21 Aralık 2016 Çarşamba

Siyaseti ve Toplumların Yönetim tarzını ne belirliyor?




Her ne kadar insan temel haklarının evrenselliği, insana değer verme, merhamet, dostluk, insanlık gibi yüce duygu ve erdemlerin üstünde titizlikle dursak ta, gerçekte bunların hepsi sadece birer araç.
İnsan Haklarından söz edenlerin, bu hakları ne zaman gündeme getirdiklerine bakın. Sadece ucu bir şekilde dokunacağı zaman.

Politika, her zaman uyuşmazlıkların çözülmesi veya tek yönlü çözümler üretmek için bir araç olmuştur. Politikanın tarafları, belli çıkar gruplarını temsil eder. Bu çıkar gruplarının arasındaki çatışmaları, politikacılar yönlendirir ve çözer.
Bir bakıma grup adına pazarlık yapan temsilcilerdir.

Ancak bu temsilciler, şahsi veya ait oldukları daha özel alt grubun çıkarlarını ön plana aldıkları zaman, genellikle sorunlar çıkar ve büyür.
Ne kadar geniş destek tabanları olursa olsun, destek tabanında da sorunlar çıkar. Genellikle böyle durumlarda, baskın olan grup, temsilcinin çevresindeki bölge, grup üzerindeki baskıyı arttırır. Ve grubu bir arada tutacak, iç politikalar üretilir.

Sonuçta, her politik grup bir çıkar grubunu temsil eder.
Bu kümelenme, üst kümenin, alt ve onlarında alt kümelerini de kapsayacak şekilde  yapılanır.

Ülke çıkarlarını bir grup temsil ederken, aynı grup ülke içinde bir çok gruptan biridir ve diğerlerine baskın olandır sadece.
O tek gruba baktığımızda, onunda aslında daha alt gruplardan oluştuğunu ve onlarında asgari müştereklerde buluştuğunu görürüz.
Bu alt gruplardan en baskın olanı, diğerlerini yönlendirmektedir.
Bu zincir bu şekilde sürer gider.
Ta ki, tek bir kişiye ulaşana kadar.

(Buraya kadar olan kısım, genel açıdan durum değerlendirmesidir.)

Bu çerçeveden bakınca, politikayı ve toplumların yönetim şekillerini ele alırsak,

Toplumların yönetim tarzını, üretim araçları ve yöntemleri belirler...
Eğer tarihe şöyle bakarsak ve İbn-i Haldun'un klanlarla ilgili sosyolojik çalışmasından başlarsak (bilgilerin-gözlemlerin 1000 yıllık olmasını değerini ve güncelliğini hiç azaltmamış olmasına dikkat ediniz, çünkü inceleme konusu hala aynı; insan...); Klanlar, kabileler, aşiretler ilk temel sosyal birimlerdir. Ağırlıklı olarak kan bağına veya akrabalık ilişkilerine dayalı, dışa kapalı bir yapıları vardır. Gen çeşitliliğinin düşük olması nedeniyle, belirgin ortak baskın özellikler taşıyabilirler.
Avcılık ve toplayıcılık ile geçinenlerde, hareketli olanlarda, göçerlerde, herkes üretim sisteminde yer alır. Bireyden önce topluluk ön plandadır. Çünkü çoğunluk faydasına olan her şey, bireyin direk ya da dolaylı faydasınadır.
Yapı olarak bireyler genelde birbirine denktir. Bu nedenle yönetimleri de bu denk kişiler arasından, yetenekleri ile üste çıkanlara verilir. Günümüzün demokrasi anlayışına yaklaşır.

Ancak tarımın keşfedilmesi ile yerleşik hayata geçilince, üretim yapısı değiştiğinden, toplumun yapısı dolayısı ile yönetim yapısı değişmiştir.

Öncelikli olarak en büyük toprak sahipleri, kabile-aşiret liderlerini yerini almıştır. Toprağın mülkiyet yolu ile çocuklara miras kalması, yönetim hakkının da miras kalmasına yol açmıştır.

En güçlü toprak sahipleri, çıkarlarını koruyacak savaşçıları da beslemeye başlamıştır. Böylece kent devletleri ortaya çıkmaya başlamış. Daha küçük toprak sahipleri de bu koruma karşılığında üretiminden pay vererek, yakın bölgelere yerleşmeye başlamış.
Üretim artışı ile toplumun ihtiyacı olan çeşitli araç ve gereçleri, hizmetleri üreten kişi ya da sınıfların doğuşu da bu dönemin ürünlerinden...

Göçerlikten, yerleşik yaşama geçiş ile aşiret liderliği artık seçimle değil, kan ile miras yoluyla aktarılmaya başlanmış.

Bu dönemde yönetim sistemlerinin alt dallara ayrılıp, branşlaşması ve planlamaların yapılması da başlamış. Böylece devlet sistemi ve bürokrasinin de temelleri atılmış.

Devlet, toplumun düzenini sağlayan ve aralarındaki çatışmaları çözen ama öz olarak bir kişi ya da soyu temsil eden yapıya ulaşmış.
Toplum, tebaa olarak, bu kişi ya da soy için; üreten, üretiminden pay (vergi) veren kişiler olarak özgürlüklerini kısmi olarak kaybetmişler.
Gelenekler, adetler, törelerle bu sosyal yapı işlenmiş ve güçlendirilmiş.

Üretim yapısının toprağa dayalı olması, artan nüfusun ihtiyaçları için daha fazla üretim olanaklarına da ihtiyaç doğurmuş. Eğer üretim ihtiyaçları karşılayamayacak düzeyde ise başka toplulukların üretimlerine ve üretim kaynaklarına göz dikilmiş.
Bu da savaş ganimetlerine ve yağmaya dayalı, tarımsal tabanlı ekonomi sistemleri geliştirmiş.

Nüfusun artması ve yaygınlaşması ile bu yapı yaklaşık 3500 yıl boyunca ağır ağır gelişmiş.
Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı ile büyük halk toplulukları, tek bir bakış altında birleştirilip krallıklar ve hatta imparatorluklar da kurulmuş.

Geçmişten kalan, kral, imparator, şah, padişah üst düzey  ve lord, dük, baron, ağa, efendi gibi kavramlarda alt düzey- bölgesel toprak sahipliğinin unvanlarından türemiş kavramlar.
Bu dönemde temel üretim yapısı toprağa-çiftçiliğe dayandığından, yönetim sistemleri de bu yapıyı koruyacak ve destekleyecek şekilde olmuş.
Topraklarını organize edemeyecekleri, üretim yaptırmayacakları yerleri ve işgal edip, vergileriyle kaynak haline getirmişler. Bu da sömürgecilik olarak karşımıza çıkıyor.

1776 yılı insanlık tarihi için dönüm noktalarından biri olmuş.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Buhar Makinesi icadı, Adam Smith'in "Ulusların Zenginliği" çalışması dünyanın tarihini değiştirmiş.

İngiliz sömürgesi Amerika, bağımsızlık mücadelesi sırasında bireysel hak ve özgürlükleri dile getirerek, devlet sisteminde, bireyi ön plana getiren anlayışı ortaya koymuş.
Buhar makinesi işgücü olarak, insan ve hayvan gücünden daha fazla işi, daha ekonomik olarak yapma imkanı sağlamış
Ulusların Zenginliği ise, yeni yüzyılın ticaretinin ve politikasının temel bakışlarını ortaya koymuş.

Çünkü sömürgelerden sağlanan dolaylı ve direk gelirler ile refah düzeyi ve bilimsel bilgi birikimi artan Avrupa, kabuk değiştirmeye başlamış.
Önce monarşik yapı etrafında, uluslaşmalar başlamış. Artan üretimi destekleyecek yeni pazarlar ve tüketici gruplarına olan ihtiyaç  uluslararası ticareti geliştirmeye başlamış.
Uzak bölgelerden sağlanan egzotik ürünler, ucuza üretilen sanayi ürünlerle ticaret edilince, kişi ve şirketlerin kar marjlarında büyük artışlar sağlanmış. Bu bir çok tüccar için yeni fırsatlar doğurmuş.
Üretimi destekleyecek işçi sınıfına da gerek duyulmaya başlanmış. Ve bu işçilerin makineleri kullanabilmesi içinde ulus çapında en azından asgari bir eğitim düzeyine ihtiyaç duyulmuş. Böylece ulusal eğitim sistemlerinin de temeli atılmış.
Başlangıçta ağırlıklı olan toprak sahiplerinin (ünvanlı) yerlerini ise girişimci tüccar ve fabrikatörler almaya başlamış.
Burjuvazinin ve kentleşmenin artışı, yeni sosyal sorunlara yol açmış. İşçilerin yaşam ve çalışma standartlarındaki düşüklüklerin, üretime ve tüketime olan olumsuz etkileri de giderilmeye çalışılmış.

Üretimin topraktan, sanayiye kayması, toprak işçiliği yapacak kişileri ve dolayısı ile toprak sahiplerinin etkinliklerini ve ekonomik güçlerini de olumsuz etkilemiş.
Sanayi ürünleri karşılığı, çok daha ucuza ithal edilen tarımsal ürünler zaten bu açığı kapatabilirken, işçilik ve bakım maliyetleri göreceli olarak daha yüksek olan tarımsal üretim azalmış.

Bu dönemde hakim güç aşama aşama  kentli, sermaye sahibine doğru kaymaya başlamış. İlk işçi örgütlenmeleri de, çalışma ve yaşam standartlarını artırmak amacıyla
bu dönemlerde doğuyor. Fabrikaların ticaret yollarına uygun yakınlıkta kurulması, fabrikaların kalıcı tesisler olması, işçilerin hareketli olabilmesi avantajı ile sosyal yapı biçimlenmeye başlamış.

Devlet sistemi teoride bir kişiye ya da soy'a ait olarak kabul edilse de, bu kişi ya da soylar daha temsili bir role doğru çekilmeye başlamışlar.
Bu dönemde üretilen iç politikalar da, halk sağlığı ve eğitiminin geliştirilmesi yönünde olmuş. dış politikalarda başka halkların sağlığı ve eğitimi pek önemsenmemiş.
Ancak en azından kendi aralarındaki çatışmaları bile bu topraklara taşımışlar. Böylece Avrupa devletleri, Avrupa kıtasında artan bir refah ile yaşarken, aynı devletler uluslararası arenada kıyasıya çekişir ve mücadele eder olmuşlar.
Daha çok kaynak, hem hammadde hem de pazar için çatışmışlar.

Bu dönem Birinci Dünya savaşı ile tamamen bitmiş. Toprak unvanları tamamen sembolikleşmiş. İmparatorlukların krallıkların yerini; demokratik yapılar, cumhuriyetler gelişmeye başlamış.
Bu yapısal değişimin şekillenmesi ve yerleşmesi yaklaşık 25 yıl sürmüş. 2nci dünya savaşından sonra ise tamamen yerleşmiş.

İkinci dünya savaşında, savaş için üretim yapısına dönen Amerikan Sanayisi, sıfır işsizlik gibi bir ideal konuma ulaşmış.
Fabrikalardaki yığın üretim, savaş bitiminde bu kadar üretimin nasıl tüketileceği konusunda yeni politikalar üretmeye zorlamış.
Keynes'in toplumsal refah artışının, tüketimi desteklemesi ve tüketiminde üretimi desteklemesi bununda ekonomik büyüme ve gelişme getiren ekonomi modeli, Amerikan örneğinin büyük başarısı sonucunda başta batı ülkeleri olmak üzere, hızla dünya çapında benimsenmiş.
Bu ekonomik politika, üretimimin istihdamı desteklemesi, artan şirket karlılığı ve ticaret hacmi sadece devlet yönetimlerince değil, işveren sermaye sahiplerince de büyük oranda desteklenmiş, benimsenmiş.
Halen yaklaşık 60 yıldır, dünya ekonomisine bu anlayış biçim veriyor.
Bu dönemde bireysel tüketicinin hakları, tüketiminin güvenceye alınması açısından da önemli olmuş. Dünya çapında tüketicilerin en azından minimum bir tüketim düzeyine ulaşabilmesi için, insan temel hakları çerçevesinde uluslararası düzenlemelere de yönelinmiştir.

(Bazıları bu noktada, insan haklarının evrenselliği ve öneminin, insani değerlere bağlı olduğunu, ekonomik açıdan ele almanın yanlış bir iddia olduğunu düşünebilir. O zaman şu soruyu sormak gerekir, insan haklarının öneminden ve evrenselliğinden bahseden toplumlar ya da devletler, niye başka toplumların çıkarları ve ihtiyaçları söz konusu olduğunda aynı duyarlılıkta olma ihtiyacı duymuyor?

O toplumlar arasındaki çatışmaları destekliyorlar? Ya da bizzat kendileri, çatışabiliyorlar ve bunu kendi toplumlarının ve dolayısı ile insanlığın (?) refahı için yaptıklarını iddia ediyorlar?
Ya da bu toplumların ürünlerini, bu toplumlara ancak yaşamalarına yetecek düzeyde bir gelir karşılığı alıyorlar? Kendilerine sürekli muhtaç bırakıyorlar? Vb. gibi bir çok soru sormak mümkün...)

Temel insan değerleri ve hakları çerçevesinde, kendi toplum refahlarını yükseltirken, bireysel hak ve özgürlüklerde de, bu ekonomik yapıya katılmalarını sağlayacak şekilde uygulamalara geçmişlerdir. Yani günümüzde, "modern demokrasi" adı altında sunulan modele...

Bu dönemde, özellikle uluslararası ticaretin artışı ile sermaye hareketlenmeye başlamış. Ulaşım imkanların genişlemesi ve hızlanması, sermaye sahibini belli bir yere veya bölgeye bağımlı olmaktan kurtarmış.
Dünya çapında tüm toplumların neredeyse, belli bir eğitim düzeyine de ulaştırılmış olması, işgücü ihtiyacının da karşılanmasını kolaylaştırmış.

Sonuçta eskiden işgücü hareketli ve bundan dolayı avantajlı iken, bu dönemde sermaye ve yatırımı da hareketli (mobil) olmuş.
Bu işgücünün, işçinin elini zayıflatan bir duruma dönüşmüş.
Özellikle sanayi üretiminde, işçilik ve hammadde ve ulaşım girdilerine göre yatırım yeri seçilmeye başlanmış.

Bir bakıma "Mavi Yakalı İşçilerin" güçleri kırılmış. Günümüzde sabit kalan kurumların çoğu, belli bir bölgedeki insanlara "hizmet veren kurumlar", hizmet sektörü dışındaki işletmeler ise, kendileri için en avantajlı noktalarda üretim yapmayı tercih ediyorlar.

Beyaz Yakalı dediğimiz, ağırlıklar hizmet sektöründe çalışanlar fiziksel güç yerine zihinsel güç kullanan, daha eğitimli ve alanında profesyonelleşmiş kişilerden oluşuyor.
Aralarında yapılan iş ve işyeri açısından ortak noktalar, Mavi Yakalılara göre daha az. İşbölümü ve uzmanlaşma ön planda. Bu nedenle örgütlenmeleri de daha farklı yapıda oluyor.
(Bu aynı zamanda, özellikle son 40 yıldır donmuş olduklarını, ülkemizdeki sendikaların niye kan kaybettiğini ve güncel çalışma yaşamını yakalayamadıklarını da açıklıyor.-Hala "Mavi Yakalı" ağırlıklı bir çalışma yaşamı ve ihtiyaçları için söylemler üretiyorlar.)

Bu gelişme aslında dünya çapında sanayi üretiminde işçilik maliyetlerini azaltırken, özellikle kirli sanayi'nin (çevre ve toplumsal kirliliğe katkısı yüksek alanlar) gelişmekte olan ülkelere kaymasına yol açtı.
Gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler ise daha çok bilgi ve hizmet gibi, insan ağırlıklı ve odaklı alanlara yöneldiler.

Doğal olarak bilgili ve bilinçli insan sayısının artması ile  siyasi yönetimlerinde buna göre şekilleneceği, daha adil, liyakat tabanlı eşitlikçi ve uzlaşmacı bir yapıya dönüşeceğini öngörebiliriz.
Ancak öyle olmadı. En azından Avrupa ve bazı Uzakdoğu ülkeleri haricinde, demokrasi ve değerleri genel olarak dünya toplumlarına yansımadı.
(Günümüzde ideal anlamda en demokratik sayılabilecek yerler, Avrupa ülkeleridir ki onlar arasında bile yönetimsel olarak güneye indikçe  farklılıklar var.)

Politik sistemde bu yapı altında şekillendi. Eski hakim güçler olan toprak sahipleri ve sonra sermaye sahipleri yerine, çok uluslu şirketlerin-ortaklıkların yönetim kurulları yerine geçmeye başladı.
Uluslararası politikalara şirketler ve bunların karar mekanizmaları yön verirken, ulusal politikalara da etki ettiler.
Çünkü üretim araçları ve kaynakları (sermaye güçleri) onların elinde toplanmaya başladı.

Bunun sonucunda, demokrasinin eşitlik ilkesi altında herkesin seçilebilmesi de çok zorlaştı.
Fırsat eşitliği altında sunulan rekabetçi yaklaşım, yönetim kademelerine de ancak ekonomik yönden yeterli gücü ve desteği olanların seçilebilmesine neden oldu.
Yani geçmişin "toprak ve sonraki sermaye sahiplerinin" yerini, günümüzün "sermaye güçleri" aldı. (Bu sermaye güçleri geçmişteki gibi, bu güçlerini -kısmen- miras bırakmıyorlar. Sermaye sahipleriyle aralarındaki fark bu. Yönetim kurullarında seçiliyorlar veya değiştirilebiliniyorlar.)

Artık sıradan bir insanın, (çok popüler olmadıkça) ülke yönetiminde yer alabilmesinin yolu da kapanmış oldu. Avunması için, "oy vermeyi" demokrasi olarak tanımladık.

Çok partili siyasal yaşam, ülke içindeki farklı çıkar ve düşünce gruplarını temsil ederken, siyasi arena da bunların çekişme alanına dönüştü. Uluslararası destek olmadıkça bir grubun iktidara gelmesi ve hakimiyetini sürdürmesi de iyice zorlaştı.

Ancak tüketime dayalı büyüme modelinin öngörmediği şey, ekonomik büyümenin bir sınırı olması gerektiği idi. Hiç bir organizma sonsuza kadar büyüyemez. Eninde sonunda, kaynaklar biter ve aşırı büyümüş tüm organizmalar yok olur. Şu an dünya çapında gelişmiş ekonomilerin yüz yüze olduğu şey de bu. Tek sorun, beraberlerinde tüm dünyayı da sürükleyecek olmaları.
Üstelik üretim sonucu elde edilen ürünün gerçek ekonomik değeri ile pazar değeri arasında, aradaki aracılardan ve manipülasyonlardan kaynaklanan değer farkı bu ekonomilerde rakamları büyütmesi de ekonomik büyütme olarak sunuluyor.
(Örneğin metrekaresi 700-1000 TL'ye mal olan bir gayrimenkul, 250 bin liraya satılıyor.
Alan kişi bunu teminat gösterip, 200 bin TL kredi alıyor... Bir bakıyorsunuz, 85 bin liralık bir ürün ile piyasa da 350-400 bin TL'lik bir ekonomik alım gücü oluşturulmuş. Kaldıraca uğrayan ürün 85 bin lira, ekonomiye yansıması 350 bin lira... Aslında ekonomik karşılığı olmayan bu rakamlarla bütçeler şişiyor. Diğer ürün fiyatları ve işçilik maliyetleri artıyor. Vs. Vs.)

Tüketime dayalı büyüme modelinde, firmaların karlılık oranlarının düşmesi de çok ciddi bir tehdit. Eğer firmanın kâr'ı, bir sonraki yılın büyüme finansmanını karşılayamazsa, firma batar.
Bu nedenle firmalar sürekli yeni pazarlar, müşteriler bulmak için pazarlamacılarını da zorluyor. Çünkü yerinde duran ve diğerlerinden geride kalan firmalar batar. "Tüketime dayalı büyümeye dayanan ekonomik modelde" başka alternatif yok.

Şu anki durumda ülkeler ve firmalar büyümeyi sürdürülebilecek bir ekonomik model arayışı içindeler. Toplumsal refah düzeyi belli bir doygunluğa ulaşmış olan ülkeler, sermaye birikimi yüksek olan firmalar bu tür dönüşümleri aşamalı olarak gerçekleştirebilecek kapasitedeler.

Bu dönüşümü yaparken, dünya ekonomisini ve siyasetini de kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye de çalışıyorlar. Ülkelerindeki siyasal yapıyı şekillendirmeye çalışıyorlar.
Diğer yandan hiç kimse kalkıp bunu bir grup sermaye sahibinin, gizli bir örgüt çerçevesinde  dünya çapındaki örgütlenmesinin ve planlamasının sonucu olarak görmesi veya yansıtması da çok saçma...
Elbette çeşitli işadamları organizasyonları vardır. Uluslararası politikaları da biçimlendiriyorlardır. Ama bu insanlığı bir yere götürme amacından çok, kendi çıkarlarını gözetme ve koruma amacıyla yapılan bir çalışmadır.
Bu kadar çok bilinmezi ve değişkeni hesaplayıp, yönlendirebilme gücü 2-3 bin kişinin beyin gücünü çok aşar. Sıradan insana göre sahip oldukları daha uzun erimli öngörü ve bilgileri değerlendirip, fırsata çevirmek için hazırlık çalışmaları yapmaları daha kabul edilebilir.

Ancak çoğu firma bu kapasitede değil. Bu nedenle tüketime dayalı büyüme modeli, ya güzellikle ya da zorla (kuyunun dibinde su kalmayınca) terk edilecek.

Bu durumda dünyadaki siyasi yapı, üretim aracının değişmesi ile tekrar şekillenecek.

Günümüzde yavaş yavaş büyümeye başlayan ekonomik girişmelere ve gelişmelere bakarsak, geleceğin güç sahiplerinin, ne toprak ne de sermaye sahiplerinin değil, "bilgi sahibi" olanların olacağı görülüyor.

Yani bilgi sahibi olmak, bir veya bir kaç konuda en iyi olmak ve bu konudaki bilgi birikimini tekelinde tutmak ön planda olacak.

Burada bilgi sadece kitaplarda yazılan veya teknolojide kullanılan bilgileri değil. Daha çok
bilgi üretme, yönetme  ve bu durumu koruma, geliştirme kapasitesindeki kurumları kast ediyor.
Birey olarak bilginin bu şekilde yönetilmesi ve üretilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle, "şirket yönetimleri ve ekipleri" olarak, zamanla da "ekipler ve seçtikleri yönetimler" olarak kendilerini göstereceklerdir.

Ekonomik hayatta bilginin öne çıkması, siyasi hayatı da şekillendirecektir. İnsanların eskiden yöneldiği çeşitli güç odakları çevresinde gruplanmalar zayıflayacaktır.

Yani bildiğimiz anlamda siyasal partiler, ideolojiler, inanç sistemlerinden doğmuş oluşumlar (tarikatlar) zayıflayacaklar. Ancak bu anlık değil, toplum gelişimi ile aşamalı olacak.
(Bu tür yapılar da güçlerini kaybetseler bile, her zaman mevcut durumdan memnun olmayanlardan kendisine taraftar bulacaktır.)

Toplumsal örgütlenme bilişim tabanlı oluşumların etrafında olacaktır.
Örgüt içi yoğun iletişim ve sosyal ağlar, kişilerin bilgisiyle birleşip, örgütlenme içindeki yerlerini belirleyecektir. (Bir bakıma bu tür organizasyonlar, dıştan canlı bir organizma olarak bile algılanabilirler.)
Bu tür sosyal ağ tabanlı organizasyonlarda, herkes belirtilen görüşlere katılıp katılmama özgürlüğüne sahiptir. Üstelik grubun tümüyle bile ters düşse, grubun bir parçası olarak var olmaya devam eder. Ve işleyişine katılır.

Bunun siyasi hayata yansıması ise, ideal demokrasi olmasa da, ona yakın bir konumda olacaktır. 
En azından günümüzdeki demokrasi anlayışına benzemeyeceklerdir. Bildiğimiz politik taraflar kalmayacaktır.
Herkes yapılan işte, kendisini ilgilendiren kısımları kadar yönetime ve karar mekanizmasına katılacaktır. Katılım gösterdiği alanda yetki ve hak sahibi olacaktır.

Bu tür organizasyonlarda, bazı kişiler iletişimin odak noktası olarak gözükse de, esas yönetim, sinir düğümleri gibi, belli noktalarda iletişimi ve paylaşımı üstünde toplayan ekip üyelerinden oluşan "geçici ekipler" üzerinde olacaktır.

Geçici, çünkü topluluğun karşılaştığı farklı bir sorunda, çözüm aşamalarında bu konularda birikimi olan bireyler sinir düğümlerine dönüşecek ve onların oluşturduğu ekipler karar mercii olacaktır.

20 Aralık 2016 Salı

Neler oluyor ? Dünya da, Türkiye de...


Türkiye'de, dünya'da bir şeyler oluyor da, neler olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.
Aslında gerçekten anladığımızı iddia etmekte pek mümkün değil.
Televizyonlarda, haberlerden, oturumlardan bir şeyler öğreniyoruz ama bunların arasındaki bağlantıları göremiyoruz. Anlamıyoruz.

Sadece ülkemizde değil, dünya da geleceğe karşı bir belirsizlik ve güvensizlik var. Ülkemizde yaşananlardan dolayı, bunun dozu fazla.

Peki neler oluyor? Bizi ne bekliyor? Ne hazırlık yapmalıyız?

Yaşanan olayların ayrıntılarından uzak kalabilirsek, büyük bir yapısal değişimin eşiğinde olduğunu görebiliriz.

Ne değişiyor? Ekonomik sistemler, politikalar değişiyor?
Ne değişiyor? Üretim araçları değişiyor?
Ne değişiyor? Siyasi yönetim sistemleri değişiyor?
Ne değişiyor? Dünya'nın insanoğlunu besleme kapasitesi değişiyor?
Ne değişiyor? Eski ittifaklar ve çıkar birlikleri değişiyor?

Kısaca, tüm dünya ve içinde yaşayan her şey değişiyor.
Değişimi göremeyen veya doğru okuyamayan herkes, bu değişim çarklarında ezilecek. Peki doğru yönlendirmek mümkün mü? Hayır, değil.
Bu nedenle gücü yetenler, bu değişimi biçimlendirmeye, en azından kendisini ve çıkarlarını güvenceye alacak şekilde önlemler almaya çalışıyor.

Bugün yaşadıklarımız, bunların sonucu...
Eğer kafalarımızı, günlük hayatımızdaki sorunlardan ve çatışmalardan kaldıramazsak, önlem almak için çok geç kalmış olacağız.
Aslında ciddi anlamda da geç kaldık.

Şimdi nelerin değiştiğine bakalım.

Son 60 yıldır, 2nci dünya savaşı sonrası benimsenen ve desteklenen" tüketime dayalı büyüme modeli" öngören ekonomi yapısı, dünya'yı iflasa sürüklemiş durumda.
Gıpta ile baktığımız gelişmiş batı, bu dönemde aşama aşama dünyanın doğal kaynaklarını ve ekonomik imkanlarını kullanarak refah düzeyini artırmış ve sorunlarını (dünyanın kalanına oranla) hafifletmiştir.
Kendi insanına insan hakları ve sosyal refah açısından ideal koşullar oluşturmuştur. Bunun bedelini, uluslararası ticaret kurallarını düzenleyerek gelişmekte olan ülkelerden sağlamıştır.
Elbette kendileri de ciddi ekonomik ve siyasi mücadeleler yaşamışlardır. Kayıpları da olmuştur.
Ama bu bedel palm yağı için, yağmur ormanlarını kaybeden Endonezya ya da balıklarını Avrupalı kedi-köpek maması üreten balıkçılara sattığı için, dengesiz beslenen Afrikalı balıkçılar kadar olmamıştır.
"Paran var ise, güçlüsün", "her şeyin bir parasal bedeli vardır" mantığı ile bilgi teknolojilerindeki avantajları ile üretilmiş yüksek katma değerli, düşük hammaddeli ürünler karşılığında diğer insanların kaynaklarını almışlardır.
Bu aslında kölelikten de, sömürgecilikten de daha ekonomik bir yol olmuştur.

Köle veya sömürge için; besleme, bakım koruma maliyetlerine bile girmeden, emeğinin karşılığını, daha ekonomik yollarla temin etme imkanı sağlamıştır.
Ölmeden yaşayabileceği kadar da desteklemiştir.

(Bugün bir ortalama bir Avrupa'lı, dünya ortalamasından 9 kat, ortalama bir Amerikalı ise 36 kat fazla enerji tüketmektedir.
Avrupa da yıllık çöpe giden besin miktarı, (280 milyon ton civarı), açlık çeken tüm Güney Sahra altı Afrika'nın üretiminden 10 milyon ton civarı daha azdır.)

Fakat dünya'nın gelmiş olduğu bu nokta da, bu refahı sürdürmelerinin imkanı kalmadığı açığa çıkıyor. Çünkü pazarlarına girmek için kendilerini örnek gösterdikleri ülkelerdeki insanlarda aynı yaşamı, refahı istiyor.

Oysa, bu mümkün değil. Hem dünyanın zaten tükenmiş kaynakları ve aşırı zayıflamış kendini yenileme kapasitesi yüzünden, hem de herkes bu refah düzeyinde olursa, ortada artık paylaşacak hiç bir şey kalmayacağından.

Bu nedenle, yeni değerler geliştiriyorlar. Sürdürülebilirlik bu kavramların ilki ve en önemlisi.
Çünkü, nasıl aşırı avlanma sonucu besin kaynakları tamamen yok oluyorsa, bu düzeyde bir tüketim de dünyanın kaynaklarını, geri dönülemez şekilde yok ediyor.

Yani adam göldeki balıkları avlayıp yemiş, yemiş şişmanlamış. Şimdi diğer cılızlarda yemek ve şişmanlaşmak istiyor. Ama göldeki balık sayısı sınırlı. Eğer herkes bu şekilde yerse, göldeki tüm balıklar tükenecek  ve bir sonraki av da kimse yiyecek balık bulamayacak.

Bu yüzden şişman amca dur, sürdürülebilir olalım. Yoksa tamamen aç kalırız! diyor.
Evet, doğru söylüyor ama diğerleri de artık biraz rahatlamak istiyor. Sen yeme o zaman diyorlar. Olmuyor.  Ben niye vazgeçeyim? Diğerleri de vazgeçerse ancak olur diyor? Ama hiç kimse öğününün bir kısmından vazgeçip, diğerlerinden geri kalmak istemiyor.

Dünya çapında Sürdürülebilirlik'te ana sorun bu.

Eğer dünya çapında, bu aşırı tüketimi teşvik eden ekonomi modeli terk edilemez ve yerine yeni bir ekonomik yapı konmazsa, herkes aç kalacak.

Ancak gerek gelişmekte olan ülkeler, gerek ise gelişmiş ülkelerin çok uluslu şirketleri- girişimleri bu tür ekonomik değişime hazır değil.
Ne bankacılık, sigorta sistem, ne hukuk sistemleri, ne üretim modelleri ve araçları, ne örgütlenme yapıları hazır değil.
Sürdürülebilir büyüme, yeşil ekonomi söylemleri ise, bu "hazırlıksızlığın" saklandığı ve mevcut sisteminin biraz makyajlanarak  devam ettirilme arzusunun uzantıları.

Gelişmekte olan ülkeler yıllık ortalama %3-5 aralığında büyüyorlar. Çok geriden başlayanlar için bu oran artıyor. Bu büyüme hızları ile önümüzdeki 30-40 yıl aralığında ancak gelişmiş ülkelerin bugünkü düzeylerine erişecekler.

Bunun iki anlamı var. Dünya ekonomisi şu anki 90 trilyon dolar civarından 300 trilyon dolar civarına çıkacak olması ve enerji ihtiyacının ise daha fazla en az 5 kat artacak olması ilk anlamı.
İkinci anlamı ise her 1000 dolarlık ticaretin, dünya ekolojisine 180 kg karbondioksit (k)atması sonucu, bu kadar tüketim karşısında zaten alarm veren dünya ekolojisinin, çökecek olması.

Gelişmenin ve ilerlemenin, refahın temel kaynağı enerjidir. İnsanlık bugüne kadar bu gelişimini petrol sayesinde sağladı.
Ancak petrol (kolay ulaşılabilir olan)'un 20 yıl civarında ömrü kaldı. Bu yüksek tüketimi  yenilenebilir enerji kaynakları ile doldurmak ise maalesef mümkün değil. Yatırım maliyeti, getirisi ve aciliyeti açılarından ele alınca, doğal gaz ve nükleer santraller ön planda ve öncelikli olacak görünüyor. Doğal gaz rezervleri, dünyanın artan şekliyle enerji ihtiyacını 130 yıl kadar karşılayabilecek düzeyde. Daha da ulaşılmamış yataklar var. Kömüre oranla karbon izi ise defalarca düşük. Nükleer santraller ise uzun ömürlü olmaları ve inşaat haricinde karbon izlerini olmaması nedeniyle cazip bulunuyorlar.
Elbette gelişen teknolojiler sayesinde, yenilenebilir enerji kaynakları ve üretimi artıyor ama bu gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyacını karşılamaktan çok uzak şimdilik.

Gelişmiş ülkeler aşama aşama, enerji ekonomilerinde bu geçişi yapabiliyorlar. Her sermaye hem de bilgi birikimi açısından bu dönüşüm için gerekli kaynaklara sahipler.

Tabii bu durumda, enerji kaynaklarına sahip olmak önemli.
Ancak gerçekte önemli olan, enerji kaynağına sahip olmak değil. Onun fiyatını kontrol edebilmek ve pazarını koruyabilmek daha önemli.
Siz istediğiniz kadar petrol ya da doğal gaz çıkartın, eğer fiyatı başkaları belirliyorsa, kontrol ondadır.
(Yıllardır; zeytinyağı, fındık, kuru incir, pamuk, kayısı, vb. ürünlerimizde fiyatın uluslararası toptancılarca belirlenmesini ve fiyatların üreticilerimizi ne kadar desteklediğini düşünün.)

Örneğin, güneyimizde ateş var. Suriye ve Irak kaynıyor. Bu ateşin yansımaları da bize en acı şekilde düşüyor.
Neden?
Arap Baharı denilen şey, nasıl tetiklendi?
Her kafadan bir çok ses çıkacaktır ama kimsenin göz önüne almadığı bir başka neden daha var.
2012-13 döneminde küresel çapta yaşanan iklim değişimleri, o yıl buğday ve hububat üretimini olumsuz etkiledi. Gelirinin %5-10 gibi bir kısmını temel gıdaya harcayan ülkelerde bu çok sorun olmadı. ama Kuzey Afrika ülkeleri gibi gelirinin %35-50 arasını temel gıdaya harcayan toplumlarda ciddi sıkıntılara yol açtı.
Çıkan hoşnutsuzluklar, huzursuzluklar bir de toplum içi gruplaşmaların bir şekilde deşilmesi ile olaylar zincirleme başladı.
(Toplumsal sosyal refahın korunması bu yüzden önemli. Eğer devlet sağlayamıyorsa, sivil toplum örgütleriyle toplum kendisi sorunları yumuşatmalı, paylaşmalı.)

Bu olaylar zinciri güneyimize kadar geldi. Peki, Suriye'nin önemi nedir?
Suriye ciddi bir petrol ya da doğalgaz üreticisi değil. Neden bu kadar karışıyor. Gelişmiş ülkelerin her biri neredeyse, bir grubu gayri resmi olarak destekliyor.

AB doğalgazının yaklaşık %40'ını Rusya'dan alıyor. Ve Rusya'nın en büyük müşterisi. Ukrayna krizinde,  Ukrayna Avrupa ya giden doğal gazdan ihtiyacı olanı alıp da, ödeme yapmayınca, Rusya doğalgazı kesmişti. Bütün Avrupa bundan olumsuz etkilenmişti.

Avrupa artık ürün ve satıcı çeşitlendirmesine gitmek istiyor. Rusya önce Türkiye üzerinden, sonra Türkiye'yi dışarıda bırakarak Karadeniz, Bulgaristan üzerinden boru hattı ile doğal gaz satmayı planladı. Ancak AB'de bu sefer bu boru hattının kapasitesinin yarısının ancak kullanılabileceği şeklinde konuyu ele aldı. Kalan kısmını, Azerbaycan, Türkmenistan gibi ülkelerin doğal gazı dolduracaktı. Bu da olmadı. Rusya- Türkiye ile anlaştı ve Türkiye'de Trakya'dan Ege denizine boru hattına karar verildi. Böylece musluk AB üyesi olmayan Türkiye'de olunca, istedikleri yaptırımları ve şartları uygulama imkanları kalmayacaktı.
Bu seferde Rus Uçağının düşürülmesi ise ilişkiler askıya alındı.

Bu arada Avrupa bir yandan da Basra Körfezindeki doğal gaz'a (İran ve Irak) ulaşmak istiyor. Böylece fiyat ve süreklilik konusunda eli rahat olacaktı. Ancak bunu Türkiye ya da güçlü bir Suriye yönetimi üzerinden istemiyor. Daha kontrol edebileceği, yönlendirebileceği küçüklükte, bağımlı siyasi oluşumlar üzerinden yapmak istiyor. Irak zaten parçalanmış ve otonom yapısıyla bu iş için uygundu. Bir tek Suriye uygun değildi ki Arap Baharı rüzgarı oraya da bu şekilde ulaştı.
Eğer Suriye'nin kuzeyi de ayrılırsa ve kuzey Irakla birleşirse, (Şu anki tüm terör örgütlerinin kontrol etmek istediği bölge) Basra körfezinin doğal gazı, Akdeniz'e Türkiye alternatifi bir yolla ulaşabilecekti.
Üstelik bu bölgede Güney Kıbrıs Rum bölgesi ile İsrail arasında kalan deniz zeminindeki zengin doğal gaz yatağının da bu boru hattına bağlanma imkanı olursa, ürün çeşitliliği ve fiyatlandırması, rekabet sayesinde kolaylaşacaktı.
Ondan sonra herhalde Akdeniz zemininden, Yunanistan veya İtalya üzerinden Avrupa'ya bir hat döşenirdi.

Bu durumun farkında olan Rusya ve Türkiye için ise, bu olası botu hattı güzergahının kontrolü hayati önem taşıyor. ( http://uzmanpara.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem2/15/62000/62903/ )
Tabii bir de Amerika faktörü var. Dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi olan Amerika da, gelecekte doğal gaz talebine hazırlanıyor.
Boru hattı döşemek maliyetli olsa da (üretici ülkenin sorumluluğunda), doğalgazı sıvılaştırmakta maliyetli. Çok düşük sıcaklıklarda be yüksek basınç altında sıvılaştırılan doğalgazı ise tankerlerle istenilen yere nakletmek hem ekonomik, hem de esnek.

Parasını ödemeyen müşteriye tanker yollamazsın, direk alıcıya yollarsın, ara ülkelere bağımlı olmazsın gibi avantajları da var.
Günümüzde Çin, Rusya ile fiyatta anlaşmadığı için doğal gaz ihtiyacının önemli bir kısmını tankerlerle sağlıyor. Ürün çeşitliliği ve rekabet, fiyat konusunda da daha fazla rahatlık sağlıyor.
(Boru hattında, bir seferlik tesisat maliyetine rağmen, sürekli giderleri ve müşteriye olan bağımlılık da var)
ABD doğalgaz sıvılaştırma tesislerinin inşaatına başlamış durumda. Bir çoğu 2020'li yıllarda hizmete girecek.
Bu nedenle Suriye üzerinden gelecek böyle bir doğal gaz hattı, onunda içinde ekonomik anlamda çok önemli.
Sahip olmasa da en azından kontrol eden(lerden) olmalı...
( http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kibrista-sorunu-cozmek-mi-dogu-akdeniz-gazina-pazar-olmak-mi )

Güneyimizdeki çok uluslu desteklenmiş terörizmin altında da bu yatıyor.

Görünürde, inançlarda ve ideolojilerdeki farklılıklardan çıkan çatışmalar gibi gösterilse de, bu daha çok dünya kamuoyuna ve ülkelerin kendi kamuoylarına durumu yumuşatarak anlatma çabalarının bir sonucu.
Hiç kimse, devlet olarak bizim orada çıkarımız olduğu için oradaki  bazı terörist grupları destekliyor ve diğer ülkelerin desteklediği terörist gruplarla çatışıyoruz.

Dost veya müttefik fark etmez, kendi ulusal çıkarlarımız için orada gizli bir savaş yürütüyoruz, diyemiyorlar. Özellikle de, "insan haklarından" çok sık söz edip, başka devletleri eleştirenler.

Bir sonraki yazı üretimin ve araçlarının değişmesi ile siyasete yansıması hakkında...

14 Aralık 2016 Çarşamba

“Teröre karşı Toplumsal ve Bireysel Duruş” için


Ülkemizdeki terör sorununu aşmak, en azından kontrol edebilmek için artık toplum olarak bir duruş sergilememiz gerekiyor.

Siyasi kurumların kendi ideolojik amaç ve hedefleri açısından da sorunun çözümünde etkili olamadıklarını görüyoruz.
Her terör olayından sonra yapılan söylemlerin, lanetlemelerin, protestoların sorunun çözümünde etkisi çok fazla olmuyor.

Devlet kurumları var olan sorunlarda boğulmuş durumda. Güçlü devlet imajı korunmaya çalışılsa da, devlet kurumunun zamanında çözüm üreteceğine olan güven ve inanç ciddi yara almış durumda.
Üstelik yapılan çalışmalar, terör eylemlerini engellemeye yönelik, yoğun çaba ve özveri gerektirdiğinden, daha esaslı ve kökten çözüm üretmelerini beklemek şu anki durumda haksızlık olur.
Ülkemizdeki terör, uluslar arası politikaların ülkemizdeki sosyal yaraları deşmesinden ve kullanmasından da kaynaklanmaktadır. (Ana hattı ile bence; Basra körfezindeki doğalgaz kaynaklarına, doğrudan Akdeniz'e açılan alternatif bir boru hattı ile ulaşmayı isteyen gelişmiş "bazı?" devletlerin, en büyük doğal gaz müşterisi oldukları Rusya ve şimdi Türkiye'yi bu masadan uzak tutma çabalarının bir sonucu. O yüzden çok uluslu karşılıklı politikalar bu kadar yoğun bölgede...)
 

Toplum olarak terör konusunda inisiyatif almamız gerekiyor. Çünkü kamplaşmalar artıyor ve haklı tepkiler sertleşiyor. Bu durumun uzun vade de Türk toplumunun birliğini artırmayacağı da kesin. Bir sorun çözüldüğü zaman, daha önce koalisyon olan gruplar, bu sefer kendi aralarında çatışmalara başlayacaklar. Yani bu eğilim, daha çok soruna gebe...

Kimse "dur!" demeyi başaramadığına göre, iş başa düşüyor. Toplum olarak bizler inisiyatif almalıyız.

Ve işe, "teröre karşı toplumsal ve bireysel duruş-tutum nasıl olmalı"dan başlamalıyız...
     ----------------------------------0-----------------------------------------
Bir toplumda terörizmin doğmasında ve gelişmesinde etken olan; 3 tane temel neden var.

İlki, hukuk sistemine olan güvenin zayıflaması. Bireylerin, kendilerinden daha güçlüye karşı haklarını koruyamayacaklarını düşünmeleri ve hissetmeleri ilk neden.

Bu durumda birey, durumunu düzeltmek için mevcut yasaların öngördüğü yollara yöneliyor.
Hukuk sisteminin değişkenliği ve keyfiliği de, hukuk’a karşı güveni sarsıyor. Her ne kadar bazı kanunlar zamanın ihtiyaçlarına göre tekrar düzenleniyor olsa da,  siyasi iradenin çok fazla kanun çıkartıp, değiştirmesi bu güvensizliği artırmaktan başka etkisi olmuyor. Çünkü birey, bu değişikliğin kendisine nasıl yansıyacağını kısa vade de bilemiyor.

Hukuk kurumlarının, devlet yönetiminden tamamen bağımsız ve denetleyici olması.  Ve karşılık olarak, başka bağımsız devlet kurumlarınca da denetlenebilir olması, devlet için hayati önemde. Oysa ülkemizde son 20 yıldır özellikle hukuk sistemimizin, ciddi badirelerden geçtiğini görüyoruz.

Bu durumda toplum ve birey olarak yapılması gereken şey; hukuk sistemi ile azaltılması, çözülmesi gereken çatışmaları bizim azaltmamız.

Eğer işveren isek işveren olarak, çalışan isek çalışan olarak, komşu isek komşu olarak, çevremizdeki, beraberimizdeki kişilere hakkaniyet çerçevesinde adaletli davranmak.
"Çalışanın hakkını tam vermek", "İş yerinin beklentisi olan işleri, tam ve doğru yapmak", "Komşumuza, arkadaşımıza değil sadece, tanımadıklarımıza karşı da adil davranmak"; "fırsatçılık yapmamak",  "Toplumsal kurallara (sırada beklerken, trafik ışığında geçerken bile…) uymak", vs. vs...  Hatta diğerleri uymasa da, özellikle ve inadına…

Eğer bireysel düzeyde teröre karşı duracaksak, ilk yapmamız gereken şey bu. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak, öyle davranmalıyız.

İkincisi, toplumun ekonomik yönden güçsüz bireylerinim sosyal refah'ının azalması. Çoğumuz yaşam mücadelemiz de bireysel açıdan bakıyoruz. Düşük gelirli kişilerin sosyal sorunlarının çözümüzü ise devlete bırakıyoruz. Çünkü devlete bu işleri yapması için vergi veriyoruz.
 Gerek terör harcamalarından, gerek ise devlet yatırımlarının büyük projelere kayması sonucu, vergilerden sağlanan gelirlerin, toplumun sosyal refahını artıracak uzun vadeli projeler yerine, çeşitli sermaye gruplarında toplanması gerçekleşiyor.
Bunu GSMH artışı esnasında, artan zengin sayısı ve gelir uçurumunun derinleşmesi ile de görebiliyoruz. Şirketler kar amaçlı kurumlardır. Elde ettikleri kâr’ın önemli bir kısmını, toplumsal refah artırıcı yatırımlar yerine, kar amaçlı yatırımlara sevk etmeleri doğaldır. Onlardan bu yönde bir çalışma beklemekte anlamsızdır.
Devlet, milletin cismanileşmiş tüzel kişiliğidir. Yani, gücünü milletin varlığından alır. Bu nedenle, milletsiz bir devlet var olamaz. Bu nedenle, "önce millet, sonra devlet".
Çeşitli nedenlerle, belki gerekli, belki de zamansız devlet yatırımlarının, toplumun sosyal refahından başka alanlara yönelmesi, hele bir de vergi sistemi ideal olması gerektiği gibi çalıştırılamıyorsa, bireyler arasındaki sosyal refah farkı iyice açılıyor. Sorunlar güçleniyor, katmerleşiyor.

Kimseden sahip olduğu gelirden kısmi olarak vazgeçmesini de isteyemeyiz. Zaten işe de yaramaz. Toplum, birey veya firma sahibi olarak, bu durumda yapılması gereken şeylerin başında beraberimizdeki insanlarla sosyal ve ekonomik dayanışmayı artırmak geliyor.

Sosyal yardım etkinliklerine, kurumlarına gönüllü katılmak, destek vermek ve yakınlarımızı teşvik etmek, teröre karşı bireysel duruşta önemli bir araç.
"Sadece ya da önce ben" eğilimine izin vermemeye çalışmak.

Terörü besleyen üçüncü etmen ise toplumsal kutuplaşma
Hangi gerekçe olursa olsun; dini, ideolojik, kültürel, morfolojik, bölgesel toplumun alt kümeleri arasındaki kutuplaşmalar, zamanla terör olaylarını körüklüyor.

Ancak burada sorun, insanın doğası. İnsanoğlu, hele bir de paylaşılacak olan kazanç sınırlı ise, mümkün olduğunca çok faydalanmak ister. Ancak tek başına sağlayacağı faydayı koruması ve artırması kolay olmayacağı için, bir şekilde kendisiyle benzerlik kurdukları ile gruplaşma eğilimine girer. Böylece sonuçta, toplamdan daha fazla pay alma imkanı olabilecektir.
Modern dünya da, bu çıkar gruplaşmalarına ve grup korumasına farklı adlar veriyoruz.
Siyasi bir partinin ideolojisinden, herhangi bir izm’e, dinsel bir yaklaşımdan, ırksal veya kültürel bir gruplaşmaya kadar değişebiliyor bu...

Ama sonuçta hepsinin işlevi aynı; bireye grup içinde daha güvenli bir ortam ve imkan sağlamak. Bireyler bu güvenceyi artırmak için, başkalarını da kendilerine (grup normlarını kabul edecek şekilde) benzetme eğilimindedir.

Bireysel ve toplumsal olarak teröre karşı duruş olarak yapılması gereken şey; empati ve  karşılıklı ama sınırlı anlayışı telkin etmek ve uygulamak.
(Sınırlı, çünkü bir noktadan sonra siz de empatiyi ve anlayışı hak ediyorsunuz. Bu karşılılık ve eşitlik çerçevesinde olmalı.)

Ne kadar itici bulursanız bulalım; kendimize nasıl yaklaşılmasını istiyorsak,  hoşlanmadıklarınıza da o şekilde yaklaşmalıyız. Ön yargısız, anlamaya çalışarak kişileri ve söylemlerini değerlendirmek. Verilen cevaplarda, asla onlarla aynı düzeyde nefret ve öfkeye düşmemek.
Bir kere öfke kaynaklı nefrete izin verilirse, karşılıklı olarak çığ gibi büyüyor. Sağduyu kayboluyor. Bu yüzden, bazı yerlerde kavga eden çocuklardan sonra iki mahalle birbirine girip, öldürüyor ya... Böyle bir çatışma ortamından, kimsenin kazançlı çıkmasına imkan yok. Ortama dahil olan herkesin muhakkak kayıpları oluyor.


Terörün nedenlerinden değil ama önlemlerinden biri de gençlerimize-çocuklarımıza doğru şekilde sahip çıkmak.

Genç bireyler terör örgütleri için en cazip kaynaklar, deneyimsizlikleri, hayal gücüyle desteklenmiş umutları ve kendilerinden beklentileri, bunların  kolayca etki altında kalmasına neden olabiliyor.

Terör örgütünün bu gençlere  yaptığı yatırımlar, deneyimli elemanlarına göre düşük olduğundan rahatlıkla gözden çıkartılabilir üniteler olarak, ön saflara sürülüyorlar.

Okullarda verilen eğitim, üniversite sınavı kazanmaya yönelik, bireysel anlamda gençlerin kişilik gelişimlerini desteklemeyen bir yapıda.
Aileler olarak, çocuklarımıza sahip çıkmamız, sadece onlarla sohbet edip, dertlerini ve ihtiyaçlarını dinlemek ve bunlara çözüm üretmek değildir.
Bir birey olarak kişisel gelişimine de katkıda bulunmaktır. Bu amaçla onları toplumsal dayanışma ve yardım etkinliklerine katılmaları için teşvik etmek, bu ortamları onlara oluşturmak bu işin bir parçasıdır.
Çocuklarımıza "toplum içindeki haklarını ve topluma karşı sorumluluklarını " anlatmalıyız. Bu bilgileri eğitim kurumlarımız vermiyor.
Gençlerimize, toplum içinde bir yerleri ve toplum için önemleri olduğunu anlatmalıyız.
Ayrıca gençlerimizi bu bilgileri arkadaşlarıyla da paylaşmaları için teşvik etmeliyiz.
Onlara bu tür değerlendirmeler yapabilecekleri ortamlar oluşturmalı, topluluklar karşısında konuşabilmeleri için söz hakkı vermeliyiz.

6 Aralık 2016 Salı

Elektrikli otomobillerin piyasada çoğalması otomotiv mühendislerini nasıl etkiler?

Hibrid araçlar, pazarlama stratejisinin bir ürünüdür.
Elektrikli araçların önündeki bazı sıkıntılar henüz aşılamadı. İlki akü verimliliği; akü %80 verimliliğe düştüğü zaman aküyü değiştirmek gerekiyor.
Bir depo benzin ile 500 km giderken, akülü araçlarda bu oran 120-200 km civarı oluyor.
Ayrıca, aküleri doldurmakta çok uzun zaman alıyor...

Mühendislerin aşması gereken sorunların başında; akü verimliliği, depolama süresi ve araç ağırlığı var.

İkinci sorun, bu araçları her yerde şarj edebilecek istasyonların donatılması var.
Ancak ulaşım -araç sektörü güncelliğini uzun süre kaybetmeyecek. Büyük ihtimalle, petrol yerine, hidrojen
(depolama sorunu aşılırsa) ve metan-biyogaz ile çalışan araçlar piyasaya hakim olacak. Elektrikli araçlar, ne kadar temiz gözükse de, bu araçlara elektrik depolamak için kullanılan üretim kaynakları (termik santral kaynaklı elektrik), yenilenebilirlere çevrilmediği sürece, ekonomiye ve ekolojiye toplam katkısı düşük olacak.

Oysa bence, metan-biyogaz gibi kentsel atıklardan da elde edilebilecek
(Metan karbondioksit'ten 23-26 kat daha güçlü bir sera gazıdır) kaynakların kullanılması, çok daha faydalı olacaktır.

Şu an dünya üzerinde hakim olan ekonomi petrole dayanıyor. Bir galon petrol, 4-5 dolara mal oluyor ama yüzlerce iş saati insan gücü karşılığı iş üretiyor.

Yani petrol, yüzlerce kölenin yerini almış durumda.
Diğer yandan küresel ısınma kaynaklı akım, doğal kaynakların tükenmesi, çevreye verilen zararlar sonucu petrole karşı ciddi bir duruş var.
Öteki yandan gelişen ekonomilerin enerji ihtiyacı da kaçınılmaz. Yani daha çok enerjiye ihtiyacı olacak.
Bir diğer nokta, petrolün daha doğrusu ucuz üretim kaynaklı petrolün 20 yıllık ömrü kaldı. Kum içinden ya da kayalardan çıkacak petrolün varil maliyeti ise çok artıyor. Petrol şirketlerinin kuyu sondaj arama ve üretim maliyetleri , varil fiyatını geçti geçecek.
Bu nedenle petrol şirketleri, ellerindeki son petrolleri de bir an önce satma çabasındalar.
Diğer yandan, dünya ekonomisi petrolün desteklediği, tüketime dayalı üretim modelinde...Son 60 yıldır bu modele dayanan dünya ekonomisi ve şirketleri, ülkeler bu modeli bırakmak istemiyorlar.
Çünkü büyümeye dayanmayan bir modelde, karlarını artıramazlarsa, artan maliyetleri kaldıramayacaklar.
Bu nedenle gereke devletler ve şirketler bir orta yol bulmaya çalışıyorlar. Buna yeşil ekonomi diyorlar ve yeşile -sürdürülebilirliğe dayalı bir büyüme modeli öneriyorlar.
İnovasyon adı altında (ki gerçekten inovasyon da var ama) pazarlanan bir çok üründe inovasyon adı altında piyasaya sürülüyor.
Burada ana amaç, bu geçiş döneminde firma karlılıklarını sürdürmek, firma gelişimini desteklemek.
Hibrit araçlar, teknoloji olarak arada bir araç olsa da yapı olarak mevcut petrol kullanan lüks araçlardan hiç geri değiller.  Bu şekilde, bu araçlarla rekabet ettikleri belirtilse de, verimlilik ve çevre açısından petrol kökenli araçlar kadar karbon katkıları oluyor.
Şu anki durumda, akşam elektrikli araçları 8 saat doldurma sonucunda, evlerin karbon tüketimi 2-3 ev tüketimi kadar oluyor. 
Yani şarj etmenin dolaylı karbon katkısı da  petrol kökenliler kadar neredeyse.
Bu durumda hibrit araçları, bir pazarlama stratejisi olarak görmemi anlamışsınızdır sanırım. http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24961/




30 Kasım 2016 Çarşamba

İnsan nüfusu arttıkça, dünya bizim için yetmeyecek her anlamda . Nüfusu stabil tutmak için yok oluş yaşamak zorunda mıyız?

Yoksa tanrı dünyaya gene bir gök taşı mı fırlatmalı?
http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24784/

Üzerinde düşünülmesi gereken nokta; insanlık şartlar zorlaştıkça, ağırlaştıkça hep bir çözüm yolu geliştirmiş. Aklını ve bilgisini bu yolda kullanmış.
Günümüzün gelişmiş ülkeleri, geçmişte, doğal kaynak, iklim, insan kaynağı ve komşularıyla ilişki gibi çeşitli konularda en fazla problem yaşayanlar.

Elbette tüm insanlık için, yeterli kaynak yok. Ortalama olarak dünya 2-2,5 milyar insanı geçindirecek ekolojik kaynağa sahip. (Kendisini yenileme ve tür çeşitliliğini koruma kaydıyla) Tabii şu an için değil. Şu an teknoloji desteği ile kaynaklar sonuna kadar sömürülüyor. O kadar ki, kendisini yenileme imkanı bile bulamıyor.
Ancak çok da umutsuz olmamak lazım, eğer bir şekilde (savaş, hastalık, doğal felaket) dünya nüfusu 1 milyar civarına düşerse ki,  basit bir hastalık salgın bunu yapabilir. İnsanlık kurtulur.
Ya da bir süre, bir kaç kuşak tek çocuk politikasına sarılırsa dünya çapında, insanlık hızla nüfus kaybeder.
Batı ülkelerindeki doğum oranlarına bakarsanız, ciddi bir gerileme ve yavaşlama var. Belki bilinçli, belki doğal bir politika sonucudur.
Ancak gelişmekte ülkelere bakarsak, gelişme seviyesi ile nüfus artışı katlanıyor.
İşin kötü yanı, Batı bu duruma ulaşmak için, gelişmekte olan ülkelere ait kaynakları da direk ya da dolaylı olarak kullanmış/kullanıyor. Gelişmekte olanlar ise şimdi tırmalıyor.

Oranlara bakarsak, dünyanın yaklaşık 1.5 milyarı refah içinde (Türkiye refah grubunda), kalan 5,5 milyarı ise bu düzeye ulaşma çabasında...
İnsani değerler, idealler, insanlık kavramları Batı'nın yaşam alanını koruduğu sürece geçerli oluyor. Ancak yaşananlar ve sorunlar, onların bölgesinden çıkınca, bu kavramlar anlamsızlaşıyor.

Gelişmiş Batı, yaşlı, hantal, teknolojik deneyim ve bilgi üstünlüğü ile kontrolü kısmen elinde tutsa da, bu pek uzun sürmeyecek gibi gözüküyor. Bu nedenle daha korumacı ve tutucu, milliyetçi politikalara doğru yöneliyorlar.
Asimov'un Robot serisinin başlangıcındaki (Çelik Mağaralar) romandaki "Uzaylılar" gibiler, şu an...

Bence yeni nesilin yapması gereken şeylerin başında, dar ve yetersiz kaynaklarla nasıl iş yapılır? Eldeki imkanlar nasıl en verimli kullanılabilinir? Fikir ve bilgi farklılıkları nasıl bir araya getirip, kullanılabilinir? gibi konularda kendilerini hazırlamaları.

İnsanlığın çoğu, felaket dönemlerinde başkalarından medet umar. Aslında bu konuda iş yapma yeteneği olmadığı içinde değil, kendisine ve bilgisine güvenmediği için. Nadiren insanı seven dahiler, bu durumda toplumları kurtuluşa götürür.
Ama genel olarak çoğu insan gibi, ben merkezli liderler, aşama aşama toplumlarını felakete götürürler. Bu dönem de bu yüzden dünya çok fazla lider, tek adam görecek.

Ama insanlığın kurtuluşunu onlar sağlayamaz artık. İnsanlığın birikimi ve vizyonu, tek bir kişiyi çok aşıyor. Ekipler, birbiri ile koordineli çalışan tamamen farklı bilgi ve görüşleri, birbirini tamamlayıcı olarak kullanan ekipler başarılı olabilir. Ve bu şekilde çalışanlar başarılı olacak.
Liderler, her konuda söyleyecek lafı olanlardan değil, söyleyecek lafı olanlara imkan sağlayanlardan olursa, insanlığın ihtiyaç duyduğu liderler olabilecekler.

Liderlerin, ekiplerini oluşturdukları dönem bitti-bitiyor. Ekiplerin lider ya da liderlerini belirledikleri döneme girdik, giriyoruz.

16 Kasım 2016 Çarşamba

Evrim ve Din

Evrim Teorisi' ni Kabul Eden Ateist midir? Dini Kabul Eden Biri Evrim Teorisi'ni de Kabul Edebilir mi?

http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24166/



Evrim teorisi ile ateistliğin hiç bir ilişkisi yoktur. Teoriyi ortaya atan Darvin de inançlı ve bu yüzden ciddi tereddütler yaşamış biriydi.

Zaten evrim teorisi bize yaradılışın ne kadar ince ve muazzam olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Çok ince ve hassas bir yapının, uzun bir sürecin sonunda var olmayı anlatmaktadır. Şöyle ki; Hiç bir şey sebepsiz yaratılmamıştır. Bizler bunu yorumlarken, var olanın üzerine odaklanıp, neden var olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Yani, insan niye vardır? gibi...
Bir de şu açıdan düşünün, hangi koşullar ve süreç sonucunda insan haline gelmişiz?  Bir toz ve su damlasından başlayarak hangi aşamalarla ve süreç ile insan olarak, zeki bir forma ulaşmışız?

Bana göre geçmişteki tüm olaylar ve olgular zinciri, insanın yaratışının bir parçasıydı. Din bize bu süreci açıklamıyor. Konuya girmiyor. Sadece düşünene ibretlik mesajlar veriyor. İlk insanın tamamlanması ve yeryüzünde hüküm sürmesi ile başlıyor, anlatımı.

Ateistlikle bağlantı kuranlar genelde, bu süreci kendi fiziksel, maddi varlıklarına göre ve yargılarına göre değerlendiriyorlar. Yani 60 yıl ortalama yaşayan bir insanın değerleriyle... Onlar için 10 bin yıl bile çok uzun bir süreç oluyor.

Oysa işe Allah-ü Teâla (C.C.) açısından bakarsanız; anlık bir iş... Saniye bile değil. Sadece her şeyi bir sebebe bağlayarak, sistematik olarak gelişimini sağlamış... İşte 60 yıllık ömrü olan bu süreci kavrayamıyor. Aklı almadığı içinde, bu süreci bir kıstasa koyup kendi din değerleri ile algılanmasına, kabule uğraşıyor.

Bana göre bu süreci din dışı olarak kabul etmek, O'nun eserlerine ve mükemmelliğine saldırıdır.
Yani iman kaybıdır.

Dini sadece; "şekle" ve inancı, "düşünmeden sorgulamadan kabule-itaate" indirgemiş kişilerin eseridir, sorduğunuz sorudaki şüpheler.
Bir çoğumuz aynı şüpheleri ve sorguları yaşıyoruz. Bilgi artıkça, şüpheler azalıyor, eminlik artıyor.
Bir yandan da bu tür kişilerin (ki çoğu zaten din-inanç ticaretiyle geçiniyor, güç ve mevki sahibi olmaya çalışıyor) birey üzerindeki hakimiyeti azalıyor. Bu da onların işine gelmiyor.

İnsanın ortaya bir fikir atıp, zamanla onu dallandırması, budaklandırıp genişletmesi her zaman olmuştur. Mesela, dinimizdeki bu kadar mezhep ve tarikat, Allah'ın (C.C.) emri miydi? Kim ve nasıl karar vermiş? Birinin "ak" dediğine bir diğeri, "gri" ya da "ak değil ama beyazımsı" veya "kara" diyebiliyor. Oysa Tek Tanrı, Tek kitap ve tek peygamber bunların kökeni... Nasıl böyle dallanıp, budaklanıyor. Bir de kendilerini doğrulamak için, geliştirip yayılıyor?
İnsan faktörü girdiği için... İnsanların inancında gedikler, şüpheler olduğu zaman, bunları gidermek ve doğru bir sonuca ulaşmak istediği zaman, ondan daha iyi konuyu bildiğini düşündüğü kişilere sorduğu için... Belki hiç biri art niyetli değildi. Hiç biri kötü bir şey yapmak istemiyordu. Ama dine, aracı olarak insan faktörü girdiği anda, ayrılıklar ve farklılıklar başlamış. Gruplaşmalar, hizipleşmeye ve çatışmalara neden olmuş.

Bu nedenle bana göre, evrim teorisi, yaradılışın mükemmelliğinin ve O'nun gücünün kanıtı iken, bir başkası için O'ndan uzaklaşma olabiliyor.

En doğrusu, bu sorunun cevabını kendinizden aramanız. Öğrenip, sorgulayıp, düşünüp, karar vermeniz. Eğer bir karara varacaksanız, bunu "bilimsel bilgilerle ve mantıkla destekleyecek" şekilde (ki kişilerin yargı ve hükümlerinin kararınız üzerinde etkisi kalmasın) yapın.
(Bilim bir inanç değildir. Doğruyu, "salt doğru"yu arama yöntemidir. Bilimsel ilkeler de hatalı yaklaşımları ve sonuçları elimine etmek için geliştirilmiştir.)

13 Kasım 2016 Pazar

Neden bilim batıda gelişecek ortamı buluyor da doğuda bulamıyor ?



http://www.fizikist.com/beyin-firtinasi/24013/

NEMO 13 Kasım 2016   - 2010 ' dan beri 17 Nobel fizik ödülü verilmiş ve bunların 7 ' si ABD ' ye , 4 ' ü ise Japoncaya gitmiş . Ve bundan önceki tarihlerde de çoğunlukla ABD..
USA , Almanya ve Birleşik Krallığa gitmiş.  Görünen o ki Nobel ödülleri sadece belirli bir kıtaya gitmiyor . Aslına bakarsak Asya ve Amerika kıtaları ilk iki sırada iken arkalarından Avrupa kıtası geliyor . Ve ilginçtir ki Amerika kıtasına giden ödüllerin neredeyse %40 aslen Amerikalı değil yani beyin göçü yapmış ve USA vatandaşı olmuş . Bu noktada ödülü kıta değil gelişmiş bilim ve insanlar alıyor . Daha ilginç olanı var ki ; Asya’yı ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bir köprü olan ülkemiz sadece 2 kez Nobel ödülüne layık görülmüş .

Ülkenin coğrafi ve kültürel konumunu bilimi özümsemeye kullanamıyor oluşumuz gerçekten üzücü . Ülkemiz binlerce yıllık uygarlıkların kültürlerini , geleneklerini absorbe etmiş ama iş batı bilimine gelince takılıp kalmışız . Batıda ne olmuşta bilimin merkezi olmuşlar diye soruyorum kendime . Aklıma Rönesans ve reform geliyor ama hayır daha derinde bir şeyler olmalı . Sorum şu ; neden bilim batıda gelişecek ortamı buluyor da doğuda bulamıyor ?



shibumi_tr 13 Kasım 2016   - Bilim ilk başta bir ifadeyi anlama şeklidir. Doğanın ifadelerini anlamak için bilim kullanılır.

Bilim ayrıca farklı, normalden farklı düşünme, böylece farklı açılardan olguları görebilmedir.
Ve bilim ayrıca, olaylar arasındaki bağlantıları, ilişkileri ve sırasını görebilmektir...

Batı bilimi diye bir şey olamaz. bilim evrenseldir ve herkese aittir. Ancak batı kültüründe bilim neden daha gelişkin de, "bilimin merkezi olmuş?" diye soruyorsanız, güzel bir noktaya dokunmuşsunuz.

Batı kültüründe herkes bilimci değil ama herkes bilimsel temelli bir mantıkla eğitim alıyor.
İnanç özgürlüğü, bilimsel mantık alanında bir araç olarak kullanılmıyor. Bilim mantık olarak yaşamlarında temel.
Tabii bence... Bence en önemli avantajları, güzel sanatların da gelişmiş olması. Çünkü insana farklı düşünmeyi, aralardaki ilişkileri görmeyi, bütünü görebilmeyi ve anlamayı sağlayan şeydir, sanat.

Bizde estetik ve sanat değeri çok yüksek eserler çıkartan sanatçılar olmuş olsa da, kendimize has kültürel bir sanat düzeyine ulaşamamışız.

Daha da önemlisi, Sanat'ı toplumsallaştıramamışız.
Ülkemizde tıpkı, bilim, entellektüelizm, siyaset, ekonomi, uzmanlıklar, vb. nasıl sadece bazı kişilerin tekelindeyse, sanatta sadece belli kişilere has ve sınırlı kalmış.

Ne kendimizi ifade edebiliyoruz, ne de ifade edileni anlayabiliyoruz. Bu yüzden ezberle, taklitle mevcut durumu kurtarmaya, göz boyamaya çalışıyoruz.

Doğu derken aslında Uzak doğu'yu değil, Orta Doğu'yu kastettiğinizi düşünüyorum. Arap dünyasında, takip ve taklitçilerinde, İslamiyet’in ilk dönemlerinde sanat ve edebiyat hızla gelişirken ve antik dünyanın mirasından faydalanırken, toprakların büyümesi ve kontrol mekanizmasının zorlanması ile bu dönem sona ermiş. Çünkü düşünen, sorgulayan dolayısı ile muhalif olan düşünceler itici gelmiş.
İslamiyet öncesi bir devlet sistemi olmayan Arapların bu açığını, İslami kurallar ile kapatıp, dini, devlet anlayışının merkezine oturtunca da hızla orta çağlarına girmişler. Hala da çıkamamışlar. Onların takip ve taklitçisi olarak çıkamıyoruz da... Cumhuriyet ile bu döngü biraz kırılmış olsa da, son 65 yıldır yaşanan süreçler bunu olumsuz etkilemiş.

Sorunuzun net cevabı: Bizde estetik sanatların toplumsallaşmamış olması, bilimselliği de olumsuz etkiliyor...
En derindeki şey, başkalarının tutum ve onayına ihtiyaç duyan bireyler yetiştirmeye çalışan bir toplum modelimiz olması.
 

(Batı da bireysellik ön planda, Uzak doğu ise toplumsallık ön planda... Ve biz ikisinin arasındayız ama bizim bireyselliğimiz de, toplumsallığımız da farklı. Bireyselliği kişisel gelişim ve zihinsel bağımsızlıktan ziyade ekonomik bağımsızlık ve güç olarak algılıyoruz. Toplumsallığı ise, yakın çevremizdeki ilişkilerimizden kaynaklanan kişilerle sınırlıyoruz. Tüm topluma yönelik bir pozitif yaklaşım yerine sadece akrabaları üstte tutan bir yaklaşım gibi diyebilirim. bu nedenle bir gruba ait olma güdümüzde, çok rahat diğer kişileri dışlayıp karşıt grupta görme eğilimimiz yüksek. Bir Galatasaray, Fenerbahçe tartışmasındaki insan tutumlarına bakın. Sanki iyi veya haklı olmak onlara bir şey kazandıracakmış gibi tartışıyorlar. Oysa her iki sonucun etkisi de aynı: Hiç bir şey... )

NEMO 13 Kasım 2016 - Aslında ben daha çok batıda reform ve Rönesans öncesi ortaya çıkan bilimsel düşüncenin '' tetikleyicisi '' üzerine soruyorum kendime .O tetikleyicilerin ne olduğu belki önemli değil ama puzzle'ı tamamlamam için gerekli parametreler .



shibumi_tr 13 Kasım 2016  - Yani Reform ve Rönesans’ı ne tetiklemiştir diye mi soruyorsunuz?
Skolastik (dinsel ) düşüncenin çok geniş çerçevede kendisini doğrulama adına ileri sürdüğü mantık önermeleri ve bunların arasındaki çelişkilerin artması sebeplerden biri...  Diğer sebepleri kısaca geçersek; Osmanlı baskısının, ekonomik ihtiyaçlar için farklı arayışlara itmesi sonucu dünyanın yeni ticaret yolları esnasında keşfedilmesidir. Bu keşifler, dinsel ifadelerin eksikliğini ve yetersizliğini ortaya koymuştur. Ayrıca kilisenin en güçlü ve şaşalı olduğu bu dönemlerde, (zaten bir çok değişim "eskinin" en güçlü olduğu dönemlerde, bir anda yıkılış şeklinde olur...) resim, heykel, müzik ve tiyatro, opera alanında muhteşem eserler çıkartılması, insanın insana olan bakışını da etkilemiştir.
Bir diğer nokta Avrupa dar ve kaynakları kıt bir kıt'a olmaya başlamıştır. Bu dar alanda, bu kısıtlı kaynaklar için birbirleri ile savaşmak anlamsızlaşmaya başlamıştır. Çünkü hepsini birden tehdit eden bir Osmanlı, bu toplumları birbirine yakın tutarken, yeni keşfedilen coğrafi yerlerdeki el değmemiş kaynaklara ulaşmak daha kolay ve ulaşılabilirdi.
Yine bu keşiflerden gelen (sömürülen) ekonomik kaynaklar, toplumsal refaha ve gelire olumlu etki etmişti. İnsanlar yaşamak için kaynak arayışından öteye, eğlenmek, kendisini geliştirmek için de kaynak bulmaya başladı.

Bu döneme kadar Avrupa'daki bir çok krallık ekonomisi de, savaş gelirlerine ve toprak vergilerine bağlıydı. Osmanlı bu durumda çıkamadı. Avrupa ise ticaret gelirlerini artırdı ve yeni tüccar orta sınıfı ile farklı bir yol çizdi. 
Devlet anlayışı da bu dönemde değişmeye başladı. Daha önce iktidar, Tanrı'nın temsilcilerinin hakkı iken, devlet bunları ifade ediyordu. Devletsiz millet olabilir, mümkündür. Ama milletsiz bir devlet var olamaz. Bu düşünce gelişmeye başladı. Çünkü tüccar orta sınıf korundukça ve desteklendikçe devlette güçlü oluyordu. (Zamanla bu görüş milliyetçiliğe doğru evrildi.)


Eğer genel olarak uzaktan bakarsanız değişime, esas nedenin ekonominin yapı ve üretim araçlarını, yöntemlerini değiştirmesi olarak düşünebiliriz. Savaşlardan ve vergilerden beslenen devlet ekonomisi, ticarete, keşiflere ve sömürgeleştirmelerden beslenmeye yöneldi.
İslam dünyası ve onun önde gelen temsilcisi Osmanlılar, bu dönemden çıkamadı. Kendi skolastik düşüncelerine daha da derinlemesine daldılar. Bir bakıma kurtuluşu, çareyi eksi şaşalı dönemlerini sağlayan Din'de aradılar. Tabii bunun için yorumlamak ve günün şartlarına uygulamak gerekiyordu. Bu da fazla dallanıp budaklanan, hacimsel derinliği artan kendi skolastiğini geliştirdi. Bolca tarikat türedi.Onlarda kendi derinliklerini geliştirdi. O kadar derinleşti ki, içine bir kere giren çıkamaz oldu. Bir çok yenilikçi düşünce ve gelişme oralarda boğuldu gitti.

Batı ise dinsel anlayışı sadeleştirmeye, basitleştirmeye , mümkün olduğunca çok kimseyi yüzeysel basit temellerde birleştirmeye çalıştı. Mümini ayrıntılarda değil, genel temel özelliklerde aramaya yöneldi.  Bu da kilisenin gücünü daha da zayıflattı.

Düşünce ve bakış açısı bir kere değişti mi, bir çok sistem de değişmeye başlar.

Mesela Bankacılık sistemi sistemli olarak gelişti. Devletlere borç vermeye başladı. Oysa daha önce bu alanda genelde sadece Yahudiler çalışabiliyordu.
(Bu arada Yahudiler, Roma imparatorluğu döneminde, göçlere zorlanıyorlar. Gittikleri yerlerde toprak satın almaları ve tarımla uğraşmaları mümkün olmuyor. Yasaklanıyor veya toprak satılmıyor. Devlet yönetimine de memur olarak alınmıyorlar. Gittikleri yerlerde sadece zanaatkar olarak veya para taciri olarak çalışabiliyorlar sadece. Çünkü Hıristiyanlığın ve kilisenin aksine, Yahudilik faiz almaya izin veriyor. Bu şekilde aile meslekleri halinde babadan oğula geçen ticari temelli iş yapıları gelişiyor. Yani parayı herkesten fazla sevmiyorlar sadece bu alanda çalışmalarına izin veriliyor çoğu yerde...)
Bankacılık sisteminin gelişmesi, orta sınıfın girişimcilik ruhunu da destekliyor. Risk ve fayda analizleri, sigorta sistemleri ile dağıtılan riskler, yeni girişimlerin önünü açıyordu.

Vs. Vs... konu ayrıntılandırırsak sürer. Ancak özetle, toplumsal üretim ve gelir yapısı değişince, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için diğer şeylerde değişti. bilim de bu arada hem bir ihtiyaç hem de bir kaynak oldu, desteklendi, gelişti...

Tabii bunların hepsi aşama aşama ve zamanla ciddi bedeller verilerek, bu uğurda bir çok hayata da mal olarak sağlandı.  

Günümüzde felsefe, sebep ve sonuç adına yeterli mi?

Felsefe ile pozitif bilimin yollarını ayrılalı yaklaşık 300 yıl oldu. Bundan önce hemen hemen her bilimci aynı zamanda filozofdu. Hatta akademik unvan olan  Ph.D  “Doctor of Philosophy”dir.
Tabii buradaki felsefe, günümüzde kullanmaya alıştığımız kavramdan biraz farklı. Bilimi, bilgiyi sevme anlamında. Eski Yunan'da felsefe, "mantık kuralları ile bilgiden bilgi üretme" karşılığı idi...

Günümüzde ise boş konuşmaları mantıklı gerekçelere dayandırmaktan, özellikle sosyal- insan kaynaklı sorunları, konuları değerlendirmeye kadar geniş bir kavram ve karşılık alanı var.
300 yıl evvelki ayrılıştan sonra, felsefe sosyal bilimlerin bir dalı olarak kabul edilmiş.
Sosyal bilimlerdeki bilgi-veri kaynak esnekliği ve çeşitliliği yüzünden de, felsefe kavramı suistimal ediliyor.

Batı bilimi, antik Yunan'dan aldığını iddia ettiği felsefe kültürü ile gelişen bilm de, bugünkü bilimsel durumumuzu temsil ediyor.
Felsefenin temelinde, mantık çıkarımları, tümden gelim ve tümevarım şeklinde vardır. Neden-Sonuç ilişkisi daha sonra  tez-antitez şeklinde de kullanılmıştır.
Bu mantığın temeli ise "1-0" şeklindeki ikili sistemdir. Yani batı biliminin temeli 2'li mantığa dayanır.
Oysa gerek binlerce yıllık (Janizim gibi 7'li sistem -Hint) bazı inanç sistemleri doğa olaylarına bakışlarında daha farklı mantık sistemleri de kullanmışlarıdır.
Kuantum fiziği ise bize evrenin 0 ve 1 arasında sonsuz olasılık üzerinden birinde karar verdiğini, bir belirsizlik olduğunu göstermiştir.

Bilimdeki felsefi yaklaşımda bundan etkilenmektedir. Tabii bu geçiş yani teorinin pratiğe uygulanması, aynı hızda değil. Bilim alıştığı ve geçmişte teknik sonuçlarından dolayı, verimliliğinden şüphe etmediği deney, gözlem ve inceleme ilkeleri çerçevesinde bu geçişi yapmaktadır.
Eh.. Haliyle bu da yavaş olmakta ve bazen günümüz (bilimsel) felsefesinin yetersiz kalmasına neden olmaktadır.

Bilim Özgür mü?

Hayır, değil... Bilim insan ihtiyaçlarına göre yönlendirilmektedir. Bu ihtiyaçlar üzerinden gelir sağlayan-sağlayacak kuruluşlarca tatbik edilmektedir. Çünkü bilim, özünde bağımsız olsa da, araştırma ve diğer giderler için ekonomik kaynağa ihtiyaç duymaktadır. Bu ekonomik kaynak ise ancak (günümüz şartlarında), kapitalist sistem ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.

günümüz dinsel öğretilerin çoğu, insan hayatını biçimlendirmeye yönelik olduğu için, kapitalizm ile direk ve dolaylı şekillerde yoğun simbiyotik ilişki içindedir. Biri bilimi desteklerken, diğeri sınırlar. Böylece bilimsel merakı ve yönelimi; istenilen, arzu edilen orta bir yerde tutarlar.

Bilim aynı zamanda, toplum algısını kullanmada önemli bir araçtır. (Gerçek) Felsefeye dayalı bilimin ürettiği sonuçlar, doğa yasalarının geçerliliği olarak, tartışmasız güvenirliğe sahiptir. Bu güvenirlik ve kesinlik imajının topluma empoze edilip algı oluşturulduktan sonra, sisteme bilimsel destekler sunarak istediğiniz ürünü sokabilirsiniz.