Beyin naklinin gerçekleşeceği zaman , ruh kavramı ortadan kalkacak mı ?
Sercan Aydın 05 Mayıs 2015
Bugün fizik değil, felsefe günü
anlaşılan. :-) Niye kalksın ? Ruh neyi ifade ediyor? Eğer dinsel
tanımlamayla, Cenab-ı Hâk'tan gelen bir nüve ise, bu kişiliğiniz nerede
ise orada olur.
Bilimsel olarak tanımlanamayan (ölçüm aletleriyle
saptanamayan) bir yapıda olması olmadığı anlamına gelmez. Beynimizdeki
bir kaç yüz milyar hücrenin alarında yatay ve dikey bağlantılarla
iletişim halinde olması ile sahip olduğumuz bilgi işleme kapasitesi ve
bilinç düzeyimize bir bakın. Yaşamınızı boyunca sürekli düşünce
üretiyorsunuz. Ürettiğiniz bu düşünceler EKG dalgaları olarak
saptanabiliyor. Her kişinin beyin dalgası, parmak izi gibi benzersiz, Ve
sizin yaydığınız bu düşünceler, sizin ölümünüzden milyonlarca yıl sonra
bile evrende var olup yol almaya devam edecek. Eğer ruh yok ise,
bunları nasıl tanımlayabileceğiz ?
Bizim sorunumuz, ruhu da vücudumuz
gibi belli bir kalıba ve biçime sokma arzumuz ve içgüdümüzden
kaynaklanıyor. Onun sınırsız olabileceği, evrenin bir parçası
olabileceği niye mümkün olmasın. Ayrıca bu şekilde, kendisini yaratan
Allah'ın ( C.C.) bir parçası olmaya daha uygun olmaz mı? Tabii bunlar
tasavvufi düşünceler. O yüzden beyin nakli ile ruhun ortadan kalkam
ihtimalini sıfır olarak görüyorum. Ölümle bile yok olmayan bir kavram,
kabuk değiştirince niye yok olsun? Önemli olan sizin ruhunuzu ne kadar
beslediğiniz...
Sanat, bilim ve iyi düşüncelerle... Onun besini de
bunlar çünkü. İsterseniz bırakın beyin naklini, hiçilerin yelpazesine
(bir bilimkurgu romanına atıftır) kopyalayın bilincinizi, beyin
dalgalarınızın kopyasını, ruhunuz gene kalır. Çünkü o bizim ürettiğimiz
bir şey değil. Bizden beslenen ve gelişen bir şey.
Burtay Mutlu 05 Mayıs 2015
Olasi bir beyin nakli
operasyonunun "ruh" iddasini curutucegini dusunuyorum. Ayni soruyu daha
once dusunup bu sonuca varmistim. Ruhu genelde iki anlamda kullaniyoruz;
"Ruh ve sinir hastaliklari" deyimindeki gibi bilimsel bir baglamda
beynin bilincimizi olusturan fonksiyonu olarak, ve cogunlukla dinsel
baglamda maddi dunya ile bizi baglayan, biz biz yapan fakat maddi
dunayadan ote manevi bir kavram olarak. Ikinci kullanim sekli,
insanlarin beynin dusunce ve benlik merkezinin oldugunun henuz
bilinmedigi yillarda ortaya cikmis oldugu sanilmakta. Tamamen manevi
olmasindan oturu de bu iddanin test edilebilir, ispatlanabilir hic bir
ozelligi yok. Gelelim bu iddanin beyin nakli ile curutulmesine. Soyle
dusunelim; benligimizi / bilincimizi aciklamak icin manevi bir ruha
gereksinimimiz olsun. Baska deyisle maddi beynin fonsiyonlari benligimiz
aciklamaya yetmesin. Basarili bir beyin nakli sonrasinda, benligimiz
baska bir vucut icinde uyanacaktir. Operasyondan sonra uyandigimizda bir
bakicaz ki, farkli bir bendeyiz; sacimiz basimiz, boyumuz, aynadaki
goruntumuz, hersey degismis, sadece benlik bilincimiz, dusuncelerimiz,
hatiralarimiz ayni. Ve bu degisimin de farkindayiz. "Ruhum beden
degistirmis!", diyebiliyoruz. O zaman manevi bir ruh varsayimina gore,
burada su soru gundeme gelir: bu ruh nasil beden degistirdi? Bunun tek
aciklamasi ruhun nakil edilen beynin icerisinde yer degistirmis
olmasidir. Fakat o zaman da ruhu maddelestirmis oluruz. Bu da manevi ruh
iddasini curutur. Beyin nakli operasyonu teorik olarak mumkun olmakla
beraber pratikte cok zor ve yakin gelecekte mumkun olmayan bir
operasyon. Fakar teorik mumkunlugunu ruh iddasini teoride curutmektedir.
Ozgur Gonen 06 Mayıs 2015
Özgür Gönen'in yazısına ve mantık çıkarımlarına bayıldım... :-) Ellerinize sağlık...
Burtay Mutlu 06 Mayıs 2015
Ruha manevi bir anlam yüklenmesini, ölçümlenebilir
olmamasına bağlıyorum. Ama Ruh kavramının somut bir karşılığı olduğunu
kesinlikle düşünüyorum. Çünkü her ne kadar dinsel inançlarımız, ruhu bize
semavi bir varlık olarak gösterse de, ruh kavramının geçmişi yüz binlerce yıl
önceye gidiyor.
(Mezarlardan ve bırakılan hediyelerle düzenlenen törenlerin
arkeolojik kalıntılarından çıkartılan varsayımdır). Bilimin gelişmeye başladığı
son 200 yıl haricinde de ruh genellikle aynı kapsamda değerlendirilmiş. Bilimle
din arasında keskin çatışma olduğu zaman, insanlar ya dinsiz olur ya da
beyinsiz... İkisinde de uyum noktalarından konuyu ele almak ve ortak olmayan
konuların cevaplarını, bilgi birikimi sürecine bırakmak daha doğru olur.
Ruh
konusunu sadece din kitaplarından ve âlimlerinden veya onların yazılarından,
ilmihallerinden filan öğrenemezsiniz. Çünkü o zaten tarafsızlığını yitirmiş bir
bakış açısının ürünleri. Onlar için soyut, semavi, bir varlık. Aynı şekilde
salt bilim açısından bakarsanız, bilimselliğin getirdiği şüphecilik ve
sorgulayıcılıkta ölçümlenemeyen, deneye tabii tutulamayan bir konu üzerinde
hüküm varmaktan kaçınacaktır.
Zorlanırsa şayet, eldeki verilere göre karar
verip; Yok! diyecektir.
Şimdi ana konuya dönüyorum. Her iki açıdan da zamanla
incelenebilecek ve geliştirilebilecek tek bir açıklama var bence. Çünkü çok
basit ve sade... Ruh dediğimiz kavram, beyninin zihinsel yollarında sinir
hücreleri arasındaki iletişim sırasında oluşan beyin dalgalarının toplamıdır.
(3 boyutlu madde ile sınırlı kalmayan bir evrende, mesela 5 boyutlu veya daha
üstü bir evrende fiziksel bedenin varlığı pek bir anlam ifade etmeyecektir.
İnsanlar daha çok zihinsel fenerler gibi sadece etrafa yayınladıkları enerji
yoğunluğu ve biçimi ile algılanabilecektir.)
Bir bebek doğduğu zaman da ruhu
vardır. Sinirleri birbirleriyle iletişime geçtiği andan itibaren vardır. Ölünce
de sinirler arasındaki iletişim bittiğinde de biter. Ama enerjinin korunumu
nedeniyle, tüm yaşam boyunca yayılan bu dalgaların, sonsuza kadar evrene
dağılacağını-kaynaşacağını da düşünebiliriz. Diğer yandan ek soru geliyor?
Hayvanların ruhu olur mu? Bence, onları vicdan azabı çekmeden tüketmek
isteyenler yok diyecek ama evinde besleyen ve sevenler var diyecektir. Canlı
her şeyin, bir nebze olsun ruhu vardır. Ruhu bu açıdan ele alınca da, beyin
nakli ruhu çürütmez. Aksine destekler. Ruhun beyinle nakledilmesi, onu gene de
maddeleştirmez. Hala soyut kalır. :-)
Burtay Mutlu 06 Mayıs 2015
Burtay Bey, oncelikle ruhu
istpatlamak/curutmek icin net bir tanimini yapmamiz lazim. Tanimlayamadigimiz
seyi ne ispatlayabiliriz, ne de curutebilirir. Bunun icin de
"soyut/somut" ve "maddi/manevi" kavramlarinin farklarinin
ayirdinda olmamiz lazim. Sizin iddanizda bunlar icice gecmis durumda. Ben
yazimda "manevi ruh"u curuttum, siz "soyut ruh"u
ispatliyorsunuz. Manevi ruh kavrami dinlerden cok oncesine, antik yunana kadar
gider. Bedn/akil dualizmi felsefenin en onemli sorularindan biri olmustur.
Insan canli beden ve cansiz beden arasindaki farki, aklin nerden geldigi
sorularini cevaplayamadigi zaman bunu madde otesi "manevi" bir varlik
ile aciklama yoluna gitmis. Gunumuzde bu sorularin cevabi beynin fonksiyonu
olarak aciklayabiliyoruz. Biliyoruz ki, yasamin durmasi ve bilincin kapanmasi
beyin olumu ile gerceklesiyor. Dolayisi ile manevi bir varliga artik gerek
duymuyoruz. Siz de ruhu beynin icine gomup fonksiyonel, soyut bir kavram olarak
ele almissiniz. Ruhun soyut/somut bir kavram olarak hala tartisabiliriz. Ama
dikkat ederseniz "manevi varlik ruh"u ikimiz de curutuyoruz.
Özgur
Gonen 06 Mayıs 2015
Merhaba :-) Dikkatinizden kaçmamış... :-) Zaten çok farklı sonuçlar elde etmiyoruz. O sonuçlara
ulaşma yollarımız farklı. "Manevi Ruh" kavramı ile dinlerde tasvir
edilen ve öncesinde vücutsuz olan, sonra vücuda gelen ardından ölüm ile manevi
hayatına dönen ruh'u kast ettiğinizi düşünüyorum. Salt dini açıdan ele alırsak,
bu ruh Hakk’ın yarattığı, ondan bir parça olan, O'ndan gelen ve O'na dönen,
sonsuzluğa sahip/ait bir parça... Fizik ve matematik açısından ise konuyu ele
almak mümkün değil. Elde yeterli veri yok kullanılabilinecek.
Ama daha önemlisi eldeki verinin değerini ve kullanılabilirliğini gösterecek “bakış
açımız” yok. Çünkü sahip olduğumuz ve
kullandığımız birçok kavramı, olduğu gibi kabullenmiş, daha altı için “Niçin?”,
“Neden?”, “Nasıl?” dememiş durumdayız. Örneğin “enerji ?” . Bilimsel
tanımlamalarını, dönüşümlerini, değişik kullanım ya da durumlarına göre isimlerine
bakın (kinetik, potansiyel, kimyasal, vs.), çok bilgi var. Ama kendisinin
esasen ne olduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Bütün madde, enerjinin
yoğunlaşmasından oluşmuştur diyoruz. Dönüşüm denklemlerimiz ve yüzde yüz doğru
hesaplayan denklemlerimiz var. Ama enerji nedir? Diye sorunca, onu bir ölçü,
tanımlama kavramı gibi soyut ve anlamsız bir ifadeyle karşılaşıyoruz. Enerjinin
yoğunlaşması ve maddeleşmesi içinde çok yoğun enerji gerekiyor. Somut sonuçları
olan ama kendisi soyut ötesi soyut bir kavramla karşı karşıyayız.
Üstelik tüm açıklamalarda; ister dini ister bilimsel, her şey tek bir kaynaktan
çıkıyor. O zaman iki farklı alanın ortak bir noktası var diyebiliriz.
Tanımlamaları farklı ama sonuçları net bir şekilde; aynı...
Varsayımım tamamen bu ana noktaya dayanıyor. Aradaki binlerce kişinin ve
zamanın görüşleri ile şekillenmiştir muhakkak. Eğer evrende her şeyin temeli enerji ise, yaşamın
temeli de enerji ise, canlının temeli de enerji ise, canlılığın sürdürülmesinin
temeli de enerji (hücre içindeki dönüşümler: ATP ‘den ADP dönüşürken çıkan
elektronlar) ise, bütün canlı ve cansız sistemler yapılarını korumak için
sürekli denge halinde kalabilmek için enerji alışverişine (kütle çekimi, spin,
momentum, kimyasal, nükleer tepkimeler vs.) dönüşümüne ihtiyaç duyuyorsa…
Ruhun da enerji kökenli bir yapıya oturtabilineceğini düşünüyorum. Embriyo
gelişiminde beyinde sinir hücreleri oluşmaya başladıktan kısa bir süre sonra
kendi aralarında iletişime başlıyor. İlk
beyin dalgaları çok zayıf olsa da var. Bu enerjinin kaynağı ne? Nereden
geliyor? Nasıl oluşuyor? Tamam, beyin hücrelerindeki kimyasal işlemler sonucu
oluyor ama temel kural; evrenden hiçbir enerji ( daha önce bu “madde” idi ama sonra değiştirildi) yoktan var olamaz,
vardan da yok olamaz. Toplam Enerji değişmez, korunur. Sadece aktarılır… Değil
mi? Buna göre, embriyo beyin hücrelerindeki enerji ve beyin dalgalarının da bir
öncesi oluyor. Üstelik bu enerji öldükten sonra da yok olmuyor. Bir şekilde
varlığını sürdürüyor.
Ancak bu enerjiyi ruh olarak tanımlamak tam uymuyor. Bu enerjiden yayımlanan ve
kişiye özel biçimlenen beyin dalgalarının daha uygun bir tanım olabileceğini
düşünüyorum.
Peki, bu dinlerde tanımlanan “manevi ruhu çürütür” mü? Farklı bakışlara kapalı din adamlarının ya da
din adamı olduğunu iddia edenlerin bakış açısını kabul etmediği için, sadece
onların bakış açısındaki manevi ruhu çürütür.
(Onların çoğunluk ve hâkim güç olmaları, bu konuda haklı oldukları anlamına
gelmiyor zaten. Din kitapları da sapkınların her zaman çoğunlukta olduğu söylüyor
zaten. J
Ama hala dini ve bilimi bir arada ele alabilen ve bu konuda görüş geliştiren de
binlerce kişi, özellikle genç, var. Onların bu ayrımı zamanla yok edeceğine
inanıyorum.)
Ama canlıların, “manevi ruhun” somut ifadesi olabilecek bir şeye zaten (beyin
dalgalarını kast ediyorum) sahip olduğumuzu kabul edersek sadece, onu
destekler. Sadece beyin dalgaları son 50 yıl öncesine kadar saptanamadığı için,
aralarındaki ilişki bağdaştırılamamış. Ama arada geçen 5 bin yılda (yazının
keşfini kast ediyorum), tek taraflı varsayımlardan üretilmiş bilgiler ile yüz binlerce
kesin (olduğu zannedilen) sonuçlara varılmış.
Yani her şey, bir bakış açısı meselesi.
Burtay Mutlu 07 Mayıs 2015
Insanlarin "Ruh" ile ne kastetmek
istenildigi konsunda tam bir uzlasim yok. Fakat genelde benim "manevi
ruh" ile kastetigim seklinde. Yani dediginiz gibi, bedenden ote, bedene
girip-cikan, dusunen, hisseden, hatta filmlerdeki gibi baska bedenlere
girip cikabilen, olumden sonra bedenden cikip ruhlar alemine geri donen,
reankarnasyon var ise baska bedende tekrar dunyaya gelebilen "madde
otesi" bir varlik. Boyle bir ruhun varligina inanmak icin once madde
otesinin varligina inanmak gerekiyor. Ben iste bu madde otesi alemde
yeralabilen ruh kavramini curuttum yazimda. Siz de gorunurde
mutabiksiniz, guzel uzlasmisiz.
Simdi gelelim maddesel ruhlara ve bakis acilarina:) Ruh kavrami
dinlerden cok once de var oldugu icin, oncelikle ise dinleri
karistirmadan incelemek gerektigini dusunuyorum. Temele inelim; Ruh
kavrami niye ortaya cikti? Insanin aciklayamadigi bazi seylerden oturu:
1. canli/cansiz farki (olu beden ile canli beden arasinda gorunurde
maddesel fark olmamasi), 2. "benlik bilinci"nin kaynagi,
3.dusuncelerin/duygularin/hislerin kaynagi. Bu sorulari insan madde
disinda aradigi icin ruh kavrami ortaya cikti. Simdiki resimde ise
bunlari beynin maddesel fonksiyonlari ile aciklayabiliyoruz. Bu yuzden
ben bu resimin icerisine hala bir extra "ruh" kavramini oturtma cabasini
gereksiz buluyorum. Sizin cabaniz da bence inancinizin bunu
gerektirmesinden oturu. Inanciniz size ruhun varligini soyluyor, ve siz
de bu resimde ruh diyebileceginiz soyut/somut bir seyler ariyorsunuz. Ve
bunun cevabina da "enerji" olarak yorumlamissiniz. Bunu yaparken de
geleneksel ruh anlayisindan uzaklasmissiniz. Ruha yuklediginiz islev
belirsizlesmis.
Dogru, enerjiyi bizim somut, olculebilir evrenimizin yapi tasi olarak
kabul ediyoruz. Fiziksel evrenden bahsedebilmemiz icin oncelikle bu
kabulu yapmamiz lazim. Sonra enerjiyi degisik formlarda gozlemliyoruz ve
konu ruh olunca canli/cansiz formdaki enerji ayrimi on plana cikiyor.
Burada "ruh" kavramindan ne bekliyoruz o zaman? Cansiz enerjiye can
katmasininimi, bilinc vermesini mi, hissiyati saglamasini mi? Bu
savinizda cok belirsiz.
Bu belirsizligi beyin dalgalari savinizla acayim; beyin dalgalarimiz
niye var? Beynimizin calismasi, bilincin dusuncelerimizin hislerimizin
olusmasi icin mi gereklidir? Ruh varsayimi gibi bizi biz yapan sey
midir? Esasen beyin dalgalarinin sebebi beynimizin calisirken noronlarin
elektriksel aktivitesidir ve herhangi bir elektrik akiminin yaydigi
dalgalardan yapi olarak hicbir farki yoktur (sadece farkli
frekanstadir). Dolayisiyla ayni mantik ile sac kurutma makinesinin
yaydigi dalgalardan oturu bizimikine es deger bir ruhu oldugunu
soyleyebiliriz. Ustelik, bu dalgalarin fonksiyonel bir ozelligi de
yoktur. Sadece fonksiyonun bir yan urundur. Ne sac kurutma makinesini
sac kurutma makinesi yapan seydir, ne de bizi biz.
Beyin dalgalarinin kisiye ozgu olma durumu da zaten beynin kisiye ozgu
olmasindan kaynaklanir. A sarkisinin dinlerken yayilan ses dalgalari
patern olarak B sarkisinindan farkliysa, bunun sebebi sarkilarin farkli
olmasidir. Burada farki yaratan kaynagin kendisidir. Bu yuzden saviniz
da mantiksal olarak ruhun beynin ta kendisi oldugunu soylemekle es
deger.
Konuya enerji dongusu yonunden bakacak olursak da bebegin de, yetiskinin
de beyin dalgalarinin ana enerji kaynagi aldigi besinlerdir. Ve bu
dalgalar bize ilahi bir sekilde bahsedilmiyor. Aksam yemegimizin bir
kismi isiya, harekete, bir kismi tuvalete, bir kismi da dalgaya gidiyor.
Soyut "ruh" fikrine donersek de, bunun somuda dokulmus sekli yine beyin
olarak karsimiza cikar. Tipki bir soyut fikir olan bir bestenin icra
edilerek somuda dokulmesi gibi. Fakat bu soyut "ruh" fikri, ortaya
atilan ve su an tartistigimiz semavi anlamdaki ruh kavramindan beklenen
can verme, benlik bilinci olusturma, dusunme, hissetme yetisinde
degildir. Dolayisyila soyut ruh fikirden ote birsey olamaz.
Dogrudur, bakis acisi ozne icin cok sey degistirir. Bakis acisi yuzunden
bir kubu, kare veya altigen olarak algilamak mumkundur. Fakat kup
oldugunu anlamamiz gidip icin olcup bicmemiz veya baktigimiz acidan ek
veriler kullanarak hesap kitap yapmamiz gerek.
Ozgur Gonen 08 Mayıs 2015
Bu
sitede üyelerin puanlama sistemi olsaydı, takdir ve teşekkür etmek için
en yüksek puanları verirdim. Dilerim başkaları bu bakış açılarını ve
yaklaşımları okur, kendileri içinde geçerli olanı ortaya koyarlar. Bakış
açımda elbette inancımın şekillendirdiği yaklaşımlar mevcut. Ama onlar
hiç yokmuş gibi, konuları ele alırsdam kendimle çelişirim. Çünkü bazı
noktalarda ciddi anlamda (teknik) bilgi birikimi eksiğim (iz) var.
Benin
yaklaşımımda (bu tartışmayı, felsefe ışığında bilimsel bir konu olarak
düşünmüştüm, bilim ışığında felsefe oluyor benim için :-) Saç kurutma
makinesinin yaydığı elektromanyetik dalgalar mekanik, yani ritim ve
frekansı ile düzenli olduğu, insan beyin dalgaları ile kıyaslanması
(çünkü düzenli ve tek düze değil) pek uygun gelmedi. :-) Bakışımda şunu
gördüm, evrenin ilk yaratışından itibaren her şey tek bir yapıdan ve
özden oluşuyor. Tüm madde, bildiğimiz enerji ve içindeki kurallar.
Evrenin işleyişinde de öyle çok büyük karmaşıklık, çok büyük kurallar
dizisi de yok. Temel kurallardan biri kritik denge. Bu bisiklet
üzerinde, ya da ip üzerinde dengede olmak gibi bir şey. Bu denge her
seferinde öyle müterna bir yerde oluyorki, bir adım ötesi ya da berisi
Kaos, bisikletten /ipten düşme oluyor. Her sistem daha alt sistemlerin
toplamından oluşuyor ve her sistemdeki bir değişiklik, (kaos teorisine
uygun şekilde) ilişkide olduğu tüm sistemleri etkiliyor. Örneğin, ayın 5
cm geriye çekildiğini düşünün. Bu aşama olarak tüm güneş ve hatta
samanyolu sistemini etkileyecektir. Güneç sistemindeki tüm yörüngelere
bir anstrom değişecek, Samanyolundaki sistemlerde belki on üzeri bol
sıfırlı eksilerde bir yerde angstrom. Ama muhakak etkiliyor. Bizim
saptayamamız bir şey değiştirmiyor. (Hesapları 20 değil, 40 basamaklı
yapın gözükmeye başlayacaktır. ) Yine bu kritik durumun ilgilinç bir
yanı daha var. (Varsayımım, bilgim yok) Tüm sistemler, quantum
olasılıklarının pik, tepe yaptığı noktalarda yani ortalama en yüksek
değerde iken kritik durumda oluyor. Bu yüzden binlerce olasılık var
iken, sadece belli başlı olanlar gerçekleşiyor. Bu noktada devreye
"hayat " giriyor. Hayatı tanımlayan ilk şey, bağımsız birim olarak bilgi
depolama ve işleyebilme kapasitesi. Daha sonra da bunları bütünleyen,
bilinç olgusu başlıyor. Bilinci depolanmış bilgiyi, ihtiyaca ve duruma
göre kullanabilme, değiştirebilme veya seçebilme durumu olarak
tanımlıyorum. Bu yüzden kuantum bilgisayarlara kadar makinelerde bilinç
gündeme gelmeyecektir. (Geçenlerde bu sitede bilinç konusu ile alakalı
güzel bir araştırma yayınlandı.) Ama işin içine bilinç girince, kuantum
durumları ve olasılıkları giriyor. Çoğu kararımızı ve hareketlerimizi
de; iç sistemlerimizin (sadece somut olanlar değil, bilgi birikimi,
duygular, vs. nin) getirdiği farklı durumlara göre "kritik dengede"
olduğumuz noktaya göre belirliyoruz. Bütün bunlara rağmen ruh, farklı
bir olgu. Ruhu farklı frekanslardaki dalgaların bir arada olduğu bir
quantum alanı olarak tanımlayabiliriz. Başlangıçta (doğumda) bize bu
alanın sadece ana kuralları/formülleri tanımlı veriliyor. Ama gelişimi
zamanla kişinin tutum ve davranışları ile gerçekleşiyor. Bunlar beynin
bir fonksiyonu gibi gözüksede, öncesi vardır. Bilinçsiz, kişiliksiz bir
enerji (saf ruh tasviri) olarak vardır. Hayat ile biçimleniyor ve bir
kimlik kazanıyor. Ölümle de biliçten geriye kalan tek şey de bu oluyor
gene. Ama bu seferde saflığını yitirmiş, nadiren de saflık oranını
artırmış olarak. (Reenkarnasyon olayına gelince, kanıtlarına rağmen bir
şeyler mantıksız geliyor. Sanki o özel kuantum alanlarından, birinin
eksik kopyası çıkmış gibi geliyor bana) . (Dinsel cennet cehennem
kavramlarına hiç girmeyelim, Araplar için tasvir edilen cennet, (bol
huri, şarap, meyve, serin su) bana cehennem gibi geliyor.
Öğrenebileceğim bir ortam bana cennet olurdu.) Sanırım bu tür bir
kuantum alanındaki dalgaların dağılması, evrene yayılması gerektiğini
düşünmek doğal oluyor. ama bir şekilde belki de daha üst boyut dediğimiz
ve sicim terosinde ifade edilen o kıvrık boyutlardan birinden dolayı bu
enerji kuantumları dağılmıyor olabilir. (Not: Yazdıklarımın çoğu ama
özellikle son kısmındakiler şahsi düşüncelerimdir. Üçüncü bir kişi
okurken, bunları bilimsel tabanlı filan sanmasın, Vardığım sonuçlardır
ama doğrulukları kesinlikle tartışılabilir. Arada, yazmak istediğim çok
şey var ama bugün iş olarak yoğun bir gündemimiz var. Saygılar)
Burtay Mutlu 08 Mayıs 2015
tüm
yazılanları sıkılmadan okudum. fakat konuyu daha kapsamlı ele almak
gerekir kanımca. manevi ruhu beyine indirgeyip bir olay örgüsü
kurgulayarak onu çürüttüğünüzü söylemişsiniz, birşeyleri çürütmek için
bundan çok daha fazlasına ihtiyacınız var. kullandığınız yol biraz şuna
benziyor; Tanrı kaldıramayacağı bir ağırlık yaratabilir mi? - yaratırsa
tanrının kaldıramayacağı bir ağırlık dolayısıyla yapamayacağı bir şey
olur, - yaratamazsa tanrı yine birşeyleri yapamamış olur, - dolayısıyla
tanrı yoktur. Söyledikleriniz kendi içinde tutarlı fakat varsayımlar
üzerine birşeyler kurgulayıp onu hemen çürütüvermişsiniz. ayrıca bunu
hemencik kabullenmek inançlı kişiler için mümkün değil çünkü manevi ruhu
çürütmek tüm dinleri ve dünyadan sonraki yaşamı çürütmek anlamına
gelir, fakat bu konu hakkında düşünüp sorgulamamıza engel değil tabiki.
Tam birşeyler yazacakken yeni sorular geliyor aklıma, biraz düşüneyim,
takipteyim.
murat sayın 08 Mayıs 2015
Dini
açıdan ele alınca, ruh bedenden çok önce vardır ve bedenden sonra da
vardır. Beden içindeki ruh sadece gelişim için bir imtihandadır. Somut
olgular açısından (tam olarak bilimsel diyemiyorum ama elle tutulur,
ölçümlenebilirliği kast ediyorum), enerji kaybolmaz. Sadece değişir.
Gene fiziksel bir nesnedeki enerji de (canlı, cansız fark etmez) o
nesnede var olmadan çok öncede vardır. O nesne tamamen ayrıştığı zaman
da var olmaya devam edecektir. Burada ciddiye alınması gereken bir
benzerlik olduğunu düşünüyorum. Beyin fonksiyonlarında düşüncelerimizle
biçimlendirdiğimiz dalgalarda sonuçta bir enerjinin yansımaları ve
biçimlendikten sonra artık değişmiyorlar. Tüm evrene yayılsalar bile.
Mesela 100 bin ışık yılı ötedekiler nasıl bir gün bizim Tv yayınlarımızı
alabilecekler (tabii ellerine ulaşan dalgaların enerji yoğunluğu çok
düşük olacağı için çok hassas araçlara ihtiyaç var), Bunu kabul
ediyorsak, dalgaların değişmediğinin bir kanıtı olarak düşünebiliriz
diye yorumluyorum. Bu nedenle beyini sadece bu enerjilerin
biçimlenebileceği geçici bir araç olarak düşünmek rahatsız etmiyor.
Sonuçta beynin çalışma prensipleri ile kuantum mekaniğinin çalışma
prensipleri benzer. Aradaki kimyasallar ve polarlaşmayla (sinir
hücreleri iletilerde elektron iletmiyor, kutuplaşarak -polarlaşarak
iletiyi aktarıyor diye biliyorum) bir algı düşünce oluştuğu zaman, bu
ileti birçok birimde parça parça işleniyor ve en yüksek olasılıkların
toplanması ile bir sonuca ulaşılıyor. Bu nedenle akson ve dentritler
arasında bazen 10 bine yakın bağlantı olabiliyor (yani bir beyin sinir
hücresi 10 bin farklı sinir hücresi ile koordineli çalışabiliyor). Ama
daha ilginci kullanılmayan ya da işlevselliğini yitirmiş bağlantılar
koparılıp, sinir hücresi en verimli dengede (kritik denge gene)
dururken, ihtiyaca göre yeni bağlantılarda kurabiliyor. (Örneğin bir
matematik problemi çözerken, aynı konuda alıştırma yaptıkça koordineli
çalışan kimi hücreler araki aktarıcı sinir hücrelerini devreden
çıkartıp, direk bağlantıya geçebiliyorlar. Tekrar bu bağı güçlendiriyor,
unutmayı zorlaştırıyor. Çözüm hızını arttırıyor. Aynı şey, her konuda
geçerli… Müzik dinlerken bile algıladığımız müziğe göre yeni bağlantılar
oluşabiliyor. Veya bir resimi incelerken de benzer şekilde bir yol
gelişebiliyor. -Zaten bu nedenle bilim ve sanat iç içe ya bence- Bu da
anlamayı, algılamayı kolaylaştırdığı gibi, yeni bir çözüm ya da bakış
açısı bulmamızı sağlıyor. Farklı konularda kitap okumak, tartışmalara
katılmak, düşünmek te benzer etkileri olabiliyor. Bunları yazıyorum,
çünkü beynin gücünün ve imkânlarının ne kadar güçlü olduğunun farkında
olduğumu anlatmak için. Ama beynin aracı bir enstrüman olmaktan öte bir
işlevi gene de olmuyor. Çünkü ölümle beyindeki işlevini kaybeden enerji
ve onun dalgalanımları yok olmuyor.
Burtay Mutlu 09 Mayıs 2015
Burada
(sanırım) çürütülmeye çalışılan şey, binlerce yıllık ruh kavramının
içeriği. Sorun burada... Eskiler ruhu tanımlarken, ellerindeki bilgi ve
bu bilginin (kendi) mantık kurallarına uygun şekilde yorumlanışıyla
ortaya çıkmış tanımlarını kullanmışlar. Toplumlarına da bunu empoze
etmişler. O dönem için, dinin toplumsal hayattaki emredici rolüne de
bakarsak, çok normal ve hatta gerekli olduğunu görürüz. Sorun bize
dayatılan 5000 yıllık (yazı ile aktarılmaya başlanan kısmı ele alıyorum)
bakış açısının, artık günümüzün bilgilerine ve birikimine göre tatmin
edici bir açıklama sunamaması. Bu yakşaım iki seçenek bırakıyor, ya bu
şekilde kabul et, sorgulama, ya da istediğini yap ama mürted olursun.
(Gerçi buna karar verme yetkisini Peygamber (S.A.V) efendimiz bile
kendinde görmemiş ama günümüzde hüküm yetkisini kendinde gören,
desteklenen çok kişi var.) İspatlanmaya çalışılan şey onların ta, (benim
açımdan) ruh'un sadece onların anlattığı şekilden daha fazla, daha
geniş, daha önemli ve artık eldeki teknik imkanlarla daha anlaşılabilir
olduğu ve onların tanımlamalarının ötesinde somut ifadeleri de
olabileceği. Burada diyorlar ki , hayır siz ruhu göremezsiniz,
elleyemezsiniz, o ulvi bir yaratılmıştır, sorgulayamazsınız. Bizim
dediğimizi ve dediğimiz şekli kabul edin. (ama biz ruh çıkartırız, büyü
yaparız/bozarız, cin çağırır onlara iş yaptırırız, baht açar, kapatırız,
gelecekten fikir verebiliriz, bu soyut işleri biz yapabiliriz. ) (Aksi
ispatlanamayacak kadar soyut olmasından güç alıyorlar) . Bende onların
yaklaşımlarının hatalı olduğunu düşünüyorum. Çürütülmeye çalışılan şey
esasta bu. Ruh soyut bir varlıktır ama insan üzerinde somut belirtileri
vardır. Sadece beynin işlevleri ile ortaya çıkmamıştır. Fizik
kanunlarına göre hiç yoktan varolamayacağına göre, beyinde şekillenip
gelişmeden önce de vardır. hiç bir şey yok olmayacağına göre beynin
işlevinin bitmesi ile de var olacaktır.
Burtay Mutlu 09 Mayıs 2015
Burtay
Hocam, takdirlerin icin tesekkurler. Goruyorum ki tanimi tartisma
isiginda biraz daha degistirmissin :) Arkadaslar, kendimi tekrar etmek
gibi olacak, ama ben bizi yapan dusunme, hissetme, ogrenme, bilgi
depolama, ve bilinc olusturma seklindeki beynin fonksiyonlarindan ote
bir varlik/kavram herneyse aramayi cok gereksiz buluyorum. Butun bunlari
hali hazirda beynin fonksiyonlari oldugu biliyoruz (sadece bilinc
konusu hala gizemli). Niye illaki maddi/manevi soyut/somut birseyler
bulmaya calsiyoruz ki? Ruh, beynin islevinin bilinmedigi zamanlarda
ortaya cikmis bi kavram ve de insanin olumsuz olma arzusunun urunu.
Simdiki bilgilerimiz isiginda bu kavrama artik gerek duymuyorsak, illa
inancin gerektirdigini aramak yerine inanclari sorgulamanin vakti
gelmistir bence. Inanc malesef cogu seyi koru korune kabullenmeyi
gerektirir. Sorgulamayi koreltir. Simdi molekuler duzeyde yazan bir 3d
yazici getirsek ve atom atom bir insan beyni yazdirsak ve bu beyin
bizler gibi ogrense, dusunse, hissettse? Hani nerde bunun ulvi ruhu?
Tanri 3d beyin yazdirdigimiz gorup, dur sunun icine ruh ufleyim mi demis
olmayacagina gore? Inanc yuzunden belki diyeceksiniz ki bu yapay ,
ruhsuz bir beyin. Benim beynimin ruhu oldugu ne malum ki zaten? Ya da
Burtay hocam gibi derin felsefeye dalacaksiniz. oncesinde bunun ruhu
portakaldaki vitaminin enerjisiydi, sonra dalga oldu vs. Hocam fazla
takmissin su dalgalara :) Televizyon vericisi de enerjiyi dalgaya
ceviriyo, o dalgalarda dedigin gibi uzayda kaybolmuyor. O zaman Lost'un
veya Aski Memnu'nun ruhu da dizi yayindan kalksa bile var olmaya devam
ediyor, oncesinde de zaten trafoda elektrik olarak vardi :) Veya illa
ruh beynin yaydigi bir formda olacaksa, yazdiigim bir siir, kitap da
beyin dalgalari gibi beynimin isleyip urettigi bir enerji formu mesela?
Su yazdigim satirlar da ruhumun bir parcasi olarak ben oldukten sonra
amerikada serverlarda kalmaya devam edecek, o zaman olumsuz olmusum
bile... Ruh ile kastedilen o kadar belirsiz ki su an... Yani "ben" diye
bilcegim bir kavram bile yok ortada. En basitinden hatiralarimiz beyinde
depolu. Hatiralardan, ogrendiklerinden kopmus bir "ben" dusunebiliyor
musunuz? Bu ben baska bir formda var olsa ne olur ki? Artik ona ben
diyebilir miyim? Hatta 1sn onceki ben ile 1sn sonraki benden farkli,
cunku beynin yapisi her an degisiyor. Hangi "ben"e ait bir ruhtan
bahsedicem, o bile mechul... Konuya inanclardan siyrilmis, objectif
sekilde bakabilirsek aslinda cok basit olarak sunu goruruz: Beynimiz
tamamen bu evrende gelisiyor. Evrenden aldiigi enrjiyle besleniyor,
gelisiyor, ogreniyor, dusunuyor, bilgi depoliyor, hissediyor, unutuyor..
ama benlik bilincini bu evrende kendi gelistikce gelistiriyor.
Fonksiyonunu yitiridigi zaman da tekrar enerji olarak evren donuyor.
Fakat bu noktada bilinc tamamen kapanmis oluyor. Beynin eserleri,
dalgalari baska enerji formunda devam etse de, bilinc fonksiyonu tamamen
yok oluyor. Bu da bence en kritik nokta, Ayni bilincin baska bir
formda/dunyada var olmasini beklemek o kadar gereksiz ki... veya beynin
icinde olusmadan baska bir yerlerde onceden var oldugunu. Bilinci
olusturan yapi taslari onceden var olmus olsa bile ona "benim benlik
bilincim" diyebilir miyiz? Bu bilinci imtihan etmek icin olusturmak, yok
lduktan sonra da baska formda tekrar olusturup
odullendirmek/cezalandirmak ne kadar makul? Hafiza basta olmak uzere
pekcok diger fonksiyonundan ayrilmis bir bilinc, bir "ben" icin ne ifade
eder ki? Bu baglamda ruh diyecegim birsey olsa ne olur olmasa ne
olur... Ben sahsen her uyandigimda bilincimin islemeye basladigini,
uyudugumda ise kapandigini biliyorum. Bu bana zaten beyin oldukten sonra
bilincimin nasil kapanacagi fikrini veriyor. Dogumdan once bilincim
nasil kapali(yok) idiyse, olumden sonra da yine tamamen kapali (yok)
olmasi cok makul. Bunun otesinde bilincimin baska bir formda/ dunyada
tekrar acilmasi hikayesi ise cok abes. Bence inancinizla celisen
durumlarda illaki inancinizin karsiligi biseyleri aramak yerine bir de
inancinizi sorgulayin. Kendinize bunun icin bir firsat verin. Evrenin ve
beynin isleyisinin bilinmedigi zamanlarda bilinmezleri tanrisal
guclerle aciklamak, insanlara olumsuzluk vaad etmek ve mitlere
inandirmak cok daha kolaydi. Gunumuz rasyonel insanin once bilgiyle
harekey etmesi ardinan da bu inanislari sorgulamasi gerekli. Islerim
yogun, bundan sonra uzun uzun yazamayabilirim. Saglicakla. Son olarak da
su videoyu birakayim, konuyla cok alakali:
https://www.youtube.com/watch?v=8On7rktFZME
Ozgur Gonen 09 Mayıs 2015
Arkadaşlar
yazışmaları ilgiyle takip ettim. Çok önemli bir durum varki ; Beyin
nakli yapılınca bir çok şeyi öğrenebileceğiz :) 1987 yılında ahmet
mekinin oynadığı bir dizi var
http://www.diziler.com/dizi/kavanozdaki-adam burada ahmet mekine bir
katilin beyni naklediliyor , ve kişiliği değişiyor bir katil oluyor (
kaba bir özet oldu ) o günden beri bu konu ilgimi çeker :)
Kaan Akyüz 10 Mayıs 2015
Ayrıca
bence ruh ( veya bilinç) , bizim henüz kavrayamadığız bir boyuttadır.
Bu nedenle fizik ile henüz oturtamadığımız için din ile
anlamlandırıyoruz. Zaten dinlerin en büyük özelliği , anlayamadığımız
şeyleri tanrı ile çözümlenmesidir. Evet bir yaratıcı vardır ve yarattığı
herşeyin çözümlenmesi için matematiği , fiziği ( anahtar )
kullanmıştır. Ve bence kendisine ulaşmamızı bekliyor , sağlıyor..
Kaan Akyüz 10 Mayıs 2015
Özgür
bey iltifat etmiş ama öğretmenlik, hocalık düzeyinde değilim. :-) ama
çocuklarla paylaşmak istedim. Özgür bey bu konuda daha şanslı, ona
imrendiğimi söyleyebilirim.
Burtay Mutlu 11 Mayıs 2015
Tanımı
değiştirdim gerekirse değiştirmeye devam edebilirim. Çünkü bir konuyu
tek açıdan alma alışkanlığında körler olarak, fili doğru tanımlamakta
zorlanıyoruz. Avantajım bu konuda esnek olabilmek. Ama bu tanımlamaya
çalıştığım şey'in fil olduğu gerçeğini değiştirmez. Benim o gerçek
hakkında yetersiz bilgi ile ele alışımı, yaptığım tanımları yanlış
yapmaz, doğru, birbirini tamamlayan, farklı açılardan doğru yapar diye
düşünüyorum. yoksa elime gelen diş minesi ile hortumu kıyaslayıp kesin
bir hüküm verirsem, çelişkiler arasında kalabiliriz.
Ama Özgür Bey'in
getirdiği çok önemli bir noktayı mesela hiç düşünmemiştim. "Benlik
bilinci". Aslında Özgür Bey 'de "benlik bilinci" tanımlamasında
neredeyse tamamen dini açıdan anlatılan (din adamlarınca yorumlanan
değil) ruhu betimliyordu. En azından öyle algıladım. Sayın Kaan Akyüz'ün
belirttiği gibi hala bazı şeyleri oturtamadığımız için salt din
açısından olayı ele alıyoruz. (Bu arada benim dalgalar konusundaki
saplantımı mazur görün. Bana göre evrendeki tüm oluşumlar dalgasal bir
yapılanmanın ürünü... Madde, enerji ve onların değişik oluşumları...)
Murat Sayın'ında ifade ettiği koanlar arasında, döngüsel mantık soruları
ile bazen kendimizi çıkmaza sokuyoruz. Ama "benlik bilinci" güzel...
Çok güzel oldu. Şimdi, en basit anlatımıyla din bize ruh'u ham,
günahsız, saf bir şekilde tanımlıyor. Bu ruh yaşamı boyunca gelişiyor ve
ardından işlevi bitmiş vücuttan ayrılıyor. Sonra kazandığı deneyime ve
kalitesine göre bir gruba dâhil oluyor. ( Cennetlikler ve cehennemlikler
gibi.-) Orada varlığı sonsuzluğa sürüyor. (Eğer bir karadelik yakınında
olsaydık, size göre 1 saniye olan süre bana göre sonsuz süreceğinden bu
yaklaşım göreceli bile olabilir.)
Dini açıdan ruh saf düzeydeyken, bir
talepte bulunur, benlik bilinci kazanabilmek için (sizin kavramlarınızı
kullanmaya çalışacağım). Bu bilinci kazanabilmesi ve koruyabilmesi için
de yaşama gelir. Ölümden sonra da bu benlik bilincini korur. Bu
yaklaşımdan benlik bilincinin, çok önemli bir kavram olduğu sonucuna
varıyorum. (Bu arada uyurken bilincimiz tam anlamıyla kapanmaz, ölüm ile
uyku kardeş olabilirler ama aynı değiller. Uykuda rüyasız bölümde,
beyin hücrelerinde kimyasal onarım ve düzenleme hatta bir kısım bilginin
depolanması söz konusu. Rüyalarda günlük yaşamdan gelen bilgiler
derleniyor, toplanıyor, mevcut bilgi birikimler ile sınıflandırılıyor ve
faydalı, faydasız bilgiler ayıklanıyor. Rüyasız bölümde sonuçlar
depolanıyor, gibi... Bu sırada bilinç olmuyor değil farklı bir nitelik
kazanıyor.)
Bilinci eğer günümüzün değerleriyle ele alırsam, bana göre
en yakın tanımı, bilgi alış-veriş ve depolama kapasitesini aynı anda
kullanabilmek derdim. Yani eldeki mevcut bilgileri, yeni bilgilerle
birleştirip, daha farklı ve yepyeni bilgiler üretebilmek... Sanırım
insanı özel kılan da bu. Derin uykuda iken, dış dünya ile bilgi
alışverişi olmuyor. Hatta iç dünya da bile olmuyor ama hücre içi düzeyde
bilgi derlemesi olduğuna inanıyorum. (Hatta bu konuda uçuk bir sav'ım
da var: Bilgilerin RNA kodlaması olarak depolandığını düşünüyorum. Ya da
hücre içinde uzun ve çok moleküllü değişken başka protein zincirleri
varsa, onlara da olabilir. Her bilginin kodlanması ve sıkıştırılması
işlem zamanı aldığından, bu işi hücre düzeyinde işbölümüne aktarmak daha
mantıklı olabilir.) Yani bilinç hücresel düzeye indirgeniyor. Bu da çok
düşük düzeyde ve monoton beyin dalgası olur herhalde…
Burtay Mutlu 11 Mayıs 2015
Uzun
uzun yazmak benim içinde yorucu ve zaman alıcı... Ancak bakış açısı
olarak çok değerli. Sizin durumunuzu bilmiyorum ama çevremde konuşup
düşüncelerimi tanımlayabileceğim, konuşabileceğim fazla kimse yok :-(
Burada yazarken sadece başkalarından öğrenmiyorum, kendimden de
öğreniyorum. Ne düşündğümü nenden, niçin ve nasıl düşündüğümüz de
gözlemleme şansım oluyor. Bu nedenle ayrıca çok teşekkür ederim.
Burtay Mutlu 11 Mayıs 2015
5 Mart 2016 Cumartesi
İnsanda enerjiden oluştuğuna göre doğası gereği istediği zaman bir bütün istediği zaman şekil değiştirerek dalgalar halinde hareket edemez mi
Madem Herşey enerjiden oluşuyo o zaman
İnsanda enerjiden oluştuğuna göre doğası gereği istediği zaman bir bütün
istediği zaman şekil değiştirerek dalgalar halinde hareket edemez mi ve
atomdaki elektronlar yörünge değiştirirken hiç arada olmadan
değiştirebildiklerine göre bunu daha uzak mesafelerde uygulayarak insan
ışınlanamaz mı ?
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bence....Edemez. Işınlanamaz. :-) İnsanın maddesel olarak taşıdığı enerji çok fazla.... Hepsini dalga formuna çevirmenin çıkartacağı enerji çok fazla... Işınlanma ise daha zor, taşınmaı gereken bilgi çok fazla. Alternatif yollar bulunana kadar şu anki teknolojimizle ve izlediğimiz yol ile pek olası gözükmüyor.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Bence bunları yapabilmenin tek yolu teknoloji değil beynimizin kaçta kaçını kullandığımızla alakalı. Etrafınıza bakın çoğu şey insan yapısı beynimizin çok azını kullanmamıza rağmen inanılmaz şeyler yaptık. Daha fazlasını kullanırsak neden bunları yapamayalım ?
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bilemiyorum. İnsan beyninin gücüne inanırım ama soyut konular girdiğinde işin içine, fikir yürütme ötesinde bir şeyim yok. O yüzden bana göre, insanlar madde, enerji ve canlılık arasındaki ilişkiyi kavrayamadığı sürece böyle bir şey gerçekleşemez. İşin özünde hepsi tek bir kaynağın ürünleri, biz onları farklı algılayıp ona göre çözüm arıyoruz. İnsan beyninin gelişebileceğini kabul etsek bile, şu ana kadar bu işi yaptığı bilimsel olarak kayıtlara geçmiş tek bir kişi yok. Oysa tarih boyunca bizden çok daha iyi beyini çalışan, yaratılışı, doğayı kavrayan kişiler geldi geçti. Yani direk çözüm insan beyni değil bence.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Bence bunu insan beyni yapamazsa hiçbirşey yapamaz. Çünkü tarih boyunca yaşamış ne kadar insan varsa hepsi beynini aynı oranda aynı yüzde ile kullandı ve bence bize birşey verildiyse süs olsun diyede verilmemiştir beynimiz var ama nokta kadar biryerini kullanıyoruz bence mantıksız geliştirilebilir olmalı beyin bi yolu olmalı bence herşeyden önce bunu bulmalıyız bunu yapmanın yolları araştırılmalı çünkü birşey yapmak için bu zeka kapasitesi ile 3 yıl uğraşıyorsan o 3 yılı beyine adarsan o işi ve ondan sonraki işleri daha kısa sürede yapabilirsin ki beynin sınırlarını tahmin bile edemiyoruz bence kullanıyoruz zaten ama kontrol edemiyoruz örneğin vücudumuzu, kemiklerimizi, organlarımızı birarada tutmak için bence beyinimizin bi çabası var bunu kontrol edebilirsek bu formda kalmak zorunda değiliz tabiki bence... :)
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bana göre evrensel bir kural olan "kritik durum-mükemmel denge" cansız sistemler kadar, canlı sistemler içinde geçerli. İnsan vücudu bir sistemler bileşkesi. Vücudumuz sürekli olarak değişen şartlara ve göre kendini en makul ve verimli olacak şekilde ayarlar. Tabi onun verimlilik anlayışı, en az enerji ile en çok işi yapabileceği nokta. O yüzden de habire kilo alıyoruz. :-) Yani zihin gücü ile formda kalmak makul gelmiyor bana. Maaelesef. Beynimizin kapasitesini tam kullanıyoruz.
Bu konuda forumda çok güzel yazılar oldu. Sizin için basit bir iş olan, "bir bardak çayı kaşıkla karıştırp, şeker düzeyine bakacak ve çay bardağını bir noktaya götürüp, içindekini etrafa saçmdan bir delikten dökecek" bir robot kolu yazılımı deneyin. Bu işlem için yapacağı hesaplama, işlem gücü ve hızını ve bu iş için bunları yapmayı sağlayacak bilgi analizi ile olasılık hesaplaması yapacak programı düşünün. Çok yüksek veri ve işlem gücü istiyor. Beynimiz bunların yanında bilişsel bir çok faaliyeti yürütüyor. Aynı şekilde vücut içindeki fonsiyonları, dengeyi ve sistemi de sürekli gözetip, değişikliklere cevap veriyor. Yani beynimizin büyük bir kısmı kullanılıyor. Ancak beynin işlem yapma kapasitesi artarsa yani nöronlar arası ağ -bağlantı sayısı artarsa bilinçli işlem yapma gücü artar. Bunun içinde insanın çok yönlü konuları sürekli anlama, kavrama sürecine girmesi lazım.
Farklı bakış açıları için farklı sinaptik yollar geliştirmeli. Bu da hiç kolay değil bence. Sadece zaman değil, tekrar meselesi...
Ezber değil, anlama ve kavrayış konusu. Genetik olarak çocuklarımız makinlerle yaşama daha kolay adapte olacak şekilde değişecektir. bir çok bilgi yükünü beyinde taşıma yerine, makinelere bağımlı, bilgiyi makineye yükleyip taşıyan ama bilgi temel başlıklarını sadece öğrenen bir aşamaya geçebilir.
Ancak bu tür bir soy yapay olduğu için, tüm avantajlarına rağmen ciddi bir krizde, (yazılım bozulması, virüs) tüm sistem bir anda çöker. Beynin bir süre çalıştığı işi daha hızlı yapabilmesinin nedeni , o konu ve düşünce şekli için kısa devre sayabileceğimiz daha kısa ve hızlı bağlantılar geliştirmiş olması.
Aradaki aracı sinir hücrelerini devreden çıkartarak, direk bağlantı kurması ve bu yolu kalınlaştırması. Ama bu bireyin fiziksel anlamda beynininin geliştiğine değil, bireyin bir konuda düşünsel olarak geliştiğine delalettir. Şu anda üniversiteye hazırlanan çocuklara yüklediğimiz bilginin sınırı çok büyük. Çoğunu bilmiyorum bile. Ama bu onları ne başarılı ne de avantajlı kılıyor.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bence....Edemez. Işınlanamaz. :-) İnsanın maddesel olarak taşıdığı enerji çok fazla.... Hepsini dalga formuna çevirmenin çıkartacağı enerji çok fazla... Işınlanma ise daha zor, taşınmaı gereken bilgi çok fazla. Alternatif yollar bulunana kadar şu anki teknolojimizle ve izlediğimiz yol ile pek olası gözükmüyor.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Bence bunları yapabilmenin tek yolu teknoloji değil beynimizin kaçta kaçını kullandığımızla alakalı. Etrafınıza bakın çoğu şey insan yapısı beynimizin çok azını kullanmamıza rağmen inanılmaz şeyler yaptık. Daha fazlasını kullanırsak neden bunları yapamayalım ?
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bilemiyorum. İnsan beyninin gücüne inanırım ama soyut konular girdiğinde işin içine, fikir yürütme ötesinde bir şeyim yok. O yüzden bana göre, insanlar madde, enerji ve canlılık arasındaki ilişkiyi kavrayamadığı sürece böyle bir şey gerçekleşemez. İşin özünde hepsi tek bir kaynağın ürünleri, biz onları farklı algılayıp ona göre çözüm arıyoruz. İnsan beyninin gelişebileceğini kabul etsek bile, şu ana kadar bu işi yaptığı bilimsel olarak kayıtlara geçmiş tek bir kişi yok. Oysa tarih boyunca bizden çok daha iyi beyini çalışan, yaratılışı, doğayı kavrayan kişiler geldi geçti. Yani direk çözüm insan beyni değil bence.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Bence bunu insan beyni yapamazsa hiçbirşey yapamaz. Çünkü tarih boyunca yaşamış ne kadar insan varsa hepsi beynini aynı oranda aynı yüzde ile kullandı ve bence bize birşey verildiyse süs olsun diyede verilmemiştir beynimiz var ama nokta kadar biryerini kullanıyoruz bence mantıksız geliştirilebilir olmalı beyin bi yolu olmalı bence herşeyden önce bunu bulmalıyız bunu yapmanın yolları araştırılmalı çünkü birşey yapmak için bu zeka kapasitesi ile 3 yıl uğraşıyorsan o 3 yılı beyine adarsan o işi ve ondan sonraki işleri daha kısa sürede yapabilirsin ki beynin sınırlarını tahmin bile edemiyoruz bence kullanıyoruz zaten ama kontrol edemiyoruz örneğin vücudumuzu, kemiklerimizi, organlarımızı birarada tutmak için bence beyinimizin bi çabası var bunu kontrol edebilirsek bu formda kalmak zorunda değiliz tabiki bence... :)
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bana göre evrensel bir kural olan "kritik durum-mükemmel denge" cansız sistemler kadar, canlı sistemler içinde geçerli. İnsan vücudu bir sistemler bileşkesi. Vücudumuz sürekli olarak değişen şartlara ve göre kendini en makul ve verimli olacak şekilde ayarlar. Tabi onun verimlilik anlayışı, en az enerji ile en çok işi yapabileceği nokta. O yüzden de habire kilo alıyoruz. :-) Yani zihin gücü ile formda kalmak makul gelmiyor bana. Maaelesef. Beynimizin kapasitesini tam kullanıyoruz.
Bu konuda forumda çok güzel yazılar oldu. Sizin için basit bir iş olan, "bir bardak çayı kaşıkla karıştırp, şeker düzeyine bakacak ve çay bardağını bir noktaya götürüp, içindekini etrafa saçmdan bir delikten dökecek" bir robot kolu yazılımı deneyin. Bu işlem için yapacağı hesaplama, işlem gücü ve hızını ve bu iş için bunları yapmayı sağlayacak bilgi analizi ile olasılık hesaplaması yapacak programı düşünün. Çok yüksek veri ve işlem gücü istiyor. Beynimiz bunların yanında bilişsel bir çok faaliyeti yürütüyor. Aynı şekilde vücut içindeki fonsiyonları, dengeyi ve sistemi de sürekli gözetip, değişikliklere cevap veriyor. Yani beynimizin büyük bir kısmı kullanılıyor. Ancak beynin işlem yapma kapasitesi artarsa yani nöronlar arası ağ -bağlantı sayısı artarsa bilinçli işlem yapma gücü artar. Bunun içinde insanın çok yönlü konuları sürekli anlama, kavrama sürecine girmesi lazım.
Farklı bakış açıları için farklı sinaptik yollar geliştirmeli. Bu da hiç kolay değil bence. Sadece zaman değil, tekrar meselesi...
Ezber değil, anlama ve kavrayış konusu. Genetik olarak çocuklarımız makinlerle yaşama daha kolay adapte olacak şekilde değişecektir. bir çok bilgi yükünü beyinde taşıma yerine, makinelere bağımlı, bilgiyi makineye yükleyip taşıyan ama bilgi temel başlıklarını sadece öğrenen bir aşamaya geçebilir.
Ancak bu tür bir soy yapay olduğu için, tüm avantajlarına rağmen ciddi bir krizde, (yazılım bozulması, virüs) tüm sistem bir anda çöker. Beynin bir süre çalıştığı işi daha hızlı yapabilmesinin nedeni , o konu ve düşünce şekli için kısa devre sayabileceğimiz daha kısa ve hızlı bağlantılar geliştirmiş olması.
Aradaki aracı sinir hücrelerini devreden çıkartarak, direk bağlantı kurması ve bu yolu kalınlaştırması. Ama bu bireyin fiziksel anlamda beynininin geliştiğine değil, bireyin bir konuda düşünsel olarak geliştiğine delalettir. Şu anda üniversiteye hazırlanan çocuklara yüklediğimiz bilginin sınırı çok büyük. Çoğunu bilmiyorum bile. Ama bu onları ne başarılı ne de avantajlı kılıyor.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Homo homini lupus.
Homo
homini lupus (İnsan insanın kurdudur). İnsanın en büyük düşmanı insandır. Çünkü
insan diğer canlılar arasında uzun vadeli düşünebilen, plan yapabilen tek
varlıktır.
İnsan uzun vadeli çıkarları için plan yaparken, türünün ve soyunun devamı için doğanın temel kanunlarına da uygun hareket eder. Yani öldürür. Ve insan gene insandan korunmak için, organize olur, iş birliği yapar, ortak üretir. Yani toplumsallaşır.
İnsanın bir diğer özelliği de zihni'dir. Beyni ona müthiş bir yetenek sağlar. Empati. Kelimelerle tanımlanamayan soyut bir kavramı, somutlaştırır. Kişiye, "kendisini başka birisinin yerine koymasını sağlar." Onun gibi hisseder, düşünür, özdeşleştirir. Ortak noktalardan sempati kurar, dayanışmanın temeli atılır.
Diğer yandan aynı yeteneğin bir zıt yanı vardır. Karanlık tarafı.
Kişi karşısındaki varlık ile empati kuramadığı zaman, onu bir nesne, katlanılması gereken bir durum ,yaratık olarak görür.
Evinde canlı besleyen insanlar, bu hayvanlar için azami itinayı gösterirken, sokakta Aynı cins başka bir hayvanı rahatça öldürür. Eziyet eder. Çünkü ona karşı empati kurmuyordur.
Veya internette gördüğümüz kesimhane, mezbaha, hayvan çiftliği videolarındaki gibi, karşısındaki varlıkla en azından onunda bir canlı olduğu noktasında empati kuramayanların, ya da bu duygusu yozlaşanların nasıl canavarca, insanlıktan çıkmış olduğunu görürüz.
Bu durum her insan için potansiyeldir ve her insanın içinde vardır. Dinler, ahlak, toplumsal görgü ve değerler bu potansiyelin kontrol edilmesini sağlar. Daha gelişmiş, kalabalıklaşmış toplumlarda bunlara kanunlar da eklenir.
Ama insanoğlu, kimi zaman insan, kim zaman Allah'ın (C.C.) yarattığı canlı olduğunu sık sık unutur. Hele bir de dünün ezilmişi, eziyet görmüşü, kandırılmışı ise ya da buna inandırılmışı ise, intikam duyguları ile daha hızlı unutur.
Böylece dünün mazlumu, yarının zalimi olur ki, bu kural ve kısır döngü ancak akıl, sağduyu ve sevgi ile kırılabilir.
18 ve 19ncu yüzyılda sömürgelerindeki insanlara, insanlık dışı davranan batılı güçler, kendi toplumlarına da en yüksek düzeyde insani değerleri getirirken, hiç ikileme düşmemişlerdir. (19. yy da kauçuk ve kakao tarlarında çalıştırılan işçilerin fotoğraflarına bakınız)
Evindeki 3 kızına masal anlatıp, sütünü içirip, uyutan nazi subayı, çalışmaya uygun fiziği olmayan çocukları öldürmekte bir mahsur görmemiştir. Aynı çocukların akrabaları ve torunları da aynı şiddet ve duyarsızlıkla başkalarına kinlerini kusmakta mahsur görmemiştir.
Yüzlerce yıl komşu olarak yaşayan ve sıkıntıları paylaşan Yugoslavya halkları, Tito'nun ardından biraz da dış güçlerin çekişmeleri ve yeni bir silah pazarı olarak tüccarlar piyasaya girince, birbirlerine düşmüş ve acımasızca, vahşice katletmişler, öldürmüşlerdir.
Ermeniler, yüzlerce yıllık bir arada yaşamaya rağmen, milliyetçilik akımları ile onları ele geçirmeye çalışan toplumların etkisiyle (İngiliz ve Amerikan Protestan kiliseleri, Rusların Ortodoks kiliseleri, Fransızların Katolik ve Protestan kiliseleri ve okulları ile vs.) Osmanlı toplumuna yabancılaşmış ve ordusunu arkadan vurmakta, toplumunu öldürmekte zorlanmamıştır.
İnsan uzun vadeli çıkarları için plan yaparken, türünün ve soyunun devamı için doğanın temel kanunlarına da uygun hareket eder. Yani öldürür. Ve insan gene insandan korunmak için, organize olur, iş birliği yapar, ortak üretir. Yani toplumsallaşır.
İnsanın bir diğer özelliği de zihni'dir. Beyni ona müthiş bir yetenek sağlar. Empati. Kelimelerle tanımlanamayan soyut bir kavramı, somutlaştırır. Kişiye, "kendisini başka birisinin yerine koymasını sağlar." Onun gibi hisseder, düşünür, özdeşleştirir. Ortak noktalardan sempati kurar, dayanışmanın temeli atılır.
Diğer yandan aynı yeteneğin bir zıt yanı vardır. Karanlık tarafı.
Kişi karşısındaki varlık ile empati kuramadığı zaman, onu bir nesne, katlanılması gereken bir durum ,yaratık olarak görür.
Evinde canlı besleyen insanlar, bu hayvanlar için azami itinayı gösterirken, sokakta Aynı cins başka bir hayvanı rahatça öldürür. Eziyet eder. Çünkü ona karşı empati kurmuyordur.
Veya internette gördüğümüz kesimhane, mezbaha, hayvan çiftliği videolarındaki gibi, karşısındaki varlıkla en azından onunda bir canlı olduğu noktasında empati kuramayanların, ya da bu duygusu yozlaşanların nasıl canavarca, insanlıktan çıkmış olduğunu görürüz.
Bu durum her insan için potansiyeldir ve her insanın içinde vardır. Dinler, ahlak, toplumsal görgü ve değerler bu potansiyelin kontrol edilmesini sağlar. Daha gelişmiş, kalabalıklaşmış toplumlarda bunlara kanunlar da eklenir.
Ama insanoğlu, kimi zaman insan, kim zaman Allah'ın (C.C.) yarattığı canlı olduğunu sık sık unutur. Hele bir de dünün ezilmişi, eziyet görmüşü, kandırılmışı ise ya da buna inandırılmışı ise, intikam duyguları ile daha hızlı unutur.
Böylece dünün mazlumu, yarının zalimi olur ki, bu kural ve kısır döngü ancak akıl, sağduyu ve sevgi ile kırılabilir.
18 ve 19ncu yüzyılda sömürgelerindeki insanlara, insanlık dışı davranan batılı güçler, kendi toplumlarına da en yüksek düzeyde insani değerleri getirirken, hiç ikileme düşmemişlerdir. (19. yy da kauçuk ve kakao tarlarında çalıştırılan işçilerin fotoğraflarına bakınız)
Evindeki 3 kızına masal anlatıp, sütünü içirip, uyutan nazi subayı, çalışmaya uygun fiziği olmayan çocukları öldürmekte bir mahsur görmemiştir. Aynı çocukların akrabaları ve torunları da aynı şiddet ve duyarsızlıkla başkalarına kinlerini kusmakta mahsur görmemiştir.
Yüzlerce yıl komşu olarak yaşayan ve sıkıntıları paylaşan Yugoslavya halkları, Tito'nun ardından biraz da dış güçlerin çekişmeleri ve yeni bir silah pazarı olarak tüccarlar piyasaya girince, birbirlerine düşmüş ve acımasızca, vahşice katletmişler, öldürmüşlerdir.
Ermeniler, yüzlerce yıllık bir arada yaşamaya rağmen, milliyetçilik akımları ile onları ele geçirmeye çalışan toplumların etkisiyle (İngiliz ve Amerikan Protestan kiliseleri, Rusların Ortodoks kiliseleri, Fransızların Katolik ve Protestan kiliseleri ve okulları ile vs.) Osmanlı toplumuna yabancılaşmış ve ordusunu arkadan vurmakta, toplumunu öldürmekte zorlanmamıştır.
Bütün
bunların temelinde yatan duygu, karşıdaki varlıkla empati kurulmasını önleyen
ötekileştirme, yabancılaştırmadır. Toplumlar için en tehlikeli politikadır.
Çünkü ötekilerden biri bitince, yeni bir öteki her zaman aranır. eğer dışarıda bulamazsa, içinde bulur. Çünkü bu duygu ve yaklaşım, kuşaklara miras olarak aktarılan bir öğretilen bir görgüdür.
Şu an Irak ve Suriye'deki Işid terör'ü altında bile bu ötekileştirme vardır. Sadece ötekileştirmenin ana konusu, din çerçevesine alınmıştır. Diğer her şey aynıdır.
Kadınlara şiddetin temelinde bile bu var. Erkek, kadını insan olarak görmediğinde, kadın onun için sadece bir araç, meta olur. Çünkü ailesinden kadını da bir canlı ve insan olarak görmesini öğrenmemiştir. Görgüsünü almamıştır.
Ülkemizde şu an kasıtlı olarak canlandırılan terör'de eğer toplumumuz eline alırsa olacak olan budur.
Dün yüzümüze gülen, sırdaşımız olan, ortak sıkıntılara katladıklarımızdan bazıları, yarın bizim celladımız olabilir.
Ya da bugün tüm dostluğumuzu içtenlikle verdiğimiz birisini, yarın acımadan, acılar içinde öldürebiliriz.
Bu potansiyel sadece insan da vardır. Başka hiç bir canlı, bu kadar dengesiz ve belirsiz değildir. (Allah-ü Teala işte bunun kontrolü için akıl ve ruh vermiştir insana.)
Bu nedenle savaş ortamında hiç bir şeyin garantisi yoktur, kendiniz için bile veremezsiniz. Doğru değildir. Hiç kimse kendisini ne o kadar tanır bilir, ne de kontrol edebilir.
Çünkü ötekilerden biri bitince, yeni bir öteki her zaman aranır. eğer dışarıda bulamazsa, içinde bulur. Çünkü bu duygu ve yaklaşım, kuşaklara miras olarak aktarılan bir öğretilen bir görgüdür.
Şu an Irak ve Suriye'deki Işid terör'ü altında bile bu ötekileştirme vardır. Sadece ötekileştirmenin ana konusu, din çerçevesine alınmıştır. Diğer her şey aynıdır.
Kadınlara şiddetin temelinde bile bu var. Erkek, kadını insan olarak görmediğinde, kadın onun için sadece bir araç, meta olur. Çünkü ailesinden kadını da bir canlı ve insan olarak görmesini öğrenmemiştir. Görgüsünü almamıştır.
Ülkemizde şu an kasıtlı olarak canlandırılan terör'de eğer toplumumuz eline alırsa olacak olan budur.
Dün yüzümüze gülen, sırdaşımız olan, ortak sıkıntılara katladıklarımızdan bazıları, yarın bizim celladımız olabilir.
Ya da bugün tüm dostluğumuzu içtenlikle verdiğimiz birisini, yarın acımadan, acılar içinde öldürebiliriz.
Bu potansiyel sadece insan da vardır. Başka hiç bir canlı, bu kadar dengesiz ve belirsiz değildir. (Allah-ü Teala işte bunun kontrolü için akıl ve ruh vermiştir insana.)
Bu nedenle savaş ortamında hiç bir şeyin garantisi yoktur, kendiniz için bile veremezsiniz. Doğru değildir. Hiç kimse kendisini ne o kadar tanır bilir, ne de kontrol edebilir.
Etiketler:
ayrımcılık,
empati,
Homo homini lupus,
insan,
savaş,
toplum
Liselerde Osmanlıca Eğitim hk.
Ölü ve yapay bir dil olan Osmanlıca'nın; en son durumunda
dahi (1920'lerde) nüfusunun %1'inin
okuyup anlayabildiği bir yazı dilini niye bu kadar gündeme getirdiklerini
anlamaya çalışıyorum.
Bu konunun yapay bir gündemden öte olmayacağını, zaten ölü
bir yazının ölü bir gündem maddesi olduğunu düşünüyorum.
Osmanlıca hiç bir zaman bilim, sanat ya da halk sanatı dili
olmuş değil.
Protokol, bürokrasi ve toplumun üst çerçevesinin belki bir
miktar sanat- yazın dili olmuştur. Var oluşundan itibaren konuşma olarak,
halkın çoğunluğuna ulaşmamıştır.
Diğer yandan alfabesi Fars ve Arap kökenli, Türkçeye
uyarlanmış harflerle doludur.
( Nasıl Çin alfabesini geliştiren Japonlar -Sadece Kanji alfabesi. Tamamlayıcı Hiragana ve Katakana alfabeleri kendi ses yapılarına göredir- tamamen farklı seslerle ve anlamlarla kullanmışlardır. )
Osmanlıca'nın durumu da aynıdır. Üçüncü bir göz için benzer yazılar ama, aynı değiller.
( Nasıl Çin alfabesini geliştiren Japonlar -Sadece Kanji alfabesi. Tamamlayıcı Hiragana ve Katakana alfabeleri kendi ses yapılarına göredir- tamamen farklı seslerle ve anlamlarla kullanmışlardır. )
Osmanlıca'nın durumu da aynıdır. Üçüncü bir göz için benzer yazılar ama, aynı değiller.
Osmanlıca eğitimden amaç çocukların dil haznesini ve kavram dünyasının geliştirmek ise, geç kalındı. Günümüzde bilgi çağının kavramlarını ya İngilizce'den alırsınız. Ya da kullandığınız dilin ön-son ek, uyarlama yeteneğine ve esnekliğine göre kendi dilinizden üretirsiniz. Türkçe açık ara bu konuda üstün bir dil ama…
Bunun için vizyon sahibi olmalısınız. O kavram dilinize
girip, yerleşip genelleşmeden önce kelimeleri üretmelisiniz. Mesela bilgisayar
ile ilgili Türkçe kavramların çoğu, daha kişisel bilgisayarlar Türkiye'de
yayılmadan önce üretilmişti. Yoksa bu konuda kendi kelimelerimizi üretmezdik.
Diğer yandan internet o kadar hızlı bir dağıtım yapıyor ki
kavramlarda... Kavramlar yerelleşemeden
olduğu gibi kabul ediliyor. Çünkü arkadan hızla yeni bir art kavram gelecek.
Eğer geçmiş edebi eserlerin, genç kuşaklarca anlaşılması
için diyorsanız, (bilimsel demiyorum çok fazla yok çünkü) o konuda biraz katılırım.
Orijinal yazın dilinde okumanın zevki ve
hazzı yüksek.
Okunması rahat ve ses esnekliği yüksek Latin alfabesinde olması şartıyla.
Okunması rahat ve ses esnekliği yüksek Latin alfabesinde olması şartıyla.
Ancak gençlerin çoğu (evladımda dahil) kağıttan okumayı pek beceremiyor.
Test çözer gibi hızlı hızlı geçiyorlar kelimelerin üstünden... Onlara bu eserleri en iyi dizilerle anlatabiliyorsunuz. İlginçtir ki toplumun büyük çoğunluğu da aynı durumda...
Test çözer gibi hızlı hızlı geçiyorlar kelimelerin üstünden... Onlara bu eserleri en iyi dizilerle anlatabiliyorsunuz. İlginçtir ki toplumun büyük çoğunluğu da aynı durumda...
O zaman niye bu Osmalıca sevdası... Zaten gündelik dilimde yeterince
kullanıyorum(z). Bu yazıda bile kaç tane var bakın.
Eğer geçmişiyle barışık, tarihini bilen bir toplum
diyorsanız, istenilen yol çok eksik ve hatalı...
Önce okullardaki Tarih eğitimini bilimsel düzeye çıkartın.
Tarihi, ezberlenecek ve sınavda geçilecek bir ders olmaktan
çıkartın. Tarih kitaplara içine dağıtılmış, önyargıları, peşin hükümleri ve
yönlendirici ifadeleri, ırkçı-ümmetçi yaklaşımları kavramları temizleyin.
Tarihi tarafsız bir gözle ele alın. Salt yerli ve taraftar
kaynaklarıyla değil, muhalif kaynaklarla da ele alın. Misal mi? Çaldıran
savaşını sadece Osmanlı kaynaklarıyla değil, Fars, Safevi kaynaklarıyla da ele
alın.
Bırakın öğrenci o günün şartlarını anlasın. Tartışsın. Eğer
kendisi o taraflardan biri olsaydı, ne yapardı o şartlarda düşünsün.
Bırakın, sınıf arkadaşları da bu düşüncesindeki eksik ve
yanlışları tamamlayıp, ortak bir bakış açısı kazanana kadar konuyu irdelesin.
Tarih böyle öğretilmeli. Ya da en azından buna benzer bir
şekilde. O zaman görürsünüz ki, ülkenizdeki tüm gençlik tarihini bilir ve
onunla onur duyar.
Tabii tarihimizi Osmanlı ile sınırlayacak kadar dar görüşlü
iseniz bunu beceremezsiniz.
Selçuklu tarihi de bizim tarihimizdir. Orta Asya tarihi de
bizim tarihimizdir.
Ama yine de eksiktir. Anadolu tarihi de bizim tarihimizdir.
Sadece bir kaç mezar taşının üstündeki Osmanlıca yazı
değildir, bu topraklardaki mührümüz.
Anadolu’nun dört bir yanında yapılmış antik binalarda,
heykellerde, mozaiklerde bizim mührümüzdür.
Anadolu da binlerce yıldır yaşamış, bu eserleri yapmış
insanlar bir yere gitmedi ki Orta Asya'dan gelenlerle... Hepsi burada yaşamaya
devam etti. Savaştılar, seviştiler ama gitmediler. Karıştılar...
Antik şehirlerdeki kalıntıları gezerken, yabancılaşma hissediyorsanız bu bağınızı, geçmişi ve tarihi tam bilemediğiniz içindir.
Oysa gezin Anadolu' yu ocak-fırın yapım tekniklerinden, baca biçimlerine, duvar inşaat tekniklerinden, kap kaçaklara, çanak-çömlekten, günlük bazı kelimelere (kamış- bitki olan "Saz" kelimesi Sümer kökenli diye hatırlıyorum) hatta yöresel giysilere ve takılara kadar birçok eserde, yerde binlerce yılın süzülmüş ürünü var.
Atatürk bunları biliyordu ki Türk Dili ve Tarih'i, Arkeoloji
enstitülerini vb. kurumlara önem verdi, kurdurttu.
Anadolu da yaşayan insanları, sadece dini çerçevedeki
bakışların ötesine çıkarmayı hedefledi. Geçmişin tümüyle kucaklanması için
uğraştı. Hazırlık yaptı gelecek kuşaklara...
Ne diyeyim..
Cenâb-ı Allah Atatürk'ün yolundan ayrılanların tez belasını
versin...
---------------------------------------------------
Osmanlı'nın Türk kimliği üzerine bir tartışmadan....
Elbette otorite değilim ama Osmanlılara, Türk diyenler Avrupalılar'dı diye biliyorum.
Osmanlı her daim, çok uluslu bir imparatorluk olarak Türk kavramını yüceltmemiştir.
Diğer yandan, Osmanlı da Türk kültürünün geleneğinin bir parçasıdır ve gücünü Türk kültüründen almıştır.
Ama tüm Türk kültürünün veya toplumunun bir temsilcisi olmamıştır.
Sadece bir yan dal olarak gelişmiştir.
Eğer bu toplumda Türk kültürünün birleştirici özellikleri olmasaydı, Osmanlı yıkılışı ile bu topraklar bir çok düşman toplumun müstemlekesi olurdu...
Türk kültürü, din, ırk, köken gibi inanç veya genetik köken gibi geçmişten gelen bağlarla değil, günlük konuşulan dil (Dil önemlidir. Çünkü bir kültürün temsilcilerinin arasındaki ileşimden ayrı, Nasıl düşündüklerini? Düşünme alışkanlıklarını da tanımlar.) ve ülkü birliği (gelecek ile ilgili beklentileri benzer) olması üzerinedir.
Sanırım Türk toplumu olarak biraz da bu yüzden "balık hafızalı"yız.
Geçmiş değil, şimdi ve gelecek bu çerçeve de şimdi ve gelecekte bizimle beraber olacak olanlar daha ön planda...
---------------------------------------------------
Osmanlı'nın Türk kimliği üzerine bir tartışmadan....
Elbette otorite değilim ama Osmanlılara, Türk diyenler Avrupalılar'dı diye biliyorum.
Osmanlı her daim, çok uluslu bir imparatorluk olarak Türk kavramını yüceltmemiştir.
Diğer yandan, Osmanlı da Türk kültürünün geleneğinin bir parçasıdır ve gücünü Türk kültüründen almıştır.
Ama tüm Türk kültürünün veya toplumunun bir temsilcisi olmamıştır.
Sadece bir yan dal olarak gelişmiştir.
Eğer bu toplumda Türk kültürünün birleştirici özellikleri olmasaydı, Osmanlı yıkılışı ile bu topraklar bir çok düşman toplumun müstemlekesi olurdu...
Türk kültürü, din, ırk, köken gibi inanç veya genetik köken gibi geçmişten gelen bağlarla değil, günlük konuşulan dil (Dil önemlidir. Çünkü bir kültürün temsilcilerinin arasındaki ileşimden ayrı, Nasıl düşündüklerini? Düşünme alışkanlıklarını da tanımlar.) ve ülkü birliği (gelecek ile ilgili beklentileri benzer) olması üzerinedir.
Sanırım Türk toplumu olarak biraz da bu yüzden "balık hafızalı"yız.
Geçmiş değil, şimdi ve gelecek bu çerçeve de şimdi ve gelecekte bizimle beraber olacak olanlar daha ön planda...
19 Kasım 2014 Çarşamba
NÜFUS AZALTMA SUÇU TABİAT ANA'YA ATMA PROJESİ..' hakkında düşünceler
Tıptaki gelişmelerle, bir yüzyıl evvel 40–45 civarında olan
yaş ortalaması 65-90 aralığına çıktı.
Bizim çocukluğumuzda 45 yaşındaki insan yaşlı, torun
sahibiyken şimdi neredeyse genç.
60-70 aralığındakiler ancak orta yaşlılar. Yaşlılık bile
75'inden sonra başlıyor.
Emeklilik yaşı da buna göre uzadı. İnsanlar artık en verimli
oldukları dönemde, iş açısından olgunluğa ulaştıkları dönemde emekli
olmuyorlar. Ama eski yasaların uzantısı ile genç emeklilerin sayısı hala az
değil.
Oysa 3 çalışanın bir emeklinin maliyetini karşıladığı
ortalama sosyal güvenlik sisteminde, bir de işsizlik ile çalışan sayısı
azaldıkça denge kurmak zorlaşıyor. Diğer yandan bizim iktidarlarımız gibi
(sadece şimdiki değil, geçmiş dönemlerde dâhil) emeklilik fonlarındaki paraları
yanlış yatırımlara ve müsrifliğe kullanan yönetimlerle bu denge daha da
bozuldu.
Bu nüfus artışının getirdiği zorlukların yanında eğitim
sisteminin yetersizliğindeki artışta başka bir engel.
Eskiden askerlik, çalışmaya hazır erkekleri, bir kaç yıl iş
piyasasından uzaklaştırarak, gizli istihdam aracı olarak kullanılırdı. Oysa
kadınlar da çalışma yaşamında yer alınca anlamsızlaştı. Askerlik süresi düştü
ama bu seferde kişinin eğitim süresi uzadı.
Bunlar tabi dar çerçeveler.
Bir de işin geniş cephesi var.
Büyümeye ve artışa dayalı kapitalist ekonomi modeli için,
artan yarı cahil nüfus caziptir. Tüketmek için vardırlar. Dünya nüfusunun büyük
çoğunluğu da aynı durumda…
Dünya nüfus ortalaması, bir günde 1,4 dünya günlük üretimi
tükettiği için, dünya kaynakları her 3 yılda, 1 yıl geleceğe borçlanıyor.
Son 60 yıldaki tüketim düzeyiyle insanlık, önümüzdeki 15–20
yılın kaynağını çoktan tüketmiş durumda.
Bu da doğal kaynaklara aşırı yük oluyor.
Bu gidişle bu yüzyılın sonunda insanlık 9 milyar sınırına
erişecek. Yani nüfusu yüzde 25 daha artmış olacak. Tüketimde aynı oranda
artarsa, zaten tükenmiş sınırdaki kaynaklar için çok ciddi kavgaların
verileceği kesin gibi.
Çünkü şu anki tüketim rakamlarına göre, dünya o dönemde en
fazla 2 milyar insanı ortalama refah düzeyinde, çok zorlanırsa 3 milyar insanı
zor şartlarda besleyebilecek.
Çünkü gıda üretiminde de artış için geliştirilecek biliminde
sınırlarına erişmiş durumdayız.
Artık bilim daha fazla üretemeyeceği için, üretilenlerin
ziyan edilmeden ve daha verimli nasıl kullanılacağı üzerinde odaklanıyor.
Batı toplumları bu konunun çok daha önce farkına varmış ve
uygulamaya geçmiş durumda.
Nüfus artışı düşerken, yüksek teknolojiye yönelerek iş gücü
ihtiyaçlarını düzenlemeye başladılar. Buna rağmen işsizlik durumlarına
bakarsak, nüfusları hala yüksek.
İhtiyaç duydukları kalifiye eleman ve işgücünü ise göçmen
politikalarıyla çözecek bir yapı geliştiriyorlar.
Diğer yandan dünya ekonomisinde baskın rollerini kaybetmemek
için, bilgi tabanlı ve sermayeli yüksek teknolojiye olan yatırımları artıyor.
Türkiye olarak bu dönemde önümüzde iki rol var.
Ya yüksek nüfuslu, bilgi üretme düzeyi düşük, tüketici ve
dolayısıyla bağımlı bir toplum modeli...
Ya da düşük nüfuslu, bilgiye dayalı alanlarda gelişmiş,
kendisine yeterlilik düzeyini yükseltmiş bir toplum modeli...
Üçüncü bir olasılık olarak dışa kapalı, kendi kendine
yeterli bir toplum modeli ise işe yaramaz. Elektronik iletişim ve ticaret
nedeniyle insanlar sanal dünya vasıtasıyla zaten birbirleri ile çok iç içe
girmiş durumdalar. Kontrol ve değiştirilmesi gereken çok fazla fonksiyon olduğu
için bunu başarmak imkânsız.
Diğer yandan yayılımcı bir politika ile toplumları
birleştirme projesi de asla işe yaramaz. Bireyselliğin ön plana çıktığı son 60
yıldan sonra insanları tekrar toplumsal düşünceye sokmak ancak fiziksel
şartlarda zorlama ile yüzeysel ve sahte bir birliktelik olur. Toparlansa bile
bir arada tutmak için gereken enerji ve güç, tüm üretim ve planlama getirilerini
siler. Tıpkı eski SSCB'de olduğu gibi.
Ayrıca insanın hem cinsine karşı olan vahşetini ve tüketim canavarlıklarını
düşününce insanlığın geleceği ister insan eliyle, ister doğa eliyle olsun hiç
de parlak gözükmüyor zaten. BM
Türk Gülsev Eyüboğlu
Bu gizli Ölümler proje
çalışmaları,ilk 1957 de Huntsiville'de gizli olarak başladı..
1957 de yapılan gizli toplantı
kararları,yapılan toplantını görsel sanatları destekleme ve Müze kurma olarak
açıklandı..
Vatikan'la yakın ilişkileri olan
İtalyan Doktor Aurellio Peccei'nin teşviki ile başlatılmıştır..
1968 yılında yayımlanan Nüfus
Bombası Kitabı yapılan çalışmaların göstergesi olarak sayfa 17
"Doğum oranı ölüm oranını
geçtiği müddetce dünyaa
nın nüfusu artmaya devsm
edecektir.Nüfus büyümesinin daralması ya da daralmanın başlaması,ya doğum
oranının azaldığı,ya ölüm oranının arttığı,ya da her ikisinin de birlikte
gerçekleştiği anlamına gelir.O halde temel olarak ,nüfus probleminin
çözülmesinin sadece iki yolu var.Birisi doğum oranını azaltmak için yollar
bulduğumuz "doğum oranı çözümü",ikincisi "Savaş,kıtlık, ve
salgın hastalıklar gibi ölüm oranını yükseltmek"ölüm oranı
çözümü"..Ancak insanoğlu bilincli olarak doğum oranını ayarlıyamıyağı için
nüfus kontrolünden kaçınılabilir.
Böylece"Ölüm oranı
çözümü"ortaya çıkmak zorunda kalmaz.."
Görülen o ki Kamuoyuna "ölüm
Oranı çözümü"ortaya çıkmaz zorunda kalmaz olarak açıklandığı halde..
"Ölüm oranı
çözümü"çalışmaları gizlice yürütülmüştür.
Salgın hastalıklar için
Laboratuvarlarda ölümcül mikrop ve virüs üretim çalışmalarında;Dr.Aurelio
Peccei kendini donör olarak kaullanacağını taahhüt ederek genel nüfusla aynı
riski taşıyor diye kahraman ilan edildi(!)..
Dr .Aurelio Peccei ve ekibi;
1968 yılında üretilen mikrop ve virüs çalışmalarında kamuoyuna çıkacak büyük
salgınları önleme ve aşı geliştirme çalışmaları olarak açıklamışlardır..
Bilgisayar model çalışmasını
geliştiren proje ekibi..
Dr.Dennis L.Meadows,Müdür
(ABD)...Dr.Alison A.Anderson (ABD),Dr.Jay M.Anderson (ABD)
İlyas Bayar(TÜRKİYE),Wiiliam
W.Behrens(ABD),Farhad Hekimzadeh(İRAN),Dr.Steffen Harbordt(ALMANYA),Judith
A.Machen(ABD),
Dr.Donella H.Meadows(ABA),Peter
Milling(ALMANYA),Nirmala S.Murthy(HİNDİSTAN),Roger F.Naill(ABD),Jorgen
Randers(NORVEÇ)
Stephen Shantzis(ABD),John
A.Seeger(ABD),Marilyn Williams(ABD),Dr.Erich K.O.Zahn(ALMANYA)..
Görünüşte Dünya Nüfus oranını
azaltma projesi olarak sunulan çalışma 1969 yılında tamamlanarak Birleşmiş
Milletler Genel Sekreterliğine teslim edildi..Çalışmaların analizi yapılan
Biyologlar toplantısında;
Biyolog Lowell Summer"BİR
BİYOLOG OLARAK,İNSAN NÜFUSU PATLAMASI VE GETİRDİĞİ DOĞAL KAYNAKLARIN
TÜKETİLMESİ SORUNU,BANA GÖRE EN BÜYÜK TEHDİTTİR.ZAMAN GELDİ DE GEÇİYOR
BİLE.TEHLİKE İLE YÜZLEŞMELİYİZ,YOKSA SONUNDA MAHVOLACAĞIZ.."
...............................................................................................................................
SONUÇ:Sözüm ona içme sularını
hijyenik temizleme adı altında bol miktarda adı altında Dioksin
kullanarak,kalp krizleriyle ölümü artırmak..Meyve ve sebzelerde zararlı
sineklerle mücadele altında insanlara zararlı biyolojik maddeler kullanma ile
kanser hastalıklarını çoğaltma ..Bilinçli olarak sızdırılan Radyoaktif
gazlar,zehirli atıklarlarla toprağı ve havayı zehirlemek..Özellikle
cesium-137,strontium-90,
toryum-230,radyum-226,radon-222..
GDO'lu sentetik yiyecekler ..Çeşitli
isimler altında birdenbire ortaya çıkan çeşitli virüs grip salgınları..
YORUM YAPMIYORUM..ÇÜNKÜ TÜM
YAPILANLAR ,BİYOLOJİK KATLİAMLAR APAÇIK TÜM DÜNYA DA ORTADA..
SAYGILARIMLA
GÜLSEV EYÜBOĞLU
17 KASIM 2014
KAYNAK:Apokalips'in
Atlıları..William Cooper
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)