21 Aralık 2016 Çarşamba

Siyaseti ve Toplumların Yönetim tarzını ne belirliyor?




Her ne kadar insan temel haklarının evrenselliği, insana değer verme, merhamet, dostluk, insanlık gibi yüce duygu ve erdemlerin üstünde titizlikle dursak ta, gerçekte bunların hepsi sadece birer araç.
İnsan Haklarından söz edenlerin, bu hakları ne zaman gündeme getirdiklerine bakın. Sadece ucu bir şekilde dokunacağı zaman.

Politika, her zaman uyuşmazlıkların çözülmesi veya tek yönlü çözümler üretmek için bir araç olmuştur. Politikanın tarafları, belli çıkar gruplarını temsil eder. Bu çıkar gruplarının arasındaki çatışmaları, politikacılar yönlendirir ve çözer.
Bir bakıma grup adına pazarlık yapan temsilcilerdir.

Ancak bu temsilciler, şahsi veya ait oldukları daha özel alt grubun çıkarlarını ön plana aldıkları zaman, genellikle sorunlar çıkar ve büyür.
Ne kadar geniş destek tabanları olursa olsun, destek tabanında da sorunlar çıkar. Genellikle böyle durumlarda, baskın olan grup, temsilcinin çevresindeki bölge, grup üzerindeki baskıyı arttırır. Ve grubu bir arada tutacak, iç politikalar üretilir.

Sonuçta, her politik grup bir çıkar grubunu temsil eder.
Bu kümelenme, üst kümenin, alt ve onlarında alt kümelerini de kapsayacak şekilde  yapılanır.

Ülke çıkarlarını bir grup temsil ederken, aynı grup ülke içinde bir çok gruptan biridir ve diğerlerine baskın olandır sadece.
O tek gruba baktığımızda, onunda aslında daha alt gruplardan oluştuğunu ve onlarında asgari müştereklerde buluştuğunu görürüz.
Bu alt gruplardan en baskın olanı, diğerlerini yönlendirmektedir.
Bu zincir bu şekilde sürer gider.
Ta ki, tek bir kişiye ulaşana kadar.

(Buraya kadar olan kısım, genel açıdan durum değerlendirmesidir.)

Bu çerçeveden bakınca, politikayı ve toplumların yönetim şekillerini ele alırsak,

Toplumların yönetim tarzını, üretim araçları ve yöntemleri belirler...
Eğer tarihe şöyle bakarsak ve İbn-i Haldun'un klanlarla ilgili sosyolojik çalışmasından başlarsak (bilgilerin-gözlemlerin 1000 yıllık olmasını değerini ve güncelliğini hiç azaltmamış olmasına dikkat ediniz, çünkü inceleme konusu hala aynı; insan...); Klanlar, kabileler, aşiretler ilk temel sosyal birimlerdir. Ağırlıklı olarak kan bağına veya akrabalık ilişkilerine dayalı, dışa kapalı bir yapıları vardır. Gen çeşitliliğinin düşük olması nedeniyle, belirgin ortak baskın özellikler taşıyabilirler.
Avcılık ve toplayıcılık ile geçinenlerde, hareketli olanlarda, göçerlerde, herkes üretim sisteminde yer alır. Bireyden önce topluluk ön plandadır. Çünkü çoğunluk faydasına olan her şey, bireyin direk ya da dolaylı faydasınadır.
Yapı olarak bireyler genelde birbirine denktir. Bu nedenle yönetimleri de bu denk kişiler arasından, yetenekleri ile üste çıkanlara verilir. Günümüzün demokrasi anlayışına yaklaşır.

Ancak tarımın keşfedilmesi ile yerleşik hayata geçilince, üretim yapısı değiştiğinden, toplumun yapısı dolayısı ile yönetim yapısı değişmiştir.

Öncelikli olarak en büyük toprak sahipleri, kabile-aşiret liderlerini yerini almıştır. Toprağın mülkiyet yolu ile çocuklara miras kalması, yönetim hakkının da miras kalmasına yol açmıştır.

En güçlü toprak sahipleri, çıkarlarını koruyacak savaşçıları da beslemeye başlamıştır. Böylece kent devletleri ortaya çıkmaya başlamış. Daha küçük toprak sahipleri de bu koruma karşılığında üretiminden pay vererek, yakın bölgelere yerleşmeye başlamış.
Üretim artışı ile toplumun ihtiyacı olan çeşitli araç ve gereçleri, hizmetleri üreten kişi ya da sınıfların doğuşu da bu dönemin ürünlerinden...

Göçerlikten, yerleşik yaşama geçiş ile aşiret liderliği artık seçimle değil, kan ile miras yoluyla aktarılmaya başlanmış.

Bu dönemde yönetim sistemlerinin alt dallara ayrılıp, branşlaşması ve planlamaların yapılması da başlamış. Böylece devlet sistemi ve bürokrasinin de temelleri atılmış.

Devlet, toplumun düzenini sağlayan ve aralarındaki çatışmaları çözen ama öz olarak bir kişi ya da soyu temsil eden yapıya ulaşmış.
Toplum, tebaa olarak, bu kişi ya da soy için; üreten, üretiminden pay (vergi) veren kişiler olarak özgürlüklerini kısmi olarak kaybetmişler.
Gelenekler, adetler, törelerle bu sosyal yapı işlenmiş ve güçlendirilmiş.

Üretim yapısının toprağa dayalı olması, artan nüfusun ihtiyaçları için daha fazla üretim olanaklarına da ihtiyaç doğurmuş. Eğer üretim ihtiyaçları karşılayamayacak düzeyde ise başka toplulukların üretimlerine ve üretim kaynaklarına göz dikilmiş.
Bu da savaş ganimetlerine ve yağmaya dayalı, tarımsal tabanlı ekonomi sistemleri geliştirmiş.

Nüfusun artması ve yaygınlaşması ile bu yapı yaklaşık 3500 yıl boyunca ağır ağır gelişmiş.
Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı ile büyük halk toplulukları, tek bir bakış altında birleştirilip krallıklar ve hatta imparatorluklar da kurulmuş.

Geçmişten kalan, kral, imparator, şah, padişah üst düzey  ve lord, dük, baron, ağa, efendi gibi kavramlarda alt düzey- bölgesel toprak sahipliğinin unvanlarından türemiş kavramlar.
Bu dönemde temel üretim yapısı toprağa-çiftçiliğe dayandığından, yönetim sistemleri de bu yapıyı koruyacak ve destekleyecek şekilde olmuş.
Topraklarını organize edemeyecekleri, üretim yaptırmayacakları yerleri ve işgal edip, vergileriyle kaynak haline getirmişler. Bu da sömürgecilik olarak karşımıza çıkıyor.

1776 yılı insanlık tarihi için dönüm noktalarından biri olmuş.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Buhar Makinesi icadı, Adam Smith'in "Ulusların Zenginliği" çalışması dünyanın tarihini değiştirmiş.

İngiliz sömürgesi Amerika, bağımsızlık mücadelesi sırasında bireysel hak ve özgürlükleri dile getirerek, devlet sisteminde, bireyi ön plana getiren anlayışı ortaya koymuş.
Buhar makinesi işgücü olarak, insan ve hayvan gücünden daha fazla işi, daha ekonomik olarak yapma imkanı sağlamış
Ulusların Zenginliği ise, yeni yüzyılın ticaretinin ve politikasının temel bakışlarını ortaya koymuş.

Çünkü sömürgelerden sağlanan dolaylı ve direk gelirler ile refah düzeyi ve bilimsel bilgi birikimi artan Avrupa, kabuk değiştirmeye başlamış.
Önce monarşik yapı etrafında, uluslaşmalar başlamış. Artan üretimi destekleyecek yeni pazarlar ve tüketici gruplarına olan ihtiyaç  uluslararası ticareti geliştirmeye başlamış.
Uzak bölgelerden sağlanan egzotik ürünler, ucuza üretilen sanayi ürünlerle ticaret edilince, kişi ve şirketlerin kar marjlarında büyük artışlar sağlanmış. Bu bir çok tüccar için yeni fırsatlar doğurmuş.
Üretimi destekleyecek işçi sınıfına da gerek duyulmaya başlanmış. Ve bu işçilerin makineleri kullanabilmesi içinde ulus çapında en azından asgari bir eğitim düzeyine ihtiyaç duyulmuş. Böylece ulusal eğitim sistemlerinin de temeli atılmış.
Başlangıçta ağırlıklı olan toprak sahiplerinin (ünvanlı) yerlerini ise girişimci tüccar ve fabrikatörler almaya başlamış.
Burjuvazinin ve kentleşmenin artışı, yeni sosyal sorunlara yol açmış. İşçilerin yaşam ve çalışma standartlarındaki düşüklüklerin, üretime ve tüketime olan olumsuz etkileri de giderilmeye çalışılmış.

Üretimin topraktan, sanayiye kayması, toprak işçiliği yapacak kişileri ve dolayısı ile toprak sahiplerinin etkinliklerini ve ekonomik güçlerini de olumsuz etkilemiş.
Sanayi ürünleri karşılığı, çok daha ucuza ithal edilen tarımsal ürünler zaten bu açığı kapatabilirken, işçilik ve bakım maliyetleri göreceli olarak daha yüksek olan tarımsal üretim azalmış.

Bu dönemde hakim güç aşama aşama  kentli, sermaye sahibine doğru kaymaya başlamış. İlk işçi örgütlenmeleri de, çalışma ve yaşam standartlarını artırmak amacıyla
bu dönemlerde doğuyor. Fabrikaların ticaret yollarına uygun yakınlıkta kurulması, fabrikaların kalıcı tesisler olması, işçilerin hareketli olabilmesi avantajı ile sosyal yapı biçimlenmeye başlamış.

Devlet sistemi teoride bir kişiye ya da soy'a ait olarak kabul edilse de, bu kişi ya da soylar daha temsili bir role doğru çekilmeye başlamışlar.
Bu dönemde üretilen iç politikalar da, halk sağlığı ve eğitiminin geliştirilmesi yönünde olmuş. dış politikalarda başka halkların sağlığı ve eğitimi pek önemsenmemiş.
Ancak en azından kendi aralarındaki çatışmaları bile bu topraklara taşımışlar. Böylece Avrupa devletleri, Avrupa kıtasında artan bir refah ile yaşarken, aynı devletler uluslararası arenada kıyasıya çekişir ve mücadele eder olmuşlar.
Daha çok kaynak, hem hammadde hem de pazar için çatışmışlar.

Bu dönem Birinci Dünya savaşı ile tamamen bitmiş. Toprak unvanları tamamen sembolikleşmiş. İmparatorlukların krallıkların yerini; demokratik yapılar, cumhuriyetler gelişmeye başlamış.
Bu yapısal değişimin şekillenmesi ve yerleşmesi yaklaşık 25 yıl sürmüş. 2nci dünya savaşından sonra ise tamamen yerleşmiş.

İkinci dünya savaşında, savaş için üretim yapısına dönen Amerikan Sanayisi, sıfır işsizlik gibi bir ideal konuma ulaşmış.
Fabrikalardaki yığın üretim, savaş bitiminde bu kadar üretimin nasıl tüketileceği konusunda yeni politikalar üretmeye zorlamış.
Keynes'in toplumsal refah artışının, tüketimi desteklemesi ve tüketiminde üretimi desteklemesi bununda ekonomik büyüme ve gelişme getiren ekonomi modeli, Amerikan örneğinin büyük başarısı sonucunda başta batı ülkeleri olmak üzere, hızla dünya çapında benimsenmiş.
Bu ekonomik politika, üretimimin istihdamı desteklemesi, artan şirket karlılığı ve ticaret hacmi sadece devlet yönetimlerince değil, işveren sermaye sahiplerince de büyük oranda desteklenmiş, benimsenmiş.
Halen yaklaşık 60 yıldır, dünya ekonomisine bu anlayış biçim veriyor.
Bu dönemde bireysel tüketicinin hakları, tüketiminin güvenceye alınması açısından da önemli olmuş. Dünya çapında tüketicilerin en azından minimum bir tüketim düzeyine ulaşabilmesi için, insan temel hakları çerçevesinde uluslararası düzenlemelere de yönelinmiştir.

(Bazıları bu noktada, insan haklarının evrenselliği ve öneminin, insani değerlere bağlı olduğunu, ekonomik açıdan ele almanın yanlış bir iddia olduğunu düşünebilir. O zaman şu soruyu sormak gerekir, insan haklarının öneminden ve evrenselliğinden bahseden toplumlar ya da devletler, niye başka toplumların çıkarları ve ihtiyaçları söz konusu olduğunda aynı duyarlılıkta olma ihtiyacı duymuyor?

O toplumlar arasındaki çatışmaları destekliyorlar? Ya da bizzat kendileri, çatışabiliyorlar ve bunu kendi toplumlarının ve dolayısı ile insanlığın (?) refahı için yaptıklarını iddia ediyorlar?
Ya da bu toplumların ürünlerini, bu toplumlara ancak yaşamalarına yetecek düzeyde bir gelir karşılığı alıyorlar? Kendilerine sürekli muhtaç bırakıyorlar? Vb. gibi bir çok soru sormak mümkün...)

Temel insan değerleri ve hakları çerçevesinde, kendi toplum refahlarını yükseltirken, bireysel hak ve özgürlüklerde de, bu ekonomik yapıya katılmalarını sağlayacak şekilde uygulamalara geçmişlerdir. Yani günümüzde, "modern demokrasi" adı altında sunulan modele...

Bu dönemde, özellikle uluslararası ticaretin artışı ile sermaye hareketlenmeye başlamış. Ulaşım imkanların genişlemesi ve hızlanması, sermaye sahibini belli bir yere veya bölgeye bağımlı olmaktan kurtarmış.
Dünya çapında tüm toplumların neredeyse, belli bir eğitim düzeyine de ulaştırılmış olması, işgücü ihtiyacının da karşılanmasını kolaylaştırmış.

Sonuçta eskiden işgücü hareketli ve bundan dolayı avantajlı iken, bu dönemde sermaye ve yatırımı da hareketli (mobil) olmuş.
Bu işgücünün, işçinin elini zayıflatan bir duruma dönüşmüş.
Özellikle sanayi üretiminde, işçilik ve hammadde ve ulaşım girdilerine göre yatırım yeri seçilmeye başlanmış.

Bir bakıma "Mavi Yakalı İşçilerin" güçleri kırılmış. Günümüzde sabit kalan kurumların çoğu, belli bir bölgedeki insanlara "hizmet veren kurumlar", hizmet sektörü dışındaki işletmeler ise, kendileri için en avantajlı noktalarda üretim yapmayı tercih ediyorlar.

Beyaz Yakalı dediğimiz, ağırlıklar hizmet sektöründe çalışanlar fiziksel güç yerine zihinsel güç kullanan, daha eğitimli ve alanında profesyonelleşmiş kişilerden oluşuyor.
Aralarında yapılan iş ve işyeri açısından ortak noktalar, Mavi Yakalılara göre daha az. İşbölümü ve uzmanlaşma ön planda. Bu nedenle örgütlenmeleri de daha farklı yapıda oluyor.
(Bu aynı zamanda, özellikle son 40 yıldır donmuş olduklarını, ülkemizdeki sendikaların niye kan kaybettiğini ve güncel çalışma yaşamını yakalayamadıklarını da açıklıyor.-Hala "Mavi Yakalı" ağırlıklı bir çalışma yaşamı ve ihtiyaçları için söylemler üretiyorlar.)

Bu gelişme aslında dünya çapında sanayi üretiminde işçilik maliyetlerini azaltırken, özellikle kirli sanayi'nin (çevre ve toplumsal kirliliğe katkısı yüksek alanlar) gelişmekte olan ülkelere kaymasına yol açtı.
Gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler ise daha çok bilgi ve hizmet gibi, insan ağırlıklı ve odaklı alanlara yöneldiler.

Doğal olarak bilgili ve bilinçli insan sayısının artması ile  siyasi yönetimlerinde buna göre şekilleneceği, daha adil, liyakat tabanlı eşitlikçi ve uzlaşmacı bir yapıya dönüşeceğini öngörebiliriz.
Ancak öyle olmadı. En azından Avrupa ve bazı Uzakdoğu ülkeleri haricinde, demokrasi ve değerleri genel olarak dünya toplumlarına yansımadı.
(Günümüzde ideal anlamda en demokratik sayılabilecek yerler, Avrupa ülkeleridir ki onlar arasında bile yönetimsel olarak güneye indikçe  farklılıklar var.)

Politik sistemde bu yapı altında şekillendi. Eski hakim güçler olan toprak sahipleri ve sonra sermaye sahipleri yerine, çok uluslu şirketlerin-ortaklıkların yönetim kurulları yerine geçmeye başladı.
Uluslararası politikalara şirketler ve bunların karar mekanizmaları yön verirken, ulusal politikalara da etki ettiler.
Çünkü üretim araçları ve kaynakları (sermaye güçleri) onların elinde toplanmaya başladı.

Bunun sonucunda, demokrasinin eşitlik ilkesi altında herkesin seçilebilmesi de çok zorlaştı.
Fırsat eşitliği altında sunulan rekabetçi yaklaşım, yönetim kademelerine de ancak ekonomik yönden yeterli gücü ve desteği olanların seçilebilmesine neden oldu.
Yani geçmişin "toprak ve sonraki sermaye sahiplerinin" yerini, günümüzün "sermaye güçleri" aldı. (Bu sermaye güçleri geçmişteki gibi, bu güçlerini -kısmen- miras bırakmıyorlar. Sermaye sahipleriyle aralarındaki fark bu. Yönetim kurullarında seçiliyorlar veya değiştirilebiliniyorlar.)

Artık sıradan bir insanın, (çok popüler olmadıkça) ülke yönetiminde yer alabilmesinin yolu da kapanmış oldu. Avunması için, "oy vermeyi" demokrasi olarak tanımladık.

Çok partili siyasal yaşam, ülke içindeki farklı çıkar ve düşünce gruplarını temsil ederken, siyasi arena da bunların çekişme alanına dönüştü. Uluslararası destek olmadıkça bir grubun iktidara gelmesi ve hakimiyetini sürdürmesi de iyice zorlaştı.

Ancak tüketime dayalı büyüme modelinin öngörmediği şey, ekonomik büyümenin bir sınırı olması gerektiği idi. Hiç bir organizma sonsuza kadar büyüyemez. Eninde sonunda, kaynaklar biter ve aşırı büyümüş tüm organizmalar yok olur. Şu an dünya çapında gelişmiş ekonomilerin yüz yüze olduğu şey de bu. Tek sorun, beraberlerinde tüm dünyayı da sürükleyecek olmaları.
Üstelik üretim sonucu elde edilen ürünün gerçek ekonomik değeri ile pazar değeri arasında, aradaki aracılardan ve manipülasyonlardan kaynaklanan değer farkı bu ekonomilerde rakamları büyütmesi de ekonomik büyütme olarak sunuluyor.
(Örneğin metrekaresi 700-1000 TL'ye mal olan bir gayrimenkul, 250 bin liraya satılıyor.
Alan kişi bunu teminat gösterip, 200 bin TL kredi alıyor... Bir bakıyorsunuz, 85 bin liralık bir ürün ile piyasa da 350-400 bin TL'lik bir ekonomik alım gücü oluşturulmuş. Kaldıraca uğrayan ürün 85 bin lira, ekonomiye yansıması 350 bin lira... Aslında ekonomik karşılığı olmayan bu rakamlarla bütçeler şişiyor. Diğer ürün fiyatları ve işçilik maliyetleri artıyor. Vs. Vs.)

Tüketime dayalı büyüme modelinde, firmaların karlılık oranlarının düşmesi de çok ciddi bir tehdit. Eğer firmanın kâr'ı, bir sonraki yılın büyüme finansmanını karşılayamazsa, firma batar.
Bu nedenle firmalar sürekli yeni pazarlar, müşteriler bulmak için pazarlamacılarını da zorluyor. Çünkü yerinde duran ve diğerlerinden geride kalan firmalar batar. "Tüketime dayalı büyümeye dayanan ekonomik modelde" başka alternatif yok.

Şu anki durumda ülkeler ve firmalar büyümeyi sürdürülebilecek bir ekonomik model arayışı içindeler. Toplumsal refah düzeyi belli bir doygunluğa ulaşmış olan ülkeler, sermaye birikimi yüksek olan firmalar bu tür dönüşümleri aşamalı olarak gerçekleştirebilecek kapasitedeler.

Bu dönüşümü yaparken, dünya ekonomisini ve siyasetini de kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye de çalışıyorlar. Ülkelerindeki siyasal yapıyı şekillendirmeye çalışıyorlar.
Diğer yandan hiç kimse kalkıp bunu bir grup sermaye sahibinin, gizli bir örgüt çerçevesinde  dünya çapındaki örgütlenmesinin ve planlamasının sonucu olarak görmesi veya yansıtması da çok saçma...
Elbette çeşitli işadamları organizasyonları vardır. Uluslararası politikaları da biçimlendiriyorlardır. Ama bu insanlığı bir yere götürme amacından çok, kendi çıkarlarını gözetme ve koruma amacıyla yapılan bir çalışmadır.
Bu kadar çok bilinmezi ve değişkeni hesaplayıp, yönlendirebilme gücü 2-3 bin kişinin beyin gücünü çok aşar. Sıradan insana göre sahip oldukları daha uzun erimli öngörü ve bilgileri değerlendirip, fırsata çevirmek için hazırlık çalışmaları yapmaları daha kabul edilebilir.

Ancak çoğu firma bu kapasitede değil. Bu nedenle tüketime dayalı büyüme modeli, ya güzellikle ya da zorla (kuyunun dibinde su kalmayınca) terk edilecek.

Bu durumda dünyadaki siyasi yapı, üretim aracının değişmesi ile tekrar şekillenecek.

Günümüzde yavaş yavaş büyümeye başlayan ekonomik girişmelere ve gelişmelere bakarsak, geleceğin güç sahiplerinin, ne toprak ne de sermaye sahiplerinin değil, "bilgi sahibi" olanların olacağı görülüyor.

Yani bilgi sahibi olmak, bir veya bir kaç konuda en iyi olmak ve bu konudaki bilgi birikimini tekelinde tutmak ön planda olacak.

Burada bilgi sadece kitaplarda yazılan veya teknolojide kullanılan bilgileri değil. Daha çok
bilgi üretme, yönetme  ve bu durumu koruma, geliştirme kapasitesindeki kurumları kast ediyor.
Birey olarak bilginin bu şekilde yönetilmesi ve üretilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle, "şirket yönetimleri ve ekipleri" olarak, zamanla da "ekipler ve seçtikleri yönetimler" olarak kendilerini göstereceklerdir.

Ekonomik hayatta bilginin öne çıkması, siyasi hayatı da şekillendirecektir. İnsanların eskiden yöneldiği çeşitli güç odakları çevresinde gruplanmalar zayıflayacaktır.

Yani bildiğimiz anlamda siyasal partiler, ideolojiler, inanç sistemlerinden doğmuş oluşumlar (tarikatlar) zayıflayacaklar. Ancak bu anlık değil, toplum gelişimi ile aşamalı olacak.
(Bu tür yapılar da güçlerini kaybetseler bile, her zaman mevcut durumdan memnun olmayanlardan kendisine taraftar bulacaktır.)

Toplumsal örgütlenme bilişim tabanlı oluşumların etrafında olacaktır.
Örgüt içi yoğun iletişim ve sosyal ağlar, kişilerin bilgisiyle birleşip, örgütlenme içindeki yerlerini belirleyecektir. (Bir bakıma bu tür organizasyonlar, dıştan canlı bir organizma olarak bile algılanabilirler.)
Bu tür sosyal ağ tabanlı organizasyonlarda, herkes belirtilen görüşlere katılıp katılmama özgürlüğüne sahiptir. Üstelik grubun tümüyle bile ters düşse, grubun bir parçası olarak var olmaya devam eder. Ve işleyişine katılır.

Bunun siyasi hayata yansıması ise, ideal demokrasi olmasa da, ona yakın bir konumda olacaktır. 
En azından günümüzdeki demokrasi anlayışına benzemeyeceklerdir. Bildiğimiz politik taraflar kalmayacaktır.
Herkes yapılan işte, kendisini ilgilendiren kısımları kadar yönetime ve karar mekanizmasına katılacaktır. Katılım gösterdiği alanda yetki ve hak sahibi olacaktır.

Bu tür organizasyonlarda, bazı kişiler iletişimin odak noktası olarak gözükse de, esas yönetim, sinir düğümleri gibi, belli noktalarda iletişimi ve paylaşımı üstünde toplayan ekip üyelerinden oluşan "geçici ekipler" üzerinde olacaktır.

Geçici, çünkü topluluğun karşılaştığı farklı bir sorunda, çözüm aşamalarında bu konularda birikimi olan bireyler sinir düğümlerine dönüşecek ve onların oluşturduğu ekipler karar mercii olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder