siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2023 Pazartesi

Karar anı; Çoğunluk mu, Çoğulculuk mu?

 Seçim sonuçları şaşırtıcı değil. Sadece büyük beklentiler içinde olanlar çok şaşkın.

Görünen “Kim iktidar olacak?”seçiminin 2 hafta daha uzadığı.
 Bu iktidarın destek alacağı ve kontrol edileceği meclis tablosu ise zaten belli oldu.

Seçimler, bence, ciddi bir mesaj daha verdi. Tabi anlayana…
Ülke de sağcısı, solcusu, liberali, demokratı,vs.  kalmadı  fazla...  Vatandaş bunlara prim vermiyor artık.
Kişi kendisini hangi kesimden olduğunu iddia ederse etsin, çok büyük bir çoğunluk iki temel gruba ayrılmış durumda…
“Çoğunluk Demokrasisini” destekleyenler ile “Çoğulcu Demokrasiyi” destekleyenler.
Çoğunlukçular, güçlü çoğunluk ile sistemin aynı şekilde yürümesinden yana…
Çoğulcular ise  gruplar arası ile uzlaşı üzerinden değişim vaad ediyor.

Ülkemizde şimdiye kadar Çoğulcu Demokrasi genelde lafta kaldı.
Çoğunluk demokrasisi (yani ezici çoğunluk ) ile kararlar alındı. Bu durum sadece iktidar da değil, muhalefet partilerinin içişlerinde bile genel de aynı.  O yüzden partilerin söylem farklılıklarına rağmen, eylemlerini birbirlerine benzetiyorum.

Vatandaşın önüne sunulan seçenekler bunlar aslında, olan duruma devam mı, değişim mi?

Eğer değişim isteniyorsa, bu en baştan ve net şekilde ifade edilmeli.  Tüm kamuoyuna açık şekilde garantisi  verilmeli…

Nasıl mı?
Meclis aritmetiği belli.
Eğer mevcut muhalefet iktidarı alacak ise bu aritmetik içinde, kendisine muhalif olan en yüksek sandalye grupları ile de nasıl ortak çalışmalar yürüteceğini, ne tür görevler vereceğini belirlemeli  ve açıklamalı.

Daha önce muhalif ittifak bunu yapamazdı, çünkü net bir çoğunluk oluşturmayı umuyorlardı.
Yeni şartlar altında ise, işinin ehli eski kadroları koruyup ve siyaset üstü milli konularda ortak çalışmak zorundalar.  
Yani; ittifaklarının yeni bir üyesi olarak, bu grubu sisteme nasıl dahil edeceklerini de belirtmeliler.

Evet, bir çok siyasetçi fikir ayrılıklarından dolayı önce bu yaklaşıma dudak bükecek ve hatta gülecek belki. Ama milletini, devletini  şahsından ve ihtiraslarından üstün tutanlar, millet adına bu işi seve seve yapacaklardır.
Belki  bir Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, belki bir başbakan yardımcılığı önemli değil. Ama çoğunlukçu demokrasinin işlemesi isteniyorsa, meclisteki tüm güçlü grupların karar mekanizmalarında işlevi ve sorumluluğu olmalı.

Ayrıca, böylece yolsuzluğa, liyakatsızlığa, gizli yürütülen işlere karşı da, birbirlerini kontrol edecekleri için sistem de şeffaflaşacaktır. Uzlaşısız kararlar laınamayacak ve belki de hayati kararlarda tamamen farklı, zıt bakış açıları ile fark edilmeyen olasılıklarda gözönüne alınacaktır.

Bizim sorunumuz, şu veya bunun iktidar olması değil, şu veya bunun birlikte çalışıp, toplumun güncel konumuna ulaşmasıdır. Bu değişimi istiyorum.

Dünya da şartlar çok hızlı değşiyor ve imkanlar hızla daralıyor. Kendi içinde, birbiri ile uğraşan taraflara sahip milletlerin, dünya üzerinde  çok fazla başarılı olma şansı yok. En fazla dönemsel, geçici başarılar olabilir.
Belki vatan, millet uğruna hayatlar feda edilir. Ama milletler bu şekilde korunamaz, yaşama tutunamaz. Birilerinin esiri, hizmetlisi olarak varolabilirler ancak. Oysa millet dediğimiz topluluk, çocuklarımızın yaşayacağı toplum.

Bunun düşünülmesini ve tartışılmasını dilerim. (230515)





25 Haziran 2021 Cuma

Bitaraf olan Bertaraf olmaz...


Kıran kırana mücadelelerin geçtiği ve galip gelen tarafın her şeyi aldığı çatışmalarda kullanılır bu söz.
Özelikle siyasi yaşamımızda, seçimler yaklaştıkça tarafların saflarını güçlendirmek ve sıklaştırmak için kullandığı bir deyim olarak karşımıza çıkıyor.

Nedir bunun anlamı?
Eğer ben kazanırsam, her şeye taraftarlarımla biz sahipleneceğiz, sizler ise uygun bulduklarımızla yetineceksiniz.

Tabii, eski savaş meydanlarında, toptan yıkım tehditi olarak da karşımıza çıkıyor. Kişiyi, temel korunma güdüsünü harekete geçirerek, en azından bir gruba dahil olarak kendisini ve yakın çevresini güvence altına almaya zorluyor…

Devlet, toplum iradesinin cismani iradesidir. Bu yüzden yönetimi kişilerin iradesine değil, toplumun iradesine tabii olmalıdır. Aksi halde yönteminden kaynaklanan sorunlar, taraf fark ettirmeksizin tüm toplumu sarar, yutar.

Peki, her seçim öncesi gündeme gelen bu deyim ne derece doğru? Geçerli?


Çok partili siyasette amaç, toplum içindeki bir grubun diğer gruplara üstün gelerek yönetime geçmesi ve her şeye karar vermesi değildir.

Demokrasinin özüne aykırı olduğu söylense de, esasen toplum idaresinin ruhuna aykırıdır. Çünkü toplum, farklı düşünceler, farklı idealler ve farklı hedefleri olan, farklı bireyler ve bazen bu bireylerin bazı ortak hedeflerini toplamış, küçük topluluklardan oluşur.

Bir topluluk için en iyi karar alma yöntemi ortak akıl üretmektir.

Ortak akıl nedir?
Siyaset  dünyasında ve üst düzey bürokrasi de gördüğümüz şekliyle, lider ve onun yakın ekibinin ortaya koyduğu, ortak hedefler üzerinde herkesin fikir birliğine varması ve iradelerinin bu amaca sevk edilmesi mi?
Elbette değildir.

Ortak Akıl, Çok Seslilik’tir.

Çok seslilik toplum yönetimlerinde özellikle sorunların çözümleri açısından çok önemlidir.
Toplumsal sorunlar basit nedenlere dayanmazlar. Bir çok birbirinden farklı değişkenle, sebeplerle bağlantılıdırlar.
Bir sorunun çözümü için ise bu sorun kaynaklarının mümkün olduğunca ayrıntılı olarak ele alınmasını gerektirir.

Bazı sesler zayıf, bazı sesler cılız olabilir. Ama en az güçlü olanlar kadar, çözüm için değerlidirler. Çünkü her bir ses, sorun bütünün bir parçasını temsil etmektedir.

Söz gelimi, elimizde sorun olarak tanımlanmış bir kırmızı kalem olsun. Kullanıcının ise bulunduğu pozisyondaki bakış açısı ile bu kalemi tanımlamasını isteyelim.
Eğer en geniş (bir bakıma en büyük partiler gibi) açıdan kalemi görüyorsa, tanımı büyük oranda geçerli ama yine de eksik olacaktır.
Karşı taraftan bakan kullanıcının da tanımı aynı şekilde eksik olacaktır. Dar açılardan (küçük partiler gibi) bakanların da tanımı eksik olacaktır.
Sorunun yani kırmızı kalemin doğru teşhis edilmesi için tüm bu bakış açılarından sağlanmış bilginin derlenmesi ve bu bilgilerle kalemin tanımının yapılması gerekir.


Basit bir kırmızı kalem tanımında, en azından 5 farklı bakış açısı gerekli gözüküyor. Oysa toplumsal sorunlarda, teşhis için çok daha fazla bakış açısına ihtiyaç var. O zamanda doğru bir çözüm de geliştirilebilinir.

İşte iktidarların görevi de bu bilgileri derledikten sonra, çözüm üretmektir. İktidar adayları, “en iyi çözüm uygulayıcısı” olduklarını iddia edenlerdir.

Benzer ilke tüm yönetim birimleri için geçerlidir.

Ne yazık ki ülkemizde en iyi yönetimler bile, bir süre sonra kısırlaşmaya ve hatta yozlaşmaya başlar.
Bunun bir kaç nedeni var.
İlki ve en önemlisi, yönetimde çok sesliliği kaybetmesidir. Tabii bazı yöneticilerin bir sürü “danışmanı” oluyor ama bu çok seslilik değildir.
Çünkü seçtikleri danışmanlar veya yardımcılar, onlarla uyumlu düşünen ve hareket eden, genellikle  “ benzer vizyondan“ oluyorlar.
Bu sadece bir bakış açısının sesinin güçlenmesidir. Eğer bu ses diğerlerini bastırırsa ki ülkemizde yönetim sistemlerinde ana amaç bu gibi gözüküyor, sistem güdükleşip, verimsizleşir. Çözüm üretemez, ürettikleri ise kısa vadeli ve günü kurtaran çözümler olur.

İkinci bir neden ise aynı kadroların uzun süre yol gösterici, belirleyici olmasıdır. İnsan doğası, ben merkezli olarak, narsizme yatkındır. Ve hiçbir zaman kendisini haksız olarak görmez. Haksız olduğu itiraf etse bile, aslında gizliden gizliye gerekçelerle kendisine gurur payı bırakır.
Eksik bilgiden dolayı yanılmıştır, hata yapmıştır. Aslında bunu yapacak kişi değildir. Hiçbir beşer, bu iç güdüsüne uzun süre karşı gelemez. Bir gün kapılır.

Üçüncü neden ise, liyakatın yerine sadakatin almasıdır. Ayrıntısına gerek yok, ilk iki sebep ile bağlantılılar.

Çözüm nedir? Siyasi partiler de dahil, en iyi çözüm şeffaflıktır. Şeffaflık illaki her şeyi ile kamuya açık bilgi vermeyi gerektirmez.
Ama tüm grup temsilcilerine bilgi vermeyi ve görüş almayı gerektirir.

En şeffaf yönetim ise,  yönetim erkini ele alan gücün, yanına muhalif gücün temsilcisini yardımcı olarak almasıdır.
Evet, yönetim  son sözü söyleyen olacaktır ama hatalarında uyarılacaktır ve yaptığı tüm uygulamalarda şeffaf olmuş olacaktır.


İşte bu şeffaf demokrasidir.

Bu açıdan ele alınca, bitaraf olmak ana bakış açılarına katılmamak oluyor.
Şu anki ülke gündemine bakılırsa, karasız seçmen adı verilen ve neredeyse %10’a yaklaşan bilinçli bir kesim. Yeni bir cephe oluşturuyor gibi gözüküyor. Böyle giderse, en güçlü cephe olacağı da kesin.


12 Ocak 2021 Salı

Siyaseti ne yozlaştırıyor?

Siyasetçi insan olarak yozlaşmaz. O hala iyi bir insan, tutkulu bir vatansever ve tamamen toplumu için bir şeyler yapmak istiyor olabilir. Ahlakı ve hatta geçmişi olumlu referans olabilir.

Ama bunlar siyasetçiyi yozlaşmaktan kurtarmıyor.

Siyasetçinin önce şu bilince ulaşması lazım.
Devlet, toplum tarafından kendi aralarındaki işleyişi düzenlemesi için oluşturulmuş bir kurumdur. Varlığı toplumu bağımlıdır ve toplumsuz bir devlet bu yüzden olamıyor.

İkincisi siyaset eleştiri alanı değildir. Farklı bakış açılarının işbirliği alanıdır.
Hiç bir görüş, öneri tek başına geçerli doğru değildir. (Doğru olması için çok geniş bir veri kaynağından destek alması gerekir.)
Bu yüzden çok kutuplu siyaset alanı, aslında toplum için o anki en uygun çözümleri içeren süperpozisyonudur.
( https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCperpozisyon_prensibi_(fizik) )

Bizdeki sorun, siyasetin, ortamında çoğunluk olanların tek söz sahibi olmalarında... Bu siyaset değil ki, bir tür topluluk diktatörlüğü..

Üçüncüsü ise siyasetçinin ekonomik düzeyi... Ülkemizde hayatını hatta ailenin, çocuklarının geleceğini garanti altına almak istiyorsan, siyasete gir.
Ama bu işte kolay değil. Siyaset düşük ve orta gelirli vatandaş için çok masraflı ve riskli bir alan.
Bu kadar parası olsa zaten ne işi var siyasette? İşleri yolundadır.

Bu yüzden siyasete, aday adaylığı ve adaylık harçlarını partilere il ve ilçe örgütlerine yatırabilenler girebiliyor.
Ehh...Haliyle yüksek gelir grubunun arka bahçesine dönüyor siyaset arenası...
Ondan sonra da yırtınıyorlar. Halka inemiyoruz diye..
İnemezsiniz!
Aranızda elektrik su, yol, okul, pazar, kira, ulaşım, vb masrafları daha ay başından düşünmeye ve planlamaya alışmış o kadar az adam var ki...
İstediğiniz kadar vatansever ve iyi niyetli olun. Olmuyor. Çünkü bu refah şartlarının verdiği alışkanlıklar ve kültürün bakış açısı ile sorunlara sadece kendi cephelerinden çözüm önerebiliyorlar.

Bakış açıları dar kalıyor. Sıradan bir vatandaş için hayatı önemi olan bir meblağ, onun için küçük bir rakam olarak kalıyor.
Eskiden siyasete maddi durumu iyi olanlar, partiyi ekonomik olarak desteklesin ve karnı toktur, tenezzül etmez diye davet edilirlerdi... Doğru da o dönemin siyasetçileri en azından devlet adamıydılar.
Ama şimdi? Adamın milyarları var. Kendisi veya oğlunu, damadını sokuyor siyasete...
Eğer faydalı bir şey yapacaksan vatana, git bir oda'nın başkanı ol, tacire esnafa destek ol ki onlarda halka destek olsun.
Ya da sivil toplum örgütlerini destekle geliştir.
Zaten bu ülkenin faydasını isteyen ve maddi durumu iyi olanlarda genelde böyle yapıyor.

Siyaseti ve siyasetçiyi yozlaştıran bir diğer şey de, ekip ruhunu, itaatkarlıkla karıştırmış olmaları.
Ekipler, çözümü zor bir sorunu; çoklu bakış açısıyla ele alıp, çözüme doğru yerden başlamak ve sürdürmek için vardırlar.


Ekip lideri, bunları koordine eder, işbirliklerine yönlendirir ve seslerinin-görüşlerinin diğer ekip üyelerince de duyulması ve dikkate alınması için uğraşır.
Biz de ise lider demek, belli bir süre için de olsa "tek karar merci"demek.
Ekip üyeleri itaat edip, mevçut işlerin sorumluluk yüklerinden kaçtıkça, liderin gücü artıyor ama altı da boşalıyor. onu destekleyen kadro, altından çıkıp, yanına geliyor.
Liyakatın yerini sadakat ve yalakalık alıyor.

Sonuç, toplu çöküş çünkü yükseldikleri zemin alttan desteğini kaybediyor ve onları taşıyamıyor.
-----------------
Bence ülkedeki tüm siyasi oluşumlar kendilerine bir reset atmalılar.

7 Eylül 2018 Cuma

Partileri nasıl görüyorum? Onlardan ne bekliyorum?

Yaklaşan yerel seçimlerle, siyaset gündemi bir süredir "seçmen tercihi ve eğilimleri" üzerine odaklanmış gözüküyor.
Bu konularda açıkoturum şeklindeki programlara bakınca, uzmanların da "seçmenden aslında siyasetçi kadar uzak" olduklarını görüyorum.

Daha siyasi anlamada, eğilimlerimi, düşüncelerimi, korkularımı ve beklentilerimi yansıtan tanımlayan ne bir siyasetçi veya partisi, ne de kamuoyu araştırmaları sonuçlarını yorumlayan bir uzman'a denk gelmedim.

Madem seçmenden bu kadar uzak siyaset gündemi, ben de kendi düşüncelerimi ve beklentilerimi toparlayayım dedim. Partileri nasıl görüyorum? Onlardan ne bekliyorum?




Soyut kavramlardan, Somut Gerçekliğe; Canlılık
Bütün idealler, düşünceler, -izm'ler, inançlar, hedefler ve hatta bunların üstüne kurulan örgütlenmeler canlıdır.
Bu gerek canlı bir organizma'dan doğmalarından gerek ise bu organizmaların toplu bilinçlerinin bir üst eğilimi olmasından kaynaklanır.

Örneğin, millet, devlet gibi kavramlar da aynı yapıdadır. Hatta şirketlerde...
Soyut kavramlardan farkları, topluluk ortak eğilim ve beklentilerinin, bir nebze cismanileşmiş halleri olmalarıdır.
Bu kurumlar hem bu toplumsal eğilim ve beklentilerden güç alırlar, hem de bu eğilimi taşıyan varlıkların katılımından.
Bu eğilimler yani idealler, ideolojiler, inanç sistemleri ise bu tür bir cisimleşebilen bir yapıya ihtiyaç duymadan da canlılıklarını sürdürebilirler.

Tabii her canlı gibi büyürler, takipçi katarak gelişirler, sonunda ise bu eğilimlerin artık hiç bir takipçisi kalmadığında da ölürler.
Fiziksel bir varlıkları ve kurumsallaşmış bir iskeletleri olmadığı için, bu ölüm durumunu aşma imkanları vardır. Bu da değişim ile mümkündür.
Düşünsel bazda bir düşünce, ideoloji, inanç eğilimi ancak kendisini değiştirerek sürekliliğini devam ettirebilir.

İki türlüsü mümkündür; Ya bazı tür denizanaları gibi, tüm hücrelerini yenileyerek ama kurumsallaşmış iskeleti ve sistemi aynen koruyarak ölümsüzlüğü kovalarlar.
Ancak bu toplumun, "değişen şartlarına uyum sorunundan" dolayı riski yüksektir. Üstelik zamanla, toplumsal zararı büyüyen tür kansere de dönüşebilir.
Ya da bölünerek, diğer düşünce ve ideallerle kaynaşıp, fikir düşünce değiş tokuşu ile üreyerek. Bu durumda ortaya çıkan yeni idealler, eğilimler arasından şartlara en uygun olanın yaşama şansı bulunur.


Siyasi Partiler (Genel)
Siyasi Partiler, temel aldıkları siyasi ideolojinin üstüne bireylerin katkı ve katılımı ile varlık bulan organizmalardır.
Her siyasi parti, bir eğilimin ve beklentinin üzerine kurulmasına rağmen, zamanla değişen toplum dinamikleri, ülke şartları ve dünya gerçekleri ile şartlara adaptasyon için değişiminden geçer.

Esasta siyasi partiler, toplumun tüm eğilimlerini kapsayamazlar. Çünkü çözülmesi ve göz önüne alınması gereken konuların çeşitliliği ve derinliği buna izin vermez. Bu durumda çok partili bir yapı, toplumsal düzenin yürümesi açısından gerekli-şart olur.
 
İdeal demokratik bir sistemde, partiler birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır.
Her parti, temel aldığı toplumsal değer ve beklentiler çerçevesinde sorunları gündeme alıp, çözüm yollarını da beraberinde getirmek zorundadır.

İktidar da bulunan en geniş destek tabanlı parti ise, bunları kendi çalışma yapısına aktararak, kısmi oranlarda değiştirerek, üzerinde toplumsal uzlaşmaya en yakın formda uygulamaya koyar.

Çünkü toplumu oluşturan bireylerde genelde tek bir bakış açısına ya da düşünceye tamamen sadık, bağlı değildirler.
Dıştan görünen tutum veya davranışları tek bir yönde yorumlansa bile, bu aslında kişinin bir çok farklı duygu, düşünce ve eğilimlerinin sonucudur. Bir bakıma kuantum fiziğinden alıntı yaparsak, tüm bu eğilimlerin süperpozisyonunda karar alır.
(Bir kişi sol eğilimli ve dindar olabileceği gibi, sağ eğilimli ve dinsiz olabilir. Hayvan haklarında duyarlı iken, çevreye karşı aynı duyarlılıkta olmaya bilir.)
Çoğu zamanda bir kararı en az 5-6 farklı düşünce, beklenti ve istek altında, bunların harmanlaşmış bir sonucu olarak alır. Bu nedenle zamanla, değişkenlerin (koşulların) farklılaşması ile benzer durumlarda, gene aynı kararları alıp uygulayacağı da kesin değildir.

İktidardaki partilerin aldıkları kararlar ve uygulamaları da bu şekilde olmak zorundadır. Aksi halde alınan kararlar; dar çerçeveli, kısa süreli etkinliklerde verimli olurlar.

İktidarın, sahip olduğu yetki ve gücü kullanarak, diğer partilerin toplumdan derlediği talepleri görmezden gelmesi, sadece toplumu ve onun cisimleşmiş yansıması olan devleti, olumsuz etkiler.
Hiç bir kurumun bakış açısı ve olaylara yaklaşımları, göz önüne alınması gereken tüm cepheleri görmeye yetmez çünkü...

Muhalefet ise yürütme sorumluluğundan muaf olduğu için, gerek bilgi gerek ise bakış açısı olarak, çok daha zengin öneriler geliştirme imkanına sahiptir.

Seçim öncesi dönemlerdeki bu etkinlikleri, bu eğilime destek verenlerin sayısının artışı ile kendisini gösterir.


Demokrasiyi Sindirememiş Partiler (Genel)
Demokrasinin oturmadığı ortamlarda siyasi partiler, geçmiş alışkanlık ve eğilimlerin içinde kalmış, kendilerini herhangi bir şekilde yenileyememiş durumdadırlar.
En çok yenileme yeteneğine sahip olanı iktidardadır. Ama o bile, toplumun tümüne hizmet veremez. Uzlaşma ve ortak toplum

(millet olma) bilinci sadece belli gruplar içinde kalmaktadır.

Çoğu varlığını, neredeyse tüm siyasal sorumluluğu üstüne almış "tek kişi"nin ve bu "tek kişinin çevresinin" kontrolü altına bırakmıştır.
Bu durum, siyasi parti içinde aktif olarak etkinliklere katılan kişi ve grupların sorumluluklarını azalttığı gibi, "çözüm üretme yeteneklerini kullanmayı" da azaltmaktadır.
Üretilen çözümler çoğu zaman parti içi, bir kaç kişi veya grup lehine olmaktadır. Ağırlıklı olarak ise bu kişi ya da grupların menfaatleri üzerinden gerçekleşmektedir.
Diğer katılımcılara; ya parti sistemi dışına çıkmak ya da var olan durumu kabullenip, yarı gönüllü olarak desteklemeleri kalmaktadır. Bir sonraki fırsat için, çalışma ve arayışlarına devam edeceklerdir.

Böyle bir siyasi yapıda yönetim kadrosunun, tüm parti ve alt organları üzerinde tam bir kontrolü gerekmektedir.
Çünkü uzlaşmaya dayalı karar alma-beyin görevi belli bir gruba bırakıldığından, kalan uzuvların tamamından bilinçsiz bir şekilde itaat beklenmektir.
Bu beklenti, kurum içi diğer kişi ve kurumlarca, sorumsuzluğu da getirdiğinden, tercih edilebilen bir durum olabilmektedir.

Aksi durum, idare edilmesi ve bir arada tutulması açısından çok zor olacaktır. Böyle bir yapı, iç çekişmelerin ve gruplaşmaların kurumu içten yıprattığı, partinin esas sorumluluğu ve görevi olan toplumsal işlevleri zayıflattığı bir yapı doğurmaktadır.
Ayrıca diğer partilerle
, (muhalefet veya iktidar) uzlaşmaya dayalı siyaset yürütülmesini de baltalamaktadır.


Lidere ve onun yakın çevresindeki yardımcı liderlere dayalı bir yönetim sistemi...

Çok sesliliğin ve demokrasinin parti içinde zayıf olması durumunda, parti içinde itaate ve kabule dayalı örgütlenme yapısı tercih ediliyor gibi gözüküyor. İç yapıya çok sesliliği, uzlaşmacı kültürü getirememiş partilerde, tek adam ve çevre liderleri ihtiyacı kaçınılmaz oluyor.

Kişilerin parti içinde yükselmeleri, göreve ve sorumluluk yüklenmeleri de, bilgi ve becerilerinden kaynaklanan liyakatlerinden ziyade, parti içi ve bazen de ekonomik ilişkilere dayalı olması ile sonuçlanıyor.
Çünkü farklı düşüncelerine rağmen, nasıl uzlaşacağını bilmeyen ve "dediğim dedik! söylediğim doğru!" alışkanlığından vazgeçemeyen  parti üyeleri arasında eşgüdüm ve kontrol sağlamakta, başka türlü mümkün olmuyor.
Böyle olunca partililer, farklı yarı liderler etrafında kalabalıklar toplanıyor ve uzlaşma yerine, çatışmaya ve güçlü olanın masadaki her şeyi aldığı bir anlayışı savunuyor duruma düşüyorlar.

Sonuçta gerek kendi içlerinde, gerek ise birbirleriyle uzlaşmayı bilmeyen partilerden oluşan siyaset ortamının ve buna dayalı yönetim anlayışının ülkeye de verebileceği şey de, sadece yaşadıklarının yansıması olabiliyor.

Ayrıca partilerin, yapılarını ve organizasyonlarını korumak, şartlara göre değiştirmek ve geliştirmek zorunda olması, onları ekonomik nedenlere dayalı duygusal tercihler yapmak zorunda da bırakabiliyor. Kimi zaman, parti karar mercilerinin bu "duygusal tercih nedenleri", düşünsel (idealist ve ideolojik) tercih nedenleri önüne de geçebiliyor.
Bu durumda ise, parti içi ilişkiler tamamen "kazan-kazan" uzlaşmasına dayanabiliyor. Elbette gerek parti içi, gerek ise partiler arası "kazan-kazan" anlayışında, bir de tüm bu maliyetini karşılayacak bir kaynak  gerekiyor.
Bu da genellikle, toplumun sıradan bireyleri oluyor.


Ülkemizde Genel Durum

Ülkemizdeki siyasi partilere baktığımız da, aralarındaki söylem ve ideoloji farklılığına rağmen aslında aralarında çok az farklılık olduğunu görüyoruz.
(Yok aslında birbirilerinde pek farkı, ama onlar ..... partisi.)

Gerek iç dinamikleri, gerek ise dış dinamik ve söylemleri bakımından oldukça durgun olduklarını görüyoruz. İçlerinden en dinamik ve değişken olanı ise, neredeyse alternatifsiz olarak ülke siyasetine hakim durumda...

Şu anki siyasal sistemde seçmenin çok az bir kısmı, duygu, düşünce ve endişe olarak meclislerde temsil edildiğini hissediyor. Oy verdiği ve meclise girmesine olanak verdiği kişilerle aralarında bir yakınlık, dayanışma güven hissetmiyor.
Bu yüzden parti program içeriğinden çok, parti liderlerinin güvenirliği, karizması öne çıkıyor. Onların kararına güvenmek zorunda kalıyor. Önüne koyulan listelerdeki isimlerde bu yüzden çok fazla anlam ifade etmiyor.

Elbette, partiler adaylarını belirlerken, kamuoyundan en çok destek alacak, ilişki ağları en geniş kişileri tercih etmeye çalışıyorlar. Ama bu, o kişilerin partiye ek oy kazandıracağı anlamına da gelmeyebiliyor.

Partilerimiz, toplum bireylerinin düşüncelerine ve beklentilerine göre değil, onların  alışkanlıklarına ve korkularına dayanarak yaşamaktadırlar.

Mevcut durumda, herhangi bir partiyi ve onun ideolojisini takip edenlerden çok, yaşanılanlardan ve yaşanacaklardan pek memnun olmayanların, çoğunluğa ulaşmış olduğunu görüyoruz.
Bunda özellikle son dönemlerdeki seçimlerde, özellikle muhalif fikirlerin de siyaset ortamında hayat bulmasını isteyenlerin yaşadıkları hayal kırıklıklarının etkisi var.
Üstelik, kırgın seçmen istediği gibi bir sonuç gelişse bile, başarılı ve sonuç alıcı genel bir değişim yaşanacağına da ikna olmuş değil. Çünkü uygulamada partiler arasında çok fazla bir farklılık gözükmüyor.

Halka İnmek
Avusturya'da bir Muhalefet lideri ile röportaj yapan Zeynep Atikkan'a (*) muhalefet lideri söyleniyor; "Halka inmek, halka imek! diyorlar ama halka inmek nedir? Biz zaten, Halk'ız!"

Siyasi anlamı çok tartışılan bu kavramın neyi temsil ettiğini ve ne gerektirdiğini anlayabilen siyasetçi ve siyasi parti sayısı gerçekten çok az...

Halka inmek, halktan biri gibi gözükmek ya da gözükmeye çalışmak değildir. Halk zaten söz konusu kişinin bir insan olduğunu ve toplumun bir parçası olduğunu bilir.  Kafasında siyasetçi ile ilgili onun tutum, hareket ve söylemlerinin sürekliliğinden oluşmuş bir imaj vardır.
O yüzden halk kişisel düzeyde yapılan tanıtımları, öyle olmasa bile, mizansen olarak algılar.

Bir partinin halka inmesi nedir?

Halka inmek kurumsal bir tutumdur. Elbette baştaki kişinin kurumu nereye yönelttiği ile bağlantılıdır. Aynı zamanda partinin kurumsal kişiliğiyle de desteklenmektedir.

Eğer vatandaş, tüm farklı düşünce ve yaklaşımına rağmen, "partinin kurumsal ve partilinin şahsi kişiliği karşısında; dilek, talep, rica, şikayet, ihtiyaç, temenni, beklenti gibi durum ve duygularını ifade edebiliyor ve olumsuz bile olsa ciddiye alındığına dair cevap alabiliyorsa", halka inmek konusunda bir adım atılmış demektir.

Eğer bir partili, seçmen potansiyeline sahip bir vatandaşı dinlerken, sorunları analizi ve çözüm önerilerinde şahsi bakış açısı ile tespit yapıp, ihtiyacı olan kişinin eğitim ve bilgi düzeyi yetersiz görüp kendi fikirlerini empoze etmeye çalışmıyorsa, bunun yerine karşısındakinin durumunu anlamaya çalışıp, "kendi imkanları çerçevesinde çözüm ya da çözüme yardımcı enstrümanlar öneriyorsa", ikinci bir adım daha atılmış olacaktır.

Üçüncü adım ise, parti içindeki organizasyon yapısının esnekliğidir.
Günümüzde siyaset, pahallı bir iştir. Sıradan vatandaşların adaylık sürecine dahil katılımı ciddi maddi külfetler gerektirmektedir.
Bu nedenle artık siyaset, bir bakıma zenginin iştigal alanı olmuştur.
Parti içinde aktif roller almak ve yükselmekte de bu kıstaslar etkili olmaktadır.

Bu, "partiye taze kan" anlamına gelen bir çok yenilikçi, heyecanlı ve inovatif zihinlerin, sistem dışında veya kenarında kalması demektir. Parti içi ilişkiler ve ekonomik gerekler, liyakat sahibi bireylerin parti içinde yükselmesine zorlaştırıyorsa, toplumla parti arasında kopukluk anlamına da gelmektedir.

Çünkü kemikleşmiş bürokratik yapı ve eğilimler, zamanın şartlarına göre gelişen yeni ihtiyaçları da, eski kemikleşmiş yapıya ve onun düşünce alışkanlıklarına göre değerlendirecektir. Bu da sorunların doğru teşhisinde bile yetersiz, etkisiz hatta yanlış çözümler geliştirmeye neden olacaktır.

Bir partinin halka inmesi demek, bireyin -parti destekçisi olsun olmasın- eğilim ve beklentilerinin ses bulması, parti faaliyetlerine katıldığı zaman, kendisi içinde bir yer olacağını hissetmesi demektir.
İnsanlar bir gruba dahil olma ihtiyacını niye hissederlerse, partileri de onun için desteklerler.
Yoksa sırf sempati ve empati nedeniyle değil.
(*) Avrupa Benim - Batı Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişi / Zeynep Atikkan




Yerel Seçimler...


Yerel seçimler, vatandaşların bir partiyi değerlendirirken, partinin savunduğu ideolojik yaklaşımın yanında, adayında kişilik, ün, karizma, güvenirlik, inanırlık, dürüstlük gibi toplum içinde kabul görmüş genel değerlerinin de göz önüne alındığı seçimlerdir.

Seçmen milletvekili seçimlerinde olduğu gibi, kendisine sunulanı fazla sorgulamadan kabul etme durumunda değildir. Tam tersi, yaşadığı ortam ve hayatı ile ilgili olacağından, bir çok farklı değişkeni birden değerlendirir.
Hatta eğitim düzeyi yükseldikçe adayın özgeçmişi ve profili, partinin savunduklarının da önüne geçer.

Peki yerel seçimlerde bir seçmen adayın nasıl olmasını bekler?
En başta, yönetimi talep edilen mevcut kurumdaki yerleşmiş ve ağırlaşmış bürokratik hantallığı kıracak, yenilik getirecek ve kadroları dinamikleştirecek, onları heveslendirecek bir lider olmasını bekler.
Çünkü çoğu kamu kurumu ortalama 4-5 yılda, kendi bürokratik alışkanlıklarına saplanmakta ve  genel olarak çevre, teknoloji, ekonomi, eğitim, göç, imar ihtiyacı, alt yapı ve hizmet bekleyen insan profili gibi değişkenleri cevaplamada yetersiz kalmaya başlamakta.
Bu durum; mevcut sistemin yerleşmesi esnasında, daha önce başarılı sonuçlar vermiş deneyimlere bağlanmaktan ve güvenmekten kaynaklanıyor.
Yani bir bakıma kurumsal kimlik yaşlanıyor ve tutuculaşıyor.

Ayrıca kurumdaki yönetim erklerinin uzun sürekliliği, yeni çözüm yolları ve alternatifler yerine, var olanı koruma ve mevcut durumu sürdürme eğilimi getiriyor.
Bu da daha çok, kaportaya-dış görünüme yönelik, göz doldurucu ama kısa vadeli faydası olan konularla gündemin doldurulması oluyor.

Hemşeri, "yapılmış işlerin ne olduğu ile değil", yaşamını ilgilendiren "nelerin yapılacağı ve ihtiyaçlarının ne kadar giderildiği?" ile ilgilendiği için; toplantılar, etkinlikler, tanıtımlar bolca olsa da, hizmet bekleyen vatandaşların esas sorunları eskisi gibi aynı hızda ancak çözülebiliyor.

Seçmen, bu durumu değiştirecek, kısıtlı ekonomik kaynakları doğru alanlara yönelteceğine inandığı adayları tercih edecektir.


İkinci olarak, vatandaş, parti içi ilişkilerin nasıl yürüdüğünün ve seçilmiş aday üzerinde zamanla parti üzerinden nasıl bir baskı oluştuğunun farkındadır.

Her ne kadar partiye de oy vermiş olsa, seçilmiş adayın partisinden bağımsız hareket edebilecek ve gerekirse ters düşebilecek güçte olmasını da bekler.

Partililer ve parti yönetim kadrolarının baskılarına direnemeyecek ya da zayıf direnecek bir aday iyi değildir. Çünkü bu hemşeri için, partinin ve partilinin taleplerinin, kendi taleplerinin önünde geçmesi demektir. Hiç bir vatandaş, bir şehrin bir parti yönetiminde olmasını istemez.
Bu nedenle de kontrol edici görevde meclis üyelikleri vardır.

Ancak  vatandaş, adayın seçimlerden sonra diğer partilerin şehir temsilcileri ile olacak ilişkilerin de nasıl olacağını sorgular. Çünkü seçimlerden sonra, seçilen kişi diğer düşünce ve -izm temsilcisi partilerin seslerine kulak tıkarsa, bu topluma da yansır.
Vatandaş huzursuz, bölünmüş ve gergin bir toplum içinde yaşamak zorunda kalacaktır.
Bu yüzden, bu tür adayları da pek istemez.

Üçüncü olarak, günümüzde toplumların siyasi eğilimleri, ideolojiden ve dünya görüşünden hızla uzaklaşmaktadır.
Bireylerin daralan ekonomik imkanları, yüksek teknoloji ve bilgi gelişimi, haberleşmenin kişi veya kurum kontrolünden çıkmış olması, hızla azalan çevre ve doğal kaynak imkanları, vatandaşları bu konularda düşünmeye ve sorgulamaya itmektedir.
(Güncel olarak, hayvan hakları ve sorunları da bu kapsama hızla girmiştir.)
Çünkü ideoloji veya dünya görüşü, daha soyut ihtiyaçları cevaplarken, çevre, kıt kaynaklar direk somut olarak sosyal refah seviyesini ve gelecek planlarını etkilemektedir.

Bu yüzden bu konuları bilen ve gündemine alan, işleyen, çözümler geliştiren
(sadece sorunun ne olduğunu değil, alternatifli olarak nasıl çözümler geliştireceğini de anlatan) vizyon sahibi  adayların "gelecek umudu" vermesi, seçmen tarafından olumlu değerlendirilmektedir.




Bütün bunlardan sonra birey olarak eğilimim...

Öncelikle ben, bir "kararsız seçmen" değilim. Tam tersi "kararlı ve bilinçli bir seçmenim."

Ulusal seçimlerde önüme bir tabak gibi konan parti aday listelerindeki karasızlığımız sadece, "olmasını istemediklerim arasında en az" olanı saptamakta oluyor. Aslında hiç birini istemiyoruz. Ehven-i Şer'i seçmek zorunda kalıyoruz.

Tüm milletvekili adaylarına tek tek oy verebilseydik, mecliste siyasi partilerin durumu çok farklı olabilirdi.

 Hele son seçimlerde,  istemediklerimle, tercih edebileceklerimi yan yana tutan listeler durumu iyice kötüleştirdi.  Ve meclise, bizleri temsil etmeyen kişileri de yerleştirdi.

Ayrıca  sırf, "bir diğeri olmasın" diye ," başka bir diğerine" oy vermek de hoş değil. "Sevmediklerim içinde en az hoşlanmadığımı desteklemek gibi" bir şey bu...


Yerel Seçimlerde, adayların kişilikleri, geçmiş ve profilleri daha ön planda olduğu için, seçmen açısından karar vermek daha kolay.

Eğer güvenebileceğim, inanacağım adaylar olursa, içlerinden en olumlu olanı tercih etme imkanım var.

Ama yok ise, hiç birini de, "sırf bir diğeri olmasın" diye tercih etmeyeceğim.

Bu yaklaşımda olanların siyasi hareketi olsaydı, büyük ihtimalle "oy gücü", iktidara en yakın yaklaşım olurdu.

Bu nedenle, eğer istediğim gibi adaylar yok ise, benden de kimseye oy yok.
Sandığa gideceğim, hepsinin birden üstünü çizip, zarfa koyacağım.

Eğer bu tür seçmen sayısı, genelin %10-15'i gibi bir rakamına ulaşırsa, bu tüm siyasi partilerin kendilerine çeki düzen vermelerini düşündürtecek bir sonuç olurdu bence.

"Kararsız" değil, istemedikleri arasında "karar vermek zorunda olmak istemeyen" bir seçmenim.

20 Aralık 2016 Salı

Neler oluyor ? Dünya da, Türkiye de...


Türkiye'de, dünya'da bir şeyler oluyor da, neler olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.
Aslında gerçekten anladığımızı iddia etmekte pek mümkün değil.
Televizyonlarda, haberlerden, oturumlardan bir şeyler öğreniyoruz ama bunların arasındaki bağlantıları göremiyoruz. Anlamıyoruz.

Sadece ülkemizde değil, dünya da geleceğe karşı bir belirsizlik ve güvensizlik var. Ülkemizde yaşananlardan dolayı, bunun dozu fazla.

Peki neler oluyor? Bizi ne bekliyor? Ne hazırlık yapmalıyız?

Yaşanan olayların ayrıntılarından uzak kalabilirsek, büyük bir yapısal değişimin eşiğinde olduğunu görebiliriz.

Ne değişiyor? Ekonomik sistemler, politikalar değişiyor?
Ne değişiyor? Üretim araçları değişiyor?
Ne değişiyor? Siyasi yönetim sistemleri değişiyor?
Ne değişiyor? Dünya'nın insanoğlunu besleme kapasitesi değişiyor?
Ne değişiyor? Eski ittifaklar ve çıkar birlikleri değişiyor?

Kısaca, tüm dünya ve içinde yaşayan her şey değişiyor.
Değişimi göremeyen veya doğru okuyamayan herkes, bu değişim çarklarında ezilecek. Peki doğru yönlendirmek mümkün mü? Hayır, değil.
Bu nedenle gücü yetenler, bu değişimi biçimlendirmeye, en azından kendisini ve çıkarlarını güvenceye alacak şekilde önlemler almaya çalışıyor.

Bugün yaşadıklarımız, bunların sonucu...
Eğer kafalarımızı, günlük hayatımızdaki sorunlardan ve çatışmalardan kaldıramazsak, önlem almak için çok geç kalmış olacağız.
Aslında ciddi anlamda da geç kaldık.

Şimdi nelerin değiştiğine bakalım.

Son 60 yıldır, 2nci dünya savaşı sonrası benimsenen ve desteklenen" tüketime dayalı büyüme modeli" öngören ekonomi yapısı, dünya'yı iflasa sürüklemiş durumda.
Gıpta ile baktığımız gelişmiş batı, bu dönemde aşama aşama dünyanın doğal kaynaklarını ve ekonomik imkanlarını kullanarak refah düzeyini artırmış ve sorunlarını (dünyanın kalanına oranla) hafifletmiştir.
Kendi insanına insan hakları ve sosyal refah açısından ideal koşullar oluşturmuştur. Bunun bedelini, uluslararası ticaret kurallarını düzenleyerek gelişmekte olan ülkelerden sağlamıştır.
Elbette kendileri de ciddi ekonomik ve siyasi mücadeleler yaşamışlardır. Kayıpları da olmuştur.
Ama bu bedel palm yağı için, yağmur ormanlarını kaybeden Endonezya ya da balıklarını Avrupalı kedi-köpek maması üreten balıkçılara sattığı için, dengesiz beslenen Afrikalı balıkçılar kadar olmamıştır.
"Paran var ise, güçlüsün", "her şeyin bir parasal bedeli vardır" mantığı ile bilgi teknolojilerindeki avantajları ile üretilmiş yüksek katma değerli, düşük hammaddeli ürünler karşılığında diğer insanların kaynaklarını almışlardır.
Bu aslında kölelikten de, sömürgecilikten de daha ekonomik bir yol olmuştur.

Köle veya sömürge için; besleme, bakım koruma maliyetlerine bile girmeden, emeğinin karşılığını, daha ekonomik yollarla temin etme imkanı sağlamıştır.
Ölmeden yaşayabileceği kadar da desteklemiştir.

(Bugün bir ortalama bir Avrupa'lı, dünya ortalamasından 9 kat, ortalama bir Amerikalı ise 36 kat fazla enerji tüketmektedir.
Avrupa da yıllık çöpe giden besin miktarı, (280 milyon ton civarı), açlık çeken tüm Güney Sahra altı Afrika'nın üretiminden 10 milyon ton civarı daha azdır.)

Fakat dünya'nın gelmiş olduğu bu nokta da, bu refahı sürdürmelerinin imkanı kalmadığı açığa çıkıyor. Çünkü pazarlarına girmek için kendilerini örnek gösterdikleri ülkelerdeki insanlarda aynı yaşamı, refahı istiyor.

Oysa, bu mümkün değil. Hem dünyanın zaten tükenmiş kaynakları ve aşırı zayıflamış kendini yenileme kapasitesi yüzünden, hem de herkes bu refah düzeyinde olursa, ortada artık paylaşacak hiç bir şey kalmayacağından.

Bu nedenle, yeni değerler geliştiriyorlar. Sürdürülebilirlik bu kavramların ilki ve en önemlisi.
Çünkü, nasıl aşırı avlanma sonucu besin kaynakları tamamen yok oluyorsa, bu düzeyde bir tüketim de dünyanın kaynaklarını, geri dönülemez şekilde yok ediyor.

Yani adam göldeki balıkları avlayıp yemiş, yemiş şişmanlamış. Şimdi diğer cılızlarda yemek ve şişmanlaşmak istiyor. Ama göldeki balık sayısı sınırlı. Eğer herkes bu şekilde yerse, göldeki tüm balıklar tükenecek  ve bir sonraki av da kimse yiyecek balık bulamayacak.

Bu yüzden şişman amca dur, sürdürülebilir olalım. Yoksa tamamen aç kalırız! diyor.
Evet, doğru söylüyor ama diğerleri de artık biraz rahatlamak istiyor. Sen yeme o zaman diyorlar. Olmuyor.  Ben niye vazgeçeyim? Diğerleri de vazgeçerse ancak olur diyor? Ama hiç kimse öğününün bir kısmından vazgeçip, diğerlerinden geri kalmak istemiyor.

Dünya çapında Sürdürülebilirlik'te ana sorun bu.

Eğer dünya çapında, bu aşırı tüketimi teşvik eden ekonomi modeli terk edilemez ve yerine yeni bir ekonomik yapı konmazsa, herkes aç kalacak.

Ancak gerek gelişmekte olan ülkeler, gerek ise gelişmiş ülkelerin çok uluslu şirketleri- girişimleri bu tür ekonomik değişime hazır değil.
Ne bankacılık, sigorta sistem, ne hukuk sistemleri, ne üretim modelleri ve araçları, ne örgütlenme yapıları hazır değil.
Sürdürülebilir büyüme, yeşil ekonomi söylemleri ise, bu "hazırlıksızlığın" saklandığı ve mevcut sisteminin biraz makyajlanarak  devam ettirilme arzusunun uzantıları.

Gelişmekte olan ülkeler yıllık ortalama %3-5 aralığında büyüyorlar. Çok geriden başlayanlar için bu oran artıyor. Bu büyüme hızları ile önümüzdeki 30-40 yıl aralığında ancak gelişmiş ülkelerin bugünkü düzeylerine erişecekler.

Bunun iki anlamı var. Dünya ekonomisi şu anki 90 trilyon dolar civarından 300 trilyon dolar civarına çıkacak olması ve enerji ihtiyacının ise daha fazla en az 5 kat artacak olması ilk anlamı.
İkinci anlamı ise her 1000 dolarlık ticaretin, dünya ekolojisine 180 kg karbondioksit (k)atması sonucu, bu kadar tüketim karşısında zaten alarm veren dünya ekolojisinin, çökecek olması.

Gelişmenin ve ilerlemenin, refahın temel kaynağı enerjidir. İnsanlık bugüne kadar bu gelişimini petrol sayesinde sağladı.
Ancak petrol (kolay ulaşılabilir olan)'un 20 yıl civarında ömrü kaldı. Bu yüksek tüketimi  yenilenebilir enerji kaynakları ile doldurmak ise maalesef mümkün değil. Yatırım maliyeti, getirisi ve aciliyeti açılarından ele alınca, doğal gaz ve nükleer santraller ön planda ve öncelikli olacak görünüyor. Doğal gaz rezervleri, dünyanın artan şekliyle enerji ihtiyacını 130 yıl kadar karşılayabilecek düzeyde. Daha da ulaşılmamış yataklar var. Kömüre oranla karbon izi ise defalarca düşük. Nükleer santraller ise uzun ömürlü olmaları ve inşaat haricinde karbon izlerini olmaması nedeniyle cazip bulunuyorlar.
Elbette gelişen teknolojiler sayesinde, yenilenebilir enerji kaynakları ve üretimi artıyor ama bu gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyacını karşılamaktan çok uzak şimdilik.

Gelişmiş ülkeler aşama aşama, enerji ekonomilerinde bu geçişi yapabiliyorlar. Her sermaye hem de bilgi birikimi açısından bu dönüşüm için gerekli kaynaklara sahipler.

Tabii bu durumda, enerji kaynaklarına sahip olmak önemli.
Ancak gerçekte önemli olan, enerji kaynağına sahip olmak değil. Onun fiyatını kontrol edebilmek ve pazarını koruyabilmek daha önemli.
Siz istediğiniz kadar petrol ya da doğal gaz çıkartın, eğer fiyatı başkaları belirliyorsa, kontrol ondadır.
(Yıllardır; zeytinyağı, fındık, kuru incir, pamuk, kayısı, vb. ürünlerimizde fiyatın uluslararası toptancılarca belirlenmesini ve fiyatların üreticilerimizi ne kadar desteklediğini düşünün.)

Örneğin, güneyimizde ateş var. Suriye ve Irak kaynıyor. Bu ateşin yansımaları da bize en acı şekilde düşüyor.
Neden?
Arap Baharı denilen şey, nasıl tetiklendi?
Her kafadan bir çok ses çıkacaktır ama kimsenin göz önüne almadığı bir başka neden daha var.
2012-13 döneminde küresel çapta yaşanan iklim değişimleri, o yıl buğday ve hububat üretimini olumsuz etkiledi. Gelirinin %5-10 gibi bir kısmını temel gıdaya harcayan ülkelerde bu çok sorun olmadı. ama Kuzey Afrika ülkeleri gibi gelirinin %35-50 arasını temel gıdaya harcayan toplumlarda ciddi sıkıntılara yol açtı.
Çıkan hoşnutsuzluklar, huzursuzluklar bir de toplum içi gruplaşmaların bir şekilde deşilmesi ile olaylar zincirleme başladı.
(Toplumsal sosyal refahın korunması bu yüzden önemli. Eğer devlet sağlayamıyorsa, sivil toplum örgütleriyle toplum kendisi sorunları yumuşatmalı, paylaşmalı.)

Bu olaylar zinciri güneyimize kadar geldi. Peki, Suriye'nin önemi nedir?
Suriye ciddi bir petrol ya da doğalgaz üreticisi değil. Neden bu kadar karışıyor. Gelişmiş ülkelerin her biri neredeyse, bir grubu gayri resmi olarak destekliyor.

AB doğalgazının yaklaşık %40'ını Rusya'dan alıyor. Ve Rusya'nın en büyük müşterisi. Ukrayna krizinde,  Ukrayna Avrupa ya giden doğal gazdan ihtiyacı olanı alıp da, ödeme yapmayınca, Rusya doğalgazı kesmişti. Bütün Avrupa bundan olumsuz etkilenmişti.

Avrupa artık ürün ve satıcı çeşitlendirmesine gitmek istiyor. Rusya önce Türkiye üzerinden, sonra Türkiye'yi dışarıda bırakarak Karadeniz, Bulgaristan üzerinden boru hattı ile doğal gaz satmayı planladı. Ancak AB'de bu sefer bu boru hattının kapasitesinin yarısının ancak kullanılabileceği şeklinde konuyu ele aldı. Kalan kısmını, Azerbaycan, Türkmenistan gibi ülkelerin doğal gazı dolduracaktı. Bu da olmadı. Rusya- Türkiye ile anlaştı ve Türkiye'de Trakya'dan Ege denizine boru hattına karar verildi. Böylece musluk AB üyesi olmayan Türkiye'de olunca, istedikleri yaptırımları ve şartları uygulama imkanları kalmayacaktı.
Bu seferde Rus Uçağının düşürülmesi ise ilişkiler askıya alındı.

Bu arada Avrupa bir yandan da Basra Körfezindeki doğal gaz'a (İran ve Irak) ulaşmak istiyor. Böylece fiyat ve süreklilik konusunda eli rahat olacaktı. Ancak bunu Türkiye ya da güçlü bir Suriye yönetimi üzerinden istemiyor. Daha kontrol edebileceği, yönlendirebileceği küçüklükte, bağımlı siyasi oluşumlar üzerinden yapmak istiyor. Irak zaten parçalanmış ve otonom yapısıyla bu iş için uygundu. Bir tek Suriye uygun değildi ki Arap Baharı rüzgarı oraya da bu şekilde ulaştı.
Eğer Suriye'nin kuzeyi de ayrılırsa ve kuzey Irakla birleşirse, (Şu anki tüm terör örgütlerinin kontrol etmek istediği bölge) Basra körfezinin doğal gazı, Akdeniz'e Türkiye alternatifi bir yolla ulaşabilecekti.
Üstelik bu bölgede Güney Kıbrıs Rum bölgesi ile İsrail arasında kalan deniz zeminindeki zengin doğal gaz yatağının da bu boru hattına bağlanma imkanı olursa, ürün çeşitliliği ve fiyatlandırması, rekabet sayesinde kolaylaşacaktı.
Ondan sonra herhalde Akdeniz zemininden, Yunanistan veya İtalya üzerinden Avrupa'ya bir hat döşenirdi.

Bu durumun farkında olan Rusya ve Türkiye için ise, bu olası botu hattı güzergahının kontrolü hayati önem taşıyor. ( http://uzmanpara.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem2/15/62000/62903/ )
Tabii bir de Amerika faktörü var. Dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi olan Amerika da, gelecekte doğal gaz talebine hazırlanıyor.
Boru hattı döşemek maliyetli olsa da (üretici ülkenin sorumluluğunda), doğalgazı sıvılaştırmakta maliyetli. Çok düşük sıcaklıklarda be yüksek basınç altında sıvılaştırılan doğalgazı ise tankerlerle istenilen yere nakletmek hem ekonomik, hem de esnek.

Parasını ödemeyen müşteriye tanker yollamazsın, direk alıcıya yollarsın, ara ülkelere bağımlı olmazsın gibi avantajları da var.
Günümüzde Çin, Rusya ile fiyatta anlaşmadığı için doğal gaz ihtiyacının önemli bir kısmını tankerlerle sağlıyor. Ürün çeşitliliği ve rekabet, fiyat konusunda da daha fazla rahatlık sağlıyor.
(Boru hattında, bir seferlik tesisat maliyetine rağmen, sürekli giderleri ve müşteriye olan bağımlılık da var)
ABD doğalgaz sıvılaştırma tesislerinin inşaatına başlamış durumda. Bir çoğu 2020'li yıllarda hizmete girecek.
Bu nedenle Suriye üzerinden gelecek böyle bir doğal gaz hattı, onunda içinde ekonomik anlamda çok önemli.
Sahip olmasa da en azından kontrol eden(lerden) olmalı...
( http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kibrista-sorunu-cozmek-mi-dogu-akdeniz-gazina-pazar-olmak-mi )

Güneyimizdeki çok uluslu desteklenmiş terörizmin altında da bu yatıyor.

Görünürde, inançlarda ve ideolojilerdeki farklılıklardan çıkan çatışmalar gibi gösterilse de, bu daha çok dünya kamuoyuna ve ülkelerin kendi kamuoylarına durumu yumuşatarak anlatma çabalarının bir sonucu.
Hiç kimse, devlet olarak bizim orada çıkarımız olduğu için oradaki  bazı terörist grupları destekliyor ve diğer ülkelerin desteklediği terörist gruplarla çatışıyoruz.

Dost veya müttefik fark etmez, kendi ulusal çıkarlarımız için orada gizli bir savaş yürütüyoruz, diyemiyorlar. Özellikle de, "insan haklarından" çok sık söz edip, başka devletleri eleştirenler.

Bir sonraki yazı üretimin ve araçlarının değişmesi ile siyasete yansıması hakkında...