5 Mart 2016 Cumartesi

İnsanda enerjiden oluştuğuna göre doğası gereği istediği zaman bir bütün istediği zaman şekil değiştirerek dalgalar halinde hareket edemez mi

Madem Herşey enerjiden oluşuyo o zaman İnsanda enerjiden oluştuğuna göre doğası gereği istediği zaman bir bütün istediği zaman şekil değiştirerek dalgalar halinde hareket edemez mi ve atomdaki elektronlar yörünge değiştirirken hiç arada olmadan değiştirebildiklerine göre bunu daha uzak mesafelerde uygulayarak insan ışınlanamaz mı ?

 Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015

    Bence....Edemez. Işınlanamaz. :-) İnsanın maddesel olarak taşıdığı enerji çok fazla.... Hepsini dalga formuna çevirmenin çıkartacağı enerji çok fazla... Işınlanma ise daha zor, taşınmaı gereken bilgi çok fazla. Alternatif yollar bulunana kadar şu anki teknolojimizle ve izlediğimiz yol ile pek olası gözükmüyor.
    Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
 

    Bence bunları yapabilmenin tek yolu teknoloji değil beynimizin kaçta kaçını kullandığımızla alakalı. Etrafınıza bakın çoğu şey insan yapısı beynimizin çok azını kullanmamıza rağmen inanılmaz şeyler yaptık. Daha fazlasını kullanırsak neden bunları yapamayalım ?
    Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
   
    Bilemiyorum. İnsan beyninin gücüne inanırım ama soyut konular girdiğinde işin içine, fikir yürütme ötesinde bir şeyim yok. O yüzden bana göre, insanlar madde, enerji ve canlılık arasındaki ilişkiyi kavrayamadığı sürece böyle bir şey gerçekleşemez. İşin özünde hepsi tek bir kaynağın ürünleri, biz onları farklı algılayıp ona göre çözüm arıyoruz. İnsan beyninin gelişebileceğini kabul etsek bile, şu ana kadar bu işi yaptığı bilimsel olarak kayıtlara geçmiş tek bir kişi yok. Oysa tarih boyunca bizden çok daha iyi beyini çalışan, yaratılışı, doğayı kavrayan kişiler geldi geçti. Yani direk çözüm insan beyni değil bence.
    Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015

  
    Bence bunu insan beyni yapamazsa hiçbirşey yapamaz. Çünkü tarih boyunca yaşamış ne kadar insan varsa hepsi beynini aynı oranda aynı yüzde ile kullandı ve bence bize birşey verildiyse süs olsun diyede verilmemiştir beynimiz var ama nokta kadar biryerini kullanıyoruz bence mantıksız geliştirilebilir olmalı beyin bi yolu olmalı bence herşeyden önce bunu bulmalıyız bunu yapmanın yolları araştırılmalı çünkü birşey yapmak için bu zeka kapasitesi ile 3 yıl uğraşıyorsan o 3 yılı beyine adarsan o işi ve ondan sonraki işleri daha kısa sürede yapabilirsin ki beynin sınırlarını tahmin bile edemiyoruz bence kullanıyoruz zaten ama kontrol edemiyoruz örneğin vücudumuzu, kemiklerimizi, organlarımızı birarada tutmak için bence beyinimizin bi çabası var bunu kontrol edebilirsek bu formda kalmak zorunda değiliz tabiki bence... :)
    Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
   

     Bana göre evrensel bir kural olan "kritik durum-mükemmel denge" cansız sistemler kadar, canlı sistemler içinde geçerli. İnsan vücudu bir sistemler bileşkesi. Vücudumuz sürekli olarak değişen şartlara ve göre kendini en makul ve verimli olacak şekilde ayarlar. Tabi onun verimlilik anlayışı, en az enerji ile en çok işi yapabileceği nokta. O yüzden de habire kilo alıyoruz. :-) Yani zihin gücü ile formda kalmak makul gelmiyor bana. Maaelesef. Beynimizin kapasitesini tam kullanıyoruz.

Bu konuda forumda çok güzel yazılar oldu. Sizin için basit bir iş olan, "bir bardak çayı kaşıkla karıştırp, şeker düzeyine bakacak ve çay bardağını bir noktaya götürüp, içindekini etrafa saçmdan bir delikten dökecek" bir robot kolu yazılımı deneyin. Bu işlem için yapacağı hesaplama, işlem gücü ve hızını ve bu iş için bunları yapmayı sağlayacak bilgi analizi ile olasılık hesaplaması yapacak programı düşünün. Çok yüksek veri ve işlem gücü istiyor. Beynimiz bunların yanında bilişsel bir çok faaliyeti yürütüyor. Aynı şekilde vücut içindeki fonsiyonları, dengeyi ve sistemi de sürekli gözetip, değişikliklere cevap veriyor. Yani beynimizin büyük bir kısmı kullanılıyor. Ancak beynin işlem yapma kapasitesi artarsa yani nöronlar arası ağ -bağlantı sayısı artarsa bilinçli işlem yapma gücü artar. Bunun içinde insanın çok yönlü konuları sürekli anlama, kavrama sürecine girmesi lazım.

Farklı bakış açıları için farklı sinaptik yollar geliştirmeli. Bu da hiç kolay değil bence. Sadece zaman değil, tekrar meselesi...

Ezber değil, anlama ve kavrayış konusu. Genetik olarak çocuklarımız makinlerle yaşama daha kolay adapte olacak şekilde değişecektir. bir çok bilgi yükünü beyinde taşıma yerine, makinelere bağımlı, bilgiyi makineye yükleyip taşıyan ama bilgi temel başlıklarını sadece öğrenen bir aşamaya geçebilir.

Ancak bu tür bir soy yapay olduğu için, tüm avantajlarına rağmen ciddi bir krizde, (yazılım bozulması, virüs) tüm sistem bir anda çöker. Beynin bir süre çalıştığı işi daha hızlı yapabilmesinin nedeni , o konu ve düşünce şekli için kısa devre sayabileceğimiz daha kısa ve hızlı bağlantılar geliştirmiş olması.

Aradaki aracı sinir hücrelerini devreden çıkartarak, direk bağlantı kurması ve bu yolu kalınlaştırması. Ama bu bireyin fiziksel anlamda beynininin geliştiğine değil, bireyin bir konuda düşünsel olarak geliştiğine delalettir. Şu anda üniversiteye hazırlanan çocuklara yüklediğimiz bilginin sınırı çok büyük. Çoğunu bilmiyorum bile. Ama bu onları ne başarılı ne de avantajlı kılıyor.
    Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015

Homo homini lupus.

Homo homini lupus (İnsan insanın kurdudur). İnsanın en büyük düşmanı insandır. Çünkü insan diğer canlılar arasında uzun vadeli düşünebilen, plan yapabilen tek varlıktır.

İnsan uzun vadeli çıkarları için plan yaparken, türünün ve soyunun devamı için doğanın temel kanunlarına da uygun hareket eder. Yani öldürür. Ve insan gene insandan korunmak için, organize olur, iş birliği yapar, ortak üretir. Yani toplumsallaşır.

İnsanın bir diğer özelliği de zihni'dir. Beyni ona müthiş bir yetenek sağlar. Empati. Kelimelerle tanımlanamayan soyut bir kavramı, somutlaştırır. Kişiye, "kendisini başka birisinin yerine koymasını sağlar." Onun gibi hisseder, düşünür, özdeşleştirir. Ortak noktalardan sempati kurar, dayanışmanın temeli atılır.

Diğer yandan aynı yeteneğin bir zıt yanı vardır. Karanlık tarafı.
Kişi karşısındaki varlık ile empati kuramadığı zaman, onu bir nesne, katlanılması gereken bir durum ,yaratık olarak görür.
Evinde canlı besleyen insanlar, bu hayvanlar için azami itinayı gösterirken, sokakta Aynı cins başka bir hayvanı rahatça öldürür. Eziyet eder. Çünkü ona karşı empati kurmuyordur.

Veya internette gördüğümüz kesimhane, mezbaha, hayvan çiftliği videolarındaki gibi, karşısındaki varlıkla en azından onunda bir canlı olduğu noktasında empati kuramayanların, ya da bu duygusu yozlaşanların nasıl canavarca, insanlıktan çıkmış olduğunu görürüz.

Bu durum her insan için potansiyeldir ve her insanın içinde vardır. Dinler, ahlak, toplumsal görgü ve değerler bu potansiyelin kontrol edilmesini sağlar. Daha gelişmiş, kalabalıklaşmış toplumlarda bunlara kanunlar da eklenir.
Ama insanoğlu, kimi zaman insan, kim zaman Allah'ın (C.C.) yarattığı canlı olduğunu sık sık unutur. Hele bir de dünün ezilmişi, eziyet görmüşü, kandırılmışı ise ya da buna inandırılmışı ise, intikam duyguları ile daha hızlı unutur.
Böylece dünün mazlumu, yarının zalimi olur ki, bu kural ve kısır döngü ancak akıl, sağduyu ve sevgi ile kırılabilir.

18 ve 19ncu yüzyılda sömürgelerindeki insanlara, insanlık dışı davranan batılı güçler, kendi toplumlarına da en yüksek düzeyde insani değerleri getirirken, hiç ikileme düşmemişlerdir
. (19. yy da kauçuk ve kakao tarlarında çalıştırılan işçilerin fotoğraflarına bakınız)

Evindeki 3 kızına masal anlatıp, sütünü içirip, uyutan nazi subayı, çalışmaya uygun fiziği olmayan çocukları öldürmekte bir mahsur görmemiştir. Aynı çocukların akrabaları ve torunları da aynı şiddet ve duyarsızlıkla başkalarına kinlerini kusmakta mahsur görmemiştir.
Yüzlerce yıl komşu olarak yaşayan ve sıkıntıları paylaşan Yugoslavya halkları, Tito'nun ardından biraz da dış güçlerin çekişmeleri ve yeni bir silah pazarı olarak tüccarlar piyasaya girince, birbirlerine düşmüş ve acımasızca, vahşice katletmişler, öldürmüşlerdir.
Ermeniler, yüzlerce yıllık bir arada yaşamaya rağmen, milliyetçilik akımları ile onları ele geçirmeye çalışan toplumların etkisiyle
(İngiliz ve Amerikan Protestan kiliseleri, Rusların Ortodoks kiliseleri, Fransızların Katolik ve Protestan kiliseleri ve okulları ile vs.) Osmanlı toplumuna yabancılaşmış ve ordusunu arkadan vurmakta, toplumunu öldürmekte zorlanmamıştır.

Bütün bunların temelinde yatan duygu, karşıdaki varlıkla empati kurulmasını önleyen ötekileştirme, yabancılaştırmadır. Toplumlar için en tehlikeli politikadır.
Çünkü ötekilerden biri bitince, yeni bir öteki her zaman aranır. eğer dışarıda bulamazsa, içinde bulur. Çünkü bu duygu ve yaklaşım, kuşaklara miras olarak aktarılan bir öğretilen bir görgüdür.

Şu an Irak ve Suriye'deki Işid terör'ü altında bile bu ötekileştirme vardır. Sadece ötekileştirmenin ana konusu, din çerçevesine alınmıştır. Diğer her şey aynıdır.
Kadınlara şiddetin temelinde bile bu var. Erkek, kadını insan olarak görmediğinde, kadın onun için sadece bir araç, meta olur. Çünkü ailesinden kadını da bir canlı ve insan olarak görmesini öğrenmemiştir. Görgüsünü almamıştır.

Ülkemizde şu an kasıtlı olarak canlandırılan terör'de eğer toplumumuz eline alırsa olacak olan budur.
Dün yüzümüze gülen, sırdaşımız olan, ortak sıkıntılara katladıklarımızdan bazıları, yarın bizim celladımız olabilir.

Ya da bugün tüm dostluğumuzu içtenlikle verdiğimiz birisini, yarın acımadan, acılar içinde öldürebiliriz.
Bu potansiyel sadece insan da vardır. Başka hiç bir canlı, bu kadar dengesiz ve belirsiz değildir.
(Allah-ü Teala işte bunun kontrolü için akıl ve ruh vermiştir insana.)

Bu nedenle savaş ortamında hiç bir şeyin garantisi yoktur, kendiniz için bile veremezsiniz. Doğru değildir. Hiç kimse kendisini ne o kadar tanır bilir, ne de kontrol edebilir.

Liselerde Osmanlıca Eğitim hk.



Ölü ve yapay bir dil olan Osmanlıca'nın; en son durumunda dahi (1920'lerde)  nüfusunun %1'inin okuyup anlayabildiği bir yazı dilini niye bu kadar gündeme getirdiklerini anlamaya çalışıyorum.
Bu konunun yapay bir gündemden öte olmayacağını, zaten ölü bir yazının ölü bir gündem maddesi olduğunu düşünüyorum.
Osmanlıca hiç bir zaman bilim, sanat ya da halk sanatı dili olmuş değil.
Protokol, bürokrasi ve toplumun üst çerçevesinin belki bir miktar sanat- yazın dili olmuştur. Var oluşundan itibaren konuşma olarak, halkın çoğunluğuna ulaşmamıştır.
Diğer yandan alfabesi Fars ve Arap kökenli, Türkçeye uyarlanmış harflerle doludur.
( Nasıl Çin alfabesini geliştiren Japonlar -Sadece Kanji alfabesi. Tamamlayıcı Hiragana ve Katakana alfabeleri kendi ses yapılarına göredir- tamamen farklı seslerle ve anlamlarla kullanmışlardır. )
Osmanlıca'nın durumu da aynıdır. Üçüncü bir göz için benzer yazılar ama, aynı değiller.

Osmanlıca eğitimden amaç çocukların dil haznesini ve kavram dünyasının geliştirmek ise, geç kalındı. Günümüzde bilgi çağının kavramlarını ya İngilizce'den alırsınız. Ya da kullandığınız dilin ön-son ek, uyarlama yeteneğine ve esnekliğine göre kendi dilinizden üretirsiniz. Türkçe açık ara bu konuda üstün bir dil ama…
Bunun için vizyon sahibi olmalısınız. O kavram dilinize girip, yerleşip genelleşmeden önce kelimeleri üretmelisiniz. Mesela bilgisayar ile ilgili Türkçe kavramların çoğu, daha kişisel bilgisayarlar Türkiye'de yayılmadan önce üretilmişti. Yoksa bu konuda kendi kelimelerimizi üretmezdik.
Diğer yandan internet o kadar hızlı bir dağıtım yapıyor ki kavramlarda...  Kavramlar yerelleşemeden olduğu gibi kabul ediliyor. Çünkü arkadan hızla yeni bir art kavram gelecek.

Eğer geçmiş edebi eserlerin, genç kuşaklarca anlaşılması için diyorsanız, (bilimsel demiyorum çok fazla yok çünkü) o konuda biraz katılırım.  Orijinal yazın dilinde okumanın zevki ve hazzı yüksek.
Okunması rahat ve ses esnekliği yüksek Latin alfabesinde olması şartıyla.
Ancak gençlerin çoğu (evladımda dahil) kağıttan  okumayı pek beceremiyor.

Test çözer gibi hızlı hızlı geçiyorlar kelimelerin üstünden... Onlara bu eserleri en iyi dizilerle anlatabiliyorsunuz. İlginçtir ki toplumun büyük çoğunluğu da aynı durumda...

O zaman niye bu Osmalıca sevdası...  Zaten gündelik dilimde yeterince kullanıyorum(z). Bu yazıda bile kaç tane var bakın.

Eğer geçmişiyle barışık, tarihini bilen bir toplum diyorsanız, istenilen yol çok eksik ve hatalı...

Önce okullardaki Tarih eğitimini bilimsel düzeye çıkartın.

Tarihi, ezberlenecek ve sınavda geçilecek bir ders olmaktan çıkartın. Tarih kitaplara içine dağıtılmış, önyargıları, peşin hükümleri ve yönlendirici ifadeleri, ırkçı-ümmetçi yaklaşımları kavramları temizleyin.
Tarihi tarafsız bir gözle ele alın. Salt yerli ve taraftar kaynaklarıyla değil, muhalif kaynaklarla da ele alın. Misal mi? Çaldıran savaşını sadece Osmanlı kaynaklarıyla değil, Fars, Safevi kaynaklarıyla da ele alın.
Bırakın öğrenci o günün şartlarını anlasın. Tartışsın. Eğer kendisi o taraflardan biri olsaydı, ne yapardı o şartlarda düşünsün.
Bırakın, sınıf arkadaşları da bu düşüncesindeki eksik ve yanlışları tamamlayıp, ortak bir bakış açısı kazanana kadar konuyu irdelesin.

Tarih böyle öğretilmeli. Ya da en azından buna benzer bir şekilde. O zaman görürsünüz ki, ülkenizdeki tüm gençlik tarihini bilir ve onunla onur duyar.

Tabii tarihimizi Osmanlı ile sınırlayacak kadar dar görüşlü iseniz bunu beceremezsiniz.
Selçuklu tarihi de bizim tarihimizdir. Orta Asya tarihi de bizim tarihimizdir.

Ama yine de eksiktir. Anadolu tarihi de bizim tarihimizdir.
Sadece bir kaç mezar taşının üstündeki Osmanlıca yazı değildir, bu topraklardaki mührümüz.

Anadolu’nun dört bir yanında yapılmış antik binalarda, heykellerde, mozaiklerde bizim mührümüzdür.
Anadolu da binlerce yıldır yaşamış, bu eserleri yapmış insanlar bir yere gitmedi ki Orta Asya'dan gelenlerle... Hepsi burada yaşamaya devam etti. Savaştılar, seviştiler ama gitmediler. Karıştılar...

Antik şehirlerdeki kalıntıları gezerken, yabancılaşma hissediyorsanız bu bağınızı, geçmişi ve tarihi tam bilemediğiniz içindir.

Oysa gezin Anadolu' yu ocak-fırın yapım tekniklerinden, baca biçimlerine, duvar inşaat tekniklerinden, kap kaçaklara, çanak-çömlekten, günlük bazı kelimelere (kamış- bitki olan "Saz" kelimesi Sümer kökenli diye hatırlıyorum) hatta yöresel giysilere ve takılara kadar birçok eserde, yerde binlerce yılın süzülmüş ürünü var.

Atatürk bunları biliyordu ki Türk Dili ve Tarih'i, Arkeoloji enstitülerini vb. kurumlara önem verdi, kurdurttu.
Anadolu da yaşayan insanları, sadece dini çerçevedeki bakışların ötesine çıkarmayı hedefledi. Geçmişin tümüyle kucaklanması için uğraştı. Hazırlık yaptı gelecek kuşaklara...
Ne diyeyim..
Cenâb-ı Allah Atatürk'ün yolundan ayrılanların tez belasını versin...

---------------------------------------------------
Osmanlı'nın Türk kimliği üzerine bir tartışmadan....


Elbette otorite değilim ama Osmanlılara, Türk diyenler Avrupalılar'dı diye biliyorum.
Osmanlı her daim, çok uluslu bir imparatorluk olarak Türk kavramını yüceltmemiştir.
Diğer yandan, Osmanlı da Türk kültürünün geleneğinin bir parçasıdır ve gücünü Türk kültüründen almıştır.
Ama tüm Türk kültürünün veya toplumunun bir temsilcisi olmamıştır.
Sadece bir yan dal olarak gelişmiştir.

Eğer bu toplumda Türk kültürünün birleştirici özellikleri olmasaydı, Osmanlı yıkılışı ile bu topraklar bir çok düşman toplumun müstemlekesi olurdu...

Türk kültürü, din, ırk, köken gibi inanç veya genetik köken gibi geçmişten gelen bağlarla değil, günlük konuşulan dil (Dil önemlidir. Çünkü bir kültürün temsilcilerinin arasındaki ileşimden ayrı, Nasıl düşündüklerini? Düşünme alışkanlıklarını da tanımlar.) ve ülkü birliği (gelecek ile ilgili beklentileri benzer) olması üzerinedir.

Sanırım Türk toplumu olarak biraz da bu yüzden "balık hafızalı"yız.

Geçmiş değil, şimdi ve gelecek bu çerçeve de şimdi ve gelecekte bizimle beraber olacak olanlar daha ön planda...

19 Kasım 2014 Çarşamba

NÜFUS AZALTMA SUÇU TABİAT ANA'YA ATMA PROJESİ..' hakkında düşünceler


Tıptaki gelişmelerle, bir yüzyıl evvel 40–45 civarında olan yaş ortalaması 65-90 aralığına çıktı.
Bizim çocukluğumuzda 45 yaşındaki insan yaşlı, torun sahibiyken şimdi neredeyse genç.
60-70 aralığındakiler ancak orta yaşlılar. Yaşlılık bile 75'inden sonra başlıyor.

Emeklilik yaşı da buna göre uzadı. İnsanlar artık en verimli oldukları dönemde, iş açısından olgunluğa ulaştıkları dönemde emekli olmuyorlar. Ama eski yasaların uzantısı ile genç emeklilerin sayısı hala az değil.

Oysa 3 çalışanın bir emeklinin maliyetini karşıladığı ortalama sosyal güvenlik sisteminde, bir de işsizlik ile çalışan sayısı azaldıkça denge kurmak zorlaşıyor. Diğer yandan bizim iktidarlarımız gibi (sadece şimdiki değil, geçmiş dönemlerde dâhil) emeklilik fonlarındaki paraları yanlış yatırımlara ve müsrifliğe kullanan yönetimlerle bu denge daha da bozuldu.

Bu nüfus artışının getirdiği zorlukların yanında eğitim sisteminin yetersizliğindeki artışta başka bir engel.
Eskiden askerlik, çalışmaya hazır erkekleri, bir kaç yıl iş piyasasından uzaklaştırarak, gizli istihdam aracı olarak kullanılırdı. Oysa kadınlar da çalışma yaşamında yer alınca anlamsızlaştı. Askerlik süresi düştü ama bu seferde kişinin eğitim süresi uzadı.

Bunlar tabi dar çerçeveler.
Bir de işin geniş cephesi var.
Büyümeye ve artışa dayalı kapitalist ekonomi modeli için, artan yarı cahil nüfus caziptir. Tüketmek için vardırlar. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu da aynı durumda…
Dünya nüfus ortalaması, bir günde 1,4 dünya günlük üretimi tükettiği için, dünya kaynakları her 3 yılda, 1 yıl geleceğe borçlanıyor.

Son 60 yıldaki tüketim düzeyiyle insanlık, önümüzdeki 15–20 yılın kaynağını çoktan tüketmiş durumda.
Bu da doğal kaynaklara aşırı yük oluyor.

Bu gidişle bu yüzyılın sonunda insanlık 9 milyar sınırına erişecek. Yani nüfusu yüzde 25 daha artmış olacak. Tüketimde aynı oranda artarsa, zaten tükenmiş sınırdaki kaynaklar için çok ciddi kavgaların verileceği kesin gibi.
Çünkü şu anki tüketim rakamlarına göre, dünya o dönemde en fazla 2 milyar insanı ortalama refah düzeyinde, çok zorlanırsa 3 milyar insanı zor şartlarda besleyebilecek.

Çünkü gıda üretiminde de artış için geliştirilecek biliminde sınırlarına erişmiş durumdayız.
Artık bilim daha fazla üretemeyeceği için, üretilenlerin ziyan edilmeden ve daha verimli nasıl kullanılacağı üzerinde odaklanıyor.
Batı toplumları bu konunun çok daha önce farkına varmış ve uygulamaya geçmiş durumda.
Nüfus artışı düşerken, yüksek teknolojiye yönelerek iş gücü ihtiyaçlarını düzenlemeye başladılar. Buna rağmen işsizlik durumlarına bakarsak, nüfusları hala yüksek.
İhtiyaç duydukları kalifiye eleman ve işgücünü ise göçmen politikalarıyla çözecek bir yapı geliştiriyorlar.
Diğer yandan dünya ekonomisinde baskın rollerini kaybetmemek için, bilgi tabanlı ve sermayeli yüksek teknolojiye olan yatırımları artıyor.

Türkiye olarak bu dönemde önümüzde iki rol var.
Ya yüksek nüfuslu, bilgi üretme düzeyi düşük, tüketici ve dolayısıyla bağımlı bir toplum modeli...
Ya da düşük nüfuslu, bilgiye dayalı alanlarda gelişmiş, kendisine yeterlilik düzeyini yükseltmiş bir toplum modeli...

Üçüncü bir olasılık olarak dışa kapalı, kendi kendine yeterli bir toplum modeli ise işe yaramaz. Elektronik iletişim ve ticaret nedeniyle insanlar sanal dünya vasıtasıyla zaten birbirleri ile çok iç içe girmiş durumdalar. Kontrol ve değiştirilmesi gereken çok fazla fonksiyon olduğu için bunu başarmak imkânsız.

Diğer yandan yayılımcı bir politika ile toplumları birleştirme projesi de asla işe yaramaz. Bireyselliğin ön plana çıktığı son 60 yıldan sonra insanları tekrar toplumsal düşünceye sokmak ancak fiziksel şartlarda zorlama ile yüzeysel ve sahte bir birliktelik olur. Toparlansa bile bir arada tutmak için gereken enerji ve güç, tüm üretim ve planlama getirilerini siler. Tıpkı eski SSCB'de olduğu gibi.

Ayrıca insanın hem cinsine karşı olan vahşetini ve tüketim canavarlıklarını düşününce insanlığın geleceği ister insan eliyle, ister doğa eliyle olsun hiç de parlak gözükmüyor zaten.  BM






Türk Gülsev Eyüboğlu

Bu gizli Ölümler proje çalışmaları,ilk 1957 de Huntsiville'de gizli olarak başladı..
1957 de yapılan gizli toplantı kararları,yapılan toplantını görsel sanatları destekleme ve Müze kurma olarak açıklandı..
Vatikan'la yakın ilişkileri olan İtalyan Doktor Aurellio Peccei'nin teşviki ile başlatılmıştır..

1968 yılında yayımlanan Nüfus Bombası Kitabı yapılan çalışmaların göstergesi olarak sayfa 17
"Doğum oranı ölüm oranını geçtiği  müddetce dünyaa
nın nüfusu artmaya devsm edecektir.Nüfus büyümesinin daralması  ya da daralmanın başlaması,ya doğum oranının azaldığı,ya ölüm oranının arttığı,ya da her ikisinin de birlikte gerçekleştiği anlamına gelir.O halde temel olarak ,nüfus probleminin çözülmesinin sadece iki yolu var.Birisi doğum oranını azaltmak için yollar bulduğumuz "doğum oranı çözümü",ikincisi "Savaş,kıtlık, ve salgın hastalıklar gibi ölüm oranını yükseltmek"ölüm oranı çözümü"..Ancak insanoğlu bilincli olarak doğum oranını ayarlıyamıyağı için nüfus kontrolünden kaçınılabilir.
Böylece"Ölüm oranı çözümü"ortaya çıkmak zorunda kalmaz.."

Görülen o ki Kamuoyuna "ölüm Oranı çözümü"ortaya çıkmaz zorunda kalmaz olarak açıklandığı halde..
"Ölüm oranı çözümü"çalışmaları gizlice yürütülmüştür.
Salgın hastalıklar için Laboratuvarlarda ölümcül mikrop ve virüs üretim çalışmalarında;Dr.Aurelio Peccei kendini donör olarak kaullanacağını taahhüt ederek genel nüfusla aynı riski taşıyor diye kahraman ilan edildi(!)..
Dr .Aurelio Peccei  ve ekibi; 1968 yılında üretilen mikrop ve virüs çalışmalarında kamuoyuna çıkacak büyük salgınları önleme ve aşı geliştirme çalışmaları olarak açıklamışlardır..
Bilgisayar model çalışmasını geliştiren proje ekibi..

Dr.Dennis L.Meadows,Müdür (ABD)...Dr.Alison A.Anderson (ABD),Dr.Jay M.Anderson (ABD)
İlyas Bayar(TÜRKİYE),Wiiliam W.Behrens(ABD),Farhad Hekimzadeh(İRAN),Dr.Steffen Harbordt(ALMANYA),Judith A.Machen(ABD),
Dr.Donella H.Meadows(ABA),Peter Milling(ALMANYA),Nirmala S.Murthy(HİNDİSTAN),Roger F.Naill(ABD),Jorgen Randers(NORVEÇ)
Stephen Shantzis(ABD),John A.Seeger(ABD),Marilyn Williams(ABD),Dr.Erich K.O.Zahn(ALMANYA)..

Görünüşte Dünya Nüfus oranını azaltma projesi olarak sunulan çalışma 1969 yılında tamamlanarak Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine teslim edildi..Çalışmaların analizi yapılan Biyologlar toplantısında;
Biyolog Lowell Summer"BİR BİYOLOG OLARAK,İNSAN NÜFUSU PATLAMASI VE GETİRDİĞİ DOĞAL KAYNAKLARIN TÜKETİLMESİ SORUNU,BANA GÖRE EN BÜYÜK TEHDİTTİR.ZAMAN GELDİ DE GEÇİYOR BİLE.TEHLİKE İLE YÜZLEŞMELİYİZ,YOKSA SONUNDA MAHVOLACAĞIZ.."
...............................................................................................................................
SONUÇ:Sözüm ona içme sularını hijyenik temizleme adı altında bol miktarda  adı altında Dioksin kullanarak,kalp krizleriyle ölümü artırmak..Meyve ve sebzelerde zararlı sineklerle mücadele altında insanlara zararlı biyolojik maddeler kullanma ile kanser hastalıklarını çoğaltma ..Bilinçli olarak sızdırılan Radyoaktif  gazlar,zehirli atıklarlarla toprağı ve havayı zehirlemek..Özellikle cesium-137,strontium-90,
toryum-230,radyum-226,radon-222..
GDO'lu sentetik yiyecekler ..Çeşitli isimler altında birdenbire ortaya çıkan çeşitli virüs grip salgınları..
YORUM YAPMIYORUM..ÇÜNKÜ TÜM YAPILANLAR  ,BİYOLOJİK KATLİAMLAR APAÇIK TÜM DÜNYA DA ORTADA..

SAYGILARIMLA
GÜLSEV EYÜBOĞLU
17 KASIM 2014

KAYNAK:Apokalips'in Atlıları..William Cooper

20 Kasım 2013 Çarşamba

Siyasetin Ölümü- Yakın gelecekte şirketlerin yükleneceği roller ve geçirecekleri yapısal değişimler



Şirketler önce kendi tüketici gruplarını oluşturacaklardır. Ardından bu tüketici grubun güvenliliğini ve sürekliliğini sağlamak için faaliyetlere girecektir.  Bu kişilerin aynı zamanda çalışanı olması, firmanın sürekliliğinin bir garantisi olacaktır. Buna günümüzdeki başlangıç örneği olarak, network marketing sistemler denilen, amway, herballife gibi kurumları gösterebiliriz. Hem kendi tüketici grubunu oluşturmaktadır. Hem de bunlar vasıtasıyla yayılmaktadır. Ayrıca kişiler arası sosyal ilişkileri de biçimlendirdiği için bir hayat tarzı ile karşımıza çıkmaktadır.
Diğer yandan gelecekte şirketler çalışanları için önerdikleri sosyal imkânlar, refah düzeyindeki artış ve güvenlik teklifleri ile de bu kitleleri ellerinde tutmaya çalışacakladır. Hatta müstakbel çalışanlarını hazırlama işi ile eğitim alanına bile girenler olacaktır.

Diğer yandan her firmanın benzer bir sosyal çalışan-tüketici yapısı mümkün olmayacaktır. Bunlarda daha düşük kâr marjına razı olarak tüketicilerini ellerinde tutmaya hatta sermaye paylaşımı ile tüketicilerini aynı zamanda hissedarı yapma yoluna da gireceklerdir.

Gene bir başka yapı olarak ta, küçülen alandaki firmaların kendi bölgesel kabuklarına çekilmeleri biçiminde görülebilecektir. Daha çok bölgesel çapta olacak olan bu yapıları bir tür “rekabete karşı korunmak için dayanışma” organizasyonları olarak göreceğiz.
Böylece hem temel tüketici kitlelerini koruyabilecekler, hem de kendileri için dışa kapalı bir nefes alabilecekleri bir alan da oluşturacaklardır.  
( Bir tür holdingleşme de diyebileceğimiz bu yapıda ise, kabuğuna çekilen firmalar bir ya da birkaç satıcı firmayı destekleyecek şekilde üretim planlamasına yöneleceklerdir.)
Günümüzde bu yapıların ayak seslerini  “Barter Exchange Trade” adı verilen barter organizasyonlarında görmek mümkündür. (Tek farkla ülkemizdeki barter organizasyonlarında, firmalar birbirlerini destekleyecekleri yerde, daha çok kâr için acımasız fiyat politikaları uygulamaktadır.  Bunda barter organizasyon şirketlerinin yönetim ve mantık yapısının payı olmasına rağmen, esas neden firmaların henüz bu ortamlarda yeterli güven ve güvenlik imkânı bulamamasından kaynaklanmaktadır)

Siyasetin Ölümü- Ekonomik açıdan bizi bekleyen gelecek ve nasıl bir dünya da yer alınacağı



         İlk önce dünyayı birçok sorunun beklediğini toplumsal ve ekonomik gelişimlerin bu sorunlarla şekilleneceğini kabul etmek gerekiyor.
Artık birbirine bağlı, hızlı bir haberleşme ve ulaşım imkânlarının olduğu bir dünya da yaşıyoruz. Bu da dünyayı ve fikirleri ulaşılabilir yaparken, aynı zamanda daraltmakta, hatta kapalı bir sistem haline getirmektedir.

Aynı şekilde hala çok uluslu şirketler önderliğinde, yüksek kâr amaçlı olarak, tüketim toplumu zihniyeti aşılanmakta ve büyümeye dayalı ekonomik model devletler için rakipsiz bir model olmaktadır.
Oysa hiçbir şey sürekli büyüyemez, hele kapalı ortamlarda, bir taraftan almadan diğer tarafın büyümesi imkânsızdır.  Sonuçta bunu bir yaşam kavgası olarak ele alırsak, toplum içi ve toplumlar arası çatışmalar kaçınılmaz olacaktır.

Üstüne üstlük halen dünyanın kendisini yenileme kapasitesinin üstündeki kaynak tüketimi ile geleceğe yönelik kaynaklarda da ciddi yok oluşlar gerçekleşmektedir. Halen dünya kapasitesinin 1,5 katı tüketime maruz kalmaktadır. Bu gelecek kuşakların kaynaklarının da tüketimi anlamına da gelmektedir.
Bu çerçevede birçok ekonomik yapı ve organizasyon evrim geçirmek zorunda kalacaklar.
En başta şirketleri ele alırsak, yüksek kâr amacından sapmak zorunda kalacak şirketler aynı zamanda var olmak için toplumdan destek görmek için “sosyal sermaye”ye de yatırım yapacaklar.
Hatta birçok şirketin sosyal sermaye yönünde reorganizasyon olacağını da söyleyebiliriz. Çünkü firmaların esas kuruluş amacı, toplumsal ihtiyacın karşılanması ve bu işlevin sürekliliğini sağlamaktır. Kâr bu sürekliliğin devamı ve artan ihtiyaçların sağlanması içindir.
Günümüzde kâr hedef haline gelmiştir. Bu mantık devlet mantığına da bulaşmış, ekonominin de büyümeye dayalı, tüketim toplumu gelişimini teşvik eden bir yapıya dönüşmüştür.
Sonuç belli.
Şirketlerde canlılar gibi doğar, büyür, gelişir, ölür. Bir şirketin ölmemek için yapabileceği tek şey, faaliyetine süreklilik katmasıdır. Toplum tarafından süreklik arz eden bir desteğe sahip olmalıdır.
Bu da kâra dayalı şirket yapısının çökmesidir. Çünkü kâr amaçlı bir şirket, başka şirketlerle de rekabet etmek zorundadır.

Artan kâr mantığına dayalı şirket yönetimi organizasyonu, üretim, maliyet, pazarlama, lojistik gibi hayati fonksiyonlarında rekabet artıkça zorlanacaktır.
Küreselleşme ve serbest piyasa ekonomi si ortamı firmaların önünü açtı ve ulusaldan, uluslar arası arenaya çıkmalarını sağladı. Bu ticaret özgürlüğünün yanında ise eskisine oranla çok daha sert ve ciddi bir rekabet ortamı doğdu.  Bir firma artık aynı ilde hatta ülkede değil, aynı kıtada hatta aynı dünya da olan firma ile rekabet ortamına girdi. (Hele dünyanın ne kadar küçüldüğünü düşünürsek, Çin’den bir ürünü 2–3 dolar kargo ile alabildiğimizi…)

Böyle kapalı ve gittikçe daralan bir ortamda, firmaların sürekli rekabet etmesi ve birbirini yemesi (satın alması)  orta vadede çözüm gibi gözükse de, geçicidir.  Bir firma nereye kadar büyür. Dünyadaki  tek firma olana kadar. Tek firma olduğu zaman ne olacak?

Bu durumda firmalara tek bir seçenek kalıyor, “Satranç” oynamayı bırakıp, iyi bir “Go” oyuncusu olmak.

Uzakdoğu’nun özel oyunlarından olan “go”, rakibini yenmek için yok etmeye değil, onunla beraber ama daha fazla hareket imkânı ile yaşamaya dayanır. Çok nadir olarak rakibi yok etse de, esasen var olmak için rakibin varlığına ihtiyaç duyar.  Ying-Yang felsefesi ile de uyumlu bir bakış açısı.
Bu bakış açısı aynı zamanda sosyal sermaye açısında da önemlidir. Çünkü Uzakdoğu firmalarının çoğu için sosyal sermaye önemli bir birikimdir.  Dünya küçüldükçe ve rekabet ortamı artıkça, firmaların dayanacağı ana kaynak da doğal olarak, toplum içinde vazgeçilemez bir işleve sahip olmak olacaktır. (Günümüzde devletlerin küçülmesi, özelleştirmeyle ekonomiden çekilmesi gibi kavramlarda ilk adımların sesidir)