25 Haziran 2021 Cuma

Bitaraf olan Bertaraf olmaz...


Kıran kırana mücadelelerin geçtiği ve galip gelen tarafın her şeyi aldığı çatışmalarda kullanılır bu söz.
Özelikle siyasi yaşamımızda, seçimler yaklaştıkça tarafların saflarını güçlendirmek ve sıklaştırmak için kullandığı bir deyim olarak karşımıza çıkıyor.

Nedir bunun anlamı?
Eğer ben kazanırsam, her şeye taraftarlarımla biz sahipleneceğiz, sizler ise uygun bulduklarımızla yetineceksiniz.

Tabii, eski savaş meydanlarında, toptan yıkım tehditi olarak da karşımıza çıkıyor. Kişiyi, temel korunma güdüsünü harekete geçirerek, en azından bir gruba dahil olarak kendisini ve yakın çevresini güvence altına almaya zorluyor…

Devlet, toplum iradesinin cismani iradesidir. Bu yüzden yönetimi kişilerin iradesine değil, toplumun iradesine tabii olmalıdır. Aksi halde yönteminden kaynaklanan sorunlar, taraf fark ettirmeksizin tüm toplumu sarar, yutar.

Peki, her seçim öncesi gündeme gelen bu deyim ne derece doğru? Geçerli?


Çok partili siyasette amaç, toplum içindeki bir grubun diğer gruplara üstün gelerek yönetime geçmesi ve her şeye karar vermesi değildir.

Demokrasinin özüne aykırı olduğu söylense de, esasen toplum idaresinin ruhuna aykırıdır. Çünkü toplum, farklı düşünceler, farklı idealler ve farklı hedefleri olan, farklı bireyler ve bazen bu bireylerin bazı ortak hedeflerini toplamış, küçük topluluklardan oluşur.

Bir topluluk için en iyi karar alma yöntemi ortak akıl üretmektir.

Ortak akıl nedir?
Siyaset  dünyasında ve üst düzey bürokrasi de gördüğümüz şekliyle, lider ve onun yakın ekibinin ortaya koyduğu, ortak hedefler üzerinde herkesin fikir birliğine varması ve iradelerinin bu amaca sevk edilmesi mi?
Elbette değildir.

Ortak Akıl, Çok Seslilik’tir.

Çok seslilik toplum yönetimlerinde özellikle sorunların çözümleri açısından çok önemlidir.
Toplumsal sorunlar basit nedenlere dayanmazlar. Bir çok birbirinden farklı değişkenle, sebeplerle bağlantılıdırlar.
Bir sorunun çözümü için ise bu sorun kaynaklarının mümkün olduğunca ayrıntılı olarak ele alınmasını gerektirir.

Bazı sesler zayıf, bazı sesler cılız olabilir. Ama en az güçlü olanlar kadar, çözüm için değerlidirler. Çünkü her bir ses, sorun bütünün bir parçasını temsil etmektedir.

Söz gelimi, elimizde sorun olarak tanımlanmış bir kırmızı kalem olsun. Kullanıcının ise bulunduğu pozisyondaki bakış açısı ile bu kalemi tanımlamasını isteyelim.
Eğer en geniş (bir bakıma en büyük partiler gibi) açıdan kalemi görüyorsa, tanımı büyük oranda geçerli ama yine de eksik olacaktır.
Karşı taraftan bakan kullanıcının da tanımı aynı şekilde eksik olacaktır. Dar açılardan (küçük partiler gibi) bakanların da tanımı eksik olacaktır.
Sorunun yani kırmızı kalemin doğru teşhis edilmesi için tüm bu bakış açılarından sağlanmış bilginin derlenmesi ve bu bilgilerle kalemin tanımının yapılması gerekir.


Basit bir kırmızı kalem tanımında, en azından 5 farklı bakış açısı gerekli gözüküyor. Oysa toplumsal sorunlarda, teşhis için çok daha fazla bakış açısına ihtiyaç var. O zamanda doğru bir çözüm de geliştirilebilinir.

İşte iktidarların görevi de bu bilgileri derledikten sonra, çözüm üretmektir. İktidar adayları, “en iyi çözüm uygulayıcısı” olduklarını iddia edenlerdir.

Benzer ilke tüm yönetim birimleri için geçerlidir.

Ne yazık ki ülkemizde en iyi yönetimler bile, bir süre sonra kısırlaşmaya ve hatta yozlaşmaya başlar.
Bunun bir kaç nedeni var.
İlki ve en önemlisi, yönetimde çok sesliliği kaybetmesidir. Tabii bazı yöneticilerin bir sürü “danışmanı” oluyor ama bu çok seslilik değildir.
Çünkü seçtikleri danışmanlar veya yardımcılar, onlarla uyumlu düşünen ve hareket eden, genellikle  “ benzer vizyondan“ oluyorlar.
Bu sadece bir bakış açısının sesinin güçlenmesidir. Eğer bu ses diğerlerini bastırırsa ki ülkemizde yönetim sistemlerinde ana amaç bu gibi gözüküyor, sistem güdükleşip, verimsizleşir. Çözüm üretemez, ürettikleri ise kısa vadeli ve günü kurtaran çözümler olur.

İkinci bir neden ise aynı kadroların uzun süre yol gösterici, belirleyici olmasıdır. İnsan doğası, ben merkezli olarak, narsizme yatkındır. Ve hiçbir zaman kendisini haksız olarak görmez. Haksız olduğu itiraf etse bile, aslında gizliden gizliye gerekçelerle kendisine gurur payı bırakır.
Eksik bilgiden dolayı yanılmıştır, hata yapmıştır. Aslında bunu yapacak kişi değildir. Hiçbir beşer, bu iç güdüsüne uzun süre karşı gelemez. Bir gün kapılır.

Üçüncü neden ise, liyakatın yerine sadakatin almasıdır. Ayrıntısına gerek yok, ilk iki sebep ile bağlantılılar.

Çözüm nedir? Siyasi partiler de dahil, en iyi çözüm şeffaflıktır. Şeffaflık illaki her şeyi ile kamuya açık bilgi vermeyi gerektirmez.
Ama tüm grup temsilcilerine bilgi vermeyi ve görüş almayı gerektirir.

En şeffaf yönetim ise,  yönetim erkini ele alan gücün, yanına muhalif gücün temsilcisini yardımcı olarak almasıdır.
Evet, yönetim  son sözü söyleyen olacaktır ama hatalarında uyarılacaktır ve yaptığı tüm uygulamalarda şeffaf olmuş olacaktır.


İşte bu şeffaf demokrasidir.

Bu açıdan ele alınca, bitaraf olmak ana bakış açılarına katılmamak oluyor.
Şu anki ülke gündemine bakılırsa, karasız seçmen adı verilen ve neredeyse %10’a yaklaşan bilinçli bir kesim. Yeni bir cephe oluşturuyor gibi gözüküyor. Böyle giderse, en güçlü cephe olacağı da kesin.


9 Mayıs 2021 Pazar

"Türk olmak" ne anlama geliyor?

 Benim bildiğim Türklük, kan'a, kökene, dine dayanmaz. Kültürel bir birlik ve uyum anlayışına dayanır.

Kendisini Türk sayan ve Türk toplumuna faydayı gözeten herkes Türk kabul edilir.
Göktürklerden beri farklı etnik gruplar birleşip devletler oluştururken, Türk'lüğün bu niteliği kullanılmış.
O yüzden dünyanın her yerinde, her ırktan ve dinden Türk bulabiliriz.

Ama Türk olmayı; "özel, asil" kılan şey nedir?

Benim bildiklerim;
- Zayıfa (kadın, çocuk, ihtiyar), mazluma (fakire, güçsüze, düşene) yardımcı olmak, zarar vermemek.
- Dosta, akrabaya sahip çıkmak. İnsana, canlıya hoşgörülü olmak.
- Dost, düşman fark etmeksizin, kişinin hakkına saygı duymak ve el uzatmamak.
- Yardım isteyene, gücün var ise yardım etmek.
- Toprağına göz diken ve toplumuna saldıran düşmana aman vermemek.
- Atalarını, büyüklerini ve değerlerini kutsal bilip, onlara sahip çıkmak.
- Geleneklerini, zamanın şartlarına göre evrimleştirerek sahip çıkmak.
- Çocuklarına, onların geleceğine yaşadıkları ülke ve toplum olarak sahip çıkmak, gözetmek ve daha güzel bir ülke bırakmaya çalışmak.
- Sorunlar karşısında pratik çözümler üretmek ve araştırmak. Asla vaz geçmemek.
- İnsan hayatını ve doğayı değerli bulmak ve üstün tutmak.
- Başkalarından çalmamak, çalışarak kazanmak.
vs.vs.

Oysa günümüz toplumumuza bakınca, bunların çok azı var. Çoğu kaybolmuş ve yozlaşmış.
Türklük, idealizmini unutmuş ve Türklük bayrağı arkasına bazı yozlaşmış kişiler de saklanmış. Sesleri çıktığı çok içinde, bazıları bayraktar bile olmuş.



Kanın asaleti soydan değil, huydan gelir.

Eskiden asiller, daha fazla bilgi ve görgüyle donandıkları için huyları da, daha ince ve derin olur diye asalet yakıştırılırmış.

Yoksa kimse kan bağı ile bazı özel nitelikleri doğuştan getiremez.
Bu huy ve tutumlar ancak, toplumsal görgü paylaşımı ile aktarılır.

30 Nisan 2021 Cuma

1915 Olayları hk.

 

1915 olayları ve ABD başkanının siyasi açıklamaları malum.
Batı dünyası, malum iki yüzlü yaklaşımları ile Türk insanını da kendileri gibi karanlık bir geçmişe sahip olduğunu iddia etmeye çalışıyor.
Onlar gibi olmadığımızı ve olamayacağımızı, insan olarak tüm eksik ve hatalarımıza rağmen, karanlık bir yüzümüz olmadığını kavrayamıyorlar. İnanmak istemiyorlar.

Ancak bu durumun Türkiye'nin kendi konumunu değerlendirmesi ve gelecekteki pozisyonunu belirlemesi için bir fırsat olarak da görüyorum.

Dünyanın ekonomik geleceği, Doğu'ya kayıyor. Dünya piyasalarını doğunun hammadde ve kaynakları ile üretimi belirlemeye başladı.
Batı dünyası, bu değişimde kontrol ve yönlendirme yeteneğini tehdit altında görüyor.
Bu da yüzlerce yıllık kapitalist birikimle sağlanan sosyal refah ve yaşam standartlarının risk altına girmesi demek.
Nüfusları yaşlı, yüksek teknoloji ve bilgi teknoloji destekleri ile artmış verimlilikleri olmasa, bu durumlarını daha ne kadar koruyabilecekler? Belirsiz.

Türkiye bunu öncelikle ekonomik bir savaş olarak görmeli.
Batı ülkelerinin tarihi gerçekleri saptıran bu tutumları, bağlaşıklarına olan yükümlülüklerini de zayıflatıyor.
Türkiye'nin değişen dünya ekonomisi içinde kendi konumunu saptaması ve bağımsız politika üretmesi içinde bir bahane sağlıyor.

Ancak önce bu asılsız propaganda ile devlet eliyle ve devlet desteği ile güçlenmiş Sivil Toplum Örgütleri ile mücadele etmek gerekiyor.

Mücadele alanı da, zaten ön yargılarını pekiştirmiş batı toplumları içinde olmamalı başlangıçta...

Onu yerine, bu konuda Türkiye'nin gelecekte ticari ve askeri partnerleri olabilecek, ikili ilişkiler kurduğu toplumlar ve batı nüfuzunun zayıf olduğu çok uluslu alanlar olmalı.

Bu konuda tarihçilerin bağımsız çalışmalarını destekleyecek şekilde hareket edilmeli.
Mesela Güney Doğu Asya, Orta Asya, Güney Amerika ve Afrika devletlerinde bu konuda akademik çalışmalar yapılmalı.
Sempozyumlar, konferanslar, bu ülkelerin dillerine çevrilmiş romanlar, hikayeler ile konu işlenmeli.
Çünkü bizim ana sorunumuz haklı olduğumuzu, suçlayanlara anlatmaya çalışırken, konu ile alakası olmayan zihinlerin zehirlenmesine de seyirci kalmamız.
Toplumsal bakış açısı bir kaç kuşakta şekillenir ve geri döndürmek çok zordur.
Batı ile bu konuda hesaplaşma ayrıca onların kendi ortamlarında ve kendi hukuk alanlarında yapmalı. Mesela, şahıs veya dernek olarak açılan karşı davalarla ???
Birinci dünya savaşında zarar gören insanlarımızın ardılarının, Ermenistan'a ve Ermeni çetelere destek veren devletlere niye kişisel tazminat davaları açmadığı da ayrı bir konu?
Bu konu üzerinde çalışılmalı. AİHM başta olmak üzere bir çok uluslararası arenada davalar açılmalı.
Kişi ve sivil örgütlerin bu konuda çalışma yapması daha mantıklı geliyor.

İşin sonucunda olan şey, bence şudur.
Batı; ucuz hammadde, mamul ürün, doğalgaz ve işgücü istiyor. bir yandan da kendisini dış etkilere ve baskılara karşı koruyacak, ekonomik birlikler, hukuki ve ticari duvarlar kuruyor.

Kuralları kim belirlerse, güç onun kontrolündedir.

21 Nisan 2021 Çarşamba

Pandemiye Göre Ev Tasarımları

https://www.insaatderyasi.com/ev-tasarimlari-pandemiye-gore-yeniden-sekilleniyor-18749h.htm

Bence üzerinde durulması gereken bir kaç konu daha var.

Müteahitsel dönüşümde kâr için konut alanlarını küçültmesi bir tanesi...

İkincisi çekirdek ailenin sayıca azalması, buna karşılık bekar-yalnız yaşayanların sayısının artışı...

Üçüncüsü evlerde çalışma kültürün gelişmesi için, ayrı bir çalışma odası kavramının (misafir, oturma, çocuk, yatak odalarının kavramları gibi) eklenmesi gerekiyor.

Dördüncü olarak ise çalışma sürelerinin tekrar düzenlenmesi gerekiyor.
Mevcut çalışma saati ve düzeni, zamanla çok iyileştirilmiş olsa bile, 1800'lerin sanayi üretimine dayalı endüstri toplumuna dayanıyor.
Günde 8 saat, hafta da 45 saat bile kazanılmış haklardır ama...

Günümüzde bu süreler çok uzun, gereksiz ve işlevsizdir.

Bilginin değişim oranı saniyelere indi, sanayi de bile üretim hızı 10 bin kat arttı, fiziksel ulaşım bile 10 kattan fazla hızlandı...
Ama çalışma saatleri ve günlerinde ciddi bir değişim yok. (17 saatten, 11 saate son 100 yıldır da 8 saate gibi genel bir ortalama...)

İnsanlar, Yaşamak için çalışır. Çalışmak için yaşamaz.

Bu gelişimin amacı insana, kendisini geliştirebilmesi için daha fazla zaman bırakmaktı.
Ama tersi oldu: Hız artıkça, üretim arttı, tüketim arttı, atıklarla kirlilik arttı, dünyanın içine edildi.

Eğer insanlığın nüfusu azalsın isteniyorsa, önce çalışma saatlerini tekrar düzenlemek gerekiyor.

Günümüzde dijital teknoloji kullanan çoğu firma, iş yerinde atıl kapasite de bekleme modunda enerji tüketen personel ile çalışıyor.
Oysa haftalık çalışma saatlerinden başlayarak, günlük çalışma sürelerinin azaltılması ve vardiyalı sistemle, hizmet sürekliliğinin ise artırılması gerekiyor.

Bunun bir kaç faydası var. İstihdam katkısı, gelir paylaşımı, fırsat eşitliği artışı, daha dengeli bir tüketim eğilimi olacaktır.
Kendisine zaman bulan insan, kişisel gelişim için daha çok sosyal ve sanat etkinliğine fırsat ve zaman bulacaktır.
Bu da toplumsal öfkenin ve şiddet eğiliminin azalması, uzlaşma altında işbirliği kültürünün gelişimi demektir.





7 Nisan 2021 Çarşamba

ABD, Karadeniz'e savaş gemisi sokmayı neden bu kadar ister?...

 

Niye istediği belli... İstanbul da bir kanal olsa, Süveyş gibi, Montrö de olduğu gibi engellenemezdi...

Dünya yakın geleceğin kutuplarını belirlemiş bile... Batı ve Doğu diye...
Batı, Türkiye'yi yanlarında görmüyor ama Doğu'ya da kaptırmak istemiyor.
Doğu, batıya özenen Türkiye'ye net bir güven hissedemiyor.
Türkiye ise geleceğinin hangi tarafta olacağına karar verememiş durumda...

Bu kutuplaşma siyasi bir bölünme değil...Ekonomik tabanlı bölünme... Üreten ve tüketenler arasında...
Dünya Gsmh'sinden aslan payını alan Batı, temiz sanayi ve üretim ile konumunu korurken. kirletici sanayi ürünleri de dahil ihtiyacı olanları doğu'dan ucuza almak istiyor. Bunun zeminini korumak istiyor. Doğunun doğal gazını ucuza almak fiyatı üzerinde belirleyici olmak istiyor.

Basra körfezinin doğal gazını Akdenize ulaştırmak ve güvence altına almak için Kuzey Irak ve Suriyeyi temizleyip. kendilerine bağımlı bir devletçik için çok uğraştılar. Olmadı. Bölge kaynıyor sadece...
Olsaydı. Kıbrıs Rum kesimine gelen boru hattı maliyeti ile birliğe doğalgaz alacaklardı. Kıbrıs -Avrupa kıtası arası doğalgaz boru hattı maliyetini ve güvenliğini de İsrail üstüne yıkacaklardı. (Bulunan rezerv kaç yıl yetecekti ki?)
Şimdilik tutmadı.
Ukrayna'yı Batı destekliyor. Eğer Sovyet döneminden kalma doğalgaz boru hatları geçmeseydi bu ülkeden, umursamazlardı.

Tabii Rusya'nın Karadeniz ve Akdeniz ile olan bağlantısını da kesecekler böylece. Bu iki ülkenin sürekli gerilimde olması için ortamı sürekli gerecekler.
Ki Rusya sıkışsın da doğal kaynaklarını, en büyük müşterisine onun istediği fiyattan versin.

Tabi bunlar uzun vadeli, hayaller.

Türkiye, gelecekte hangi ekonomik yapılaşma içinde olacağına karar vermeli.
Emareler, dinamik ve üretim yapısı ile Doğu'yu gösteriyor.

22 Mart 2021 Pazartesi

Yeni Dönem de Ekonomi

Her dönemin ekonomik yapısını da siyasal yönetim yapısını da üretim tipi belirler.

Avcılık, Tarım ve Endüstriyel üretim dönemleri kendilerine has ekonomik yapıları ve siyasal iktidarları oluşturdu.
endüstriyel dönemin uzantısı olan Kapitale dayalı üretim tarzı da artık döneminin sonunda...
Günümüzde "bilgiye dayalı üretim" modelleri gelişiyor. elbette deneme- yanılma ve toplum şartlarına göre farklı modeller gelişecek, gelişiyor ama temelde bilgiye dayalı üretim hakimiyeti artıyor.

Siz şimdi kalkmış kapitalist sistemlerin son modelerinden Keynesçi ekonominin kalıntılarını ele alıyorsunuz.



Artık büyümeye dayalı ekonomik model sorgulanmalı. Yüksek tüketim, yüksek üretimi getirmiyor. Ülkeler ekonomilerini GSMH üzerinden değerlendiriyor ama esasen net GSMH üzerinden ele almak lazım.
Yüksek büyüme aynı zamanda yüksek tüketime işaret ve bu tüketimin çoğu da yurt dışından tedarikle oluyor.
Net sonuca baktığınızda, ülkenin büyümek için ihtiyaç duyduğu artık değer miktarı çok düşük kalıyor. Yani kısaca rakamlar aldatıcı. Politik.

Net GSMH'nın ana kaynağı günümüzde "bilgi üretimi"dir.

O yüzden bu diyagramlar veya rakamlar hiç bir şey ifade etmiyor. Eski ekonomiler ve değerleri öldü veya ölüyor.

Bilgi üretimi için düşünen ve sorgulayan insana gerek var. Düşünce çeşitliliği ve farlı bakış açıları ile çözüm üretebilme kapasitesinin desteklenmesi için düşünce için özgür ortamlar lazım.
Bunu desteklemek ve geliştirmek için sanat, edebiyat desteklenmeli...
Oysa bunun ayrıca siyasal sonuç ve bedelleri var. İktidarlar için de bu istenen bir birikim değil.
Sonuç Covid bu konu da onlara kurtarıcı bile oldu. Bu yüzden daha uzun süre bizler Covid ile de yaşayacağız gibi gözüküyor.

22 Ocak 2021 Cuma

İş, iştir...



Çocukların hayat karşısında bu kadar erken mücadele etmek zorunda kalması, bizim ayıbımız.

Sorun kişilerin, çözüm olarak hemen kamu kurumlarını veya siyaseti adres göstermesi.
Parasını vereyim de beni uğraştırmasın.
(Benim de vicdanım para verdiğim için rahat, o para da kolay kazanılmıyor ve kendi hayatımızdan bir ödün sonuçta..)

Doğruluğu tartışılabilir. Eksikleri var.

Ama toplum olarak bu tip konularda sorumluluğu ve yetkiyi verdiğimiz ve üstelik gelirlerimizin yarısıyla vergi olarak desteklediğimiz kamu kurumlarından çok da çözüm üreten şeyler çıkmıyor.
Bana göre hatta bazıları, "biraz şişirilmiş renkli balonlar"... Fazla şişince veya ilk engelde patlıyorlar.

Hammaddesi yurt dışından ithal edilen hazır kedi-köpek mamalarına milyonlarca dolar ödeyen ve bunu "sevgi, merhamet" adına yapan bir milletiz.
Kapasitemiz var. Paramız da...

Çocukların sokaklarda çalışmasını yasaklamak, aileyi cezalandırmak da çözüm değil.
Başka yollar üretmeliyiz.
En başta da bu konuda çalışan, sivil sosyal yardım kuruluşlarına katılıp, desteklemeliyiz.

Havadan para elbette kıymetsiz.

Birey olarak bağımsız olması önemli.
Bu ülke de ciddi bir istihdam sorunu var.
Bir çok sebebi var ama en başta geleni, planlama hatası...
Örneğin: Adamın işe ihtiyacı var. ama kalifiye değil, boşluk olan alanda.. Ona eğitim imkanı sunulmalı.

Ya da (daha çok gençlerimiz) iş beğenmiyorlar. İşin iyisi kötüsü olmaz.

Üç temel sebep var, gözlemlediğim.

İlki çocuklarımızı bizler yani ebeveynler olarak çok pohpohluyoruz. Koruyoruz.Harçlık verip, ihtiyaçlarını karşılıyoruz.
Önüne konan işi ve getirisini, sahip oldukları ile kıyaslıyor. Genelde rahat durumda kalmayı tercih ediyorlar.
Benzer mantık, yardım, sosyal yardım ve destek alan yetişkinler içinde geçerli...

İkincisi çocuklarımız istedikleri, zevk aldıkları işlerde çalışamıyorlar.
Gerçi çoğu ne yapmayı sevdiğini bile bilmiyor.
Küçük yaştan itibaren sınavlardı, ödevlerdi derken çocuklara kendilerini tanımaları ve hobi edinmeleri için fırsat vermiyoruz.
Karar verme zamanı gelince, iyi kötü bir karar veriyorlar ve genellikle bu karar geçici süre işe yarar oluyor.
Çocuklarımızı serbest bırakmalıyız. Günlük çalışma planlarında, ne olursa olsun, kendilerine ayıracakları bir kaç saat belirlemeliyiz. Ve bu boş vakit olarak asla isimlendirilmemeli.
Boş vakit, hakikaten boş ve dinlenme , düşünme ile geçen zamandır. Bırakın çocuğu 3 saat daha az test çözsün, ödev yapsın.
Sanki okulu iyi derece ile bitirse veya sınavda çok yüksek not alsa, geleceği daha iyi ve mutlu mu olacak?
O sadece bir olasılık. Kesin değil.

Üçüncüsü ise bizim yani toplum olarak, çalışanın-gencin etrafındaki kişiler olarak ön yargı ve beklentilerimizin yüksek oluşu.
Çocuk bir iş yapmaya kalksa, beğenmiyoruz, ona yakıştıramıyoruz.
"- Onca yılın ve emeğin, parası bu mu?" diyoruz.
Gençte bunu benimsiyor. Sanki mezun olur olmaz, büyük sorumlulklar alacakmış gibi kariyer beklentisi ve havası oluyor.
Bu bulaşıcı bir şey ve kalifiye olmasa bile herkes yaptığı işin kendisini temsil edip etmediğini, yakışıp yakışmadığını sorguluyor. Çünkü gizli de olsa bir mahalle baskısı hissediyor.

İş iştir, evi geçindiren ve toplumun ihtiyacı olan her iş değerlidir. (Bazıları ahlaken normları zorlasa bile onlar bile bir iştir. Çünkü toplumda talep var, işlevi var.)

O yüzden hırsızlıkla, yalanla, aldatma ile veya fırsatçılıkla ilgili yapılan işler haricindeki tüm toplumca talep edilen işlere saygı duyulmalı.
Bir kanalizasyon temizliği de iştir, bir fabrika veya devlet dairesi yöneticiliği de... Yeter ki toplum içinde işlevi olsun ve çalışana dürüst kalmasını sağlayacak şekilde fayda sağlasın..

Bu bakışımızı değiştirmeli ve çocuklarımıza bunu da aşılamalıyız. İş, iştir. Dürüstçe oldukça, her türlüsü saygıya layıktır.