seçimler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seçimler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2023 Pazartesi

Karar anı; Çoğunluk mu, Çoğulculuk mu?

 Seçim sonuçları şaşırtıcı değil. Sadece büyük beklentiler içinde olanlar çok şaşkın.

Görünen “Kim iktidar olacak?”seçiminin 2 hafta daha uzadığı.
 Bu iktidarın destek alacağı ve kontrol edileceği meclis tablosu ise zaten belli oldu.

Seçimler, bence, ciddi bir mesaj daha verdi. Tabi anlayana…
Ülke de sağcısı, solcusu, liberali, demokratı,vs.  kalmadı  fazla...  Vatandaş bunlara prim vermiyor artık.
Kişi kendisini hangi kesimden olduğunu iddia ederse etsin, çok büyük bir çoğunluk iki temel gruba ayrılmış durumda…
“Çoğunluk Demokrasisini” destekleyenler ile “Çoğulcu Demokrasiyi” destekleyenler.
Çoğunlukçular, güçlü çoğunluk ile sistemin aynı şekilde yürümesinden yana…
Çoğulcular ise  gruplar arası ile uzlaşı üzerinden değişim vaad ediyor.

Ülkemizde şimdiye kadar Çoğulcu Demokrasi genelde lafta kaldı.
Çoğunluk demokrasisi (yani ezici çoğunluk ) ile kararlar alındı. Bu durum sadece iktidar da değil, muhalefet partilerinin içişlerinde bile genel de aynı.  O yüzden partilerin söylem farklılıklarına rağmen, eylemlerini birbirlerine benzetiyorum.

Vatandaşın önüne sunulan seçenekler bunlar aslında, olan duruma devam mı, değişim mi?

Eğer değişim isteniyorsa, bu en baştan ve net şekilde ifade edilmeli.  Tüm kamuoyuna açık şekilde garantisi  verilmeli…

Nasıl mı?
Meclis aritmetiği belli.
Eğer mevcut muhalefet iktidarı alacak ise bu aritmetik içinde, kendisine muhalif olan en yüksek sandalye grupları ile de nasıl ortak çalışmalar yürüteceğini, ne tür görevler vereceğini belirlemeli  ve açıklamalı.

Daha önce muhalif ittifak bunu yapamazdı, çünkü net bir çoğunluk oluşturmayı umuyorlardı.
Yeni şartlar altında ise, işinin ehli eski kadroları koruyup ve siyaset üstü milli konularda ortak çalışmak zorundalar.  
Yani; ittifaklarının yeni bir üyesi olarak, bu grubu sisteme nasıl dahil edeceklerini de belirtmeliler.

Evet, bir çok siyasetçi fikir ayrılıklarından dolayı önce bu yaklaşıma dudak bükecek ve hatta gülecek belki. Ama milletini, devletini  şahsından ve ihtiraslarından üstün tutanlar, millet adına bu işi seve seve yapacaklardır.
Belki  bir Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, belki bir başbakan yardımcılığı önemli değil. Ama çoğunlukçu demokrasinin işlemesi isteniyorsa, meclisteki tüm güçlü grupların karar mekanizmalarında işlevi ve sorumluluğu olmalı.

Ayrıca, böylece yolsuzluğa, liyakatsızlığa, gizli yürütülen işlere karşı da, birbirlerini kontrol edecekleri için sistem de şeffaflaşacaktır. Uzlaşısız kararlar laınamayacak ve belki de hayati kararlarda tamamen farklı, zıt bakış açıları ile fark edilmeyen olasılıklarda gözönüne alınacaktır.

Bizim sorunumuz, şu veya bunun iktidar olması değil, şu veya bunun birlikte çalışıp, toplumun güncel konumuna ulaşmasıdır. Bu değişimi istiyorum.

Dünya da şartlar çok hızlı değşiyor ve imkanlar hızla daralıyor. Kendi içinde, birbiri ile uğraşan taraflara sahip milletlerin, dünya üzerinde  çok fazla başarılı olma şansı yok. En fazla dönemsel, geçici başarılar olabilir.
Belki vatan, millet uğruna hayatlar feda edilir. Ama milletler bu şekilde korunamaz, yaşama tutunamaz. Birilerinin esiri, hizmetlisi olarak varolabilirler ancak. Oysa millet dediğimiz topluluk, çocuklarımızın yaşayacağı toplum.

Bunun düşünülmesini ve tartışılmasını dilerim. (230515)





7 Temmuz 2021 Çarşamba

İZMİR'E NASIL BİR YÖNETİCİ LAZIM ?

Aşağıda birbirine benzer iki görüş var. Sahipleri yapıcı önerileri ve geniş pespektifleri ile yaptıkları yorum ve paylaşımları ile saygımı kazandıklarından, kendimce bir cevap yazacağım.

Esasen bu konu da bir tartışma açmanın ve diğer katılımcılarında bu konudaki fikirlerini almanın çok faydalı olacağını düşünüyorum.

Tahminim, sonraki seçimlerde aday olmayı düşünenler de buradaki yaklaşım ve yorumlardan faydalanıp, küpeler çıkartacaklardır.

Biliyorsunuz, erken veya vaktinde bir seçim yaklaşıyor ve ben artık klasik "partili politikacı" kimliklere oy verme taraftarı değilim.

-----
M. Çetin Oktay, " İzmirde yıllarca yaşamış, neyin nerede olduğunu bilen , sorunları bilip seçim öncesi projelerini açıklayıp uygulama gücü olan yöneticilere ihtiyacı var kentimizin....
İlk önce gelen bu vasıflara sahibi yönetici ihtiyacıdır."

Hüseyin Çelikyay "Popülist politikalar yapmayan, beldeyi tecrübeli ekibiyle yönetebilecek, vizyonu geniş, 40-50 sene sonrasını görebilecek, dirayetli taviz vermeyen , dürüst bir başkana ihtiyacı var İzmir’in. Diğer konuları o halleder."

-----

En başta gözlemlediğim şey, hiç bir belediye başkanı sorunları ve ihtiyaçları bilerek gelmiyor. Ancak aynı koltukta ikinci seferinden sonra doğru düzgün bir şeyler üretmeye başlayabiliyor.

Çünkü bizim yaşayarak gördüğümüz sorunlara üretilen çözümler hep aynanın parlak yüzü... Oysa "Sır" arkasında biriken sorunlar çok daha karmaşık ve sanılandan çok sebebe bağlı oluyor.
.
Kimisinin 5 yıl-10 yıl yöneticilik yaptığına, bulunduğu yerde iyi sonuçlar ürettiğine bakmayın. Yeni bir koltuğa geçtiğinde sıfırdan başlıyorlar. Çünkü aday oldukları mevki hakkında hiç bir ön çalışma yapmıyorlar. Çevrelerindeki üç-beş danışmanın birikimi ve kendi fikirleri ile varsayımda bulunuyorlar.
Yani bilimsel bir ön çalışma yapanı yok.

Seçim vaadlerinde bol keseden atıyorlar. Çünkü sorunları ve imkanları gördükleri cepheden, sorunları basit ve çözülebilir, kaynakları yeterli, yeni perspektifden bakılırsa yeni şeyleri eklemenin kolay olduğunu düşünüyorlar.
Ama koltuğa oturdukların da iş göründüğü gibi çıkmıyor.
.
Yöneticilik çok ciddi sabır, azimli çalışma ister. Yorucu iş ve bu işi paylaşacak ekip arkadaşlarına gerek duyarlar.
Bu yüzden koltuğa oturanlar, kendilerine güvenebilecekleri, böylece lider olarak sorumluluğunu taşıyabilecekleri, sorun çözüp proje geliştirecek kişileri danışman olarak yanlarına alıyorlar.
Güven öncelikli konu olduğu için de, sadakat, liyakat'ın önüne geçebiliyor.
Sorunlar çözülemedikçe, sadece danışman sayısı artıyor. işi kötüsü her yiğit yoğurdu farklı yediğinden, sorunların düğümleri sıkılaşıyor.

Oysa sorunların cözümü ve önceki politikaların devam edip, gelişmesi için liyakat öncelikli öneme sahip olmalı.
.

Bir de kurumlar da kemikleşmiş bürokrasiler oluyor. Bir kurumun herhangi bir birimininde üst düzey bir amirin sözüne genellikle itiraz edilmez. Yanlış olsa bile karşı çıkmaz. Sorumluluk ondadır çünkü ve her koyun kendi bacağından asılır. Çalışan, ancak ciddi bir sorumluluk alacak ise karşı çıkar veya uyarır.

Eğer amir uzun bir süre bu birim başındaysa, birimi ve kişileri de tanıdığı için, rahattır. itirazlar, uyarılar olmadığı için de verdiği kararların isabeti ve doğruluğu hakkında şüphesi de yoktur.
Bu çerçevede de kadrosunu yapılandırır. Memnun olduğu kişilerden oluşan bu kadro'nun kendine güveni ile sistem yürür. Kadro kemikleşir, hatalı kararlar alınabilir ve hatta uygulanır.
Çünkü sorunlarda aynanın hep parlak, imaj kısmı ön plandadır.
Bir de birbirlerine kendilerini ve birbirlerini övüp, egolarını şişirmişlerse... Onları kimse durduramaz.
.
Belediyelerde ise işin bir de siyaset yanı var.
Siyaset, toplum içinde önemli bir işleve sahip kurum olakla beraber, belediye gibi her türlü görüşe ve gruba eşit, ortak hizmet vermesi gereken kurumlarda ciddi bir sorun bence...

Çünkü siyasetçilerin ihtiyaçları ve öncelikleri ile toplumun ihtiyaçları ve öncelikleri her zaman uyuşmuyor. (Siyasetin yozlaşması ayrı bir konu, girmiyorum)
Toplum faydasına yapılacak uygulamaların sağı-solu, ideolojisi olmaz. Ama biz de toplum yararına bile olsa, karşı siyasetten gelen öneriler, iktidar olan siyaset tarafından yok sayılıyor.
Aynı şekilde iktidarın yaptığı her şey de, muhalefetçe eleştirilebilinecek bir konu olarak ele alınıyor.
(Bir de buna siyaset, yapanlara da siyasetçi demiyorlar mı?)
.

Sonuçta, hiç bir idarecinin İzmir'i gerektiği gibi bilerek ve çoğu sorunlarına hakim olarak aday olacağını sanmıyorum.
Zaten bunları bilen birisi de aday olmaz. Ne yapsa, bitiremeyecek, yeni sorunların çoğunu çözemeyecek.
.
O yüzden, İzmir veya ilçe yönetimlerine aday olacak kişilerin öncelikle partilerinden bağımsız hareket edecek ve partilerinin de bunu kabul edip, açıkça kamu oyuna beyan etmiş olmaları lazım.
Başkanın görünürde bağımsız olması yeterli değil, partinin iç yönetimlere üst yöneticiler de tavsiye etmemesi gerekiyor.


İkinci olarak, bu kişilerin liderliği öğrenmiş olması gerekiyor. Liderlik doğuştan değildir. Öğrenilen bir şeydir. Ama onu uygulamak, cesaret ister. İşte bu kolay öğrenilmiyor.
Ama kast ettiğim liderlik, güncel parti liderliği gibi "tek adam liderliği" değil. EKİP LİDERLİĞİ...

Çünkü sorunlar çok bilinmeyenli denklemler gibiler. Her sorunun çözümünde ve diğer çözümlerle uzlaştırılmasında bir çok insan görüşü gerekiyor.
Lider her şeyi bilmek zorunda değil ama ekiplerin arasında eşgüdümlü uyumu sağlamayı bilmeli.
Bir de zaman ilerleyince, çevresinde yığılan "onaycı kalabalığın övgülerinin artmasının, sorunların çözülümediğinin ve arttığının işareti olduğunu bilmeli...
Çünkü, sorunlar yığıldıkça ve çözüm üretilemedikçe, hedef kişi olarak sorumlulugu taşıması için, yakın çevreder övenlerin sesleri ve yoğunluğu artıyor.
İdareciler de  henüz tamamlanmamış işleri, sorunları çözülmüş gibi algılatabiliyor.
Bu dönemler de imaj çalışmaları öne çıkıyor. Eksik kalınan veya zamanında yetişmeyen sorunlar, imaj balonları ile ikinci plana itilmeye çalışılıyor.

Üçüncü nokta ise "bilimin rehberliği"ni muhakkak kullanmalı.
Bu iyi bir eğitim almayla veya yetkin, akademik ünvanlı danışmalrla çalışmak değil sadece. Bunun için konununda uzman kişilerden ve kurum içinde bu konularda pişmiş kişilerden faydalanmayı, bu kişileri kaznmayı bilmeli.

Orta ve uzun vadeli olarak, sorumluluk alanında çıkacak teknik ve toplumsal sorunlara uygulanacak politikalara göre şimdiden planlar ve projeler üretmekle ilgili...

Bunun için kahin olmaya gerek yok.
Şu an dünya üzerinde İzmir'in 20 yıl önceki durumunda olan binlerce şehir var.
Aynı şekilde günümüzdeki sorunları 20-30 yıl evvel yaşamış ve çözüm üretmiş şehirler de var.
Kopyalamadan adapte etmek mümkün.

Kent tasarımı ve mimarlık yapısı da buna göre ele alınmalı.

Dördüncü olarak, muhalefet ile muhakkak çalışabilmeli. Şehir belli bir düşünceden oluşmadığı gibi sorunlar da belli bir açıdan tam ve doğru teşhis edilemez.
Muhalefetin katıkılarını yönetimde kullanabilmesi için, yönetime dahil edebilmeli.
İşte burada partiden bağımsız olmanın önemi bir kez daha çıkıyor.


* Beşincisi, topluma düzenli rapor verebilmeli.
Örnek üzerinden gidersem:
Vatandaştan, projeler isteniyor. Hatta yönetime Toplumsal  Katılım deniyor. Bu ekonomik koşullardan kaynaklı olarak biraz da, yüzlerce, binlerce öneri geliyor.
Uygulanamayacak olanlar ağırlıkta ama bir kısmı değiştirilip, süslenip püsleniyor, uygulanıyor.
Vatandaş olarak, kim ne önermiş? Nasıl uygulanmış veya niçin uygulanamamış?  Bunu görebilmeli diğerleri...
Böylece başka biri belki bu fikri geliştirip, daha ekonomik ve uygulanabilir hale getirebilir...

Ya da,
Bir proje geliştiriliyor. Uygulanıyor. Haber yapılıyor. Sonra o proje gündemden düşüyor. Aradan bir kaç yıl geçince, ne durumda bilinmiyor. (Eğer bittiyse hiç bilinmiyor.)
O yüzden yapılan ve uygulanan projelerle ilgili düzenli bilgilerde, yönetimler değişse bile aktarılmalı.

Yönetici olacak kişinin, eğrisi ile doğrusu ile ilgili topluma düzenli yaptıkları ve yapamadıkları ile ilgili bilgi vermesi gerekli...

Bakın birisi, "Yanıldık, hata yaptık!" dedi..Ne oldu? Muhalifleri bir süre topa tuttu ama vatandaş için belirleyici olmadı.




28 Haziran 2019 Cuma

Zaman Yolculukları Hakkında

Bunların hepsi sadece mantık çıkarımı. Gerçeklikleri, ancak Zaman Yolculuğu kadar geçerli.

Paradoks veya alternatif bir geçmiş... Her şey olasılıkların dağılımına bağlı.
Zaman tek yönlüdür ve geçmişe yolcuuğa izin vermiyor. Çünkü olayların değişim-gerçekleşme zamanı sadece "an" dediğimiz ve şimdi içindeki çok kısa bir süre de oluşuyor.

Bu referans aralığı bir Planck Zamanı... Bu anda olay gerçeklşemeden önce, belirsiz olan bilgi, geleceği temsil ediyor, bu andan sonra geçmişi temsil ediyor.

Artık tüm olasılıklar çökmüş ve tek bir olasılık gerçeklilik kazanmış oluyor.

Eğer mümkün olsaydı ve geçmişe yolculuk yapılsaydı, geçmiş bilgiyi oluşturan tüm karar noktalarının teker teker takip edilmesi gerekirdi.

Oysa, geçmiş dönemlerde, olayların gerçekleştiği zamanlarda oluşan olasılık seçeneklerimiz, bizi alternatif yollardan bulunduğumuz noktaya getirmiş olabilir.

Bu yüzden hiç bir zaman, tam bildiğimiz ve hatırladığımız geçmişe hiç ulaşamaya da biliriz.

Evren paradoksları sevmez ve genelde en basit yolla izin vermez.

Zaten insanoğlunun binlerce yıldır hatalarını düzeltmek için arzu ettiği ve Zaman yolculuğu olsaydı, gelecek kuşaklarda muhakkak kendi geçmişlerini düzeltmek için gelirlerdi. Ve paradoksları, değişimleri fark ederdik.

Bunun anlamı esasen şu, evrende var olduğumuz sürece yaptığımız her hareket, olasılıklara ve bilinmezlere açıktır.
Hareketimiz her zaman bilinmeyen ama hakkında tahmin yürütülen yönünde olacaktır.



choices.png

Are time travel paradoxes real?

7 Eylül 2018 Cuma

Partileri nasıl görüyorum? Onlardan ne bekliyorum?

Yaklaşan yerel seçimlerle, siyaset gündemi bir süredir "seçmen tercihi ve eğilimleri" üzerine odaklanmış gözüküyor.
Bu konularda açıkoturum şeklindeki programlara bakınca, uzmanların da "seçmenden aslında siyasetçi kadar uzak" olduklarını görüyorum.

Daha siyasi anlamada, eğilimlerimi, düşüncelerimi, korkularımı ve beklentilerimi yansıtan tanımlayan ne bir siyasetçi veya partisi, ne de kamuoyu araştırmaları sonuçlarını yorumlayan bir uzman'a denk gelmedim.

Madem seçmenden bu kadar uzak siyaset gündemi, ben de kendi düşüncelerimi ve beklentilerimi toparlayayım dedim. Partileri nasıl görüyorum? Onlardan ne bekliyorum?




Soyut kavramlardan, Somut Gerçekliğe; Canlılık
Bütün idealler, düşünceler, -izm'ler, inançlar, hedefler ve hatta bunların üstüne kurulan örgütlenmeler canlıdır.
Bu gerek canlı bir organizma'dan doğmalarından gerek ise bu organizmaların toplu bilinçlerinin bir üst eğilimi olmasından kaynaklanır.

Örneğin, millet, devlet gibi kavramlar da aynı yapıdadır. Hatta şirketlerde...
Soyut kavramlardan farkları, topluluk ortak eğilim ve beklentilerinin, bir nebze cismanileşmiş halleri olmalarıdır.
Bu kurumlar hem bu toplumsal eğilim ve beklentilerden güç alırlar, hem de bu eğilimi taşıyan varlıkların katılımından.
Bu eğilimler yani idealler, ideolojiler, inanç sistemleri ise bu tür bir cisimleşebilen bir yapıya ihtiyaç duymadan da canlılıklarını sürdürebilirler.

Tabii her canlı gibi büyürler, takipçi katarak gelişirler, sonunda ise bu eğilimlerin artık hiç bir takipçisi kalmadığında da ölürler.
Fiziksel bir varlıkları ve kurumsallaşmış bir iskeletleri olmadığı için, bu ölüm durumunu aşma imkanları vardır. Bu da değişim ile mümkündür.
Düşünsel bazda bir düşünce, ideoloji, inanç eğilimi ancak kendisini değiştirerek sürekliliğini devam ettirebilir.

İki türlüsü mümkündür; Ya bazı tür denizanaları gibi, tüm hücrelerini yenileyerek ama kurumsallaşmış iskeleti ve sistemi aynen koruyarak ölümsüzlüğü kovalarlar.
Ancak bu toplumun, "değişen şartlarına uyum sorunundan" dolayı riski yüksektir. Üstelik zamanla, toplumsal zararı büyüyen tür kansere de dönüşebilir.
Ya da bölünerek, diğer düşünce ve ideallerle kaynaşıp, fikir düşünce değiş tokuşu ile üreyerek. Bu durumda ortaya çıkan yeni idealler, eğilimler arasından şartlara en uygun olanın yaşama şansı bulunur.


Siyasi Partiler (Genel)
Siyasi Partiler, temel aldıkları siyasi ideolojinin üstüne bireylerin katkı ve katılımı ile varlık bulan organizmalardır.
Her siyasi parti, bir eğilimin ve beklentinin üzerine kurulmasına rağmen, zamanla değişen toplum dinamikleri, ülke şartları ve dünya gerçekleri ile şartlara adaptasyon için değişiminden geçer.

Esasta siyasi partiler, toplumun tüm eğilimlerini kapsayamazlar. Çünkü çözülmesi ve göz önüne alınması gereken konuların çeşitliliği ve derinliği buna izin vermez. Bu durumda çok partili bir yapı, toplumsal düzenin yürümesi açısından gerekli-şart olur.
 
İdeal demokratik bir sistemde, partiler birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır.
Her parti, temel aldığı toplumsal değer ve beklentiler çerçevesinde sorunları gündeme alıp, çözüm yollarını da beraberinde getirmek zorundadır.

İktidar da bulunan en geniş destek tabanlı parti ise, bunları kendi çalışma yapısına aktararak, kısmi oranlarda değiştirerek, üzerinde toplumsal uzlaşmaya en yakın formda uygulamaya koyar.

Çünkü toplumu oluşturan bireylerde genelde tek bir bakış açısına ya da düşünceye tamamen sadık, bağlı değildirler.
Dıştan görünen tutum veya davranışları tek bir yönde yorumlansa bile, bu aslında kişinin bir çok farklı duygu, düşünce ve eğilimlerinin sonucudur. Bir bakıma kuantum fiziğinden alıntı yaparsak, tüm bu eğilimlerin süperpozisyonunda karar alır.
(Bir kişi sol eğilimli ve dindar olabileceği gibi, sağ eğilimli ve dinsiz olabilir. Hayvan haklarında duyarlı iken, çevreye karşı aynı duyarlılıkta olmaya bilir.)
Çoğu zamanda bir kararı en az 5-6 farklı düşünce, beklenti ve istek altında, bunların harmanlaşmış bir sonucu olarak alır. Bu nedenle zamanla, değişkenlerin (koşulların) farklılaşması ile benzer durumlarda, gene aynı kararları alıp uygulayacağı da kesin değildir.

İktidardaki partilerin aldıkları kararlar ve uygulamaları da bu şekilde olmak zorundadır. Aksi halde alınan kararlar; dar çerçeveli, kısa süreli etkinliklerde verimli olurlar.

İktidarın, sahip olduğu yetki ve gücü kullanarak, diğer partilerin toplumdan derlediği talepleri görmezden gelmesi, sadece toplumu ve onun cisimleşmiş yansıması olan devleti, olumsuz etkiler.
Hiç bir kurumun bakış açısı ve olaylara yaklaşımları, göz önüne alınması gereken tüm cepheleri görmeye yetmez çünkü...

Muhalefet ise yürütme sorumluluğundan muaf olduğu için, gerek bilgi gerek ise bakış açısı olarak, çok daha zengin öneriler geliştirme imkanına sahiptir.

Seçim öncesi dönemlerdeki bu etkinlikleri, bu eğilime destek verenlerin sayısının artışı ile kendisini gösterir.


Demokrasiyi Sindirememiş Partiler (Genel)
Demokrasinin oturmadığı ortamlarda siyasi partiler, geçmiş alışkanlık ve eğilimlerin içinde kalmış, kendilerini herhangi bir şekilde yenileyememiş durumdadırlar.
En çok yenileme yeteneğine sahip olanı iktidardadır. Ama o bile, toplumun tümüne hizmet veremez. Uzlaşma ve ortak toplum

(millet olma) bilinci sadece belli gruplar içinde kalmaktadır.

Çoğu varlığını, neredeyse tüm siyasal sorumluluğu üstüne almış "tek kişi"nin ve bu "tek kişinin çevresinin" kontrolü altına bırakmıştır.
Bu durum, siyasi parti içinde aktif olarak etkinliklere katılan kişi ve grupların sorumluluklarını azalttığı gibi, "çözüm üretme yeteneklerini kullanmayı" da azaltmaktadır.
Üretilen çözümler çoğu zaman parti içi, bir kaç kişi veya grup lehine olmaktadır. Ağırlıklı olarak ise bu kişi ya da grupların menfaatleri üzerinden gerçekleşmektedir.
Diğer katılımcılara; ya parti sistemi dışına çıkmak ya da var olan durumu kabullenip, yarı gönüllü olarak desteklemeleri kalmaktadır. Bir sonraki fırsat için, çalışma ve arayışlarına devam edeceklerdir.

Böyle bir siyasi yapıda yönetim kadrosunun, tüm parti ve alt organları üzerinde tam bir kontrolü gerekmektedir.
Çünkü uzlaşmaya dayalı karar alma-beyin görevi belli bir gruba bırakıldığından, kalan uzuvların tamamından bilinçsiz bir şekilde itaat beklenmektir.
Bu beklenti, kurum içi diğer kişi ve kurumlarca, sorumsuzluğu da getirdiğinden, tercih edilebilen bir durum olabilmektedir.

Aksi durum, idare edilmesi ve bir arada tutulması açısından çok zor olacaktır. Böyle bir yapı, iç çekişmelerin ve gruplaşmaların kurumu içten yıprattığı, partinin esas sorumluluğu ve görevi olan toplumsal işlevleri zayıflattığı bir yapı doğurmaktadır.
Ayrıca diğer partilerle
, (muhalefet veya iktidar) uzlaşmaya dayalı siyaset yürütülmesini de baltalamaktadır.


Lidere ve onun yakın çevresindeki yardımcı liderlere dayalı bir yönetim sistemi...

Çok sesliliğin ve demokrasinin parti içinde zayıf olması durumunda, parti içinde itaate ve kabule dayalı örgütlenme yapısı tercih ediliyor gibi gözüküyor. İç yapıya çok sesliliği, uzlaşmacı kültürü getirememiş partilerde, tek adam ve çevre liderleri ihtiyacı kaçınılmaz oluyor.

Kişilerin parti içinde yükselmeleri, göreve ve sorumluluk yüklenmeleri de, bilgi ve becerilerinden kaynaklanan liyakatlerinden ziyade, parti içi ve bazen de ekonomik ilişkilere dayalı olması ile sonuçlanıyor.
Çünkü farklı düşüncelerine rağmen, nasıl uzlaşacağını bilmeyen ve "dediğim dedik! söylediğim doğru!" alışkanlığından vazgeçemeyen  parti üyeleri arasında eşgüdüm ve kontrol sağlamakta, başka türlü mümkün olmuyor.
Böyle olunca partililer, farklı yarı liderler etrafında kalabalıklar toplanıyor ve uzlaşma yerine, çatışmaya ve güçlü olanın masadaki her şeyi aldığı bir anlayışı savunuyor duruma düşüyorlar.

Sonuçta gerek kendi içlerinde, gerek ise birbirleriyle uzlaşmayı bilmeyen partilerden oluşan siyaset ortamının ve buna dayalı yönetim anlayışının ülkeye de verebileceği şey de, sadece yaşadıklarının yansıması olabiliyor.

Ayrıca partilerin, yapılarını ve organizasyonlarını korumak, şartlara göre değiştirmek ve geliştirmek zorunda olması, onları ekonomik nedenlere dayalı duygusal tercihler yapmak zorunda da bırakabiliyor. Kimi zaman, parti karar mercilerinin bu "duygusal tercih nedenleri", düşünsel (idealist ve ideolojik) tercih nedenleri önüne de geçebiliyor.
Bu durumda ise, parti içi ilişkiler tamamen "kazan-kazan" uzlaşmasına dayanabiliyor. Elbette gerek parti içi, gerek ise partiler arası "kazan-kazan" anlayışında, bir de tüm bu maliyetini karşılayacak bir kaynak  gerekiyor.
Bu da genellikle, toplumun sıradan bireyleri oluyor.


Ülkemizde Genel Durum

Ülkemizdeki siyasi partilere baktığımız da, aralarındaki söylem ve ideoloji farklılığına rağmen aslında aralarında çok az farklılık olduğunu görüyoruz.
(Yok aslında birbirilerinde pek farkı, ama onlar ..... partisi.)

Gerek iç dinamikleri, gerek ise dış dinamik ve söylemleri bakımından oldukça durgun olduklarını görüyoruz. İçlerinden en dinamik ve değişken olanı ise, neredeyse alternatifsiz olarak ülke siyasetine hakim durumda...

Şu anki siyasal sistemde seçmenin çok az bir kısmı, duygu, düşünce ve endişe olarak meclislerde temsil edildiğini hissediyor. Oy verdiği ve meclise girmesine olanak verdiği kişilerle aralarında bir yakınlık, dayanışma güven hissetmiyor.
Bu yüzden parti program içeriğinden çok, parti liderlerinin güvenirliği, karizması öne çıkıyor. Onların kararına güvenmek zorunda kalıyor. Önüne koyulan listelerdeki isimlerde bu yüzden çok fazla anlam ifade etmiyor.

Elbette, partiler adaylarını belirlerken, kamuoyundan en çok destek alacak, ilişki ağları en geniş kişileri tercih etmeye çalışıyorlar. Ama bu, o kişilerin partiye ek oy kazandıracağı anlamına da gelmeyebiliyor.

Partilerimiz, toplum bireylerinin düşüncelerine ve beklentilerine göre değil, onların  alışkanlıklarına ve korkularına dayanarak yaşamaktadırlar.

Mevcut durumda, herhangi bir partiyi ve onun ideolojisini takip edenlerden çok, yaşanılanlardan ve yaşanacaklardan pek memnun olmayanların, çoğunluğa ulaşmış olduğunu görüyoruz.
Bunda özellikle son dönemlerdeki seçimlerde, özellikle muhalif fikirlerin de siyaset ortamında hayat bulmasını isteyenlerin yaşadıkları hayal kırıklıklarının etkisi var.
Üstelik, kırgın seçmen istediği gibi bir sonuç gelişse bile, başarılı ve sonuç alıcı genel bir değişim yaşanacağına da ikna olmuş değil. Çünkü uygulamada partiler arasında çok fazla bir farklılık gözükmüyor.

Halka İnmek
Avusturya'da bir Muhalefet lideri ile röportaj yapan Zeynep Atikkan'a (*) muhalefet lideri söyleniyor; "Halka inmek, halka imek! diyorlar ama halka inmek nedir? Biz zaten, Halk'ız!"

Siyasi anlamı çok tartışılan bu kavramın neyi temsil ettiğini ve ne gerektirdiğini anlayabilen siyasetçi ve siyasi parti sayısı gerçekten çok az...

Halka inmek, halktan biri gibi gözükmek ya da gözükmeye çalışmak değildir. Halk zaten söz konusu kişinin bir insan olduğunu ve toplumun bir parçası olduğunu bilir.  Kafasında siyasetçi ile ilgili onun tutum, hareket ve söylemlerinin sürekliliğinden oluşmuş bir imaj vardır.
O yüzden halk kişisel düzeyde yapılan tanıtımları, öyle olmasa bile, mizansen olarak algılar.

Bir partinin halka inmesi nedir?

Halka inmek kurumsal bir tutumdur. Elbette baştaki kişinin kurumu nereye yönelttiği ile bağlantılıdır. Aynı zamanda partinin kurumsal kişiliğiyle de desteklenmektedir.

Eğer vatandaş, tüm farklı düşünce ve yaklaşımına rağmen, "partinin kurumsal ve partilinin şahsi kişiliği karşısında; dilek, talep, rica, şikayet, ihtiyaç, temenni, beklenti gibi durum ve duygularını ifade edebiliyor ve olumsuz bile olsa ciddiye alındığına dair cevap alabiliyorsa", halka inmek konusunda bir adım atılmış demektir.

Eğer bir partili, seçmen potansiyeline sahip bir vatandaşı dinlerken, sorunları analizi ve çözüm önerilerinde şahsi bakış açısı ile tespit yapıp, ihtiyacı olan kişinin eğitim ve bilgi düzeyi yetersiz görüp kendi fikirlerini empoze etmeye çalışmıyorsa, bunun yerine karşısındakinin durumunu anlamaya çalışıp, "kendi imkanları çerçevesinde çözüm ya da çözüme yardımcı enstrümanlar öneriyorsa", ikinci bir adım daha atılmış olacaktır.

Üçüncü adım ise, parti içindeki organizasyon yapısının esnekliğidir.
Günümüzde siyaset, pahallı bir iştir. Sıradan vatandaşların adaylık sürecine dahil katılımı ciddi maddi külfetler gerektirmektedir.
Bu nedenle artık siyaset, bir bakıma zenginin iştigal alanı olmuştur.
Parti içinde aktif roller almak ve yükselmekte de bu kıstaslar etkili olmaktadır.

Bu, "partiye taze kan" anlamına gelen bir çok yenilikçi, heyecanlı ve inovatif zihinlerin, sistem dışında veya kenarında kalması demektir. Parti içi ilişkiler ve ekonomik gerekler, liyakat sahibi bireylerin parti içinde yükselmesine zorlaştırıyorsa, toplumla parti arasında kopukluk anlamına da gelmektedir.

Çünkü kemikleşmiş bürokratik yapı ve eğilimler, zamanın şartlarına göre gelişen yeni ihtiyaçları da, eski kemikleşmiş yapıya ve onun düşünce alışkanlıklarına göre değerlendirecektir. Bu da sorunların doğru teşhisinde bile yetersiz, etkisiz hatta yanlış çözümler geliştirmeye neden olacaktır.

Bir partinin halka inmesi demek, bireyin -parti destekçisi olsun olmasın- eğilim ve beklentilerinin ses bulması, parti faaliyetlerine katıldığı zaman, kendisi içinde bir yer olacağını hissetmesi demektir.
İnsanlar bir gruba dahil olma ihtiyacını niye hissederlerse, partileri de onun için desteklerler.
Yoksa sırf sempati ve empati nedeniyle değil.
(*) Avrupa Benim - Batı Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişi / Zeynep Atikkan




Yerel Seçimler...


Yerel seçimler, vatandaşların bir partiyi değerlendirirken, partinin savunduğu ideolojik yaklaşımın yanında, adayında kişilik, ün, karizma, güvenirlik, inanırlık, dürüstlük gibi toplum içinde kabul görmüş genel değerlerinin de göz önüne alındığı seçimlerdir.

Seçmen milletvekili seçimlerinde olduğu gibi, kendisine sunulanı fazla sorgulamadan kabul etme durumunda değildir. Tam tersi, yaşadığı ortam ve hayatı ile ilgili olacağından, bir çok farklı değişkeni birden değerlendirir.
Hatta eğitim düzeyi yükseldikçe adayın özgeçmişi ve profili, partinin savunduklarının da önüne geçer.

Peki yerel seçimlerde bir seçmen adayın nasıl olmasını bekler?
En başta, yönetimi talep edilen mevcut kurumdaki yerleşmiş ve ağırlaşmış bürokratik hantallığı kıracak, yenilik getirecek ve kadroları dinamikleştirecek, onları heveslendirecek bir lider olmasını bekler.
Çünkü çoğu kamu kurumu ortalama 4-5 yılda, kendi bürokratik alışkanlıklarına saplanmakta ve  genel olarak çevre, teknoloji, ekonomi, eğitim, göç, imar ihtiyacı, alt yapı ve hizmet bekleyen insan profili gibi değişkenleri cevaplamada yetersiz kalmaya başlamakta.
Bu durum; mevcut sistemin yerleşmesi esnasında, daha önce başarılı sonuçlar vermiş deneyimlere bağlanmaktan ve güvenmekten kaynaklanıyor.
Yani bir bakıma kurumsal kimlik yaşlanıyor ve tutuculaşıyor.

Ayrıca kurumdaki yönetim erklerinin uzun sürekliliği, yeni çözüm yolları ve alternatifler yerine, var olanı koruma ve mevcut durumu sürdürme eğilimi getiriyor.
Bu da daha çok, kaportaya-dış görünüme yönelik, göz doldurucu ama kısa vadeli faydası olan konularla gündemin doldurulması oluyor.

Hemşeri, "yapılmış işlerin ne olduğu ile değil", yaşamını ilgilendiren "nelerin yapılacağı ve ihtiyaçlarının ne kadar giderildiği?" ile ilgilendiği için; toplantılar, etkinlikler, tanıtımlar bolca olsa da, hizmet bekleyen vatandaşların esas sorunları eskisi gibi aynı hızda ancak çözülebiliyor.

Seçmen, bu durumu değiştirecek, kısıtlı ekonomik kaynakları doğru alanlara yönelteceğine inandığı adayları tercih edecektir.


İkinci olarak, vatandaş, parti içi ilişkilerin nasıl yürüdüğünün ve seçilmiş aday üzerinde zamanla parti üzerinden nasıl bir baskı oluştuğunun farkındadır.

Her ne kadar partiye de oy vermiş olsa, seçilmiş adayın partisinden bağımsız hareket edebilecek ve gerekirse ters düşebilecek güçte olmasını da bekler.

Partililer ve parti yönetim kadrolarının baskılarına direnemeyecek ya da zayıf direnecek bir aday iyi değildir. Çünkü bu hemşeri için, partinin ve partilinin taleplerinin, kendi taleplerinin önünde geçmesi demektir. Hiç bir vatandaş, bir şehrin bir parti yönetiminde olmasını istemez.
Bu nedenle de kontrol edici görevde meclis üyelikleri vardır.

Ancak  vatandaş, adayın seçimlerden sonra diğer partilerin şehir temsilcileri ile olacak ilişkilerin de nasıl olacağını sorgular. Çünkü seçimlerden sonra, seçilen kişi diğer düşünce ve -izm temsilcisi partilerin seslerine kulak tıkarsa, bu topluma da yansır.
Vatandaş huzursuz, bölünmüş ve gergin bir toplum içinde yaşamak zorunda kalacaktır.
Bu yüzden, bu tür adayları da pek istemez.

Üçüncü olarak, günümüzde toplumların siyasi eğilimleri, ideolojiden ve dünya görüşünden hızla uzaklaşmaktadır.
Bireylerin daralan ekonomik imkanları, yüksek teknoloji ve bilgi gelişimi, haberleşmenin kişi veya kurum kontrolünden çıkmış olması, hızla azalan çevre ve doğal kaynak imkanları, vatandaşları bu konularda düşünmeye ve sorgulamaya itmektedir.
(Güncel olarak, hayvan hakları ve sorunları da bu kapsama hızla girmiştir.)
Çünkü ideoloji veya dünya görüşü, daha soyut ihtiyaçları cevaplarken, çevre, kıt kaynaklar direk somut olarak sosyal refah seviyesini ve gelecek planlarını etkilemektedir.

Bu yüzden bu konuları bilen ve gündemine alan, işleyen, çözümler geliştiren
(sadece sorunun ne olduğunu değil, alternatifli olarak nasıl çözümler geliştireceğini de anlatan) vizyon sahibi  adayların "gelecek umudu" vermesi, seçmen tarafından olumlu değerlendirilmektedir.




Bütün bunlardan sonra birey olarak eğilimim...

Öncelikle ben, bir "kararsız seçmen" değilim. Tam tersi "kararlı ve bilinçli bir seçmenim."

Ulusal seçimlerde önüme bir tabak gibi konan parti aday listelerindeki karasızlığımız sadece, "olmasını istemediklerim arasında en az" olanı saptamakta oluyor. Aslında hiç birini istemiyoruz. Ehven-i Şer'i seçmek zorunda kalıyoruz.

Tüm milletvekili adaylarına tek tek oy verebilseydik, mecliste siyasi partilerin durumu çok farklı olabilirdi.

 Hele son seçimlerde,  istemediklerimle, tercih edebileceklerimi yan yana tutan listeler durumu iyice kötüleştirdi.  Ve meclise, bizleri temsil etmeyen kişileri de yerleştirdi.

Ayrıca  sırf, "bir diğeri olmasın" diye ," başka bir diğerine" oy vermek de hoş değil. "Sevmediklerim içinde en az hoşlanmadığımı desteklemek gibi" bir şey bu...


Yerel Seçimlerde, adayların kişilikleri, geçmiş ve profilleri daha ön planda olduğu için, seçmen açısından karar vermek daha kolay.

Eğer güvenebileceğim, inanacağım adaylar olursa, içlerinden en olumlu olanı tercih etme imkanım var.

Ama yok ise, hiç birini de, "sırf bir diğeri olmasın" diye tercih etmeyeceğim.

Bu yaklaşımda olanların siyasi hareketi olsaydı, büyük ihtimalle "oy gücü", iktidara en yakın yaklaşım olurdu.

Bu nedenle, eğer istediğim gibi adaylar yok ise, benden de kimseye oy yok.
Sandığa gideceğim, hepsinin birden üstünü çizip, zarfa koyacağım.

Eğer bu tür seçmen sayısı, genelin %10-15'i gibi bir rakamına ulaşırsa, bu tüm siyasi partilerin kendilerine çeki düzen vermelerini düşündürtecek bir sonuç olurdu bence.

"Kararsız" değil, istemedikleri arasında "karar vermek zorunda olmak istemeyen" bir seçmenim.