Madem Herşey enerjiden oluşuyo o zaman
İnsanda enerjiden oluştuğuna göre doğası gereği istediği zaman bir bütün
istediği zaman şekil değiştirerek dalgalar halinde hareket edemez mi ve
atomdaki elektronlar yörünge değiştirirken hiç arada olmadan
değiştirebildiklerine göre bunu daha uzak mesafelerde uygulayarak insan
ışınlanamaz mı ?
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bence....Edemez. Işınlanamaz. :-) İnsanın maddesel olarak taşıdığı
enerji çok fazla.... Hepsini dalga formuna çevirmenin çıkartacağı enerji
çok fazla... Işınlanma ise daha zor, taşınmaı gereken bilgi çok fazla.
Alternatif yollar bulunana kadar şu anki teknolojimizle ve izlediğimiz
yol ile pek olası gözükmüyor.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Bence bunları yapabilmenin tek yolu teknoloji değil beynimizin kaçta
kaçını kullandığımızla alakalı. Etrafınıza bakın çoğu şey insan yapısı
beynimizin çok azını kullanmamıza rağmen inanılmaz şeyler yaptık. Daha
fazlasını kullanırsak neden bunları yapamayalım ?
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bilemiyorum. İnsan beyninin gücüne inanırım ama soyut konular
girdiğinde işin içine, fikir yürütme ötesinde bir şeyim yok. O yüzden
bana göre, insanlar madde, enerji ve canlılık arasındaki ilişkiyi
kavrayamadığı sürece böyle bir şey gerçekleşemez. İşin özünde hepsi tek
bir kaynağın ürünleri, biz onları farklı algılayıp ona göre çözüm
arıyoruz. İnsan beyninin gelişebileceğini kabul etsek bile, şu ana kadar
bu işi yaptığı bilimsel olarak kayıtlara geçmiş tek bir kişi yok. Oysa
tarih boyunca bizden çok daha iyi beyini çalışan, yaratılışı, doğayı
kavrayan kişiler geldi geçti. Yani direk çözüm insan beyni değil bence.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
Bence bunu insan beyni yapamazsa hiçbirşey yapamaz. Çünkü tarih boyunca
yaşamış ne kadar insan varsa hepsi beynini aynı oranda aynı yüzde ile
kullandı ve bence bize birşey verildiyse süs olsun diyede verilmemiştir
beynimiz var ama nokta kadar biryerini kullanıyoruz bence mantıksız
geliştirilebilir olmalı beyin bi yolu olmalı bence herşeyden önce bunu
bulmalıyız bunu yapmanın yolları araştırılmalı çünkü birşey yapmak için
bu zeka kapasitesi ile 3 yıl uğraşıyorsan o 3 yılı beyine adarsan o işi
ve ondan sonraki işleri daha kısa sürede yapabilirsin ki beynin
sınırlarını tahmin bile edemiyoruz bence kullanıyoruz zaten ama kontrol
edemiyoruz örneğin vücudumuzu, kemiklerimizi, organlarımızı birarada
tutmak için bence beyinimizin bi çabası var bunu kontrol edebilirsek bu
formda kalmak zorunda değiliz tabiki bence... :)
Sefa Selçuk 14 Mayıs 2015
Bana
göre evrensel bir kural olan "kritik durum-mükemmel denge" cansız
sistemler kadar, canlı sistemler içinde geçerli. İnsan vücudu bir
sistemler bileşkesi. Vücudumuz sürekli olarak değişen şartlara ve göre
kendini en makul ve verimli olacak şekilde ayarlar. Tabi onun verimlilik
anlayışı, en az enerji ile en çok işi yapabileceği nokta. O yüzden de
habire kilo alıyoruz. :-) Yani zihin gücü ile formda kalmak makul
gelmiyor bana. Maaelesef. Beynimizin kapasitesini tam kullanıyoruz.
Bu
konuda forumda çok güzel yazılar oldu. Sizin için basit bir iş olan,
"bir bardak çayı kaşıkla karıştırp, şeker düzeyine bakacak ve çay
bardağını bir noktaya götürüp, içindekini etrafa saçmdan bir delikten
dökecek" bir robot kolu yazılımı deneyin. Bu işlem için yapacağı
hesaplama, işlem gücü ve hızını ve bu iş için bunları yapmayı sağlayacak
bilgi analizi ile olasılık hesaplaması yapacak programı düşünün. Çok
yüksek veri ve işlem gücü istiyor. Beynimiz bunların yanında bilişsel
bir çok faaliyeti yürütüyor. Aynı şekilde vücut içindeki fonsiyonları,
dengeyi ve sistemi de sürekli gözetip, değişikliklere cevap veriyor.
Yani beynimizin büyük bir kısmı kullanılıyor. Ancak beynin işlem yapma
kapasitesi artarsa yani nöronlar arası ağ -bağlantı sayısı artarsa
bilinçli işlem yapma gücü artar. Bunun içinde insanın çok yönlü konuları
sürekli anlama, kavrama sürecine girmesi lazım.
Farklı bakış açıları
için farklı sinaptik yollar geliştirmeli. Bu da hiç kolay değil bence.
Sadece zaman değil, tekrar meselesi...
Ezber değil, anlama ve kavrayış
konusu. Genetik olarak çocuklarımız makinlerle yaşama daha kolay adapte
olacak şekilde değişecektir. bir çok bilgi yükünü beyinde taşıma yerine,
makinelere bağımlı, bilgiyi makineye yükleyip taşıyan ama bilgi temel
başlıklarını sadece öğrenen bir aşamaya geçebilir.
Ancak bu tür bir soy
yapay olduğu için, tüm avantajlarına rağmen ciddi bir krizde, (yazılım
bozulması, virüs) tüm sistem bir anda çöker. Beynin bir süre çalıştığı
işi daha hızlı yapabilmesinin nedeni , o konu ve düşünce şekli için kısa
devre sayabileceğimiz daha kısa ve hızlı bağlantılar geliştirmiş
olması.
Aradaki aracı sinir hücrelerini devreden çıkartarak, direk
bağlantı kurması ve bu yolu kalınlaştırması. Ama bu bireyin fiziksel
anlamda beynininin geliştiğine değil, bireyin bir konuda düşünsel olarak
geliştiğine delalettir. Şu anda üniversiteye hazırlanan çocuklara
yüklediğimiz bilginin sınırı çok büyük. Çoğunu bilmiyorum bile. Ama bu
onları ne başarılı ne de avantajlı kılıyor.
Burtay Mutlu 14 Mayıs 2015
5 Mart 2016 Cumartesi
Homo homini lupus.
Homo
homini lupus (İnsan insanın kurdudur). İnsanın en büyük düşmanı insandır. Çünkü
insan diğer canlılar arasında uzun vadeli düşünebilen, plan yapabilen tek
varlıktır.
İnsan uzun vadeli çıkarları için plan yaparken, türünün ve soyunun devamı için doğanın temel kanunlarına da uygun hareket eder. Yani öldürür. Ve insan gene insandan korunmak için, organize olur, iş birliği yapar, ortak üretir. Yani toplumsallaşır.
İnsanın bir diğer özelliği de zihni'dir. Beyni ona müthiş bir yetenek sağlar. Empati. Kelimelerle tanımlanamayan soyut bir kavramı, somutlaştırır. Kişiye, "kendisini başka birisinin yerine koymasını sağlar." Onun gibi hisseder, düşünür, özdeşleştirir. Ortak noktalardan sempati kurar, dayanışmanın temeli atılır.
Diğer yandan aynı yeteneğin bir zıt yanı vardır. Karanlık tarafı.
Kişi karşısındaki varlık ile empati kuramadığı zaman, onu bir nesne, katlanılması gereken bir durum ,yaratık olarak görür.
Evinde canlı besleyen insanlar, bu hayvanlar için azami itinayı gösterirken, sokakta Aynı cins başka bir hayvanı rahatça öldürür. Eziyet eder. Çünkü ona karşı empati kurmuyordur.
Veya internette gördüğümüz kesimhane, mezbaha, hayvan çiftliği videolarındaki gibi, karşısındaki varlıkla en azından onunda bir canlı olduğu noktasında empati kuramayanların, ya da bu duygusu yozlaşanların nasıl canavarca, insanlıktan çıkmış olduğunu görürüz.
Bu durum her insan için potansiyeldir ve her insanın içinde vardır. Dinler, ahlak, toplumsal görgü ve değerler bu potansiyelin kontrol edilmesini sağlar. Daha gelişmiş, kalabalıklaşmış toplumlarda bunlara kanunlar da eklenir.
Ama insanoğlu, kimi zaman insan, kim zaman Allah'ın (C.C.) yarattığı canlı olduğunu sık sık unutur. Hele bir de dünün ezilmişi, eziyet görmüşü, kandırılmışı ise ya da buna inandırılmışı ise, intikam duyguları ile daha hızlı unutur.
Böylece dünün mazlumu, yarının zalimi olur ki, bu kural ve kısır döngü ancak akıl, sağduyu ve sevgi ile kırılabilir.
18 ve 19ncu yüzyılda sömürgelerindeki insanlara, insanlık dışı davranan batılı güçler, kendi toplumlarına da en yüksek düzeyde insani değerleri getirirken, hiç ikileme düşmemişlerdir. (19. yy da kauçuk ve kakao tarlarında çalıştırılan işçilerin fotoğraflarına bakınız)
Evindeki 3 kızına masal anlatıp, sütünü içirip, uyutan nazi subayı, çalışmaya uygun fiziği olmayan çocukları öldürmekte bir mahsur görmemiştir. Aynı çocukların akrabaları ve torunları da aynı şiddet ve duyarsızlıkla başkalarına kinlerini kusmakta mahsur görmemiştir.
Yüzlerce yıl komşu olarak yaşayan ve sıkıntıları paylaşan Yugoslavya halkları, Tito'nun ardından biraz da dış güçlerin çekişmeleri ve yeni bir silah pazarı olarak tüccarlar piyasaya girince, birbirlerine düşmüş ve acımasızca, vahşice katletmişler, öldürmüşlerdir.
Ermeniler, yüzlerce yıllık bir arada yaşamaya rağmen, milliyetçilik akımları ile onları ele geçirmeye çalışan toplumların etkisiyle (İngiliz ve Amerikan Protestan kiliseleri, Rusların Ortodoks kiliseleri, Fransızların Katolik ve Protestan kiliseleri ve okulları ile vs.) Osmanlı toplumuna yabancılaşmış ve ordusunu arkadan vurmakta, toplumunu öldürmekte zorlanmamıştır.
İnsan uzun vadeli çıkarları için plan yaparken, türünün ve soyunun devamı için doğanın temel kanunlarına da uygun hareket eder. Yani öldürür. Ve insan gene insandan korunmak için, organize olur, iş birliği yapar, ortak üretir. Yani toplumsallaşır.
İnsanın bir diğer özelliği de zihni'dir. Beyni ona müthiş bir yetenek sağlar. Empati. Kelimelerle tanımlanamayan soyut bir kavramı, somutlaştırır. Kişiye, "kendisini başka birisinin yerine koymasını sağlar." Onun gibi hisseder, düşünür, özdeşleştirir. Ortak noktalardan sempati kurar, dayanışmanın temeli atılır.
Diğer yandan aynı yeteneğin bir zıt yanı vardır. Karanlık tarafı.
Kişi karşısındaki varlık ile empati kuramadığı zaman, onu bir nesne, katlanılması gereken bir durum ,yaratık olarak görür.
Evinde canlı besleyen insanlar, bu hayvanlar için azami itinayı gösterirken, sokakta Aynı cins başka bir hayvanı rahatça öldürür. Eziyet eder. Çünkü ona karşı empati kurmuyordur.
Veya internette gördüğümüz kesimhane, mezbaha, hayvan çiftliği videolarındaki gibi, karşısındaki varlıkla en azından onunda bir canlı olduğu noktasında empati kuramayanların, ya da bu duygusu yozlaşanların nasıl canavarca, insanlıktan çıkmış olduğunu görürüz.
Bu durum her insan için potansiyeldir ve her insanın içinde vardır. Dinler, ahlak, toplumsal görgü ve değerler bu potansiyelin kontrol edilmesini sağlar. Daha gelişmiş, kalabalıklaşmış toplumlarda bunlara kanunlar da eklenir.
Ama insanoğlu, kimi zaman insan, kim zaman Allah'ın (C.C.) yarattığı canlı olduğunu sık sık unutur. Hele bir de dünün ezilmişi, eziyet görmüşü, kandırılmışı ise ya da buna inandırılmışı ise, intikam duyguları ile daha hızlı unutur.
Böylece dünün mazlumu, yarının zalimi olur ki, bu kural ve kısır döngü ancak akıl, sağduyu ve sevgi ile kırılabilir.
18 ve 19ncu yüzyılda sömürgelerindeki insanlara, insanlık dışı davranan batılı güçler, kendi toplumlarına da en yüksek düzeyde insani değerleri getirirken, hiç ikileme düşmemişlerdir. (19. yy da kauçuk ve kakao tarlarında çalıştırılan işçilerin fotoğraflarına bakınız)
Evindeki 3 kızına masal anlatıp, sütünü içirip, uyutan nazi subayı, çalışmaya uygun fiziği olmayan çocukları öldürmekte bir mahsur görmemiştir. Aynı çocukların akrabaları ve torunları da aynı şiddet ve duyarsızlıkla başkalarına kinlerini kusmakta mahsur görmemiştir.
Yüzlerce yıl komşu olarak yaşayan ve sıkıntıları paylaşan Yugoslavya halkları, Tito'nun ardından biraz da dış güçlerin çekişmeleri ve yeni bir silah pazarı olarak tüccarlar piyasaya girince, birbirlerine düşmüş ve acımasızca, vahşice katletmişler, öldürmüşlerdir.
Ermeniler, yüzlerce yıllık bir arada yaşamaya rağmen, milliyetçilik akımları ile onları ele geçirmeye çalışan toplumların etkisiyle (İngiliz ve Amerikan Protestan kiliseleri, Rusların Ortodoks kiliseleri, Fransızların Katolik ve Protestan kiliseleri ve okulları ile vs.) Osmanlı toplumuna yabancılaşmış ve ordusunu arkadan vurmakta, toplumunu öldürmekte zorlanmamıştır.
Bütün
bunların temelinde yatan duygu, karşıdaki varlıkla empati kurulmasını önleyen
ötekileştirme, yabancılaştırmadır. Toplumlar için en tehlikeli politikadır.
Çünkü ötekilerden biri bitince, yeni bir öteki her zaman aranır. eğer dışarıda bulamazsa, içinde bulur. Çünkü bu duygu ve yaklaşım, kuşaklara miras olarak aktarılan bir öğretilen bir görgüdür.
Şu an Irak ve Suriye'deki Işid terör'ü altında bile bu ötekileştirme vardır. Sadece ötekileştirmenin ana konusu, din çerçevesine alınmıştır. Diğer her şey aynıdır.
Kadınlara şiddetin temelinde bile bu var. Erkek, kadını insan olarak görmediğinde, kadın onun için sadece bir araç, meta olur. Çünkü ailesinden kadını da bir canlı ve insan olarak görmesini öğrenmemiştir. Görgüsünü almamıştır.
Ülkemizde şu an kasıtlı olarak canlandırılan terör'de eğer toplumumuz eline alırsa olacak olan budur.
Dün yüzümüze gülen, sırdaşımız olan, ortak sıkıntılara katladıklarımızdan bazıları, yarın bizim celladımız olabilir.
Ya da bugün tüm dostluğumuzu içtenlikle verdiğimiz birisini, yarın acımadan, acılar içinde öldürebiliriz.
Bu potansiyel sadece insan da vardır. Başka hiç bir canlı, bu kadar dengesiz ve belirsiz değildir. (Allah-ü Teala işte bunun kontrolü için akıl ve ruh vermiştir insana.)
Bu nedenle savaş ortamında hiç bir şeyin garantisi yoktur, kendiniz için bile veremezsiniz. Doğru değildir. Hiç kimse kendisini ne o kadar tanır bilir, ne de kontrol edebilir.
Çünkü ötekilerden biri bitince, yeni bir öteki her zaman aranır. eğer dışarıda bulamazsa, içinde bulur. Çünkü bu duygu ve yaklaşım, kuşaklara miras olarak aktarılan bir öğretilen bir görgüdür.
Şu an Irak ve Suriye'deki Işid terör'ü altında bile bu ötekileştirme vardır. Sadece ötekileştirmenin ana konusu, din çerçevesine alınmıştır. Diğer her şey aynıdır.
Kadınlara şiddetin temelinde bile bu var. Erkek, kadını insan olarak görmediğinde, kadın onun için sadece bir araç, meta olur. Çünkü ailesinden kadını da bir canlı ve insan olarak görmesini öğrenmemiştir. Görgüsünü almamıştır.
Ülkemizde şu an kasıtlı olarak canlandırılan terör'de eğer toplumumuz eline alırsa olacak olan budur.
Dün yüzümüze gülen, sırdaşımız olan, ortak sıkıntılara katladıklarımızdan bazıları, yarın bizim celladımız olabilir.
Ya da bugün tüm dostluğumuzu içtenlikle verdiğimiz birisini, yarın acımadan, acılar içinde öldürebiliriz.
Bu potansiyel sadece insan da vardır. Başka hiç bir canlı, bu kadar dengesiz ve belirsiz değildir. (Allah-ü Teala işte bunun kontrolü için akıl ve ruh vermiştir insana.)
Bu nedenle savaş ortamında hiç bir şeyin garantisi yoktur, kendiniz için bile veremezsiniz. Doğru değildir. Hiç kimse kendisini ne o kadar tanır bilir, ne de kontrol edebilir.
Etiketler:
ayrımcılık,
empati,
Homo homini lupus,
insan,
savaş,
toplum
Liselerde Osmanlıca Eğitim hk.
Ölü ve yapay bir dil olan Osmanlıca'nın; en son durumunda
dahi (1920'lerde) nüfusunun %1'inin
okuyup anlayabildiği bir yazı dilini niye bu kadar gündeme getirdiklerini
anlamaya çalışıyorum.
Bu konunun yapay bir gündemden öte olmayacağını, zaten ölü
bir yazının ölü bir gündem maddesi olduğunu düşünüyorum.
Osmanlıca hiç bir zaman bilim, sanat ya da halk sanatı dili
olmuş değil.
Protokol, bürokrasi ve toplumun üst çerçevesinin belki bir
miktar sanat- yazın dili olmuştur. Var oluşundan itibaren konuşma olarak,
halkın çoğunluğuna ulaşmamıştır.
Diğer yandan alfabesi Fars ve Arap kökenli, Türkçeye
uyarlanmış harflerle doludur.
( Nasıl Çin alfabesini geliştiren Japonlar -Sadece Kanji alfabesi. Tamamlayıcı Hiragana ve Katakana alfabeleri kendi ses yapılarına göredir- tamamen farklı seslerle ve anlamlarla kullanmışlardır. )
Osmanlıca'nın durumu da aynıdır. Üçüncü bir göz için benzer yazılar ama, aynı değiller.
( Nasıl Çin alfabesini geliştiren Japonlar -Sadece Kanji alfabesi. Tamamlayıcı Hiragana ve Katakana alfabeleri kendi ses yapılarına göredir- tamamen farklı seslerle ve anlamlarla kullanmışlardır. )
Osmanlıca'nın durumu da aynıdır. Üçüncü bir göz için benzer yazılar ama, aynı değiller.
Osmanlıca eğitimden amaç çocukların dil haznesini ve kavram dünyasının geliştirmek ise, geç kalındı. Günümüzde bilgi çağının kavramlarını ya İngilizce'den alırsınız. Ya da kullandığınız dilin ön-son ek, uyarlama yeteneğine ve esnekliğine göre kendi dilinizden üretirsiniz. Türkçe açık ara bu konuda üstün bir dil ama…
Bunun için vizyon sahibi olmalısınız. O kavram dilinize
girip, yerleşip genelleşmeden önce kelimeleri üretmelisiniz. Mesela bilgisayar
ile ilgili Türkçe kavramların çoğu, daha kişisel bilgisayarlar Türkiye'de
yayılmadan önce üretilmişti. Yoksa bu konuda kendi kelimelerimizi üretmezdik.
Diğer yandan internet o kadar hızlı bir dağıtım yapıyor ki
kavramlarda... Kavramlar yerelleşemeden
olduğu gibi kabul ediliyor. Çünkü arkadan hızla yeni bir art kavram gelecek.
Eğer geçmiş edebi eserlerin, genç kuşaklarca anlaşılması
için diyorsanız, (bilimsel demiyorum çok fazla yok çünkü) o konuda biraz katılırım.
Orijinal yazın dilinde okumanın zevki ve
hazzı yüksek.
Okunması rahat ve ses esnekliği yüksek Latin alfabesinde olması şartıyla.
Okunması rahat ve ses esnekliği yüksek Latin alfabesinde olması şartıyla.
Ancak gençlerin çoğu (evladımda dahil) kağıttan okumayı pek beceremiyor.
Test çözer gibi hızlı hızlı geçiyorlar kelimelerin üstünden... Onlara bu eserleri en iyi dizilerle anlatabiliyorsunuz. İlginçtir ki toplumun büyük çoğunluğu da aynı durumda...
Test çözer gibi hızlı hızlı geçiyorlar kelimelerin üstünden... Onlara bu eserleri en iyi dizilerle anlatabiliyorsunuz. İlginçtir ki toplumun büyük çoğunluğu da aynı durumda...
O zaman niye bu Osmalıca sevdası... Zaten gündelik dilimde yeterince
kullanıyorum(z). Bu yazıda bile kaç tane var bakın.
Eğer geçmişiyle barışık, tarihini bilen bir toplum
diyorsanız, istenilen yol çok eksik ve hatalı...
Önce okullardaki Tarih eğitimini bilimsel düzeye çıkartın.
Tarihi, ezberlenecek ve sınavda geçilecek bir ders olmaktan
çıkartın. Tarih kitaplara içine dağıtılmış, önyargıları, peşin hükümleri ve
yönlendirici ifadeleri, ırkçı-ümmetçi yaklaşımları kavramları temizleyin.
Tarihi tarafsız bir gözle ele alın. Salt yerli ve taraftar
kaynaklarıyla değil, muhalif kaynaklarla da ele alın. Misal mi? Çaldıran
savaşını sadece Osmanlı kaynaklarıyla değil, Fars, Safevi kaynaklarıyla da ele
alın.
Bırakın öğrenci o günün şartlarını anlasın. Tartışsın. Eğer
kendisi o taraflardan biri olsaydı, ne yapardı o şartlarda düşünsün.
Bırakın, sınıf arkadaşları da bu düşüncesindeki eksik ve
yanlışları tamamlayıp, ortak bir bakış açısı kazanana kadar konuyu irdelesin.
Tarih böyle öğretilmeli. Ya da en azından buna benzer bir
şekilde. O zaman görürsünüz ki, ülkenizdeki tüm gençlik tarihini bilir ve
onunla onur duyar.
Tabii tarihimizi Osmanlı ile sınırlayacak kadar dar görüşlü
iseniz bunu beceremezsiniz.
Selçuklu tarihi de bizim tarihimizdir. Orta Asya tarihi de
bizim tarihimizdir.
Ama yine de eksiktir. Anadolu tarihi de bizim tarihimizdir.
Sadece bir kaç mezar taşının üstündeki Osmanlıca yazı
değildir, bu topraklardaki mührümüz.
Anadolu’nun dört bir yanında yapılmış antik binalarda,
heykellerde, mozaiklerde bizim mührümüzdür.
Anadolu da binlerce yıldır yaşamış, bu eserleri yapmış
insanlar bir yere gitmedi ki Orta Asya'dan gelenlerle... Hepsi burada yaşamaya
devam etti. Savaştılar, seviştiler ama gitmediler. Karıştılar...
Antik şehirlerdeki kalıntıları gezerken, yabancılaşma hissediyorsanız bu bağınızı, geçmişi ve tarihi tam bilemediğiniz içindir.
Oysa gezin Anadolu' yu ocak-fırın yapım tekniklerinden, baca biçimlerine, duvar inşaat tekniklerinden, kap kaçaklara, çanak-çömlekten, günlük bazı kelimelere (kamış- bitki olan "Saz" kelimesi Sümer kökenli diye hatırlıyorum) hatta yöresel giysilere ve takılara kadar birçok eserde, yerde binlerce yılın süzülmüş ürünü var.
Atatürk bunları biliyordu ki Türk Dili ve Tarih'i, Arkeoloji
enstitülerini vb. kurumlara önem verdi, kurdurttu.
Anadolu da yaşayan insanları, sadece dini çerçevedeki
bakışların ötesine çıkarmayı hedefledi. Geçmişin tümüyle kucaklanması için
uğraştı. Hazırlık yaptı gelecek kuşaklara...
Ne diyeyim..
Cenâb-ı Allah Atatürk'ün yolundan ayrılanların tez belasını
versin...
---------------------------------------------------
Osmanlı'nın Türk kimliği üzerine bir tartışmadan....
Elbette otorite değilim ama Osmanlılara, Türk diyenler Avrupalılar'dı diye biliyorum.
Osmanlı her daim, çok uluslu bir imparatorluk olarak Türk kavramını yüceltmemiştir.
Diğer yandan, Osmanlı da Türk kültürünün geleneğinin bir parçasıdır ve gücünü Türk kültüründen almıştır.
Ama tüm Türk kültürünün veya toplumunun bir temsilcisi olmamıştır.
Sadece bir yan dal olarak gelişmiştir.
Eğer bu toplumda Türk kültürünün birleştirici özellikleri olmasaydı, Osmanlı yıkılışı ile bu topraklar bir çok düşman toplumun müstemlekesi olurdu...
Türk kültürü, din, ırk, köken gibi inanç veya genetik köken gibi geçmişten gelen bağlarla değil, günlük konuşulan dil (Dil önemlidir. Çünkü bir kültürün temsilcilerinin arasındaki ileşimden ayrı, Nasıl düşündüklerini? Düşünme alışkanlıklarını da tanımlar.) ve ülkü birliği (gelecek ile ilgili beklentileri benzer) olması üzerinedir.
Sanırım Türk toplumu olarak biraz da bu yüzden "balık hafızalı"yız.
Geçmiş değil, şimdi ve gelecek bu çerçeve de şimdi ve gelecekte bizimle beraber olacak olanlar daha ön planda...
---------------------------------------------------
Osmanlı'nın Türk kimliği üzerine bir tartışmadan....
Elbette otorite değilim ama Osmanlılara, Türk diyenler Avrupalılar'dı diye biliyorum.
Osmanlı her daim, çok uluslu bir imparatorluk olarak Türk kavramını yüceltmemiştir.
Diğer yandan, Osmanlı da Türk kültürünün geleneğinin bir parçasıdır ve gücünü Türk kültüründen almıştır.
Ama tüm Türk kültürünün veya toplumunun bir temsilcisi olmamıştır.
Sadece bir yan dal olarak gelişmiştir.
Eğer bu toplumda Türk kültürünün birleştirici özellikleri olmasaydı, Osmanlı yıkılışı ile bu topraklar bir çok düşman toplumun müstemlekesi olurdu...
Türk kültürü, din, ırk, köken gibi inanç veya genetik köken gibi geçmişten gelen bağlarla değil, günlük konuşulan dil (Dil önemlidir. Çünkü bir kültürün temsilcilerinin arasındaki ileşimden ayrı, Nasıl düşündüklerini? Düşünme alışkanlıklarını da tanımlar.) ve ülkü birliği (gelecek ile ilgili beklentileri benzer) olması üzerinedir.
Sanırım Türk toplumu olarak biraz da bu yüzden "balık hafızalı"yız.
Geçmiş değil, şimdi ve gelecek bu çerçeve de şimdi ve gelecekte bizimle beraber olacak olanlar daha ön planda...
19 Kasım 2014 Çarşamba
NÜFUS AZALTMA SUÇU TABİAT ANA'YA ATMA PROJESİ..' hakkında düşünceler
Tıptaki gelişmelerle, bir yüzyıl evvel 40–45 civarında olan
yaş ortalaması 65-90 aralığına çıktı.
Bizim çocukluğumuzda 45 yaşındaki insan yaşlı, torun
sahibiyken şimdi neredeyse genç.
60-70 aralığındakiler ancak orta yaşlılar. Yaşlılık bile
75'inden sonra başlıyor.
Emeklilik yaşı da buna göre uzadı. İnsanlar artık en verimli
oldukları dönemde, iş açısından olgunluğa ulaştıkları dönemde emekli
olmuyorlar. Ama eski yasaların uzantısı ile genç emeklilerin sayısı hala az
değil.
Oysa 3 çalışanın bir emeklinin maliyetini karşıladığı
ortalama sosyal güvenlik sisteminde, bir de işsizlik ile çalışan sayısı
azaldıkça denge kurmak zorlaşıyor. Diğer yandan bizim iktidarlarımız gibi
(sadece şimdiki değil, geçmiş dönemlerde dâhil) emeklilik fonlarındaki paraları
yanlış yatırımlara ve müsrifliğe kullanan yönetimlerle bu denge daha da
bozuldu.
Bu nüfus artışının getirdiği zorlukların yanında eğitim
sisteminin yetersizliğindeki artışta başka bir engel.
Eskiden askerlik, çalışmaya hazır erkekleri, bir kaç yıl iş
piyasasından uzaklaştırarak, gizli istihdam aracı olarak kullanılırdı. Oysa
kadınlar da çalışma yaşamında yer alınca anlamsızlaştı. Askerlik süresi düştü
ama bu seferde kişinin eğitim süresi uzadı.
Bunlar tabi dar çerçeveler.
Bir de işin geniş cephesi var.
Büyümeye ve artışa dayalı kapitalist ekonomi modeli için,
artan yarı cahil nüfus caziptir. Tüketmek için vardırlar. Dünya nüfusunun büyük
çoğunluğu da aynı durumda…
Dünya nüfus ortalaması, bir günde 1,4 dünya günlük üretimi
tükettiği için, dünya kaynakları her 3 yılda, 1 yıl geleceğe borçlanıyor.
Son 60 yıldaki tüketim düzeyiyle insanlık, önümüzdeki 15–20
yılın kaynağını çoktan tüketmiş durumda.
Bu da doğal kaynaklara aşırı yük oluyor.
Bu gidişle bu yüzyılın sonunda insanlık 9 milyar sınırına
erişecek. Yani nüfusu yüzde 25 daha artmış olacak. Tüketimde aynı oranda
artarsa, zaten tükenmiş sınırdaki kaynaklar için çok ciddi kavgaların
verileceği kesin gibi.
Çünkü şu anki tüketim rakamlarına göre, dünya o dönemde en
fazla 2 milyar insanı ortalama refah düzeyinde, çok zorlanırsa 3 milyar insanı
zor şartlarda besleyebilecek.
Çünkü gıda üretiminde de artış için geliştirilecek biliminde
sınırlarına erişmiş durumdayız.
Artık bilim daha fazla üretemeyeceği için, üretilenlerin
ziyan edilmeden ve daha verimli nasıl kullanılacağı üzerinde odaklanıyor.
Batı toplumları bu konunun çok daha önce farkına varmış ve
uygulamaya geçmiş durumda.
Nüfus artışı düşerken, yüksek teknolojiye yönelerek iş gücü
ihtiyaçlarını düzenlemeye başladılar. Buna rağmen işsizlik durumlarına
bakarsak, nüfusları hala yüksek.
İhtiyaç duydukları kalifiye eleman ve işgücünü ise göçmen
politikalarıyla çözecek bir yapı geliştiriyorlar.
Diğer yandan dünya ekonomisinde baskın rollerini kaybetmemek
için, bilgi tabanlı ve sermayeli yüksek teknolojiye olan yatırımları artıyor.
Türkiye olarak bu dönemde önümüzde iki rol var.
Ya yüksek nüfuslu, bilgi üretme düzeyi düşük, tüketici ve
dolayısıyla bağımlı bir toplum modeli...
Ya da düşük nüfuslu, bilgiye dayalı alanlarda gelişmiş,
kendisine yeterlilik düzeyini yükseltmiş bir toplum modeli...
Üçüncü bir olasılık olarak dışa kapalı, kendi kendine
yeterli bir toplum modeli ise işe yaramaz. Elektronik iletişim ve ticaret
nedeniyle insanlar sanal dünya vasıtasıyla zaten birbirleri ile çok iç içe
girmiş durumdalar. Kontrol ve değiştirilmesi gereken çok fazla fonksiyon olduğu
için bunu başarmak imkânsız.
Diğer yandan yayılımcı bir politika ile toplumları
birleştirme projesi de asla işe yaramaz. Bireyselliğin ön plana çıktığı son 60
yıldan sonra insanları tekrar toplumsal düşünceye sokmak ancak fiziksel
şartlarda zorlama ile yüzeysel ve sahte bir birliktelik olur. Toparlansa bile
bir arada tutmak için gereken enerji ve güç, tüm üretim ve planlama getirilerini
siler. Tıpkı eski SSCB'de olduğu gibi.
Ayrıca insanın hem cinsine karşı olan vahşetini ve tüketim canavarlıklarını
düşününce insanlığın geleceği ister insan eliyle, ister doğa eliyle olsun hiç
de parlak gözükmüyor zaten. BM
Türk Gülsev Eyüboğlu
Bu gizli Ölümler proje
çalışmaları,ilk 1957 de Huntsiville'de gizli olarak başladı..
1957 de yapılan gizli toplantı
kararları,yapılan toplantını görsel sanatları destekleme ve Müze kurma olarak
açıklandı..
Vatikan'la yakın ilişkileri olan
İtalyan Doktor Aurellio Peccei'nin teşviki ile başlatılmıştır..
1968 yılında yayımlanan Nüfus
Bombası Kitabı yapılan çalışmaların göstergesi olarak sayfa 17
"Doğum oranı ölüm oranını
geçtiği müddetce dünyaa
nın nüfusu artmaya devsm
edecektir.Nüfus büyümesinin daralması ya da daralmanın başlaması,ya doğum
oranının azaldığı,ya ölüm oranının arttığı,ya da her ikisinin de birlikte
gerçekleştiği anlamına gelir.O halde temel olarak ,nüfus probleminin
çözülmesinin sadece iki yolu var.Birisi doğum oranını azaltmak için yollar
bulduğumuz "doğum oranı çözümü",ikincisi "Savaş,kıtlık, ve
salgın hastalıklar gibi ölüm oranını yükseltmek"ölüm oranı
çözümü"..Ancak insanoğlu bilincli olarak doğum oranını ayarlıyamıyağı için
nüfus kontrolünden kaçınılabilir.
Böylece"Ölüm oranı
çözümü"ortaya çıkmak zorunda kalmaz.."
Görülen o ki Kamuoyuna "ölüm
Oranı çözümü"ortaya çıkmaz zorunda kalmaz olarak açıklandığı halde..
"Ölüm oranı
çözümü"çalışmaları gizlice yürütülmüştür.
Salgın hastalıklar için
Laboratuvarlarda ölümcül mikrop ve virüs üretim çalışmalarında;Dr.Aurelio
Peccei kendini donör olarak kaullanacağını taahhüt ederek genel nüfusla aynı
riski taşıyor diye kahraman ilan edildi(!)..
Dr .Aurelio Peccei ve ekibi;
1968 yılında üretilen mikrop ve virüs çalışmalarında kamuoyuna çıkacak büyük
salgınları önleme ve aşı geliştirme çalışmaları olarak açıklamışlardır..
Bilgisayar model çalışmasını
geliştiren proje ekibi..
Dr.Dennis L.Meadows,Müdür
(ABD)...Dr.Alison A.Anderson (ABD),Dr.Jay M.Anderson (ABD)
İlyas Bayar(TÜRKİYE),Wiiliam
W.Behrens(ABD),Farhad Hekimzadeh(İRAN),Dr.Steffen Harbordt(ALMANYA),Judith
A.Machen(ABD),
Dr.Donella H.Meadows(ABA),Peter
Milling(ALMANYA),Nirmala S.Murthy(HİNDİSTAN),Roger F.Naill(ABD),Jorgen
Randers(NORVEÇ)
Stephen Shantzis(ABD),John
A.Seeger(ABD),Marilyn Williams(ABD),Dr.Erich K.O.Zahn(ALMANYA)..
Görünüşte Dünya Nüfus oranını
azaltma projesi olarak sunulan çalışma 1969 yılında tamamlanarak Birleşmiş
Milletler Genel Sekreterliğine teslim edildi..Çalışmaların analizi yapılan
Biyologlar toplantısında;
Biyolog Lowell Summer"BİR
BİYOLOG OLARAK,İNSAN NÜFUSU PATLAMASI VE GETİRDİĞİ DOĞAL KAYNAKLARIN
TÜKETİLMESİ SORUNU,BANA GÖRE EN BÜYÜK TEHDİTTİR.ZAMAN GELDİ DE GEÇİYOR
BİLE.TEHLİKE İLE YÜZLEŞMELİYİZ,YOKSA SONUNDA MAHVOLACAĞIZ.."
...............................................................................................................................
SONUÇ:Sözüm ona içme sularını
hijyenik temizleme adı altında bol miktarda adı altında Dioksin
kullanarak,kalp krizleriyle ölümü artırmak..Meyve ve sebzelerde zararlı
sineklerle mücadele altında insanlara zararlı biyolojik maddeler kullanma ile
kanser hastalıklarını çoğaltma ..Bilinçli olarak sızdırılan Radyoaktif
gazlar,zehirli atıklarlarla toprağı ve havayı zehirlemek..Özellikle
cesium-137,strontium-90,
toryum-230,radyum-226,radon-222..
GDO'lu sentetik yiyecekler ..Çeşitli
isimler altında birdenbire ortaya çıkan çeşitli virüs grip salgınları..
YORUM YAPMIYORUM..ÇÜNKÜ TÜM
YAPILANLAR ,BİYOLOJİK KATLİAMLAR APAÇIK TÜM DÜNYA DA ORTADA..
SAYGILARIMLA
GÜLSEV EYÜBOĞLU
17 KASIM 2014
KAYNAK:Apokalips'in
Atlıları..William Cooper
20 Kasım 2013 Çarşamba
Siyasetin Ölümü- Yakın gelecekte şirketlerin yükleneceği roller ve geçirecekleri yapısal değişimler
Şirketler önce kendi tüketici gruplarını
oluşturacaklardır. Ardından bu tüketici grubun güvenliliğini ve sürekliliğini
sağlamak için faaliyetlere girecektir. Bu
kişilerin aynı zamanda çalışanı olması, firmanın sürekliliğinin bir garantisi
olacaktır. Buna günümüzdeki başlangıç örneği olarak, network marketing
sistemler denilen, amway, herballife gibi kurumları gösterebiliriz. Hem kendi
tüketici grubunu oluşturmaktadır. Hem de bunlar vasıtasıyla yayılmaktadır.
Ayrıca kişiler arası sosyal ilişkileri de biçimlendirdiği için bir hayat tarzı
ile karşımıza çıkmaktadır.
Diğer yandan gelecekte şirketler çalışanları için önerdikleri sosyal imkânlar, refah düzeyindeki artış ve güvenlik teklifleri ile de bu kitleleri ellerinde tutmaya çalışacakladır. Hatta müstakbel çalışanlarını hazırlama işi ile eğitim alanına bile girenler olacaktır.
Diğer yandan gelecekte şirketler çalışanları için önerdikleri sosyal imkânlar, refah düzeyindeki artış ve güvenlik teklifleri ile de bu kitleleri ellerinde tutmaya çalışacakladır. Hatta müstakbel çalışanlarını hazırlama işi ile eğitim alanına bile girenler olacaktır.
Diğer yandan her firmanın benzer bir sosyal çalışan-tüketici yapısı mümkün olmayacaktır. Bunlarda daha düşük kâr marjına razı olarak tüketicilerini ellerinde tutmaya hatta sermaye paylaşımı ile tüketicilerini aynı zamanda hissedarı yapma yoluna da gireceklerdir.
Gene bir başka yapı olarak ta, küçülen alandaki firmaların kendi bölgesel kabuklarına çekilmeleri biçiminde görülebilecektir. Daha çok bölgesel çapta olacak olan bu yapıları bir tür “rekabete karşı korunmak için dayanışma” organizasyonları olarak göreceğiz.
Böylece hem temel tüketici kitlelerini koruyabilecekler, hem de kendileri için dışa kapalı bir nefes alabilecekleri bir alan da oluşturacaklardır.
( Bir tür holdingleşme de diyebileceğimiz bu yapıda ise, kabuğuna çekilen firmalar bir ya da birkaç satıcı firmayı destekleyecek şekilde üretim planlamasına yöneleceklerdir.)
Günümüzde bu yapıların ayak seslerini “Barter Exchange Trade” adı verilen barter organizasyonlarında görmek mümkündür. (Tek farkla ülkemizdeki barter organizasyonlarında, firmalar birbirlerini destekleyecekleri yerde, daha çok kâr için acımasız fiyat politikaları uygulamaktadır. Bunda barter organizasyon şirketlerinin yönetim ve mantık yapısının payı olmasına rağmen, esas neden firmaların henüz bu ortamlarda yeterli güven ve güvenlik imkânı bulamamasından kaynaklanmaktadır)
Siyasetin Ölümü- Ekonomik açıdan bizi bekleyen gelecek ve nasıl bir dünya da yer alınacağı
İlk önce dünyayı birçok sorunun beklediğini
toplumsal ve ekonomik gelişimlerin bu sorunlarla şekilleneceğini kabul etmek
gerekiyor.
Artık
birbirine bağlı, hızlı bir haberleşme ve ulaşım imkânlarının olduğu bir dünya
da yaşıyoruz. Bu da dünyayı ve fikirleri ulaşılabilir yaparken, aynı zamanda
daraltmakta, hatta kapalı bir sistem haline getirmektedir.
Aynı şekilde hala çok uluslu şirketler önderliğinde, yüksek kâr amaçlı olarak, tüketim toplumu zihniyeti aşılanmakta ve büyümeye dayalı ekonomik model devletler için rakipsiz bir model olmaktadır.
Aynı şekilde hala çok uluslu şirketler önderliğinde, yüksek kâr amaçlı olarak, tüketim toplumu zihniyeti aşılanmakta ve büyümeye dayalı ekonomik model devletler için rakipsiz bir model olmaktadır.
Oysa hiçbir şey sürekli büyüyemez, hele
kapalı ortamlarda, bir taraftan almadan diğer tarafın büyümesi
imkânsızdır. Sonuçta bunu bir yaşam
kavgası olarak ele alırsak, toplum içi ve toplumlar arası çatışmalar kaçınılmaz
olacaktır.
Üstüne üstlük halen dünyanın kendisini yenileme kapasitesinin üstündeki kaynak tüketimi ile geleceğe yönelik kaynaklarda da ciddi yok oluşlar gerçekleşmektedir. Halen dünya kapasitesinin 1,5 katı tüketime maruz kalmaktadır. Bu gelecek kuşakların kaynaklarının da tüketimi anlamına da gelmektedir.
Bu çerçevede birçok ekonomik yapı ve organizasyon evrim geçirmek zorunda kalacaklar.
Üstüne üstlük halen dünyanın kendisini yenileme kapasitesinin üstündeki kaynak tüketimi ile geleceğe yönelik kaynaklarda da ciddi yok oluşlar gerçekleşmektedir. Halen dünya kapasitesinin 1,5 katı tüketime maruz kalmaktadır. Bu gelecek kuşakların kaynaklarının da tüketimi anlamına da gelmektedir.
Bu çerçevede birçok ekonomik yapı ve organizasyon evrim geçirmek zorunda kalacaklar.
En başta şirketleri ele alırsak, yüksek kâr
amacından sapmak zorunda kalacak şirketler aynı zamanda var olmak için
toplumdan destek görmek için “sosyal sermaye”ye de yatırım yapacaklar.
Hatta birçok şirketin sosyal sermaye
yönünde reorganizasyon olacağını da söyleyebiliriz. Çünkü firmaların esas
kuruluş amacı, toplumsal ihtiyacın karşılanması ve bu işlevin sürekliliğini
sağlamaktır. Kâr bu sürekliliğin devamı ve artan ihtiyaçların sağlanması
içindir.
Günümüzde kâr hedef haline gelmiştir. Bu
mantık devlet mantığına da bulaşmış, ekonominin de büyümeye dayalı, tüketim
toplumu gelişimini teşvik eden bir yapıya dönüşmüştür.
Sonuç belli.
Şirketlerde canlılar gibi doğar, büyür,
gelişir, ölür. Bir şirketin ölmemek için yapabileceği tek şey, faaliyetine
süreklilik katmasıdır. Toplum tarafından süreklik arz eden bir desteğe sahip
olmalıdır.
Bu da kâra dayalı şirket yapısının
çökmesidir. Çünkü kâr amaçlı bir şirket, başka şirketlerle de rekabet etmek
zorundadır.
Artan kâr mantığına dayalı şirket yönetimi organizasyonu, üretim, maliyet, pazarlama, lojistik gibi hayati fonksiyonlarında rekabet artıkça zorlanacaktır.
Küreselleşme ve serbest piyasa ekonomi si ortamı firmaların önünü açtı ve ulusaldan, uluslar arası arenaya çıkmalarını sağladı. Bu ticaret özgürlüğünün yanında ise eskisine oranla çok daha sert ve ciddi bir rekabet ortamı doğdu. Bir firma artık aynı ilde hatta ülkede değil, aynı kıtada hatta aynı dünya da olan firma ile rekabet ortamına girdi. (Hele dünyanın ne kadar küçüldüğünü düşünürsek, Çin’den bir ürünü 2–3 dolar kargo ile alabildiğimizi…)
Böyle kapalı ve gittikçe daralan bir ortamda, firmaların sürekli rekabet etmesi ve birbirini yemesi (satın alması) orta vadede çözüm gibi gözükse de, geçicidir. Bir firma nereye kadar büyür. Dünyadaki tek firma olana kadar. Tek firma olduğu zaman ne olacak?
Artan kâr mantığına dayalı şirket yönetimi organizasyonu, üretim, maliyet, pazarlama, lojistik gibi hayati fonksiyonlarında rekabet artıkça zorlanacaktır.
Küreselleşme ve serbest piyasa ekonomi si ortamı firmaların önünü açtı ve ulusaldan, uluslar arası arenaya çıkmalarını sağladı. Bu ticaret özgürlüğünün yanında ise eskisine oranla çok daha sert ve ciddi bir rekabet ortamı doğdu. Bir firma artık aynı ilde hatta ülkede değil, aynı kıtada hatta aynı dünya da olan firma ile rekabet ortamına girdi. (Hele dünyanın ne kadar küçüldüğünü düşünürsek, Çin’den bir ürünü 2–3 dolar kargo ile alabildiğimizi…)
Böyle kapalı ve gittikçe daralan bir ortamda, firmaların sürekli rekabet etmesi ve birbirini yemesi (satın alması) orta vadede çözüm gibi gözükse de, geçicidir. Bir firma nereye kadar büyür. Dünyadaki tek firma olana kadar. Tek firma olduğu zaman ne olacak?
Bu durumda firmalara tek bir seçenek kalıyor, “Satranç” oynamayı bırakıp, iyi bir “Go” oyuncusu olmak.
Uzakdoğu’nun özel oyunlarından olan “go”, rakibini yenmek için yok etmeye değil, onunla beraber ama daha fazla hareket imkânı ile yaşamaya dayanır. Çok nadir olarak rakibi yok etse de, esasen var olmak için rakibin varlığına ihtiyaç duyar. Ying-Yang felsefesi ile de uyumlu bir bakış açısı.
Bu bakış açısı aynı zamanda sosyal sermaye açısında da önemlidir. Çünkü Uzakdoğu firmalarının çoğu için sosyal sermaye önemli bir birikimdir. Dünya küçüldükçe ve rekabet ortamı artıkça, firmaların dayanacağı ana kaynak da doğal olarak, toplum içinde vazgeçilemez bir işleve sahip olmak olacaktır. (Günümüzde devletlerin küçülmesi, özelleştirmeyle ekonomiden çekilmesi gibi kavramlarda ilk adımların sesidir)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)