bir yaratık olarak algılama süreci başlatılır.

Kişi artık karşısındakini bir insan olarak görmekten çıktığı zaman, onunla mücadele ederken her türlü vahşeti kabul edilebilir görür. Böylece grupların kendi içlerindeki bağları da daha da güçlenir.

Bunun sağlamanın yolu, emir-komuta zinciri içinde, tam itaate dayalı bir disiplin sistemi geliştirmektir. Böylece kişi, yaptığı işin orta ve uzun vadeli sonuçlarını düşünmeden, sadece kendisinden istenen işi yaparak grup içindeki huzurlu varlığını sürdürebilir.

Teknolojinin gelişmesi ile savaş araç ve gereçleri de değişmiştir. Artan üretim ile artan insan nüfusu savaş yöntemlerini de değiştirmiştir. Von Clausewitz bu değişime göre ordu ve lojistik yapılanmasını planlayan ilk kişilerdendir. Ancak Wellington'un Napolyon'a karşı izlediği strateji ve taktiklerin, bu dönemin ilk ayak sesleri olduğunu düşünmek daha tutarlı gibi.

Çünkü onun çağında özellikle Newton Fiziği ile başlayan bilimsel bakış açısı altında, savaşta cesaret, özveri, bağlılık, güç gibi başarı getiren kavramların yanına bilimsel planlama ve stratejiksel hareket de savaş literatürüne kazanılmıştır.

Savaşlarda teknolojik ve stratejik eşitsizlikler Melian Diyalogu'na benzer görüşmeleri ve konuları sürekli taşımıştır.
Güçlü olan taraflar duruma ve şartlara realist-gerçekçi yaklaşırken, zayıf durumda kalan taraflar idealizm ile konuyu ele alıp durumu dengelemeyi umut etmişlerdir.  

Ancak güçlü olan taraf, istediğini almış ve hatta tarihi de istediği şekilde tanımlamıştır.
Bu karşı karşıya gelen taraflarda onur, güven, adalet gibi genel kavramlarında farklı açılarda ve şekillerde tanımlanması ile sonuçlanmıştır.


Darwinizm'in çarpıtılması ile güçlü olan isteklerine uyulmasının doğal ve gerekli olduğunu savunmuştur. Aynı zihniyet 20nci yüzyıl da ve hala da görülmektedir. Bu nedenle taraflar her zaman güçlü gözükmek ve bunu ispatlamak için yoğun çaba halindedirler.

Diğer yandan toplumlar gerek morallerini yüksek tutmak, gerek ise haklı ve doğru olan taraf olduğunu kendisini ikna etmek için çeşitli söylemlerde geliştirmişlerdir. Perikles'in cenaze konuşması'nın Atinalılar üstündeki etkisi günümüzde hala devam etmektedir.
Tabii konuşma değişmiş, yerine sinema filmleri gelmiştir. Günümüzdeki özellikle savaş içerikli filmlerde hakim gücün aynı zamanda insani ve modern değerleri de temsil eden ve geliştiren taraf olarak sunulması yerini almıştır.
Toplum yöneticileri bu tür medya araçları ile kendi toplumlarını, haklı, doğru ve güçlü taraf olduğuna bu yüzden saldırıya maruz kaldığına ikna etmektedir.

                                        -------0-------

What is the War?

Although wars have been shown as a sacrifice and obligation for the sake of humanity and society, the real cause of wars has been a struggle to get a bigger share of the resources needed for human and community existence.

The war has never been civilized. It means and represents the hidden instincts of desires of man. In fact, it is extension of diplomacy and politics for unsolvable problems between societies which is imposed by strong side  demands.
The violence of war is not natural. Because the violence in nature is directed towards the continuation of the individual being and the continuation of the entire species.

However, the wars of mankind have been for force to controlling the resources that can not be achieved through reconciliation.

When Menelaus had attacked Trojan by making an excuse for Helen, he aimed to conquer this fertile region and rich city to plunder its treasures.

While Achilles was struggling to gain fame and immortalize for his name by his courage and skill, Menelaus and his allies were in an effort to brutally capture the wealth of the East.

 Soldiers and warriors are different concepts. A soldier is a person who fights for a more idealized, more humane goals. The situation of the warrior is due to his structure of his needs.

But in all cases, when conflicts continue, people develop prejudices about the other party as long as they do things that do not suit humanity values in warfare.
This prejudices also develop according to the feelings of fighters who feel  the danger for his own group-society.

The first step is defining the enemy much more exaggerated and stronger than you are.
Thus, the opposing party is shown as a monster who can  make all kinds of bullying  with its power.
Then the process of perceiving the enemy as an insulting and non-human creature is propagandized  to prevent empathy with the enemy as human.

When the person started to accept the enemy as a nonhuman,  any kind of savagery can be acceptable while fighting. This also this causes a stronger the bonds within the groups because of having the  same perception and attitudes  to the enemy. 

The army officers should develop a fully discipline system within the command-chain. So, the soldier can do his duty without thinking long-term consequences of his obligation..
So that, he can only sustain his peaceful existence within the group by doing his duty.

The war equipment have been changing by the development of technology. Increased production rate for the increasing human population has also altered the methods of warfare.

Von Clausewitz was one the first the national army planner according to logistics structure and the war aims.  However, it seems more consistent to think that the strategies and tactics of Wellington followed against Napoleon were the first footsteps of this period.

Because of their scientific viewpoint, especially caused Newtonian physics, the concepts of scientific planning and strategic movement have been acquired in the literature of war like  courage, self-sacrifice, loyalty, power.

Technological and strategic inequalities of sides during the wars have caused similar negotiations and issues within the Melian Dialogue.
While the stronger parties are realistically and approaching to the situation and under  the real circumstances but the weaker parties have hoped to deal with idealism to balance the circumstance.
However, the strong sides defined the circumstances according to their military and economical force and their  national desires (even by writing a history as their point of view) as they wanted.

Because of that the identification of the general concepts like honor, trust and justice were described as different concepts in the confronting sides.
Every side have described its self as the right and in justice part of the war.
By warping there Darwinism, the stronger societies argued adhering to the wishes of strong sides that is necessary as a part of nature laws.

The same mentality is still seen in the 20th century. For this reason, the societies try to be seen always as strong and prove it.

On the other hand, societies have developed in various discourses to persuade themselves to keep their morale high and to believe they are  just and right side.

The influence of Pericles' funeral speech on the Athenians have been still continuing today.
Of course the concept of conversation has changed by the movies instead of it.

Today, especially in the war films, the dominant power are also being presented as the side representing humanity with developed modern values.
Society managers (politicians, bureaucrats) are trying to convince their societies by media tools that they are right and strong side and attacked because of this.
 

12 Şubat 2017 Pazar

Bilimsel olarak bakıldığında Türkiye'nin başkanlık sistemine geçmesi mantıklı mı?

 
     Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017  https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/27566/


    Sosyo Ekonomik Sorular:
    1) Ülkemizin ekonomik durumu son 15 yıldır iyiye mi gitti?
    2) Toplumumuzun sosyal refah seviyesi son 15 yıldır daha iyiye mi gitti?
    3) Kendi geleceğinizi güvence altında hissediyor musunuz?
    4) Çocuklarınızın geleceği için daha iyi bir ülke olacağına inanıyor musunuz?
    5) Toplumsal barış ve bütünleşme, hoşgörü seviyesinde artış var mı ?
    6) Mevcut siyasi yönetimdeki politikacıların her şeyi,millet ve vatan sevgisiyle (menfaatine) yaptığını düşünüyor musunuz-hissediyor musunuz?
    7) Bu ülkenin son 15 yıldır ekiplerce çözülememiş ve karmaşıklaşmış sorunlarının, bir kişinin takdir ve karar yetkisiyle çözülebileceğini düşünüyor musunuz?
    Bu sorulara vereceğiniz cevaplara göre mantıklı olup olmadığına karar verebilirsiniz...Çünkü herkesin kendisine göre bir mantığı var. Soruları geliştirebilirsiniz de.
    
    Diğer yandan dünya toplumlarına bakınca, demokrasinin yetersiz kaldığı ülkelerde tek adam psikolojisinin ön plana çıktığını görüyoruz.
    Bunun bir kaç nedeni var.
    İlki geçmişteki tek adamların- liderlerin dönemine bakarsak, bunların döneminde dünyanın hala bakir, kaynakların bol ve sorunların kaynak paylaşımından çıkan kavgalardan oluştuğu bir dönem olduğunu görüyoruz. Toprağa dayalı üretim ve bunların siyasi sistemi monarşik yapıların yerlerini, ekonomisi endüstri tabanlı toplumların ve bunların parlementer sistemlerinin aldığını görüyoruz. Belki "kral" gitmiş ve yerine değiştirilebilen birileri gelmiş ama iktidar sahipleri dolaylı yoldan kralların gücüne sahip.
    Bu dönem sosyal refahın artışta olduğu, kazanılan mücadelelerle daha da arttığı dönemler.
    Yani geleceğe umutla bakıldığı dönemler. İnsanlar doğal olarak bu dönemleri güzel ve çekici olarak buluyorlar.
    Oysa günümüzde, bırakın artık paylaşılacak bol doğal kaynağı, doğal kaynak kalmamış durumda. Nüfus çok. Kaynak az. bitik. Tüketilmiş. Kavga edip kazansan bile paylaşacağın kaynak çok az.
    Geçmişin umut dolu günlerine ve yönetim sistemlerine çözüm için bakılması doğal bir güdü.
    İkincisi Amerika örneğinde olduğu gibi, toplumun eğitimli elit kısmı toplumları biçimlendirip, yönlendirirken, düşük eğitimli ve günlük sorunlarla sınırlı düşünen çoğunluğu oluşturuyor. Bunlar uzun vadeli sorunların çözümünü üstelenecek ve kendi dillerinden konuşacak birilerini tercih ediyorlar. Uzun vadeli sorunları düşünmek ve çözüm üretmek, bu zihinler için ağır ve zor bir iş.
    Arada bir, elit yönetim kadrosu (bürokrat) kontrolü elden kaçırabiliyor.
    Üçüncü bir nokta, dünyanın ekonomik yapısı ve üretim temeli değişiyor. Bu bir evrimdir. Maalesef sancılı olacaktır. Bilgi tabanlı ekonomiler gelişirken, sürüdürlebilirliğe dayalı ekonomik modele geçiyorlar. Gelişmekte olan ülkelere de ağır sanayi ve endüstrileri bırakıyorlar.
    Tabii zamanında dünyanın kaynaklarını bolca israf ettikleri ve dünyanın içine sı.tıkları için, şimdi yeni endüstrileşenlerin kendi yaptıkları gibi kalan kaynakları dikkatli ve idareli kullanmasını sağlayacak ekonomik çözümler arıyorlar. (Ne kadar ülkeler arası sorunları artırıp, bölgesel nüfus planlaması yapsalarda, dünya nüfusu hala çok yüksek. ) Çünkü kaynaklar çok az. Bitti mi, yerine ikame edilmeleri çok zor. Bu yüzden hızla sürdürülebilir ekonomik temellere geçerken, daha az kaynakla aynı verimi ve sosyal refahı sürdürme çabalarındalar.
    Bu kadar karmaşık ve uzun vadeli problemleri düşünmek, planlamak önlem almak sıradan vatandaş için ağır... Bugüne kadar da mevcut parlamenter demokratik sistemin de sorunları çözdüğünü -azalttığını düşünmüyor.
    Başkanlık sistemi doğal olarak bilinen, denemiş ve geçmişin umut dolu günlerine çağrışım yapan bir yapı...
    Mantıklı mı? Herkesin cevabı farklı.
    Eğer başkan adayı "ben olacaksam ve kazanacaksam" mantıklı ve gerekli.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017
  
    @Burtay Mutlu, konuyu genelde subjektif açıdan ele almışsınız. Benim peşimde olduğumsa objektif bir cevap arayışı. Soruda özellikle bilimsel olarak dememin nedeni bu.
    Gerçi referandumun amacı zaten subjektif bakışlardan oluşan çoğunluğun kararı sayesinde toplum için en mantıklısını bulmaktır denilebilir. Ancak bilimin bize sunduğu en değerli şey öngörülerde bulunabilmektir. Referanduma sunulan başkanlık modeli mi yoksa mevcut parlementer sistem mi daha mantıklıdır sorusunun cevabı mümkün olduğunca objektif nasıl bulunur? Hangi verilere bakmak gerekir? (Başka sistemleri gözardı edelim çünkü önümüzde 2 seçenek var)
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017

    Sorduğunuz sorulara gelince:
    1, 2 ) Son 15 yıla bakmak mantıklı değil çünkü sadece parlementer sistemle yönetildik. Hatta kendi tarihimize bakmak yeterli olmaz. Şuan referanduma sunulan başkanlık sistemine en yakın sistemleri bulmak gerekir.
    Diğer sorularınız ise bizi subjektif veriye götürür.
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017

    İçinde bulunduğum bir sisteme objektif bakmak biraz zor. Mum dibini aydınlatmaz. sorulara gelince, son 15 yıl baz alınmalı çünkü başkanlık sistemini gündeme getiren siyasal yapının ürünü olan bir talep. Neleri yaptılar? Neleri yapamadılar? Neleri yapmak istiyorlar?
    Hangi güç ve imkan bunları başarmalarına engel oldu da, daha geniş bir hareket alanı lazım oldu?
    Ve yapmak istedikleri, bu toplumun ihtiyacını cevaplıyor mu?
    Siyasilerin ne istediğini bilmeden ve bu gücü hangi mekanizmalarla kontrol edeceklerini anlamadan, bu önerinin mantıklı olup olmadığını söylemek zor.
    Bu durumda sadece herkes gibi şahsi yargımla fikir yürütebilirim. Yani bilgi eksikliği olduğu için, bilimsel teknik kullanamam.
    Bilimsel bakış istiyorsanız, soruna dıştan bakmak lazım. Gözlemci olmak lazım.
    Kendi hayatımdaki iyi ya da kötü olaylara göre varacağım hiç bir yargı, objektif olamaz.
    Bu nedenle sorularınıza ancak, bizi ve çocuklarımızı nasıl etkileyeceğini sorgulayarak cevap verebiliriz.
    Bu arada , "Üçüncü bir nokta..." başlıklı paragraf, sorunuzun cevabını içeriyor.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017

    İçinde bulunduğumuz sisteme mantıklı karar alabilecek kadar objektif bakabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin kararımızda etkili olan ekonomik parametre üzerindeki subjektif veriyi azaltıp objektif veriyi arttırmak şöyle sağlanabilir:
    1) 15 yıl önceki ekonomik gücümüzle bugünkü ekonomik gücümüzü karşılaştırmak yerine 15 yıllık enflasyon verilerini kullanırız.
    2) İlk aşamada kendi subjektifliğimizden kurtuluyoruz ancak o dönemdeki yönetimin subjektif verilerinden kurtulamıyoruz, enflasyon sepeti seçimi gibi.
    3) Biraz daha objektiflik için enflasyon verileri yerine ülkenin para biriminin değerini kullanabiliriz. 15 yıl önce 1000 liraya kaç gram altın alabiliyorduk, bugün aynı paraya kaç gram altın alabiliyoruz.
    Yukarıdaki adımlarla objektifliği arttırdık ancak asıl mantıklı karar almamızı sağlayacak olan bu 15 yıl parlamenter sistemle değil de başkanlıkla yönetilmiş olsaydı sonuç daha mı iyi olurdu yoksa daha mı kötü? Bunu nasıl anlayabiliriz...
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017

    Son sorunuza objektif yanıt üretmem mümkün değil. Çünkü daha iyi mi, daha kötü mü 'nün cevabı kişiye ve birikimlerine göre değişken...
    Enflasyon verileri gerçekçi değil. Çünkü ekonomi bilimi rakamları çok iyi abartıyor. Örneğin, 0.5-0.95 TL/kg üretim maliyeti olan domates, tüketicinin önüne gelene kadar 4-5 el değiştiriyor. Ve 2,5-3 ile 7 TL arasında fiyatlanıyor. Her el değiştirişinde, alan ve satan işlemlerinden cirosu büyüyor. Yani 0.5 TL lik üretim ekonomiye, 12-13 TL'lik kaydi para sokuyor. Katma değer filan dense de, bu aslında ürünün alım satımı ile oluşturduğu ekonomik hareketliliğin değeri. Ama üretimin karşılığı değil.
    Bu nedenle enflasyon rakamları üzerinde istenildiği kadar oynanabilir.
    Üstelik olay kapalı bir sistemde olmuyor. Ekonomiler, dış etkenlere de açıklar. O yüzden verdiğiniz örnekler sağlıklı bir değerlendirme aracı değil bence...
    İşin gerçeği nedir?
    Dünyanın üretim düzeni ve ekonomik yapısı değişiyor. Kıt kaynaklar daha da kıtlaşıyor. Gelişmiş ülkeler kendilerini kurtaracak düzenlemelere yöneliyorlar.
    Bilginin ve üreticilerinin ekonomiye hakim olduğu dönemler başladı. Bu dönemde artık muhteşem deha bilimadamları yok. Uzmanlaşmış ekipler ve bu ekiplerin ekip şefleri var.
    Nihai hedef ise genelde ortakların, hissedarların ya da toplumsal ihtiyaçların belirlediği bir dönemdeyiz.
    Bilim dünyasında bilgi üretim tekniği ve yöntemleri ne ise, ülke yönetiminde de benzeri olması gerekiyor bence.
    Çünkü sorunlar çok fazla, karışık ve karşılıklı ilişki içinde...
    Çözüm üretmek çoğu zaman mümkün olmayacak, mevcut durumda en dengeli yapı-sistem geliştirecek yönetim ekipleri lazım.
    Ve bu yönetim ekiplerinin çalışma prensiplerini belirleyecek sıkı, net, açık ve şeffaf bir sistem.
    Başkanlık sistemi bunları verir mi, bilmiyorum.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017
  
 
   İyi, kötü sözcüklerini şu anlamda kullandım: Aynı paraya 15 yılda aldığımız altın miktarının parlamenter sistemde 15gr azaldığını düşünelim. Başkanlık sistemi olduğunda 15gr'dan daha az azalma olursa, örneğin 10gr, daha iyi demek; 15gr'dan daha çok olursa, örneğin 20gr, daha kötü demek. Yani kişiye göre değişmiyor.
    Sistemin dışa açık olması çok da önemli değil. Hatta dıştan gelen etkileri sistemin ne kadar başarı ile yönettiğinin göstergesi de bu parametrenin içinde gizli.
    Benzer aşamalardan geçmiş bir ülke bulabilirsek koordinat sistemi değiştirir gibi parametreleri dönüştürebiliriz. Böylece sonuca ulaşabiliriz diye düşünüyorum...
    Ahmet Yılmaz 12 Şubat 2017
 
    Altın bazında ise son 20 yılda alım gücü kaybı var. Ama altın bir ölçü değil bence. Çünkü 20 yıl evvel 1 gr altın ile alabildiklerimizi şu an 2 gram altın ile de alabiliyoruz. Kimi ürünlerde 0.5 gram altın ile de alabiliyoruz.
    Bizim ekonomik ve sosyal refah düzeyimizi belirleyecek olan şey, üretim gücümüz ile kendi kendimize yeterlilik düzeyimizdir.
    Bugün 3ncü dünya savaşı çıksa ve tüm sınırlar kapatılsa, Türkiye savaşa katılmayan bir tarafsız ülke olsa... Elimizdeki ürünler ve malzeme ile kendimizi ne kadar süre idare edebiliriz?
    Asıl ekonomik güç göstergesi budur?
    Eğer bu tür bir kapalılığı 2-3 yıl yaşarsak, elimizdeki buğday ekmek için yetecek mi? Üretimimiz ve teknolojimiz bunu karşılayabilecek mi? Enerji ihtiyacımızı azaltıp, kendimize enerji üretebilecek miyiz?
    Her ne kadar şu an ki global ekonomi de bu hayal gibi gözükse de, bir ülkenin gerçek gücünü üretim yapısı ve teknolojisi belirliyor. Yoksa rakamlar değil.
    Bence böyle bir durumda, bırak 4 yılı, 6 ay sonunda, karne ile bile ekmek bulamayız.
    Üretmiyoruz. Üretmek ciddi fedakarlık ve özveri istiyor. Bolca tüketiyoruz. Borçlanıyoruz. Sadece kendimizden değil, gelecek kuşaklarımızıda borçlandırıyoruz.
    Bu ekonomik sistem tökezlediği (tüketime dayalı büyüme) için, sistemi değiştirmek gerekiyor gibi...
    Başkanlık bunu mu sağlar, yoksa durumlarını korumak-geliştirmek isteyenlere fırsat mı sağlar bilmiyorum. Tamamen nerede durduğunuza ve baktığınıza göre göreceli.
    Eğer herhangi bir yönetim sistemi, bağımsız ve tarafsız bir hukuk sistemi altında olursa, hiç bir sistem zararlı olmaz. Hepsi başarılı olur bence.
    Burtay Mutlu (shibumi_tr) 12 Şubat 2017

1 Şubat 2017 Çarşamba

Mükemmel Denge, Kaos ve Evren

Aslında fizik konusuna giriyor olsa da, bu bakış açısının tüm sistemler için hatta organik ve sosyal sistemler içinde geçerli olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenle bu sayfada konuları ve cevapları paylaşıyorum.

"Olasılık" nedir? Determinizmi yani belirlenebilirliği, ne derece etkiliyor? Etkiliyor mu?
https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/33215/



Tüm olgular, sistem olarak, hep bir noktada dengede olduğu zaman gerçekleşiyor.
Bu noktaya "mükemmel denge" noktası olarak ele alıyorum. Çünkü parçacık-nesne bu noktanın dışında başka bir noktada durduğu zaman, denge bozuluyor ve kaos başlıyor.

Bu denge noktasını hazırlayan ve belirleyen şartları doğru tanımlayabilirsek, bir sistemi olasılıklara dayanmadan belirleyebileceğimizi düşünüyorum.

Mesela; yarık deneyinde foton iki yarıktan geçmiyor, her durumda yarıklardan birinden geçiyor. Ama iki yarıktan birden geçen şey; parçacığa ait kuantum olasılık dalgası...
Parçacık birinden geçince diğeri geçersizleşiyor, çöküyor. (Yukarıdaki fizikist linkinde ayrıntısı var.)

Olguların kritik nokta-mükemmel denge olduğu bu nokta için değerlendirme yaptım. Önceki görüşlerimi tekrar ele aldım ve kaynaklarıma baktım.

İki sonuca ulaştım. 
İlki, bu nokta süreklilik arz eden bir nokta değil. Bir Planck zamanındaki anlık durumu, fotoğrafı temsil ediyor.
Yani zamanın akışı sırasındaki (yani bir EGD devri anındaki) bir birimi temsil ediyor.
Bu önemli, çünkü zaman ile sistemin denge noktası (ileri-geri, dalgalı şekilde) hep değişiyor.

Yani bize verdiği olasılık değerleri, parçacığın nerede olacağının şans bilgisini değil, hangi durumda hangi pozisyonda olacağının ihtimal bilgisini veriyor.

Sistemin tüm girdilerini bilmediğimiz sürece de, bu olasılık aralıkları ile en iyi ihtimalleri belirliyoruz.
Bu yüzden bir parçacığı gözlemlemediğimiz sürece yerini bilemiyoruz. Çünkü gözlemlediğimiz anda, anlık bilgisine, sistemin fotoğrafına bakıyoruz.


(Olasılık, Şans, İhtimal kelimelerini, birbirine yakın ama farklı kavramlar için kullanıyorum.
Şans, en düşük gerçekleşme yüzdesine sahip, belirsizlik tanımlıyor. Olasılık; çoktan seçmeli, bir olmaz ise diğeri muhakkak... İhtimal, olasılığın belirsizliğinin iyice azalmış hali...)

Burtay Mutlu (shibumi_tr) 28 Ağustos 2017



Paralel evrenlerden başka paralel evrenlerin ortaya çıkması olası mı?

https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/27230/
Eski tartışmalarda da ifade ettiğim gibi, tüm sistemler ne kadar karmaşık ya da basit olursa olsun, her zaman kaos'un kıyısında mükemmel denge de dururlar.
Sistemlerin hareketliliği ve zaman zaman kaos'a düşmeleri, değişen değişkenlere göre yeni bir denge noktasına ulaşmanın ifadesidir.
Yani sistemi oluşturan elemnalar değiştikçe, sistem de yeni bir denge noktasına ulaşır. Buna kaos teorisi de diyebiliriz.

Bir bakıma kuantum dalgalanması ile benzerdir. Çünkü dalgalanmanın gerçekleşeceği bir çok olasılık olduğu halde, dalgalanma sadece tek bir fonksiyonda gerçekleşir. Böylece diğerleri çöker.
Biz dalgalanmanın nerede gerçekleşeceğini değil ama nerede en yüksek gerçekleşme olasılığı olduğunu hesaplayabiliyoruz. Çünkü çok fazla bilinmez ve değişkenle ancak bu kadar yapılabiliniyor.
Bu dalgalanmayı incelerseniz, bunun da mükemmel denge de olduğu görürsünüz.
http://burtaym.blogspot.com.tr/2014/07/kritik-durum-mukemmel-denge-ve-kaos.html

Bu durumda mükemmel dengenin, özel ve ince bir hesaplama sonucu olduğunu değil, evrenin düzeninin ve işleyişinin doğal yapısını temsil ettiğini düşünüyorum.
Yani ister akvaryum içi, ister dünya ekolojisi, ister samanyolu galaksisi olsun, herhangi bir sistemi kendi haline bırakırsanız, her zaman mükemmel dengeye ulşamaya çalışacak ve dıştan-içten ekstra bir etki gelmez ise bu noktada sürekli dengede kalacaktır.
Bu sistemin değişken elelmanlarına baktığınız zaman, onlarında tam da olması gereken mükemmel konumda ve miktarda olduklarını göreceksiniz...
Yani mükemmel denge, evrenin ve yaratımın temelinde var olan temel bir kural.


Sürekli dengede olan ve bulunduğu sistem (referans sistemleri ) içinde kendi varlığını sürdürebilmek için sürekli adapte olabilme yeteneğine sahip bir evren ve türevleri hakkında https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/27250/

Evrenin varoluş öncesinde homojen ve çok düzenli olduğunu biliyoruz. En azından fizikçiler böyle olması gerektiğini söylüyorlar. Sonra bu düzenli yapının nasıl bu kadar büyük ve muazzam bir düzensizliğe (?) nasıl dönüştüğü sorgulanıyor.

Bildiğimiz tüm haller aslında enerjinin farklı durumlardaki yoğunlaşmalarını ve tepkilerini ifade ediyor.

Bizler enerjiyi "iş yapmak" için kullandığımızdan ve ölçümlediğimizden, ona genel tam bir tanım uyduramamış durumdayız.

Evet, enerji var ve her yerde farklı şekillerde gözüküyor. Ama kendisi nedir? Nasıl bir şeydir? Bilmiyoruz.

Sadece enerji'de tek bir temel bilinç var gibi gözüküyor. Tekrar eski dengeli ve homojen yapısına dönem eğilimi. Fakat genişleyen evrende enerji de dağıldığı için, farklı bölgelerde farklı yoğunluklarda toplanıyor.

Bu durumda enerji ve türevlerinin yapabilecekleri iki şey var.
İlki homojenleşmek için, çok yoğun ortamdan az yoğun ortama "akmak" yoğunluklar eşitlenene kadar bu akışlar sürüyor.
Bizlerde bu eğilimden faydalanıyor ve "iş üretiyoruz".
İkincisi, eğer homojenleşmeyi sağlayacak bir akış ortamı yok ise, denge kurmak. Parçalı küçük birimler halinde dengeli sistemler kurarak, ilk baştaki düzenli durumundaki pozisyonuna ulaşmak.
Tabii sistemlerde denge kurmak, değişken sayısına göre, kolay değil. Denge noktasını tutturmak için sürekli enerji (alış-verişi) akışı yapması gerekiyor.

Bizim sistemlerdeki "mükemmel denge" dediğimiz nokta bu akışın duracağı nokta.
Kaos dediğimiz şey, aslında bir çok değişkenin aynı andaki durumunu ve birbirlerini etkilemesini, etkileşimini ifade ediyor. Değişken sayısı çok fazla olunca, tek tek parçacıkların ve durumlarının hesaplanması yerine, bunlardan oluşan genel olasılık fonksiyonlarının hesaplanması çok daha kolay oluyor. (Hesaplaması gereken değişken sayısı azalmış oluyor.)

Buradan çıkartabileceğimiz sonuç, 3ncü olasılığınıza daha yakın olduğum. Bunların bir DNA'sı var mı? Olabilir. Maddeyi biz çok küçümsüyoruz. Edilgen olduğu için. Ama vücudumuzun ve zihnimizin önemli bir kısmı bu maddesel yapımızdan mürekkep. Ayna da gördüğümüze göre karar verip, yaşıyoruz. :-)

Eğer enerjinin temel eğiliminin; "tekrar homojen ve düzenli yapıya dönmek" olduğunu varsayarsak, ondan oluşan, türevi olan tüm parçacıkların ve olgularında aynı eğilime sahip olacağını düşünmek fazla yanlış olmaz gibi...
Sadece bulundukları konuma ve içeriğie göre farklı yapılar oluşturuyorlar.
Bence...

Her olay her sistem her kaos mutlaka bir dengeye gelmek zorunda mı?
Bir kaos dengeye ulaşamadan başka kaoslara neden olabilir mi? Yani döngüsel değil de ilerlemeci kendisini tekrar etmeyen başka sistemleri ve başka kaosları doğurabilir mi?
Eğer olabilirse nasıl?
Bunu fiziksel olarak nasıl algılamalıyız nasıl bir yorum yapılabilir?
Ayrıca asıl soru şu: bir sistemin dengeye geldiğini nasıl anlarız? Her denge olumlu mudur?
Yani istenen denge ve istenmeyen denge şeklinde olaya daha bir ince bakış atmamız doğru bir ayrım olur mu?
Kaos kelimesinin bize çağrıştırdığı ilk şey, "belirsizlik" , "bilinmezlik" oluyor. Ayrıca Kaos  kelimesi bize "hesaplanamaz", "tahmin edilmez" kavramlarını da çağrıştırıyor. Eğer bu tanımlardan, "bilinmezlik" kısmını görmezden gelirsek...

Biz zamanlar akvaryumculuğa meraklıydım. Kocaman 100 litre bir akvaryumum vardı. Fakat sürekli bakım yapmak ve temizlemek de sıkıcı olmaya başlamıştı.
Bunun üzerine basit bir sistem tasarladım. Sapanca gölünden yosun, salyangoz ve midye topladım.
Akvaryumu günde 2,5-3 saat güneş görecek şekilde balkona yerleştirdim. Yosunları dikip,  salyangoz ve midyeleri bıraktım. 1 gün sürekli havalandırma ve su süzme ardından, balıkları bıraktım.
Akvaryum pırıl pırıl ve mükemmeldi. Motoru kapattım. Üstüne su seviyesi düştükçe, su seviyesini koruyacak şekilde 19 litrelik bir şişe bıraktım.
Akvaryum zamanla yosun yapmaya başladı. Salyangoz sayısı arttı. Yosunlar azaldı. Midye sayısı değişti. Bir gün öyle bir hale geldi ki, akvaryum içi tam bir kaos olmuştu. İçi gözükmeyecek şekilde su bulanmış, camlar yosun yapmış, balıkların bir kısmı ölmüş ve çürümeye başlamıştı.
Ellemedim. Sadece buharlaşan suyu ekledim.

Sonra akvaryum suyu duruldu. Zeminde ciddi bir atık birikimi olmuştu. Balık, yosun, midye ve salyangoz artıkları ve ölüleri zemindeydi.
Ama akvaryumda hala hayat vardı. Sadece balık, yosun, midye ve salyangoz sayısı benim bıraktığımdan farklı oranlardaydı. (Midyeler suyu süzüyor, balıklar akıntı sağlıyor, salyangozlar yosun ve ölü balıkları yiyordu.)
Sadece su eklemeyi sürdürdüğüm sürece bu yapı bozulmadı. Bir gün dipteki çöpleri temizledim.
Bir süre sonra akvaryum tekrar bozuldu....

Her "kapalı sistem" eninde sonunda bir denge noktasında muhakkak durur.

Tüm sistemler kapalı sistem içi dengeye kavuşmak için sürekli ayarlama yaparlar.
 İçten veya dıştan gelen etkinin sürekliliğine ve miktarına göre ayarlama devam eder. Tüm girdiler sabitleştikten sonra ancak sistem dengeye ulaşabilir.

Her sistem kaos aşamasında iken; iç veya dış bir etki altında kalırsa-değişiklik yaşarsa , yeni bir denge noktası arayışına başlar.
(Örneğin güneş sistemimize ay kütlesinde bir gök cismi girip, herhangi bir gezegenin veya güneşin etrafında yörüngeye girse, güneş sistemindeki tüm gezegenlerin konumu ve yörüngesi zamanla değişir. Yeni bir yörünge oluştururlar.)

Sistemin dengeye gelmesini nasıl anlarız?  Aslında anlayamayız. Çünkü hiç bir sistem  (etkiye) kapalı değil. İç veya dış sürekli sistemlere girdi girişi veya çıkışı oluyor. Ancak bu denge noktalarına geçici gözüyle bakıp, mümkün olduğunca uzun sürmesini umabiliriz. Ya da bu konuda sürekli sisteme girdi sağlayarak sistemin dengesini korumaya çalışabiliriz.
Ama eninde sonunda bu sistem muhakkak yeni bir kaos aşamasına girecek ve yeni bir denge noktası oluşturacaktır. Şartlar değişene kadar da bu denge noktasını koruyacaktır.

Her denge, ne yazık ki "eski bileşenler" için olumlu değildir. Çoğu zaman büyük kayıplar ve değişiklikler olur.
Örneğin, dünyamızın ekolojik dengesi bozuldu. Ve dengesizlikler artmaya başladı. Ve artık kaçınılması gereken noktayı da aştık. Bunun sebebi bir iç etken, aşırı insan nüfusu ve onun çok daha aşırı tüketimi sonucu oldu.
Ekonomik sistemlerde de durum benzer. Siyasi yapılarda da...
Geçmişte toprak sahibi, son 300 yıldır sermaye sahipleri dünya ekonomisine hakimken, siyasi yönetim tarzları da bunların üretim yapılarına göre oldu.
İçine girdiğimiz dönemle başlayan çağda ise, ekonomik ve siyasi yapıyı, yeni üretim aracı belirleyecek.Bilgi ve bilgi sahipleri.
Ne yazık ki bu dönem, benim gibi eskiler için bir yıkım... (Gerçi ülkemizde ileriye değil, geçmişe dönük bir siyasal özlem var gibi ama dünyanın üretim yapısı ve ekonomisi buna izin vermez. Yine de bu süreç çok sancılı olacak gibi gözüküyor.)

Sonuçta ne kadar uğraşırsak uğraşalım, yeni denge noktası hiç bir zaman tam bizim istediğimiz yerde ve kalıcı olmaz. Sadece ona, mümkün olan en yakın olasılıkları güçlendirebiliriz.
Ve tüm sistemler açık olduğu için (Evrendeki tek kapalı sistem, evrenin kendisi ama o da sürekli genişlediği için o bile sabit kalamıyor) yeni bir denge noktasına ulaşan her sistem, başka bir sisteme girdi ya da çıktı olarak etki ettiği için, onunda yeni denge noktasına arayışına sebep olur.