İnternet üzerinden her türlü bilgiye ulaşmamız mümkün. Bilgi'nin hızlı üremesi ve değişimi karşısında ancak internet bize son ve güncel bilgileri sağlıyor.
Bunun yanında ilgili konuda az veya çok bilgisi olanların da, olmayanlarında yorum ve eklemeleri ile zenginleşiyor.
Özgür bir ortam olması nedeniyle, doğru ve güncel bilginin yanında, arasında, serpiştirilmiş veya toplu olarak yanlış, hatalı, yanlı bilgilere de denk geliyoruz.
Bu bilgilerin doğruluğunu veya yanlışlığını test etmek ise, genellikle o konuda bilgisi olmayanlar için genelde çok zor. Üstelik güncel bilgilerin çoğu zaten yeni olduğundan, doğruluğunu test etme imkanı da yok.
Eskiden bilimsel yayınlar, ilgili konularda yetkin kişilerden oluşan bir kurul tarafından kontrol edilir, güncellenir ve yayınına onay verilirdi. Bu onların güvenirliğini artırırdı.
Özellikle ansiklopediler, güncelliklerini yıllar boyu korurdu.
Ancak günümüzde, uzmanlaşan ve alt dallara ayrılan konular yüzünden her yıl, neredeyse önceki yılların toplamı kadar bilgi ekleniyor literatüre...
Böyle bir aktif bir bilgi üretimini ve güncellemesini kontrol etmek, imkansız gibi...
Ehh..Arada yarım yamalak, yanlış bilgilerde dağılıyor.
Bunları nasıl ayırt edeceğiz?
İlk önce, kullandıkları kaynaklara bakmak lazım. Eğer kaynaklar arasında akademik olanlar var ise ya da güncel popüler bilimsel dergilerde kullanılmış ise (çünkü bu dergiler, matbaa basımından önce gene ne olursa olsun bir elemeden geçiriyor yeni bilgileri) güvenirliği konusunda rahat olabilirsiniz.
Doğru mu, yanlış mı? Bu daha zor bir soru. Çünkü doğru, genellikle güncel bilgi birikimimiz ve bakış açımızla alakalıdır. Bu şahsi de olabilir, toplumsal olarak da... Mevcut bilimsel akımda şu an doğru kabul edilen ve kanıtlanan bir bilginin, 10 yıl sonraki bilgi birikimi ve bakış ile aynı değerde olacağı şüpheli. Üzerine yeni eklemelerle tamamen farklı bir cevap üretebilir.
İkinci olarak, kendi bilgi birikiminize dayalı olarak mantığınızı kullanabilirsiniz. Tamam tüm bilgiye hakim olmayabilirsiniz ama en azından temel mantığını biliyorsunuzdur. Bu yeni bilgi, bu mantığa uyuyor mu? Onu destekliyor mu? Buna göre, doğru ya da yanlış olduğu konusunda bir fikriniz olabilir.
Üçüncü olarak ise, ilgili konuda belli bir bilgi birikimine sahip kişilerin fikirlerini alırsınız. Mesela fizikist gibi platformlarda...
Son olarak da, eğer hiç bir değerlendirme imkanınız yok ise, bu sefer bu bilgiyi elinizdekilerle çürütmeye çalışırsınız. Bilgiyi çürütmek için saldırırken de onu anlayabilir, doğruluğu veya yanlışlığı konusunda fikir edinebilirsiniz.
Bu durumda internetteki bilgileri, özellikle yenileri, şüpheyle ele alıp, kesin karar vermeden önce süzgeçten geçirmek en mantıklısı.
Ancak bilginin çoğalma ve çoğaltılma hızını göz önüne alırsak, şu an mevcut bilgi ihtiyacını en hızlı ve bol kaynakla besleyebilecek tek kaynakta internet.
Zaten her bilgi üretiminde, anti tezi de kısa sürede üretildiğinden, doğruluğunu /yanlışlığını değerlendirirken elimizde bolca kaynak olacaktır.
Konuyu anlamak ise tamamen farklı bir şey...Bir konuda fikir ürettiğinizde, eğer o konuyu anladıysanız- doğru olarak- o konunun ana fikri-özü ile uyumlu-tamamlayıcı fikir üretebilirsiniz.
Anlamadığınız bir konuda ürettiğiniz fikirler, yama gibi durur. Bir iki eleştiri ile düşerler.
Her insanın bilgiyi anlama ve kavraması farklı olduğu için, bir konuyu yeterince anlayan bir insanın üreteceği yaklaşım her zaman farklı-yeni ama eski konuyla bütünleşik olur. Bazen bir nüans, tüm bakış açısını değiştirebilir.
https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/35096/
21 Şubat 2018 Çarşamba
İnternet üzerindeki bilginin güvenirliği?
Etiketler:
akıl,
anlama,
ansiklopedi,
bilgi,
Bilim,
eğitim,
Gelişim,
güvenirlik,
irade,
kavrayış,
matematik,
pozitif,
yargılama,
yorum,
yürütme,
Zeka
7 Şubat 2018 Çarşamba
Nükleer ve hidroelektrik santrallerle ilgili görüş...
Her
ülkenin - toplumun görüşü kendi teknolojik ve ekonomik durumu ile alakalı.
Mesela
Almanya, çok uzun yıllar boyunca nükleer santralleri kullandı. Çernobil’den
sonra, bu santrallere yatırım yapmak yerine alternatiflere yöneldi. Çünkü bu
konuda toplum baskısı vardı.
Nüfus
artış hızı yavaşlarken, üretimdeki teknoloji ile verimlilik artışı sonucu
enerji tüketim ihtiyacındaki artış yavaşladı. Üretim yapısını değiştirdi,
yüksek enerji tüketen ağır sanayiyi üretimini gelişmekte olan ülkelere ihraç
ederken, know-how ve tasarım gelişimi ile bu ürünlerin en yüksek ve karlı
girdisi olan "bilgi" üretimini artırdı.
Ayrıca o
dönemde yüksek maliyetli olmasına rağmen, yerel enerji üretimini teşvik eden
sübvansiyonlar geliştirdi, Böylece ani bir geçişte milyarlarca Euro’ya mal olacak
alt yapı düzenleme ve gelişimini yıllara yaydı ve üretimi de destekledi. (Ev de
üretilen düşük amperli ve voltajlı elektriği şehir sistemine öylece
bağlayamazsınız.)
Doğalgazlı
termik santrallere ağırlık verirken, Rusya- Ukrayna krizinden sonra enerji
güvenliği için yenilenebilir kaynaklara yöneldi. Çünkü alt yapısı, mevzuatı,
toplumsal bakışı da olgunlaşmıştı. Ayrıca bilgi-teknoloji ve sermaye birikimi
de bu işi başarmasına yetecek kadar da (hatta çok daha fazlasıyla çünkü
ülkemizin neredeyse 1/3'ü oranında güneş alıyorlar ama sistemlerinin
verimliliği daha yüksek) birikmişti...
Tabii
rüzgar ve güneşin sürekliliği yok ve garanti altında değil. Bu yüzden sürekli
enerji kaynağı olarak termik santraller tamamen vaz geçilmiş değil. Sadece daha
çevreci ve yeşil yöntemlerle zararı azaltırken, (kömür yerine doğal gaz, daha iyi baca
dumanı arıtması, daha az katı atık. hatta bu atıklara yeni kullanım alanları), doğal gaz bağımlılığını da
azaltacak şekilde su arıtma çamurlarından. lağım sistemlerinden ve çöplerden
biyogaz (metan)
üretimi ile destekleyecek projelerde uyguluyorlar. Hem sera gazı
salınımını (metan, karbondioksitten 26 kat daha güçlü bir sera gazı) azaltırken, hem de çevre koruma
maliyetlerini, enerji elde ederek düşürüyorlar.
Üstelik
Almanya'nın daha kuzeyde olması nedeniyle hidro elektrik kapasitesi de çok
yüksek. Ama sanırım baraj yapılacak yer kalmamış artık.
Buna
karşılık Avrupa'nın en büyük Nükleer enerji tüketicisi Fransa, süresi dolan
nükleer santrallerin ömrünü uzatıyor, yeni daha güvenli santraller
tasarlıyor... Gelgit-dalga enerjisi ve güneş-rüzgar o kadar ağırlıklı değil.
Ülkemize
gelince, öncelikle küresel ısınma nedeniyle mevcut su kaynaklarımız,
nehirlerimiz, potansiyelimiz gittikçe azalıyor.
Hala
yavaşlamışta olsa, nüfus artışı hızlı ve ortalama ömürde uzuyor. Bu daha çok
konut, iş ihtiyacı demektir. Büyüyen bir ekonomide her bin dolarlık işlem, 180
kg civarı ham petrol karşılığı ısınmaya neden oluyor diye hatırlıyorum.
Enerji
ihtiyacı da aynı oranda artıyor.
Yani
nüfus artıkça, konut ihtiyacı artıyor. iş ihtiyacı ve imkanı artıyor, ekonomi
büyüyor, çevre kirliliği artıyor ve enerji tüketimi de geometrik olarak
artıyor.
Yani
nüfus 15-20 milyon artınca, buna bağlı olarak ekonomi büyüdükçe (her %25'de), enerji ihtiyacımız 3-4 kat artıyor.
Gençlerin
daha erkenden evden ayrılması, bekar evlerinin sayısının artması da hep çevre
ve enerji tüketimine yüzdeler halinde artış getiriyor.
Böyle
giderse, 2025 de şu an’kinin yaklaşık 2 katı enerjiye ihtiyacımız olacak.
Oysa
hidro kaynaklarda sınıra yakınız. Yeni kurulan barajlardan da istenilen
enerjiyi alamayacağız.
Güneş
enerjisinde sadece çatıda su ısıtma da Avrupa Lideriyiz ama elektrik
üretimindeki mevzuat, aslen engelleyici. 2 kw'lik çatı sistemi kuruluşu
ile (bir evin günlük temel tüketimi yaklaşık-aylık 125 kw) 2 mw'lık tesis için (neredeyse
bir kaç semt)
gerekli evraklar ve prosedür, tesis, proje, ruhsat, altyapı, onay, Çed rapor ve
onayları filan neredeyse aynı... Bu bürokratik engeller yüzünden kurulamıyor
bile...Çünkü..... (Oysa bu konu ticari değil, olmamalı, milli -enerji-
güvenlik meselesi..).
Sadece
büyük enerji şirketleri rüzgar ve güneşe yönelebiliyor ama kömürle çalışan
termik santraller karşısında fiyat/maliyet olarak rekabet etmeleri zor.
Bu
nedenle termik santraller mantar gibi çoğalıyor. Kısa vadeli faydalar uğrunu,
uzun vadeli kayıpları, gelecek kuşaklara bırakıyoruz...
Nükleer
Santraller, ilk kuruluş maliyeti çok yüksek olsa da, risk analizi olarak en az
hidroelektrik santralleri kadar güvenliler. en az 25-30 yıl sürekli ve
düzenlenebilir enerji demek. (Elektriğin en önemli sorunu, depolanamaması,
üretildiği zaman kullanılması lazım. O yüzden enerji üretim planlaması; gündüz
yenilenebilir enerji, gece düzenlenebilir termik-nükleer, kısmen
hidroelektrik-enerji planlaması gerekiyor.)
Nükleer
santralin karbon salınımı da inşaat süreci sonrası yok. (İnşaat
sektörü küresel ısınmanın neredeye %15'inden sorumlu en az...)
Dünya,
gelişmiş ülkelerin hepsi nükleeri bırakmış değil. ABD başta olmak üzere, Çin
Rusya, Fransa başta olmak üzere en az şu anki aktif kadar daha santral
yapılacak.
Kararı siz verin. Gerçekten karar veremiyorsanız…
https://www.coursera.org/learn/future-of-energy/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-energy/home/welcome
(Bazı rakamları buralardan hatırladığım kadarı ile kullandım. Dünya istatistikleri ve enerji politikaları, teknikleri –petrol-doğalgaz-biyogaz çeşitli kaynaklardan, kaya gazı, yenilenebilir enerji kaynakları, biyo dizel, biyogaz, ülkelerin enerji politikaları karşılaştırmalı olarak var.)
Kararı siz verin. Gerçekten karar veremiyorsanız…
https://www.coursera.org/learn/future-of-energy/home/welcome
https://www.coursera.org/learn/global-energy/home/welcome
(Bazı rakamları buralardan hatırladığım kadarı ile kullandım. Dünya istatistikleri ve enerji politikaları, teknikleri –petrol-doğalgaz-biyogaz çeşitli kaynaklardan, kaya gazı, yenilenebilir enerji kaynakları, biyo dizel, biyogaz, ülkelerin enerji politikaları karşılaştırmalı olarak var.)
Orijinal Soru: https://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/35723/ 07.02.2018
17 Ocak 2018 Çarşamba
"Matematik" niye evrenler üstü?
Hangi
evren veya boyut olursa olsun değişmeyecek bazı şeyler var. Elimizde iki tane
sayı var. 1 ve 0 ..."O"
Hintlilerin
"yokluk" ifade etmek için geliştirdikleri düşünsel bir kavram (daha sonra
Hindistan’daki Moğol-Türk imparatorluğu sırasında kültürümüze de girmiş ve
Türkistan yoluyla Anadolu’ya gelen dervişlerce) tasavvuf düşüncemizde de yer
bulmuştur.
Matematiksel
kullanımı çok daha sonra olmuştur. Arapların bilim dünyasına kazandırdığı
matematiksel bir geçerlilik olmuştur. Hesapları ve işlemleri özellikle
10'lu sayı sisteminde çok kolaylaştırmıştır. Mesela matematikte o kadar
ileri olan Mısır, Roma, Yunan, Maya, Aztek kültürlerinde var mıydı? Bilmiyorum.
Denk gelmedim.
0 (Sıfır)'ın bir başka anlamı daha vardır. DENGE. Olumsuzlukla- olumlu, iyi-kötü, doğru-yanlış arasında denge noktasıdır. Matematiksel anlamda ise negatif sonsuz sayılar ile pozitif sonsuz sayılar arasında hangi sayı türü olursa olsun DENGE noktasıdır.
Üstelik sonsuz sayıda Sıfır vardır ama hepsi, tektir. Diğer sayımız ise "1" (bir) ...
Bu da olumlu anlamda varlığı ifade eder. Diğer tüm sayılar bunun üstüne eklenmiştir. Sonsuza kadar gider. İlginç olan bir başka nokta ise iki sayı arasında istediğiniz kadar, sonsuz sayıda sayı dâhil edebilmenizdir. Sonsuzların sonsuzluğu...
0 (Sıfır)'ın bir başka anlamı daha vardır. DENGE. Olumsuzlukla- olumlu, iyi-kötü, doğru-yanlış arasında denge noktasıdır. Matematiksel anlamda ise negatif sonsuz sayılar ile pozitif sonsuz sayılar arasında hangi sayı türü olursa olsun DENGE noktasıdır.
Üstelik sonsuz sayıda Sıfır vardır ama hepsi, tektir. Diğer sayımız ise "1" (bir) ...
Bu da olumlu anlamda varlığı ifade eder. Diğer tüm sayılar bunun üstüne eklenmiştir. Sonsuza kadar gider. İlginç olan bir başka nokta ise iki sayı arasında istediğiniz kadar, sonsuz sayıda sayı dâhil edebilmenizdir. Sonsuzların sonsuzluğu...
Tabii bu cevap değil, ön
hazırlığı.
Şimdi
elimize bir nokta (.) alalım. Bu boyutsuzdur. Hangi evrende olursa olsun, hangi
boyutta olursa olsun nokta (.) 1’i temsil eder. Bilinçli hangi canlıya
gösterirseniz gösterin, gösterdiğiniz nokta onun için ismi ne olursa olsun. Bir
tanedir. Başka bir evrende veya üst boyutta bizim noktayı (.) üç, dört
adetmiş gibi görme durumu olmaz.
Eğer 2 (İki) noktayı koyarsanız yan yana, her durumda iki noktanız olur. Boyutuna veya evrenine rağmen, her yerde kendi kavramları, isimleri ne olursa olsun bu iki (2) tane nokta olur.
Aralarına
bir doğru çizerseniz, bu tek boyutlu olur ve her evrende ve boyutta tek boyutlu
bir nesne olarak ”doğru” olur.
İki tane
“doğru” arasında ilişki kurarsanız, 2 boyutlu bir düzlem elde edersiniz.
Elinizde 4 temel nokta ve bir düzlem olur.
2 tane
düzlemi birbiri ile ilişkilendirirseniz elinizde 8 temel nokta ile bir hacim
olur. 3 boyutludur. Üst boyutlara da gitseniz, başka evrenlere de
gitseniz bunlar değişmez.
Her cisim, bu noktaların arasındaki ilişkilere göre oluşur. Noktalar miktarıyla ilgili ilişkiler bize sayıları verirken, noktalar arası ilişkilerde cisimleri, yüzeyleri gösterir.
Elinizde
bir yüzey veya cisim var ise bunun kendi içindeki çeşitli noktaları arasındaki ilişkileri
incelmeye başlarsanız, ilk trigonometri bilgileri de ortaya çıkmaya başlar.
Peki,
sonuçlar evrene ya da boyuta göre farklı olabilir mi? Eğer varsa çoklu
evrenler, bu evrenlere göre farklı sonuçlar olabilir. Ama boyutların sayısı çok
önemli olmaz. Çünkü, ister tek boyutlu olsun ister 10 boyutlu aynı evren
içindeki tüm boyutlar, aynı koşullara tabii zaten.
Ama
sonuçlar farklı olabilir. Eğer diğer evren bizim evrenimizden daha bükümlü bir
evren ise bazı değerler değişecektir.
Mesela bir üçgen ele alalım. Düz bir kâğıt üzerine çizdiğimiz (2 boyutlu) üçgenin iç açıları toplamı 180 derece. Şimdi evrenimiz daha eğri olsun. Ya da üçgenimizdeki kenar oranlarını korumak üzere, aynı üçgeni Türkiye de Ankara, İstanbul, İzmir noktalarından geçmek üzere çizelim. İç açıları toplamı aynı olacak mı? İç açıları sabit kılsak, kenar uzunlukları aynı olacak mı? Dünyanın eğikliği yüzünden elbette olmayacak…
Mesela bir üçgen ele alalım. Düz bir kâğıt üzerine çizdiğimiz (2 boyutlu) üçgenin iç açıları toplamı 180 derece. Şimdi evrenimiz daha eğri olsun. Ya da üçgenimizdeki kenar oranlarını korumak üzere, aynı üçgeni Türkiye de Ankara, İstanbul, İzmir noktalarından geçmek üzere çizelim. İç açıları toplamı aynı olacak mı? İç açıları sabit kılsak, kenar uzunlukları aynı olacak mı? Dünyanın eğikliği yüzünden elbette olmayacak…
3, 4 veya
5 boyutlu çizdiğimiz bir üçgeni 2 boyutlu ya indirdiğimizde (türevini
aldığımızda) her
durumda 180 dereceyi buluruz. Başka bir evrende ise evrenin eğimi daha fazla
ise, iki boyutlu bir düzlem, bize göre daha eğimli olabilir. Sanki 3 boyutludan
alınmış gibi. Hesap sonuçları buna göre farklı olabilir.
Ama
açıkçası, yine yanılıyormuşum gibi geliyor. Sanki göreceli olarak, “bize göre
farklı bir sonuca ulaşırken”, onlara göre oradaki gözlemci gene 180 derece
ölçermiş gibi geliyor. Yani temel matematik kuralları ve yaklaşımları
değişmezmiş gibi… (19
Mayıs 2015)
18 Aralık 2017 Pazartesi
KADINLAR. ERKEKLER... Dünya Egemenliği
8 Mart Çalışan Kadın Haftasında, Kadına Şiddet konusunda yorum.
Bir insan sevdiği uğruna ölümü göze alıyorsa gerçekten seviyordur. Ama karşısındakini öldürüyorsa, bu sadece kendini sevmektir. Karşısındakini de, onu kendisi kadar sevmediği için öldürüyor demektir.
O yüzden kimse, "Seviyordum, vurdum" yalanına sarılmasın. Sadece kendisini kandırıyor.
Sorunun bir çok sebebi var. En başta bu şiddet türüne başvuran erkekleri de, "bir kadının" yetiştirdiği unutulmamalı.
Yani ilk önce, anneleri bu konuda eğitmek gerekiyor.
Ardından, insanlar sosyal varlıklar olarak, toplumsal olayları görerek ve taklit ederek öğrenir. Günümüzde TV dizi ve filmleri altında şiddetin her türlüsü var. Kadına şiddet de çeşitli şekillerde işlenen bir konu.
Özellikle uzun süre devam eden
dizilerde. Artık konu bulunamadığı için şiddet sahneleri artıyor. Sanal olduğu
iddia edilse de bu beyinlerde, makul edilebilir limitlere çıkartıyor şiddeti.
Yani, medya'dan şiddet haberlerinin
ayrıntısını kaldıracağız. Şiddetin "nasıl uygulandığı" değil,
olumsuz sonuçları haber yapılmalı.
Dizilerde ise bu şiddet sahneleri kalktığı gibi, bu şiddet çağrışım ile
bile anıldığında kınandığı, ayıplandığı, yerildiği ve engellendiği sahneler yer
almalı. Dizilerde ve çalışma yaşamında çok gördüğümüz bir şiddet türü de,
"duygusal şiddet". Özellikle, kadının kadına uyguladığı duygusal
şiddetin düzeyi, fiziksel şiddetten az değil.Üçüncü bir konu ise sosyal yaşamın yanında, ekonomik yaşam içinde karşımıza çıkan eşitlik kavramının doğru anlaşılmamış olması, Çoğu kadın hareketinin söylemleri de, yaklaşımları da; erkeği bir rakip olarak hedef gösteriyor.
Bu tür eşitlik- hak arama söylemleri altındaki kadın şövenizmi de bu şiddeti körüklüyor.
Çünkü kadın ve erkek eşitliği, adilliğe dayanmadığı zaman sadece söylem olarak kalıyor.
Örneğin, eğer kadın erkek eşit ise, boşanmalarda çalışan ve iş sahibi kadınlar niye nafaka alıyor? Birinin geliri yüksek olsa bile, artık yollarını ayırmış kişilerden biri, niye ömrü boyunca diğerini ekonomik yük olarak çekmek zorunda?
Evet, yasalar, mazlum, ezilmiş, iş sahibi olmayan kadınları korumak için bu tür bir caydırıcı önleme başvurmuş. Ama bu durumda zaten eşitlik yok ve yasalar bu eşitsizliği telafi ediyor.
Diğer yandan, meslek kariyer sahibi kadınlarda bundan faydalanıyor. Nerde eşitlik? Kadın, bekar ise varsa ebeveynlerinden miras kalan sosyal haklardan ömrü boyunca faydalanıyor. Erkek ise 25 yaş sonrası tek başına...
Üstelik kadın-kız çalışmadığı zaman hoş görülüyor. Ama erkek iş bulamaz ise,bu onun bir eksikliği hatası oluyor. Öyle olmadığı ne kadar söylense de, hissedilen böyle... Oysa okumuş ve çalışma yaşamına girmiş kadın sayısı az değil. Boşanmalarda da genelde bu kadınlar sayıca ağırlıkta.
Yani yasalarda, kişilerin ekonomik durum ve imkanlarına göre de adalet getirecek düzenlemeler gerekiyor.
Bir gazetede vardı. 15 günlük evlilik için 30 yıldır (cüzi de olsa artık) nafaka ödeyen adamın hikayesi.
En azından, zayıf pozisyonda olan kişinin kendi ayakları üzerinde durması için bir süre tahdidi konulmalı.
Kadınla erkeğin kavga, mücadele şekilleri de farklı. Modern hayatta mücadelelerin çoğu sözü, sataşma, taciz, mobbing şeklinde olsa da; bu insanoğlunun yüz binlerce yıllık genetiksel mirası ile uyumlu değil.
Kadın fiziksel gücü yeterse şiddet uygulayabiliyor. "Diğer" kadına vurabiliyor. Çocuğa vurabiliyor. Karşısındakine gücü yeterse fiziksel şiddet uygulayabiliyor.
Ama fiziksel gücü yetmediğinde, sözlü olarak "duygusal şiddet"e başvuruyor. Savunma amaçlı da, saldırı amaçlı da... Kadına uygulanan fiziksel şiddetin ciddi bir kısmı da, bu tür duygusal şiddet birikiminden çıkıyor.
Üstelik bu tür tartışma anlarında, artan adrenalin ile erkeğin içgüdüleri sadece" Kaç ya da Saldır!" derken. O anda erkek, kadına, onun kurduğu mantık karmaşasındaki sözlerine bile doğru dürüst cevapta veremiyor.Çünkü (beyin lobları çalışması farklı), erkek kadın kadar sözel değil.
Sonuç malum, biriken ve patlayan şiddet.
Elbette bu durumun dışında olan ve kadına şiddeti normal görerek yetişmiş insanlar var, ama bunlar çoğunluk değil.
Yani, bu durumda kadına da, erkeğe de; karşı cinsle "doğru iletişim" dersleri, eğitimi vermek gerekiyor.
Keza, şimdiye kadar "söyleneni söylendiği anlayan, gördüğünü de görüldüğü gibi betimleyebilen" bir kadına denk gelmedim.
Her seferinde her söze, her harekete bir anlam yüklendiğini, olandan farklı yorumlandığını gördüm.
Kadınlar fiziksel ve zihinsel bu dünyaya zaten egemen.
Eğer erkeklere kalsaydı dünya, bütün gün dövüşüp, kavga edip, akşam ateş başında içmekten başka dertleri olmazdı. Yani onların cenneti, Valhalla olurdu.
Ama kadının bitmeyen istek ve ihtiyaçları, erkekleri hep bu hayattan uzaklaştırmıştır. Onları araştırmaya, daha iyisini bulmaya, ticaret yapmaya, daha fazlasını istemeye yöneltmiştir.
Bir erkeğin hayattan istediği nedir ki? Bira, çerez, maç, bir işi bir kaç arkadaşla yapmak, avlanmak, spor yapmak, bir de çoğalma eylemi ...
Doğal bir erkeğin bundan fazla isteği olmaz. Kalan istekleri ve bu isteklerine ulaşma çabası hep arkasındaki kadının yönlendirmesindendir.
Eve ihtiyacı yoktur. Yukarıdakiler varsa mağara bile olur. Çok değişik lezzetli yemeklere ihtiyacı yoktur. Açlığını bastırıp, ihtiyacını karşılasa yeter.
Giysiye, hele illaki temiz giysiye ihtiyacı yoktur, doğa şartlarına karşı korusun, ısıtsın, serinletsin bir de kaşındırmasın yeter. Araba, fiziksel güç uzantısıdır. Silahlarda...
Oysa daha iyi evi, arabayı, temiz, ütülü yeni giysileri (giymeyi ve görmeyi), rakibelerinden daha güzel olmayı (böylece çevresindeki kullanabileceği potansiyel erkek gücünü elde tutabilecek), parayı, gücü (belirsiz geleceğin kara günleri ve çocuk yetiştirimi ihtiyaçları için güvence) hep kadın ister. Kendi ulaşamayacaksa ya da erkeği yönlendirerek ulaşmak daha ekonomikse yönlendirir.
Sonra bir de "Kadın Şiddeti" vardır. "Kadın eşitliği" vardır.
Kadınlarla, erkekler eşit değil. Kadınlar üstün konumda. Tek dezavantajları fiziksel güçlerinin olmayışı. Onun dışında her alanda, her konumda üstünler.
Boşanma davalarında avantajlılar. Boşandıktan sonra, çalışsalar dahil eski eşlerinden nafaka alabiliyorlar. Hani eşitlik?
İş hayatında avantajlılar, özellikle hizmet sektörü ağırlık kazandığı için, daha ucuz iş gücü ve işsizlik karşısında alternatif zenginlikleri nedeniyle, kadınlar daha kolay iş buluyor. Çalışma hayatında çalışan kadından eve bakması beklenmiyor, destek vermesi bekleniyor.
Erkek ise bu yükü birinci dereceden, eşi çalışsın çalışmasın taşımak zorunda...
Şiddet olayına gelirsek, evet erkekler kadınlara şiddet uygulayabiliyor. Ama bununda bir kaplanı evcilleştirme düzeyi ile benzerlik taşıdığını düşünüyorum.
Üstelik bu erkekleri de başka kadınlar (anaları) yetiştirdiğine göre, bu kadına şiddeti sadece ailelerinden gördükleri için değil, en güvendikleri kadınların da tasvip etmesiyle bağlantısı var bence. İstisnalar var. Ama kaideyi bozmaz.
Üstelik kadının erkeğe uyguladığı şiddet çok daha acımasızdır. Derindir ve yaralayıcıdır. Kapasitesini sürekli zorlar, yeni isteklerle aşındırır, kıyaslayarak eksiklik hissi yaratmaya çalışır. Çocukları doldurup adama karşı isyana yöneltir, Adamın arkadaşlarını eşine eleştirir, küçümser bu arada adamı övüyormuş gibi yapar. (Oysa bir erkek arkadaşları ile hep övünür, onların maddiyata değil kendisine olan yaklaşımlarına değer vermeye çalışır. Ama elbette hatalar yapabilir.)
Kadın sadece erkekten şiddet görmez. "Kadının kadına yaptığı şiddet" çok daha acımasızdır.
Kişilik ezmeye ve hakimiyet altına almaya yöneliktir. Duygusal şiddet, dedikodu altında yönlendirme ve kötüleme, iş yerine ast-üst ilişkisinde ezme, giyim kuşamda, maddi değerlerle sahip olunanlarla rakibelerine rekabette geri kaldıklarını hissettirme, (kadınlar erkekler için değil, diğer kadınlar için giyinip süslenirler...)
Ehh. Aynı duygusal şiddeti erkeğe uyguladıklarında, neye uğradığını şaşıran ve doğru dürüst mantıklı cevaplar üretemeyen, üretse bile bunu anlatamayan, ağdalı, çok anlamlı kavramlarla sözlerin ve davranışların farklı yorumlanmasıyla şaşıran erkeklerin, savunma durumunda verebildikleri tek cevap, kaba kuvvet kalıyor.
Şimdiye kadar bir erkeğin söylediğini, söylediği gibi, yaptığını da gördüğü gibi yorumlayıp anlayan tek bir kadın görmedim. Her kelimenin ve hareketin altında başka anlamlar ve kavramlar aranır, yakıştırılır, yapıştırılır ve sadece ama sadece kendi içinde olmak üzere bir mantığa oturtulur ve erkekten bunun üzerinden cevap vermesi istenir. Genelde doğru düzgün yanıt veremez. Eğitilmişlik ve ehlileştirilmişlik düzeyine göre cevap verir. Ya kuyruğunu kıstırır kaçar ya da kükreyip, pençe atar.
Kaçması ya da kükremesi, aslında erkeğin eğitilmişlik düzey kabının, kadın tarafından ne kadar doldurulup biriktirildiğine bağlıdır.
(Yavvv. Karnı doymuş, uyuyan hayvanı ne diye dürtersin? Sevmediği ile beslenmeye, tırnaklarını törpülemeye, tüylerini yıkayıp taramaya, kısaltmaya, olmadık elbiseler giydirmeye ve alış verişte yük taşıyıcı olarak kullanırsın. Bir de üstüne kendin bindiğin gibi, çocukları, akrabaları, bazen arkadaşları da yüklersin? Yanına yaklaşan arkadaşların hoşşt! dersin? Diğer kadınların sende göreceği şey; en güçlü, uysal, itaatkar, bakımlı, tüyleri de alerjik olmayan, homurdanmayan kedicik, senin kedicik, olacak...)
Kadınlar aralarında işbölümü yapmayı ve uyumlu çalışmaya meyillidirler ama ast-üst ilişkisi belli olduktan sonra. Birbirilerini tamamlayıcı gibi hareket ederler.
O yüzden erkeklerden kurulu verimsiz bir iş takımından verim almak istiyorsanız, aralarına "bir kadın" katın. Ama verimli bir ekibi bozmak istiyorsanız, aralarına "iki kadın" katın.
Kadınlar için ilişkiler ve bu ilişkiler ağının genişliği önemlidir. Bu onun gücüdür. Dertli, sıkıntılı durumlarda yardımına koşacakları saklar. Hatta yatırım amaçlı, gelecekteki olası yardımlar için, bu ağ içindekilerden ihtiyaçları olanlara da yardım eder. Öyle ki, bıraksalar bir kaşık suda boğacağı kadının başı, grup dışından bir sorunla-dertle belaya girse, hemen tüm kinini bir kenara bırakıp yardıma bile koşar. Ama daha sonra kin'i tekrar canlanır. O ateş sönmez bir türlü...
Oysa erkelerde durum farklıdır. Dövüşür, kavga eder, yumruklaşır. Eğer herhangi bir şekilde bir "kadın telkini" yok ise, bir kaç gün sonra aynı adamla balığa çıkar, ava gider, hayatını emanet eder, içer... (Kavganın nedenine bağlı olarak bu süre değişebilir.)
Kadınlar hem eşitlik derler, eşit iş eşit ücret derler, doğrudur insan olarak haklıdırlar ama verimli çalışma saatleri açısından erkeklerden geridedirler.
Duygusal depresyon, özel sağlık durumları, hastalıklar, iş yeri sabah kahve ve dedikoduları, öğlen kahve ve dedikoduları ile geçirdikleri verimli iş saatleri çok daha azdır.
Evet, başarılı iş kadınları var. ama onlarda aileleri dahil, ciddi fedakarlıklarla bu düzeye erişiyorlar.
Kadınlar, erkekleri bu fedakarlıkları yapmak zorunda olmamakla itham ediyor olsalar da, erkeklerin işlerini ellerinde tutmak ve evlerinin ihtiyacını karşılamak gibi toplumsal zorunluluk bir yükleri de genelde zayıftır.
Üstelik erkeklerin kadınlara karşı olan zaafını da iyi yönetebilen kadınlar, çok daha az eforla konumlarını güçlü pozisyona çabucak alabiliyorlar.
Erkeklerin böyle bir çabası genellikle sapkınlık olarak karşılanacağı için, uzun vade de erkek içinde çok riskli.
Bu yöndeki silahları olmayan ya da kullanmayan kadınların ise aynı güvenceler için daha çok efor harcaması ve daha güçlü ilişkiler ağı kurmak zorunda olması da doğal tabi ki...
İş hayatında kadın elbette toplumun bir temsilcisi olarak yer almalı. Üstelik bu oran yarı yarıya olmalı. Madem hayat müşterek, üstelik gün geçtikçe, aradığı mükemmel ruh eşini bulamayan erkek ve kadın sayısı hızla artıyor (ana sebebi sosyal medya yalnızlığı ya neyse), yani kadınlar ev geçindirmek için değil, kendi geçimleri için de olsa çalışma hayatına girmeli...
Aslında şu sosyal güvence yasaları da değişmeli kademeli olarak. Çalışmayan, bekar kadına babasından maaş bağlanması adil değil. Erkeklerin de günümüzde buna ihtiyacı var. Üstelik kadınlar arasında eğitim görenlerin sayısı, erkeklere oranla daha hızlı artıyor. Meslek sahibi kadın sayısı az değil.
Ama erkeklere okumuyorsa 18, okuyorsa 25 yaşından sonra hiç bir sosyal güvence desteği yok. Kadına ömür boyu destek var. İşi bıraksa, bekarsa bile yıllar önce ölmüş sigortalı babasında maaş bağlanabiliyor. (Ülkemizde istisna sayılamayacak kadar çok sayıda mağdure ve faydalanamayan olsa da, yasalardaki düzenlemeler hep kadın lehine dengeyi bozacak şekilde...)
Tarım Toplumuyla Kadın (Başlık Parası)
Şimdi birisi kalkıp da, kadının başlık parası adı altında mal gibi alınıp satılmasına dem vurabilir. Başlık, drohoma, ödeme, çeyiz bu adetlerin hepsinin, içinde geliştikleri toplumun sosyo kültürel yapısını ve ilişkilerini belirleyen, "üretim araçları ve yapısıyla" ilişkisi var.
İnsanlık tarım yaşamına geçip, avcı-toplayıcı toplum ihtiyaçlarından ve geleneklerinden uzaklaştıkça, toplumun kadına bakışı ve yargısı değişmiş.
Avcı toplayıcı toplumlarda kadın özgürdü, erkekle eşit idi. Erkek avlanırken, kadın toplayıcılık yapıyordu. İş bölümü vardı. Üstelik bir taşa vurduktan 9 ay 10 gün sonra ses çıkınca nasıl bağlantı kurmak zor ise, erkek ile çoğalma arasındaki bağ da çok net değildi... (Halikarnas balıkçısının bir anlatısındandır.) Anaerkil toplum yapıları daha güçlüydü.
Hele tarımsal yerleşik yaşama geçildiği ilk antik dönemlerde, kadın kutsaldı. Doğum gücü onun elindeydi. Erkekler ona hizmet için vardı. Toprak tanrıçasını bereketlendirmek için yılda bir ayinler düzenlenirdi. O yıl için seçilen erkek rahipler, ayin gününde erkeklik organlarını kesip kanlarıyla toprağı bereketlendirirlerdi. (Bu adet, bin yıllar sonucunda, sünnete dönüşmüştür diyenlerde var.)
Sonra insanoğlu toprağa yerleşince, köyler, kentler, kent devletler kurulmaya başlanınca, bu yeni yönetim ve devlet sistemlerine vergiler zorunlu olunca, üretim daha önemli olmaya başladı. Bu dönemlerdeki en önemli işgücü kaynağı, insan gücüydü. Hayvanların işgücünün kullanımı sınırlıydı. Oysa köleleştirilmiş insan gücü, en dar ve zor koşullarda çalıştırılabiliniyordu.
Tarımsal üretimde de iş gücü ihtiyacı artmıştı. Tabii maddi imkanları dar özgür kişiler (mal-mülk sahibi-erkek sadece) için köleler, lüks sınıfına giriyordu.
Ürün ve üretim yapısı köydeki toplumsal ilişkiler üzerinde bile belirleyici olabiliyor. Aynı nehrin güney kısmı alçak olduğu için pirinç tarımı, kuzeyi ise tepe yamacından dolayı yukarıda olduğundan buğday tarımı yapılan bir bölge incelendiğinde (Çin'de); aralarında bir kaç yüz metre olmasına rağmen, sosyal ilişkilerin ve rol modellerin farklı olduğunu görmüşler. Pirinç tarımı yapılan köy halkı, daha eşitlikçi, işbirliğine dayalı ve birbiriyle daha çok zaman geçirirken, buğday tarımı yapılan bölgede ailelerin ve aile içi ilişkilerin ön planda olduğu daha kapalı bir toplumsal yapı görülmüş. Pirinç toplumunda kadınlar ve çocukların daha fazla söz hakkı var iken, buğday toplumunda ataerkil aile yapısı daha baskınmış...
Aralarındaki farklılık ise, buğday ekildikten sonra işgücü daha az ihtiyaç duyuyor. Mevsimlik yağmura dayalı, bir tarlayı bir aile rahatça sürüp ürünü toplayabiliyor.
Oysa Pirinç tarlarında durum farklı. Çeltiğin tarlalara ekilmesinden, günlük bakımlarının yapılması, kanalların temizlenip açılmasından, pirinçler olgunlaştıktan sonra Musonlar başlamadan toplanılması için tek bir ailenin işgücü yeterli olmuyor. O yüzden komşu aileler birbirlerinin tarlalarında da ortak çalışmak ve işbirliği yapmak zorundalar. Köy halkı her gün 2-3 tarlanın işini ortak yapıyormuş.
Başlık Parası konusuna geri dönersek, özellikle ataerkil aile yapısının güçlü olduğu tahıl üretimine dayalı ailelerde; hayvanlarla ilgilenecek, besleyecek, tarlalarda çalışacak işgücünü aile fertlerinden sağlamak ekonomik bir yol oluyor. Ayrıca hastalıklara ve yüksek çocuk ölümlerine karşı, çok çocuklu aileler daha avantajlı oluyorlar. Üstelik yaşlılık dönemlerinde bir tür sosyal sigorta güvencesi olarak, yaşlıların bakım yükünün paylaşılması daha kolay oluyor. Bu yüzden kadın, özellikle doğurgan sağlıklı kadınlar, işgücü üretmesi açısından değerli bir kaynak haline dönüşüyor. Hatta imkanlar elveriyorsa, çok eşlilik de güçlü bir avantaj sağlıyor.
Böyle bir üretim yapısının desteklenmesinde anahtar rolü oynayan kadının, bir mal gibi değer görmesi ve verilirken karşılığında bir meblağ alınması da ananelere bu şekilde girmiş.
Kadının bu kadar değerli olmasının bir diğer nedeni de üreme kapasitesinin, erkeğe göre sınırlı olması. 2 yıl içinde ancak bir veya belki iki çocuk sahibi olabilirken kadın, erkek aynı sürede bir kabile kadar çocuk sahibi olabiliyor. Bu da kadını, erkeğe göre değerli-nadir haline getiriliyor.
Doğadaki canlılıkta ana amaç, sahip olunan genetik bilginin aktarılmasına indirgenirse, türün devamı için kadın sayısının erkek sayısından daha önemli ve belirleyici olduğu da görülmekte.
Özellikle savaş, kıtlık, salgın hastalık gibi toplumsal buhran ve birey kayıplarının çok olduğu dönemlerde, tüm canlılarda- tür yok olma riski yaşadığında, yeni doğan bireylerde kadın-dişi unsuru artıyor.
Bunu doğanın, tür'ün devamlılığı için geliştirdiği bir mekanizma olarak tanımlamak mümkün.
Gerek savaş veya salgın hastalık gibi toplumsal risk altındaki toplumların doğum istatistikleri de bu varsayımı büyük oranda doğruluyor...
İnsanlığın tür olarak pek iyiye gitmediğini, yok oluş sınırlarını zorladığımız bu dönemlerde kız çocuk doğum oranları da bunu doğruluyor. Nüfusu hızla yaşlanan Avrupa ülkelerinde bile kız çocuk doğum oranları, erkekleri geçmeye başladı. Rusya gibi, krizlerden kurtulamayan bir ülkede bile şu an 6 milyon fazla kadın var.
Gelişmekte olan ülkelerde ise oranlar şimdilik eşit gibi ama ibre, kız çocuktan yana. Bazı gelecek bilimciler, bu verilere bakarak bir gün dünya üzerinde hiç erkek kalmayacağını da düşünüyorlar. Ama kadının taşıdığı kromozomlar, insan türünün tüm bilgilerini taşımadığı için ve sadece tek cinsiyete imkan verdiği için pek olası değil. Erkek sayısı çok azalabilir ama yok olmaz. Olduğu zaman zaten kendilerini kopyalamaktan öteye gidemeyen bir kadınlar klon toplumuna dönüşür.
Ayrıca kadın erkek beyin bağ yapılarının farklı oluşu, insanlığın bazı alanlarda teknoloji geliştirmesine de direk olumsuz etkisi olacaktır. Oysa insanlık, teknoloji geliştirebildiği sürece var olabilmiştir. Aksi halde, doğanın güçlerine karşı oldukça savunmasız ve zayıf bir yaratık. 18.12.2017
Diğer Yazılar
Tamam kadınla erkek eşit olmalı... Ama nasıl?
İnsan türü tek eşli mi, çok eşli midir?
12 Aralık 2017 Salı
Genetik Mühendisliği ve Geleceği
30 yıl evvel tercih yaparken, geleceğin
mesleklerine bakmıştım... Mesleğimin devri hala başlamadı, bekliyorum.
Sanırım ya ben, ya da o ağız birliği yapan iş dünyası dergileri zamanlama hatası yaptılar.
Sanırım ya ben, ya da o ağız birliği yapan iş dünyası dergileri zamanlama hatası yaptılar.
Meslek seçerken, bazı mesleklerde ekonomik veya hukuki güvenceleri cazip gelebilir ama
öncelikli olan "yapmaktan zevk alacağınız iş alanı, konu" olması
önemli...
Genetik Mühendisliği, halen aktif ve güçlü bir
meslek. Dünya'nın bir çok sorununa
çözümler vaat eden ve sonu
olmayan genişlikte bir alana hitap ediyor.
Plastik tüketen bakteri genlerinden, GDO dediğimiz
ürünlerin gelişimine kadar. Ya da türü tükenmiş bir canlıyı geri döndürmekten,
özel maksatla geliştirilmiş insanlara kadar.
Dünya ciddi bir değişim dönemine giriyor. Şu an
bize kaotik ve belirsiz gibi gözükse de, yeni bir çağ'ın sancıları bunlar.
Şu an ki üretim yapısı ve teknikleri, iletişim
teknolojisinin güçlendirdiği bilgi alışverişi ve karşılığındaki artan sosyal
yalnızlık, temel yaşamsal ihtiyaçlar, çevre ve kaynak yoğun tüketimine karşın
artan insan nüfusu ve onların geometrik artan ihtiyaçları, bu değişimi zorunlu
kılıyor.
Yoksa kendini yok eden bir tür olacağız.
Genetik mühendisliği hem geçiş döneminin
sancılarını azaltacak, hem de gelecek dönemlerdeki bir çok ihtiyacı
karşılayacak potansiyele sahip.
Biyolojik Canlılık, girdi-çıktı ve iş bakımından en
verimli yapılardan biridir.
Bunu düzenleyerek iş makinelerinden, nano tedavi robotlarına, bilgisayar işlemcilerinden, yığın et dağları şeklinde besin üretimine, özel şartlara adapte edilmiş bitkilerle; yer altında, okyanus tabanında tarlalar, bağlar kurulmasına kadar bir çok şeye öncülük edebilecek.
Bunu düzenleyerek iş makinelerinden, nano tedavi robotlarına, bilgisayar işlemcilerinden, yığın et dağları şeklinde besin üretimine, özel şartlara adapte edilmiş bitkilerle; yer altında, okyanus tabanında tarlalar, bağlar kurulmasına kadar bir çok şeye öncülük edebilecek.
Kırılan kemikleri, doku hasarlarını bile tedavi
etmek çok kısa sürebilecek.
Kısaca genetiğin ufku geniş. Ama Türkiye'de durum
ne?
Biyoloji öğretmeni olabilirseniz şanslısınız. Zaten
3-5 ilaç şirketi başta olmak üzere bu konuda eleman ihtiyacı olan şirket sayısı
fazla değil. Mevcut mezunların en parlakları ile kısmen de bazıları dayıları
ile bu kariyerleri doldurmuşlar.
Bu ülke şartlarında hiç birinin bulunduğu yeri terk
etmeye niyeti yok. Çok parlak bir zihin olmadan da bu kariyerlere ulaşmak kolay
değil.
Böyle bir ortamda, sınırlar-engeller kimi bölgelerde var olsa da, özellikle ülkemizin de dahil olacağı ve ekonomik-toplumsal hareketliliğin çok olduğu büyük bir alanda olmayacak, ya da çok zayıf olacak. (Küreselleşme kavramı, onu kontrol edebileceğini düşünen tüm gelişmiş ülkeleri de kontrol altına almış ve önü kesilemeyecek bir canavara dönüştü çünkü...)
Dünyanın her yerinde çalışabilecek mesleklerden biri bence.... Her toplumun genetikten ve dizaynından anlayan bireylere ihtiyacı olacaktır. (Diğerlerinden bir kaçı; aşçı, berber, doktor...)
5 Aralık 2017 Salı
"Mutluluk Nedir?"
Kime sorsam, yeterince mutlu olamadığını ya da mutluluğu aradığını söylüyor. Mutluyum! diyen sayısı çok az.
Soruyu deşip, kendisinden ya da hayatından (daha doğrusu yaşam tarzından) mutlu olup olmadıklarını sorduklarımıza da ise bu sefer , çok daha yüksek bir oranda olumlu cevap veriyorlar.
Ülkelerin memnuniyet skalalarına baktıklarında (http://worldhappiness.report/) ise gelişmiş ülkelerde oranlar yükseliyor. Gelişmekte olanlarda da rakamlar değişiyor. Bu daha çok ülkelerin ekonomik programlarına ve bireylerinin tüketim gücüne dayalı gözüküyor.
Buna karşılık geçmişte, bazı az gelişmiş (doğu Asya ve Afrika) ülkelerinde bireylerin mutluluk oranlarının, gelişmiş ülkelerden bile yüksek olduğu görülmüş. Daha sonra bu mutluluk oranları hızla düşünce, sebeplerine bakılmış.
Televizyon ve internet yayılımı ile mutsuzluk; başkalarının hayatıyla kıyaslama, benzer refah tüketim düzeyi özlemi ve imkansızlıkların çatışmasının sonucu olarak, hayattan tatminsizlik hissi ile eş zamanlı artıyormuş.
Kişiye göre, göreceli olduğu ifade edilse de, tüm "mutlu olma tanımlarında ortak bir nokta" olması gerektiğini düşünüyorum. Tüm insanlar için genel ve geçerli bir tanım...
Gün geçtikçe insanları mutlu etmek gittikçe zorlaşıyor. Mutsuzluk bulaşıcı ve insanın empati yeteneği yüzünden, diğer hastalıklardan daha hızlı yayılma gücüne sahip. Ciddi bir zihinsel ve fiziksel işgücü kaybına neden oluyor. Ama daha önemlisi "insanlık kaybı"...
Peki, nasıl çözeceğiz? Daha doğrusu, çözüm zor olsa da, etkilerini hafifletmek, başa çıkılır düzeye indirmek, nasıl mümkün olabilir ?
Burada uzun zamandır fizik yazıyoruz. Bazı arkadaşlarımız fizik dışındaki konularla siteye ruh vermeselerdi, çok sıkıcı da olurdu.
Yazarlardan gördüğüm kadarıyla, sistemli düşünce mantığına sahip insanlar ağırlıklı. Doğru verilerle ve analizle, semptomları hafifletme yöntemi bulabiliriz diye düşünüyorum.
İlk olarak insanların ne zaman mutlu olduklarına bir bakalım.
Aç iken (güzel) yemek, yorgunken yatak bulunca. Çocukla oynarken hatta alt bezini değiştirirken. Bir hobiyle uğraşırken ya da balığa olta atarken...
Yolda çok sıkışınca tuvalet bulunca, boş oturup martıların pikelerini sayarken.
Aşık olup, düz duvara tırmanma gücünü bulunca, sevdiğine sarılınca. Sevişirken, sarılıp ağlaşırken. Sevdiğine (kim olursa olsun) sarılınca... Ya da köpeğiniz, kediniz gelip "en sevgili ilgisi" istediğinde...Yetiştirilen bitkilerin çiçeklerini koklarken, akvaryumdaki balıklar sizin görünce coşarken. Dans ederken, sarhoş olurken (sonrası benim için sıkıntı), müzik dinlerken, resim yaparken...Alış veriş yaparken (bu madde: Sadece Kadınlar İçindir. SKİ), araba sürerken, koşarken, yüzerken, rakip ile müsabakaya girerken... Dedikodu yaparken (SKİ?), bir şey anlatırken, yazarken, vs.vs.
İnsanlar neden mutsuzluğa saplanır?
Öncelikle, mutsuzluğun öncelikli nedenlerinden birinin, gelecek belirsizliği...
Geleceği düşünmek ve çıkabilecek sorunları görememek, kontrol etme gücünü bulamamak ciddi bir karamsarlık nedeni... İnsan huzursuzluğunun ana nedenlerinden biridir.
İnsan huzur arar. Çünkü insan ancak geleceğini biçimlendirebileceğini, yönlendirebileceğini hissederse, huzurlu olabilir.
Bunu sağlamak içinde; güç, imkan, çevre arar.
Güç ve imkanın en net ifadesi "Para"dır. İnsan para'ya ulaşmak için çeşitli yollar arar. "Para var, huzur var!", ifadesi bunun bir ifadesidir.
Peki' ihtiyaç duyulan bu para, ne işe yarıyor?
Eğer gelir, ihtiyaçlara zar zor yetiyorsa ya da yetmiyorsa, mücadeleden mutluluğu aramaya pek vakit yoktur.
Eğer çalışmak zorunda olan orta gelirliyseniz, geliriniz çalışma veriminizi gücünüzü koruyacak kadar beslenmenizi, barınmanızı sağlar. Kalanların sosyal masraflara gitmesi günü idare etmeye yeter.
Canlılığa uygun şekilde, bir canlı ilerdeki kıtlık dönemleri için nasıl yağ depoluyorsa, insan da sıkıntı dönemleri içinde ekstra güç ve imkan depolamaya çalışır. Yani, nakit veya mal olarak hayatını zenginleştirmeye çalışır. Eğer bu uğraş, tutku olursa, o zaten kayıptır artık.
Eğer zaten yeterince zengin ise, bu tür endişeler ve sıkıntılar olmadığı için, tasa-dert hanesini daha farklı tutkuların ve arzuların hayal kırıklıkları doldurur. Daha basit olaylardan daha kolay incinir olur. Alınganlığın yanında, gerçek yalnızlığı da artar.
Gene de her üç durumda da, insan mutlu olmayabiliyor. Mutluluk arayışı süregider.
O zaman mutluluğun anahtarı, gelir veya güç değil diyebiliriz.
Şu ana kadar: insanın mutlu olmak için, huzur aradığını... Huzur'u geleceğini kontrol etmek ve/veya aksiliklere karşı dayanma gücü için istediğini, bunun da en kolay yolu olarak maddi imkanları geliştirmek olduğunu işledim.
Buradan bir önermede şöyle çıkartabiliriz. Huzursuz insan, asla tam anlamıyla ve gerçekten mutlu olamaz.
O zaman formülün ilk kısmını : "Mutluluk=Huzur" olarak tanımlayabiliriz.
Mutluluk hedef olduğu için, denkleme "Huzur" üzerinden gideceğim.
İnsanlar ne zaman huzurludur?
Görevleri olan bir işleri bittiğinde, sevgilinin kollarında, bebeğin kokusunun yanında, aileyle , arkadaşlarla bir aradayken, hedefledikleri bir amaca ulaştıklarında, yarından endişe etmediklerinde, geçmişe bakıp Ah! veya Keşke! demediklerinde, vs.vs...
Sonuçta; kısaca üzerilerinde bir gereklilik kalmadığında ve kendilerini güvende hissettiklerinde huzurludurlar.
Çünkü yarından endişe etmeyi kestikleri an'da , o zaman'ı yaşamaya, hissetmeye başlarlar.
İşte mutluluk budur. Carpe Diem... (An'ı Yaşa)
Sonuç: Şimdi elimizdeki fizik bilgilerine bakarak durumu değerlendirebiliriz. Elimizde artık önermeler var. Fizik kuralları ezberlenecek, katı değiştirilemez kurallar değildir. İçeriğini kavradığınız her fizik kuralını, hayatınıza adapte edebilirsiniz. Sonuçta fizik kuralları birer denklemden ibaret ve eşitliğin diğer tarafını uygun verilerle doldurabiliriz. (Dik üçgen bağıntılarının, hız veya vektör hesabında kullanılması gibi...)
Fizik, evrenin şairi değildir bence ama "evrenin tablosunu çizen ressamıdır" diyebilirim.
Sonuçta canlılarda madde kökenli olgular.
Kuantum belirsizliği ve olasılıklar kullanabileceğimiz en uygun kuralları içeriyor. Çift yarık deneyinden benzetme yaparak.
Öncelikle deneyin sonuçlanıp, olasılık dalgalarının çökmesini ele alırsak; artık tüm olasılıklar tükenmiştir. Olay gerçekleşmiş ve elde edilen sonucu değiştirebilecek, etkileyecek bir olasılık kalmamıştır.
Bu durumdaki dalga fonksiyonu belirlenmiş ve yazılabilir olduğu için, buna "geçmişimiz" diyebiliriz. Değiştiremeyeceğimiz, etkileyemeyeceğimiz sonuçlanmış deney sonuçlarını değiştirmeye kalkmak ve buna kafa yormak, beyhude bir zaman ve enerji kaybıdır. (Geçmişe kafayı takmak)
Elbette deney sürecini sonradan incelemek ve bundan ders notları çıkarmak iyidir. Bu notlara göre, bir sonraki deneyde, dalganın hangi dar aralıkta 1 (%100) olmasının istiyorsak sonucu, onu belirleme yeteneğimiz daha fazla olacaktır. (Geçmişten ders almak)
Deneyin gerçekleşme anına ele alırsak, eğer deneği izlemezsek, sonuç herhangi bir yerde olabilir. Elbette büyük olasılıkla hangi genişlikteki aralıklarda sonuçlanacağını tahmin edebiliriz ama yüzde yüz kesinlikle sonucu öngöremeyiz. (Düzensiz, kontrolsüz, amaçsız yaşam)
Eğer "deney sırasında" dikkatli bir şekilde gözlem yaparsak, deney sonucunu da büyük ihtimalle tahmin edebiliriz. Deneği izlemek ve koşulları gerekirse anlık düzeltmelerle belirlemek kesinliği artıracaktır.(An'ı yaşamak)
Ama her durumda, daha gerçekleşmemiş, hatta hangi koşullarda gerçekleşeceğini bile bilmediğimiz deneyleri ve sonuçlarını belirlemeye kalkmak, bize ciddi ve zaman maliyeti çıkartır. Hele bunu mevcut deneyin içinde yapmak kaynak israfı getirdiği gibi, mevcut deneyin de kontrol ve gözlemleme imkanlarını daraltır. Yaşanılan deneyimden hatalı sonuçlar bile çıkartabilir. (Belirsiz gelecek ve endişeleri).
O zaman; Geçmişe 0, Geleceğe de 1 dersek , arası "Şimdi" olur. Hayatımızı (H) bu "Şimdi Aralığında" hissetmek ve yaşamak çözümü getiriyor.
0> H> 1
Elbette gelecek belirsizliğinin verdiği güvensizlik kaynaklı huzursuzlukla baş etmek çok zor. Ama kaos teorisine göre, düzeltme esnasındaki değişkenlerdeki herhangi bir değişiklik, olabilecek sonuçları çok daha olumsuza çevirebilir.
Mümkün olan en iyi ve güvenli olasılık, içinde bulunulan mevcut koşulları en iyi şekilde kullanmak bu yüzden.
Zaten evrene bakarsak, her şey sadece "şimdi" üzerinde gerçekleşiyor. Geçmiş ya da gelecek kaynaklı hiç bir şey yok. Belki foton bile bu yüzden şimdiye yerleşmiş olabilir.
Kanıt mı? Şöyle bir mutlu olduğunuz zamanları anımsayın...
Hangisinde 1-2 saat sonrasını bile düşünüyordunuz?
O an yaptığımız işten haz alıyorsak ve geleceği unutmuşsak, mutluyuz. Hepsi bu... (Adrenalin sporlarının verdiği mutlulukların daha geniş sürelisi...)
(Eşime adanmıştır.)
Soruyu deşip, kendisinden ya da hayatından (daha doğrusu yaşam tarzından) mutlu olup olmadıklarını sorduklarımıza da ise bu sefer , çok daha yüksek bir oranda olumlu cevap veriyorlar.
Ülkelerin memnuniyet skalalarına baktıklarında (http://worldhappiness.report/) ise gelişmiş ülkelerde oranlar yükseliyor. Gelişmekte olanlarda da rakamlar değişiyor. Bu daha çok ülkelerin ekonomik programlarına ve bireylerinin tüketim gücüne dayalı gözüküyor.
Buna karşılık geçmişte, bazı az gelişmiş (doğu Asya ve Afrika) ülkelerinde bireylerin mutluluk oranlarının, gelişmiş ülkelerden bile yüksek olduğu görülmüş. Daha sonra bu mutluluk oranları hızla düşünce, sebeplerine bakılmış.
Televizyon ve internet yayılımı ile mutsuzluk; başkalarının hayatıyla kıyaslama, benzer refah tüketim düzeyi özlemi ve imkansızlıkların çatışmasının sonucu olarak, hayattan tatminsizlik hissi ile eş zamanlı artıyormuş.
Kişiye göre, göreceli olduğu ifade edilse de, tüm "mutlu olma tanımlarında ortak bir nokta" olması gerektiğini düşünüyorum. Tüm insanlar için genel ve geçerli bir tanım...
Gün geçtikçe insanları mutlu etmek gittikçe zorlaşıyor. Mutsuzluk bulaşıcı ve insanın empati yeteneği yüzünden, diğer hastalıklardan daha hızlı yayılma gücüne sahip. Ciddi bir zihinsel ve fiziksel işgücü kaybına neden oluyor. Ama daha önemlisi "insanlık kaybı"...
Peki, nasıl çözeceğiz? Daha doğrusu, çözüm zor olsa da, etkilerini hafifletmek, başa çıkılır düzeye indirmek, nasıl mümkün olabilir ?
Burada uzun zamandır fizik yazıyoruz. Bazı arkadaşlarımız fizik dışındaki konularla siteye ruh vermeselerdi, çok sıkıcı da olurdu.
Yazarlardan gördüğüm kadarıyla, sistemli düşünce mantığına sahip insanlar ağırlıklı. Doğru verilerle ve analizle, semptomları hafifletme yöntemi bulabiliriz diye düşünüyorum.
İlk olarak insanların ne zaman mutlu olduklarına bir bakalım.
Aç iken (güzel) yemek, yorgunken yatak bulunca. Çocukla oynarken hatta alt bezini değiştirirken. Bir hobiyle uğraşırken ya da balığa olta atarken...
Yolda çok sıkışınca tuvalet bulunca, boş oturup martıların pikelerini sayarken.
Aşık olup, düz duvara tırmanma gücünü bulunca, sevdiğine sarılınca. Sevişirken, sarılıp ağlaşırken. Sevdiğine (kim olursa olsun) sarılınca... Ya da köpeğiniz, kediniz gelip "en sevgili ilgisi" istediğinde...Yetiştirilen bitkilerin çiçeklerini koklarken, akvaryumdaki balıklar sizin görünce coşarken. Dans ederken, sarhoş olurken (sonrası benim için sıkıntı), müzik dinlerken, resim yaparken...Alış veriş yaparken (bu madde: Sadece Kadınlar İçindir. SKİ), araba sürerken, koşarken, yüzerken, rakip ile müsabakaya girerken... Dedikodu yaparken (SKİ?), bir şey anlatırken, yazarken, vs.vs.
İnsanlar neden mutsuzluğa saplanır?
Öncelikle, mutsuzluğun öncelikli nedenlerinden birinin, gelecek belirsizliği...
Geleceği düşünmek ve çıkabilecek sorunları görememek, kontrol etme gücünü bulamamak ciddi bir karamsarlık nedeni... İnsan huzursuzluğunun ana nedenlerinden biridir.
İnsan huzur arar. Çünkü insan ancak geleceğini biçimlendirebileceğini, yönlendirebileceğini hissederse, huzurlu olabilir.
Bunu sağlamak içinde; güç, imkan, çevre arar.
Güç ve imkanın en net ifadesi "Para"dır. İnsan para'ya ulaşmak için çeşitli yollar arar. "Para var, huzur var!", ifadesi bunun bir ifadesidir.
Peki' ihtiyaç duyulan bu para, ne işe yarıyor?
Eğer gelir, ihtiyaçlara zar zor yetiyorsa ya da yetmiyorsa, mücadeleden mutluluğu aramaya pek vakit yoktur.
Eğer çalışmak zorunda olan orta gelirliyseniz, geliriniz çalışma veriminizi gücünüzü koruyacak kadar beslenmenizi, barınmanızı sağlar. Kalanların sosyal masraflara gitmesi günü idare etmeye yeter.
Canlılığa uygun şekilde, bir canlı ilerdeki kıtlık dönemleri için nasıl yağ depoluyorsa, insan da sıkıntı dönemleri içinde ekstra güç ve imkan depolamaya çalışır. Yani, nakit veya mal olarak hayatını zenginleştirmeye çalışır. Eğer bu uğraş, tutku olursa, o zaten kayıptır artık.
Eğer zaten yeterince zengin ise, bu tür endişeler ve sıkıntılar olmadığı için, tasa-dert hanesini daha farklı tutkuların ve arzuların hayal kırıklıkları doldurur. Daha basit olaylardan daha kolay incinir olur. Alınganlığın yanında, gerçek yalnızlığı da artar.
Gene de her üç durumda da, insan mutlu olmayabiliyor. Mutluluk arayışı süregider.
O zaman mutluluğun anahtarı, gelir veya güç değil diyebiliriz.
Şu ana kadar: insanın mutlu olmak için, huzur aradığını... Huzur'u geleceğini kontrol etmek ve/veya aksiliklere karşı dayanma gücü için istediğini, bunun da en kolay yolu olarak maddi imkanları geliştirmek olduğunu işledim.
Buradan bir önermede şöyle çıkartabiliriz. Huzursuz insan, asla tam anlamıyla ve gerçekten mutlu olamaz.
O zaman formülün ilk kısmını : "Mutluluk=Huzur" olarak tanımlayabiliriz.
Mutluluk hedef olduğu için, denkleme "Huzur" üzerinden gideceğim.
İnsanlar ne zaman huzurludur?
Görevleri olan bir işleri bittiğinde, sevgilinin kollarında, bebeğin kokusunun yanında, aileyle , arkadaşlarla bir aradayken, hedefledikleri bir amaca ulaştıklarında, yarından endişe etmediklerinde, geçmişe bakıp Ah! veya Keşke! demediklerinde, vs.vs...
Sonuçta; kısaca üzerilerinde bir gereklilik kalmadığında ve kendilerini güvende hissettiklerinde huzurludurlar.
Çünkü yarından endişe etmeyi kestikleri an'da , o zaman'ı yaşamaya, hissetmeye başlarlar.
İşte mutluluk budur. Carpe Diem... (An'ı Yaşa)
Sonuç: Şimdi elimizdeki fizik bilgilerine bakarak durumu değerlendirebiliriz. Elimizde artık önermeler var. Fizik kuralları ezberlenecek, katı değiştirilemez kurallar değildir. İçeriğini kavradığınız her fizik kuralını, hayatınıza adapte edebilirsiniz. Sonuçta fizik kuralları birer denklemden ibaret ve eşitliğin diğer tarafını uygun verilerle doldurabiliriz. (Dik üçgen bağıntılarının, hız veya vektör hesabında kullanılması gibi...)
Fizik, evrenin şairi değildir bence ama "evrenin tablosunu çizen ressamıdır" diyebilirim.
Sonuçta canlılarda madde kökenli olgular.
Kuantum belirsizliği ve olasılıklar kullanabileceğimiz en uygun kuralları içeriyor. Çift yarık deneyinden benzetme yaparak.
Öncelikle deneyin sonuçlanıp, olasılık dalgalarının çökmesini ele alırsak; artık tüm olasılıklar tükenmiştir. Olay gerçekleşmiş ve elde edilen sonucu değiştirebilecek, etkileyecek bir olasılık kalmamıştır.
Bu durumdaki dalga fonksiyonu belirlenmiş ve yazılabilir olduğu için, buna "geçmişimiz" diyebiliriz. Değiştiremeyeceğimiz, etkileyemeyeceğimiz sonuçlanmış deney sonuçlarını değiştirmeye kalkmak ve buna kafa yormak, beyhude bir zaman ve enerji kaybıdır. (Geçmişe kafayı takmak)
Elbette deney sürecini sonradan incelemek ve bundan ders notları çıkarmak iyidir. Bu notlara göre, bir sonraki deneyde, dalganın hangi dar aralıkta 1 (%100) olmasının istiyorsak sonucu, onu belirleme yeteneğimiz daha fazla olacaktır. (Geçmişten ders almak)
Deneyin gerçekleşme anına ele alırsak, eğer deneği izlemezsek, sonuç herhangi bir yerde olabilir. Elbette büyük olasılıkla hangi genişlikteki aralıklarda sonuçlanacağını tahmin edebiliriz ama yüzde yüz kesinlikle sonucu öngöremeyiz. (Düzensiz, kontrolsüz, amaçsız yaşam)
Eğer "deney sırasında" dikkatli bir şekilde gözlem yaparsak, deney sonucunu da büyük ihtimalle tahmin edebiliriz. Deneği izlemek ve koşulları gerekirse anlık düzeltmelerle belirlemek kesinliği artıracaktır.(An'ı yaşamak)
Ama her durumda, daha gerçekleşmemiş, hatta hangi koşullarda gerçekleşeceğini bile bilmediğimiz deneyleri ve sonuçlarını belirlemeye kalkmak, bize ciddi ve zaman maliyeti çıkartır. Hele bunu mevcut deneyin içinde yapmak kaynak israfı getirdiği gibi, mevcut deneyin de kontrol ve gözlemleme imkanlarını daraltır. Yaşanılan deneyimden hatalı sonuçlar bile çıkartabilir. (Belirsiz gelecek ve endişeleri).
O zaman; Geçmişe 0, Geleceğe de 1 dersek , arası "Şimdi" olur. Hayatımızı (H) bu "Şimdi Aralığında" hissetmek ve yaşamak çözümü getiriyor.
0> H> 1
Elbette gelecek belirsizliğinin verdiği güvensizlik kaynaklı huzursuzlukla baş etmek çok zor. Ama kaos teorisine göre, düzeltme esnasındaki değişkenlerdeki herhangi bir değişiklik, olabilecek sonuçları çok daha olumsuza çevirebilir.
Mümkün olan en iyi ve güvenli olasılık, içinde bulunulan mevcut koşulları en iyi şekilde kullanmak bu yüzden.
Zaten evrene bakarsak, her şey sadece "şimdi" üzerinde gerçekleşiyor. Geçmiş ya da gelecek kaynaklı hiç bir şey yok. Belki foton bile bu yüzden şimdiye yerleşmiş olabilir.
Kanıt mı? Şöyle bir mutlu olduğunuz zamanları anımsayın...
Hangisinde 1-2 saat sonrasını bile düşünüyordunuz?
O an yaptığımız işten haz alıyorsak ve geleceği unutmuşsak, mutluyuz. Hepsi bu... (Adrenalin sporlarının verdiği mutlulukların daha geniş sürelisi...)
(Eşime adanmıştır.)
30 Kasım 2017 Perşembe
Varlık-Yokluk, 1-0, Potansiyel-Kinetik, Negatif-Pozitif, Enerji
Enerji, enerjidir. Varlığı ile bir bütündür. Kinetik, potansiyel, pozitif, negatif diye tanımladığımız durumlar hep enerjinin farklı durumlarını anlatmaktadır. Ama o hep varlıktır.
Burada tasavvuf düşüncesindeki, "yokluğun aynı zamanda varlık olması" şaşırtıcı derecede etkileyici bir benzeşimdir.
Enerjinin doğal hali, hiç bir kuvvet, yük veya hareket eylemi "yapmadığı ve taşımadığı" durum olmalı... Bir bakıma tekillik dediğimiz ortamdaki enerjinin tahminlerimize göre olan bulunma şeklide bu tanıma neredeyse uyuyor. Aralarındaki fark ise potansiyelleri (?) olmalı.
Evrenimizde enerjiyi ele aldığımızda ise karşımıza termodinamiğin ikinci kuralı, entropi ile çıkıyor. Her ne kadar düzenden düzensizliğe geçiş olarak tanımlasak da, bu hatalı bir yaklaşım gibi duruyor.
Çünkü durumu mikro düzeyde, madde veya sistemler açısından ele alıyoruz. Ve bu sistemlerin "zamanla bozulması, düzensizleşmesi" olarak tanımlıyoruz.
Oysa, aynı duruma makro düzeyde baktığımızda karşımıza tamamen farklı bir durum çıkıyor. Düzensizlikten, düzene; rasgele homojenliğe doğru yönelim olduğunu görüyoruz.
Başlangıçta "kütleleşen madde ile bozulan enerji homojenliği", entropi ile tekrar sağlanmaktadır.
Bunun bize, yani mikro düzenli sistemlere yansıması ise; enerjinin yoğun-çok olduğu ortamdan, seyrek-az olduğu ortama yayılma eğilimi oluyor.
Enerji hiç bir şekilde sabit, durağan kalmıyor ve bulunduğu ortama homojenlik sağlayacak şekilde dağılıyor. Daha önceleri de tekrar ettiğim gibi, enerjinin özelliklerine bakarak onu çok küçük birimlerden oluşan bir akışkan olarak ele almak, onu anlamak için en verimli yollardan biri...
Bizlerde bu eğilimden; makinelerimizde, kaslarımızda, sistemlerimizde "iş üretmek" için faydalanıyoruz. İş üretirken, enerjinin bu eğiliminden daha sonra da faydalanabilmek için depolamaya çalışıyoruz.
Enerjinin bu akış yönü, entropi gibi, kaçınılmaz şekilde tek yönlü.
Tekrar eski konumuna getirmek için yapılan iş, ancak daha fazla enerji harcayarak mümkün oluyor.
Yani bir kuvvet alanına enerjiyi toplamak için daha fazla enerjiyi dağıtmamız gerekiyor. Aradaki bu farkı ise verimlilik ile ölçüp, "kayıp" olarak tanımlıyoruz. Sonuçta, entropi yine yapacağını yapıyor ve enerjinin etrafa dağılmasını sağlıyor.
Enerjinin bu homojenleşme eğilimi ve düşük yoğunluğa akışı, tüm evren eş enerji üniteleri ile dolup, enerji eşitlenene kadar sürecek.
Sonuçta, enerjinin (evrenimizde) tanımlı şekilde var olması, ancak bu eğilimi koruduğu ve sürdürdüğü sürece mümkün.
Bizim açımızdan bu pozitif bir eğilimdir. Tahminen anti madde evreni var ise, enerjinin akışı eğilimi gene aynı şekilde olacaktır. Gene "pozitif bir eğilim" olacaktır.
Enerjinin bir güç alanına toplanmış, yoğunlaştırılmış halini ele alırsak: Enerji bu durumda akma-yayılma eğiliminde hali hazırda bir güç alanına depolanmıştır. Enerjinin bu güç alanından akışı eğilimini, enerjinin "potansiyeli" olarak değerlendiriyoruz.
Enerjinin bu güç alanından çıkıp akan halini ise enerjinin "kinetiği" olarak tanımlıyoruz.
O zaman enerjinin iş üretmek için hazır olduğu haline potansiyel enerji olarak adlandırırken, iş üreten eylemli halini de kinetik enerji diye adlandırıyoruz.
Buradan enerjinin, farklı potansiyele sahip güç alanları arasındaki hareketini kinetik hali olarak tanımladığımız sonucu da çıkartılıyor.
Peki, enerji yok olur mu? Mesela birbirine zıt yönlü ve aynı doğrusal üzerinde hareket eden iki eş kütlenin çarpışmasında?
Eğer çarpışma esnek ise sorun yok. Ama ya esnek değil ise?
Çarpışma sonucunda açığa çıkan enerjinin bir kısmı ses ve ısı olarak evrene dağılıyor. Bir kısmı ise malzeme deformasyonu olarak karşımıza çıkıyor. Momentumdan kaynaklı enerjinin hala korunması gerekiyor. Ama çıktıların kesin ölçümünü yapmak pek kolay değil, bu yüzden konuyu biraz daha değerlendirmek gerekiyor.
(Eğer çıktılardaki toplam enerji miktarı, çarpışma öncesindeki kinetik enerji miktarına eşit ise sorun yok. Ama eğer ya eşit değil ise? Bu durumda kinetik enerji kaybını nasıl açıklayabiliriz? Aklıma gelen tek olasılık; "dalgaların birbirini sönümlemesi" oluyor. Eşdeğer birimi içeren enerji üniteleri, zıt akış eğilimleri ile karşı karşıya gelirlerse, birbirlerini yok etmezler. Akış eğilimlerini kaybederler. Yani, akışları durur.
Tabii bu durum uygulamada karşımıza çıkmadığı için, yaklaşımım düşük bir olasılığın açıklaması sadece...)
Sonuçta enerji hiç bir şekilde kaybolmuyor. Potansiyellere "dönüşerek" veya "aralarında akarak" sürekli korunuyor. "Evrenimizde yer aldığı için", enerjinin tüm bu durum ve hareketini "pozitif" olarak tanımlıyorum.
Eğer enerjinin bu durumunu pozitif olarak tanımlarsam, aynı mantığa uygun bir negatif durumdaki enerji tanımı da yapmak gerekiyor. Oysa, evrenimizde negatif enerji olarak tanımlanabilecek bir olgu yok.
(Enerjinin etkisine göre pozitif veya negatif olarak tanımladığımız durumlar olsa da bunlar esasen "zıtlığı" tanımlamak için kullandığımız terimler gibi duruyor.Mesela, kara enerjinin kütle çekimine sebep olması yanında, galaksileri de birbirinden ayırması. İtici kütleçekimi veya negatif/anti-kütleçekimi olarak tanımlamaya neden oluyor. Bence, Elektrik yükleri haricinde, pozitif ve negatif enerji tanımlamaları, kafa karıştırıcı ve yanıltıcı olabilir. )
Eğer negatif enerji durumu var ise, bir de "nötr enerji" tanımlaması gerekiyor.
Enerjinin pozitif durumu; evrenimizde iş üretmeye hazır veya iş ürettiği durum ise, "nötr" durumu bu tür bir potansiyele veya harekete sahip olmadığı-meyletmediği durum olmalı.
Ki bence mantıklı, çünkü enerjinin ana eğilimi tüm evreni eşdeğer yoğunlukta doldurup homojenleşmek olduğuna göre, bu duruma ulaştığında alacağı durumda , tam bu şekilde olacak.
Hiç bir güç alanında potansiyel olarak kalmayacak. hiç bir hareketin ya da eylemin içinde olmayacak. Tam bir durgunluk hali.
Diğer bir deyişle, tamamen homojen ve düzenli, simetrik bir yapı. Hareket olmadığı için boyutlar, yoğunluk farklılıkları olmadığı içinde fizik kanunları tamamen anlamsızlaşmış olacak.
Evren her ne kadar genişlemiş olsa da, bu durum evrenin başlangıcında olduğu düşünülen yoğun, homojen, düzenli tekil durumun bir tekrarı olacak.
Fakat bu durumda, yeni bir büyük patlama ile yeni bir evren oluşturmak için gerekli potansiyele sahip olmayacak. Yeni bir evren tetiklemek için gerekli başlangıç enerjisi, çok yüksek olacak. (Eski bir yazıda , büyük patlamanın başlaması için 16 kg altın kütlesine eşdeğer bir yazı okumuştum. Ama kaynağı kaybettim.)
Ya da evren başka bir kuvvet tarafından tekrar potansiyel yüklenene kadar sıkıştırılmalı.Ya da evren başka bir kuvvet tarafından tekrar potansiyel yüklenene kadar sıkıştırılmalı.İşte enerjinin homojen, düzenli ve sıkışmış bu hali de, enerjinin negatif durumu olmalı. Bu durumda hala "tekillik özelliklerini" koruyor da olacak.
Yani Eğer enerji birimlerini minik kauçuk bir toplara benzetirsek, normal boyutlarında iken (r=0) nötr, normal boyutlarından büyük iken (r>0) pozitif ve küçük iken (r<0) iken negatif enerji olacak.
Negatif enerji olmasına rağmen, nötr duruma geçmek için bir potansiyeli, genişleme eğilimi olacağından, bu büyük patlama sonrası genişleme için gerekli ve yeterli etki gücüne sahip olacaktır.
Bu durumda evrenimizdeki görünür enerjiyi (ve bundan oluşan maddeyi), güç alanının aşırı ve hızlı genişlemesinden dolayı (r>0) pozisyonuna geçmiş, aşırı genişlemiş enerji üniteleri olarak ta tanımlayabiliriz. Ama evrensel toplam enerji miktarı yanında küçük bir yüzde olması da (%4 civarı) bu durumda normal olacaktır.
Hatta evrenimizin hala genişlemesini de bu (r<0)durumda olan ünitelerin, (r=0) durumuna doğru olan eğilimlerini "kara enerji" olarak adlandırıyor olabiliriz.
(Elektrikteki pozitif ve negatif tanımlamalarına girmiyorum. Çünkü bu konuda hala fikir ileri sürebilecek kadar bilgi toplamadım.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)