5 Mart 2016 Cumartesi

Hayatımızda kuralların önemi nedir?

Hayatımızda kuralların önemi nedir?
    Esra Olcay 05 Kasım 2015


 
   Kurallar bazı şeyleri kısıtlar. Fakat kurallar olmadan da karmaşa meydana gelir. Kurallar gereklidir.
    Serkan Uyanık 06 Kasım 2015

    Evren her zaman bir yapı altında birleşerek daha kompleks hale geçmeye çalışmaktadır. Enerjiden atoma, atomdan moleküle, molekülden katalizöre, katalizörden canlıya, canlıdan topluluğa, topluluktan ülkelere, ülkelerden global bilgiye... bu süreç içerisinde stabil kalabilmek için her evrede bazı kurallar gerekir. bu kuralar enerji atom için evrenin esnek yapısı iken, molekül için ısı, basınç vesairedir. Toplum için ise, din de bu yüzden vardır, anayasa da, kültür de.
    yuempek 06 Kasım 2015

    Fizik için kurallar çok önemli ama Dünya siyaset gibi dünyalıların yarattığı saçma sapan kurallar gereksizdir
    Kıvanç 07 Kasım 2015


    Toplumsal hayatta ve yaşamda kurallar, bizi özgürleştirir. :-)

Gençlerin çoğunun kafası almasa da, kurallar kişiyi engellemek için değil, diğer kişilere karşı, bireye bir alan bırakmak için gereklidir.

Sorun kuralları kimin belirlediğidir. Genellikle karşı çıktığımız kurallar bize dikte edilen, sadece bize yönelik işlevi olan ama bazı başkalarında geçerli olmayan uygulamalardır. Bunlara kısaca "haksızlıklar" diyoruz.

Hak kavramı ile kural kavramı içiçe ve tamamlayıcı kavramlardır. Bilimsel tabanlı Hukuk ihtiyacı da bundandır. Eğer kurallar olmasaydı, toplumun bir arada yaşaması mümkün olmazdı. Herkes isteklerinin sınırını zorlayacağı için sadece güçlülerin yaşam alanları kalırdır. Kalanlar ezilirdi. Özellike 80 sonrasında toplumumuzda, kuralları yasaları engelleyici olarak görüp, onları yoksaymaya, görmezden gelmeye başladı (ki bazı haklı gerekeçelerden destek aldılar). Ancak bunun dozu, toplumsal yaşama uygun olmayan yasalardan çıkıp, toplumsal yaşama da yansıması çok daha ciddi olumsuz sonuçlara ulaştı. Günümüzde, fırsatçılık, adam kayırmacılık, yolsuzluklar, vb durumlarda toplumun gösterdiği tepkisizlik, umursamazlık bunu sonucu oldu. Bu toplum ahlakı açısından ciddi bir bozulmadır. Böyle bir toplumun da kendi iradesiyle yaşama şansı pek yoktur. Daha güçlü toplumların kurallarına göre bir yaşam sürmeye mahkumdur.
    Burtay Mutlu 07 Kasım 2015

  
  Bilimsel anlamda kurallar, çok ince ve sert eleştirel aşamalardan geçip, artık öncesinin aranmasına gerek olmayan verileri içerir. Bu nedenle bir sonraki aşamanın, sağlam bir basamak taşı olarak yerlerini alırlar. Aynı şekilde bazı konularda genel bakış açısını; nelerin gözönüne alınması gerektiği, nelerin 2nci derece önemli olduğunu da belirler. Yani bize çalışma yapacağımız alanı ve enstrümanlarımızı belirler.
    Burtay Mutlu 07 Kasım 2015


    Bakış açım ilerde mutlaka değişecektir ama eğer kurallar olacaksa böyle olmamalı ki yanlız değilim böyle düşünen çok insan modeli var devletlerden milliyetcilikten siyasetten ve toplumun saçmasapa kurallarından bıkanlar gittikçe artıyor
    Kıvanç 07 Kasım 2015


    Mevcut yapıdan ve kurallardan şikayetçi olmak, normal ve hatta gerekli bir durum. Sayın Kıvanç gibi düşünen kişiler çok var ve bu tür bakışlar toplumsal sağlık açısından gerekli. Çünkü, toplumlardaki insan öğesi (tutkuları, arzu ve korkuları ile istekleri) binlerce yıldır pek değişmese de, toplumların dinamikleri değişiyor. Yaşam koşulları ve ihtiyaçları değişiyor. Bu değişime adapte olabilmesi için bu tür düşünceler ve insanlar gerekli...

Örneğin, mevcut toplumsal kurallar ve yapı yaklaşık 200 yılda aşama aşamagelişmiş ve zirvesine 60-80'li yıllar arasında ulaşmış olan sanayileşme çağı. Bir çok toplumsal kural da bu çağın istek ve ihtiyaçlarına göre. Siyasi yapıdan, toplumlar (milletler) arası ilişkiye kadar. Bu çağ tüketici toplumları ile tepeye vardı. Şimdiyse çöküyor. Çünkü dünyayı bitirdi. Ne doğal kaynak ne de temiz ortam bıraktı. Kendisini idame gücünü kaybettiği gibi, hala kendi diğer ve kurallarını bastırıyor.Çünkü şimdlik egemen güç.

Milliyetçilik, sanayi çağının bir ürünüdür. Mevcut siyaset gelenekleri, sendikalardan, yatırımcılara, girişimcilere kadar tüm kullanılan modeller bu çağın kalıntıları. Doğal olarak mevcut duruma adapte olamıyorlar. Çünkü sorunların kaynağı da bunlar oldu.

Şu an orta ve üst düzey siyasi, ekonomik, bilimsel yönetimlerin hepsi da bu kuşağın elinde. Yol açtıkları problemleri düşünmüyorlar. Alıştıkları ve doğru bildiklerini empoze ediyorlar. Oysa yeni nesil, bizlerin bıraktığı problemlerle uğraşacaklar. Kirlenmiş ve kaynakları ziyan edilmiş bir ülke de ya da dünya da var olmaya çalışacaklar. Üstelikçok ciddi bir rakiple yarışarak. Nüfus çok fazla ve herkesin iyi yaşamak hakkı. amakaynaklar sadece %25 civarına iyi bir yaşam sunabilecek.


Gençler bunları bilinçli olarak göremese de içten içe bunu hissediyorlar ve bunun karamsarlığı ile kızgınlar. Ve maalesef haklılar. Neyin değişmesi gerektiğini bilmedikleri gibi, biseler bilenasıl değiştirebilecklerini de bilmiyorlar. Çünkü yeni dönemin ilkkuşakları bu kişiler. Yani yolu açacakolanlar. Bu nedenle, mevcut kurallar ve sistem hakkında düşünülenlere, hissedilenlere hak veriyorum. Çözüm ise gençlerin (bizim pek de kavrayamadığımız) bu dünya için öngörülerde bulunup, bu yeni dünya koşullarında kuralalrın neler ? ve nasıl? olmaları gerektiğini bulmaları...

Mevcut siyasi yapılar,örgütlergençlere bu konuda vizyon da sunamıyor. Kendi ideallerini ve değerlerini aşılamaya çalışıyorlar ama bunların değişmesi gerekitiğini anlamıyorlar. Üniversiteler (in çoğu) ezberle-geç, anlamdan çöz , kağıdı (diplomayı) al ortamı olmuş, bunlarda yol gösteremiyor. dini değerler yobazların elinde yıpranmış, çağın toplumları ile iletişim kurup, temel değerlerini aktaramıyorlar (ülkemizde verilen gerek resmi, gerek ise resmi olmayan dini eğitim kurumlarının çok ciddi başarısızlığı, yetersizliği, çağdışılığı var: Bireylere Hâkk sevgisi yerine korkusu ile eğitmeye çalışırsan sonuç bu olur).

Bu da yeni bireylerin kendi toplumsal kurallarını inşaa ederken, temel, baz alacakları değerleri çok azaltıyor. Bizlerden yani ailelerinden bir çokolumlu düşünceyi, davranışı duyuyorlar ama topluma bakıp gördükleri, söylenilenlerle uyuşmuyor. Yani biz aileler, ebeveynler de çocuklarımıza doğru davranışları öğretemiyoruz. Çoğumuz doğru olanı söylüyoruz ama yapmıyoruz. Kısaca, iyi örnek değiliz. O yüzden sayın Kıvanç gibi düşünenler artıyor. Artmalı da...ki bizim yetersizkaldığımız bu yeni çağda (bilgi çağı+ sürdürülebilir ekonomi çağı) kendi kurallarını inşaa edebilsinler.
    Burtay Mutlu 08 Kasım 2015


   
bilimsel olarak da hayatta da bir tek kural vardır,tüm kurallardan şüphe etmelisin,mantığına uymayan kuralın nasıl ispatlandığını görüp ikna olabilirsin ikna olmuyorsan yanlış olabileceğini aklında bulundurmalısın,kurallar bizi bir yöne bakmaya sevkeder;bir çoğumuzunbildiği gibi, newtonun yasaları için sabit bir referans noktasına ihtiyaç olduğu halde dünya da ve evren böyle bir nokta tariflemek zordur kural deniyor diye % 100 doğru kabul etmemek gerekir.Toplumsal kurallar ise temelde birey zekidir toplum aptaldır mantığıyla üretildiği için sana her zaman saçma gelecektir,çünkü saçmadır ama gereklidir
    Mustafa Bağlı 08 Kasım 2015

Çok boş yaşamıyor muyuz?

Şu aralar bilime ve evrime inanan biri olarak şunu demek istiyorum. Çok boş yaşamıyor muyuz? Ölümden sonra hayat yoksa,toprağa karışıp sonsuza kadar yok oluyorsak, Veya dünyaya kattığımız iyi şeyler elinde sonunda yeterliğini yitiriyorsa yaşamanın ne anlamı var ki ?
    Mami Burğaç 01 Kasım 2015


    Evrim insanın yaratılışının bir parçasıdır. Bize çok uzun süre gibi gelen bu zaman, sahibine göre bir an'dır. Sebepleriyle anlaşılsın ve ibret alınsın diye gösterdiği bu aşamalara inanılmaz. Ya bilinir ya da anlaşılmaz ve bilinemez. İnanmak, bilmek değildir. Anlaşılmayan şeyleri, sorgulamadan olduğu gibi kabul etmektir. (Ne yazık ki birçok açıkgöz de, inancın bu saflığını ve kabullenişini kendi doğruları ve/veya çıkarları yönünde kullandığı için, inanç konusu gereksiz bir tartışma içinde, bilimle çatıştırılmıştır)…

Bilim, temelini inançtan alır. İnancı doğrulamak ve kabul etmek için, kullanılabilinecek en tarafsız ve saf yolu arar. Yani matematik mantığı ile sorgular. Cevapları da aynı mantık süzgecinden geçirir. Ki bunlar çok sert ve şüpheci kıstaslardır. Bu sayede bulunan sonuçlarla doğruya ulaşılır. Bir sonraki sorgulamanın temel taşlarından biri olarak, bu doğru kullanılır. Böylece başka bir doğruya (bilgiye) ulaşılır. Bilimin bu yanı; yani şüphecilik, bağımsızca tekrarlanabilirlik, her seferinde aynı sonuca ulaşılabilirlik ve sürekli sorgulanabilirlik, insan düşüncesini, dolayısıyla insanı özgürleştirir. Bu da az evvel kast ettiğim inancı sömürenlerce hoş karşılanmaz. Çarpıtma, farklı yorumlama, doğru bir veriyi, (artık doğruluğu kesin olduğu için sorgulanamadığından) farklı bir şeyin doğrusu gibiymiş göstererek yıpratma ile kafaları karıştırmaya yönelirler. (Mesela "evrim ve göz" konusunun suiistimali gibi).

Yaşamımızın boş olmasına gelince, ölüm sadece bir aşamadır: Bedeninizdeki tüm parçacıklar 13.7milyar yıl önceden, tüm atomlarda yaklaşık 6 milyar yıl evvelden (güneşimizden önceki patlayan yerindeki güneşten) kaldı. Bedeninizdeki tüm moleküller 600 milyon yıldır, binlerce canlıda yer aldı. Siz, madde için sadece bir aşamasınız. Sizden sonra gene bir yerlere dağılacak.

Sizden geriye sadece soyut kavramlar kalacak. Yaptıklarınız, anılarınız, insanlarda bıraktıklarınızın izi kalacak. Bunların adı anılmasa bile, etkileri kalacak. Örneğin, MÖ 1.yy'da Romalı imparator August'un mısır'ı kendi toprağı ilan edip, tüm vergilerini şahsi malı sayması gibi. Bu sistemle, (en son Rusya'da 1840'larda kalktı) bütün ortaçağa ve dünya ( o zaman için bilinen) ya serflik sistemi üretim yapısına damgasını vurdu. Derebeylik sisteminin bu yapısı hala günümüzde çeşitli şekillerde, biçim değiştirmiş olsa da yaşamımıza etki ediyor. Ya da 5 bin yıl evvel annesine şiir yazan Sümerli çocuğun şiiri, ya da günümüze gelen efsaneler, şarkılar, destanlar, vs... Sonuçta eğer arkanızda sonrakiler için bir şey bırakmıyorsanız, gerçekten boş yaşamışsınız demektir. Bu da dinlerde anlatılan, nefsin galibiyeti demektir. Çünkü bu şekilde ancak idrak kabiliyeti pek olmayan canlılar hareket ediyor.

Yine de eğer ölüm sonrasını bir son olarak görüyorsanız, şunu düşünün, yaşamınız boyunca çıkardığınız tüm sesler uzayda titreşim olarak, nesnelerde bir kuvvet izi olarak sonsuza kadar kalacak. Zihninizden geçen tüm düşüncelerin ve rüyaların elektromanyetik dalgaları sonsuza kadar uzayda yol almaya devam edecek. Siz öldükten sonra bile bu elektro manyetik dalgaların bir kısmı, yollarına devam edip, bir şeylere (çarptıkları gök cisimleri) katılacak ya da etkileyecek. Ya bir üst boyut açısından bunların hepsi aynı merkezde toplu kalıyorsa?

Bana göre insanlar, ezelden beri gelen varlıklarında sadece şu an, o da hayat dediğimiz bu süre zarfında, kendi iradeleri ile bir şeyleri biçimlendirme, şekillendirme gücüne sahip oluyorlar. “Hayat” (bu izin) insanlara bunun için verilmiş. (Büyük ihtimalle diğer canlılara da bundan bir miktar bahşedilmiş ama en yoğun ve güçlü olanı, insanlarda...)

Bu nedenle "hayat" değerlidir. Ve arkanızdan bir şeyler bırakabiliyorsanız harikadır. ( Not, bence bir insanın geriye bırakabileceği en değerli eser de, evladıdır. Çünkü onu her şeye karşın, sevgiyle, itinayla biçimlendirmeye ve kendinden bir şeylere vermeye çalışır. Oda bunu çocuklarına aktarırsa... Bu zincir dağılarak (dalgalar gibi) yüzlerce yıl sonralara bile etki eder.) Yaşamınıza anlam katmak istiyorsanız; öğrenin, dinleyin ve tüm canlılara sevgi gözü (kalp gözü) ile bakın. Adil ve dürüst olun. Mutluluğu sahip olmadıklarınıza bakarak değil, sahip olduklarınızı kavrayarak hissedin. Her canlıya saygı gösterin. Kesinlikle yaşamının anlamını ve değerini kavrayacaksınız. Sevgi ve Saygılar (Felsefi bir soruya kendimce felsefi bir cevap oldu) Burtay Mutlu 03 Kasım 2015

Tarihin başından beri herşeyi kontrol eden, yönlendiren bir tarikat olabilir mi?

Sizce eğitim sistemi neden tüm dünyada bu kadar kötü,sizce insanlara gerekli-gereksiz bilgiler yükleyerek,test makinası yaparak ve stres yaparak zeka ve hayalgücünü bitirip köleleştirilmesi kolay akılsızlar,bilime zor iş diye bakan magandalar mı oluşturuyorlar bu saçma sapan sistem,diziler,para kazanma hırsı,adaletsizlik...birkaç insan tarafından uydurulmuş olsada gereksiz yere paraya ve diğer kurallara tapıyoruz ve sınav-para hırsından bunu farkedemiyoruz madem sınav için geldik bu sınavı niye kendimiz zorlaştırıyoruz ki.Sakin sakin çalışıp sakin sakin öğrenip mutlu gelsek mutlu gitsek nasıl olur değil mi?Ama olmaz çünkü herşeyin arkasında bir grup olduğuna inanıyorum ve o grup bunu istemez bence...(Grup=Tarihin başından beri olan bir tarikat olabilir) Düşüncelerinizi bekliyorum...

kaan nuri asar 28 Eylül 2015

  •  

Peki sizce nasil yurumeli bunca nufusa sahip dunya da egitim, ki her kulturun kendi icinde farklilasacagini dusunursek bu soruyu daraltip en azindan sadece ulkemizde egitim sistemi nasil olmali, bence birazda sorun problemi yeteri kadar bilip cozum uretmede o kadar etkili olmayisimiz, yapilan her kusru da banane onlar engelledi onlar istemiyor diye uzerimizden atamayiz bence,toplum bir yerde kararli olup istedi mi gercekten onun onunde hicbir gucun duramayacagi kanaatindeyim.

H.D 29 Eylül 2015

  •  

Her olumsuz durumun arkasından, birbirine bağlantılarla bir çok grup ya da topluluk bağlantılı çıkartılabilir. Bunların çoğunu, oradan buradan şehir efsanelerinden ya da direk efsanelerden duyuyoruz. Geçmişte gerçekleşmiş bir çok olay arasında bağlantı kurmak mümkündür. Çok da kolaydır. Sadece yeni bir bilgi ve farklı bakış açısı gerekir. İnsan sayısı kadar bakış açısı olduğundan, doğru ya da yanlış, bolca; "kendi içinde tutarlı ve mantıklı" bir çok senaryo üretilebilir. Hatta bazıları bunlara inanıp, bunlara dahil olduğunu düşünebilir de....

Bu durumun altında yatan temel neden de, çoğu insanın asla kavrayamadığı bir durumdur. Tüm düşünceler, görüşler, ideolojiler, idealler, izmler, felsefeler "CANLI"dır..... Böyle soyut bir durumdan Canlılık nasıl üretiliyor derseniz.... (Hepsine birden, " topluluk amacı" diyelim.)

Her topluluk amacı (ta) önce bir ya da bir kaç kişinin düşüncesinden doğar. Cılızdır. Zamanla İlk kişiden etrafa yayılarak güçlenir. O ta'yı ya da türevlerini benimseyenler artıkça ta'da güçlenir. Çoğunluğunun ömrü insan ömründen uzun olsa da kısadır. Çünkü her düşünce kendi zamanının şartlarından ve ihtiyaçlarından doğup gelişmiştir. Ancak zamanla koşullar ve dolayısıyla ihtiyaçlar değiştikçe, ta'lar yetersiz kalır.

Son çırpınışlarında daha da koyu bir taassuba düşseler de, yok olurlar. Çünkü yerlerine yenileri gelir. Ancak çok nadir bazı ta'lar yaşamaya devam eder. Bunun anahtarı ise, çağının koşullarına göre değişim geçirebilme yeteneği ile alakalıdır. Eğer bir ta, çok sert olmayan kurallar üzerine ve esneklik payları ile oluşmuş ise varlığını uzun süre devam ettirir. Örneğin, Sol partiler ya da sağ partiler 50 yıl öncesinden çok daha fazla çeşitliliktedir. Ya da dinler... Tek ve basit anlaşılır olmasına rağmen, zamanla her din kendi içinde alt birimler (mezhepler>tarikatlar, vs ) üretmiştir. Bu ta'ların esneklik ve zamana uyum çabalarının bir sonucudur.
Bu nedenle çok sert ve kesin kurallar ile çerçeveleri belirlenmiş her ta zamanla köhner... Bu kadar çeşitlilik içinde de çeşitli efsaneleri kanıtları ile ileri sürmek her zaman mümkündür.

İkinci durum ise; kanıtların mantığı ile oluşturulan kurgulardır. Her kurgu kendi içinde kanıtları çok mantıklı bir şekilde birbirine bağlayıp, kendi gerçekliğini oluşturabilir. Bu mantık içinde şekillenmiş beyinler de , olguları ve durumları bu mantık süzgeci ile ele alabilir.

Oysa, matematiğin sonsuz sınırsız mantık yeteneği burada işlev görmektedir. Örneğin, eğer "2+2= 5 doğru"şeklinde bir önerme ile bir problemi ele alırsak ve buna göre formüller kullanırsak, kendi içinde gene tutarlı ve mantıklı bir çok ilişki (formül, fonksiyon, vs) tanımlayabiliriz. Ve bunların hepsi 2+2=5 çerçevesinde mantıklıdır. Sözün özü bir düşüncenin yanlış olması için temelde tek bir hatalı bilgi yeterlidir.

İlk temel mantık -bilgi hatalı ise kalanı ne olursa olsun, fark etmez. Bu işlemlerin güzel yanı mantık sistemini, farklı olasılıklar için çalıştırdığından, hayal gücünü de genişletmesi ve belki de daha önce fark edilmeyen bir ayrıntının fark edilmesini sağlamasıdır.

Üçüncü duruma gelirsek, insan topluluklarının ilk amacı: varlıklarını sürdürebilmektir. Bunun için ellerindeki tüm kaynakları ve imkanları kullanırlar. Sanayi çağı, özellikle toplu üretim teknolojisi ile toplumların yapısını ve ihtiyaçlarını değiştirmiştir. Öncelikle en azından temel talimatları okuyup anlayacak ve uygulayacak düzeyde bol işçiye ve teknisyene ihtiyaç olmuştur. Bu amaçla toplumun en azından temel eğitimden geçirilmesine başlanmıştır. Özellikle 1870'ler de (Von Bismarck dönemi) Almanya'sında (Prusya önderliğinde) ve aynı dönemde İtalya'nın ulusal birliğinin tamamlanması ile bu süreç halen günümüzde de etkin olan temel eğitim sistemini oluşturmuştur. (İngiltere ve Fransa daha önce harekete geçiyor. Fransa Napolyon yüzünden gecikiyor. Rusya 1840'larda serflik sistemini (Avrupa içinde en son bitiren) sona erdirip, sanayileşmeye başlıyor (Ancak 1880'lerde ABD Perry yüzünden dışa açılmak zorunda kalan ve hızla sanayileşen Japonya'ya 1905'de deniz savaşında yenilince, sürecin tamamlanmadığı açığa çıkıyor) . Ve hızlı bir sömürge edinme, sömürme çağı başlıyor.

Bu dönemde bu sanayileşen ülkelerin felsefecileri, yapılan insanlık dışı devlet politikalarını kabul edilebilir hale getirmek için Darwin'in Evrim görüşünü alıp, pullayıp, değiştirip, "-bilim bunu söylüyor!" diye de Batı toplumlarına yutturuyorlar ve eğitime sistemlerine alıp, beyinleri yıkıyorlar. Bu kadar çok üretim olunca, kaynaklarda sömürgelerden en ekonomik şekilde gelince geriye tek bir şey kalıyor? Bu üretilenler ne olacak?
İşte o zaman moda kavramı gerçek anlamda başlıyor. Ömrü boyunca en fazla 10-15 gömlek tüketen bir Fransız Asilzadesi, değişen moda ile bunu ayda 10-15'e çıkartıyor. Fabrikalarda çalışanlara pompalanan daha iyi yaşam umutları, tüketim düzeyi ve satın alma gücü ile ölçülüyor. Böylece sanayileşen toplumlarsa sosyal ve ekonomik refah düzeyi artıyor. Bunun temelinde de şirketlerin büyümeye dayalı (daha çok üret, daha çok sat, daha çok kâr elde et) laissez faire,(bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler) mantığı ile liberal görüşlü "tüketim ekonomisi" geliyor.

Konunun kabataslağı bu...

Sorunuzun cevabı ise; hayır bir tarikat filan değil, insanoğlunun varolma kavga ve endişesiyle destekleniş tüketim ekonomisi var. Ve bu ekonomik insanlığın ihtiyaçlarına artık cevap veremiyor. Çünkü bu da bir "ta" ve yaşamak istiyor. Bunun içinde elindeki her kozu sonuna kadar kullanacak.
Burtay Mutlu 29 Eylül 2015

Gelecek 100 yılda sizce ne gibi gelişmeler olacak ?

Gelecek 100 yılda sizce ne gibi gelişmeler olacak ?
mimiuzay 28 Eylül 2015



İnternet erişimi doğrudan insan beynine yerleştirilmiş bir alıcı-verici ile olacak. Bu bilgiyi depolama, hafıza konusunda devrim olurken, algılarda da sorunlara yol açacak. Bir kişinin bina güvenliğindeki 100 kamerayı aynı anda kontrol etmesini düşünün. Ya da aynı anda 10 kişi ile sohbet etmesini. Ya da bir konuda bilgi ararken, doğru ile yanlış bilgileri ayırmasını...


Anlayacağınız, insan beyni için ciddi bir sınav var. Belki otomatik çeviri programları sayesinde, tercüme derdi kalmayacak. Düşüncelerin ortak dijital dile dönmesi ile konuşulacak. Diğer yandan tek bir güçlü güneş fırtınası ile tüm elektronik sistemler çökerse, insanlık yok olma merhalesine gelir sanırım. Nüfus 9 milyar üsttü olacak ama dünyanın doğal kaynakları 2 milyarı ancak karşılayacak. Kalanı ne olacak alternatifiler çok.

Gezegenlerin dünyalılaştırılması için en uygun gezegen Mars. Buraya yerleşenlerin zamanla kendi bağımsızlıklarını ilan etmeleri ve dünyadan göç istememeleri ihtimali yüksek. Bu nedenle astroidler, dev Gaz gezegen uyduları da iskâna açılabilir. Özellikle maden ve hidrokarbon rezervleri için. Süreci etkileyecek ana etmen, nüfus artışı ve doğal kaynakların tükenme düzeyi.

Çalışma yaşamı değişecek. Sanayi devriminin, günlük 8 saatlik düzenli çalışmanın yerini, part-time hatta proje bazlı, kısa süreli çalışma sözleşmeleri genel geçer olacak. Bunun anlamı sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin çökmesi ve bu hizmetlerin kamu'dan özel şirketlere geçmesi demektir. Yani kişilerin geleceğe yönelik yatırımları için gerekli sistemi kendileri oluşturacaklar. Zamanında bir kenara para yatırmayanın vay haline. Günümüz ABD sağlık sisteminin 10 kat veya daha fazla kötüsü... :-(

Çalışma yaşamı değiştiği için, şirketlerin derebeylik sistemi gibi kendi temel tüketici ve çalışan kadrosu üzerine kurulu bir yapıya geçme ihtimalleri yüksek. Çünkü milli devlet kavramının temelinde, belli bir bölge ve toplumda yaşayan bireyin korunması vardır. Küreselleşen dünya da bu kavramın içi çok boşalacaktır. Milli devletler ve hukuki kurumları ancak, bu şirketler arası anlaşmazlıkları çözmek üzere hakem bir karar mercii düzeyine çekilebilir. Bunun diğer anlamı ise; bireyin haklarının güvencesi toplum tabanından, mali kaynaklar ve gruplar tarafına kayacak demektir. Ancak bunlar 100 yıl sonrası için...

Oysa önümüzdeki 30-50 yıl içinde çok daha değişik ve sert dönüşümler var. İlk önce nüfus artışının kontrol edilmesi geliyor. Savaş ve hastalık dahil her yol denenebilir. Çünkü ülkelerin temel ekonomik yapıları, büyümeye dayalı. Yani çok tüketime... Bu da elindeki ile yetinmeyen ve hep daha iyisini arama ve tercih etme kültürünün yerleş(tiril)mesinin bir sonucu. Bu seferde kişi başına düşen kaynak sayısı azalıyor ve bireysel tatmin verimliliği ciddi olarak düşüyor. Mutsuz, karamsar kişilerin birbirini ötekileştirmesi ve saldırgan politikalara destek verme ihtimali yüksek olacak. Bu eğilimler, kendi yapılarını korumak isteyen toplumlarca da el altından desteklenecektir. Çünkü büyümeye dayalı ekonomik yapının devam etmesi için bir yerlerde boşluklar, yıkılmalar ve yeniden yapılanmalarla açığa çıkan ihtiyaçlar- talepler lazım. (Kabaca Ortadoğu birbirini yiyecek, yıkacak, endüstrileşmiş toplumlarda onlara ihtiyaçları ne ise satacak ve büyüyecek. Hem dünyanın sınırlı kaynaklarını paylaşacakları kişi sayısı azalacak, hem de bu işlemi kâr’lı bir iş haline getirecekler. Tabii tek ortadoğu değil, dünyanın muhtelif bir çok bölgesi de gözleniyor. Yeter ki çanak tutacak süper zeki ama akılsız liderler bulsunlar.)

Çocuklarımıza ve torunlarımıza hiç de güzel bir dünya ve hatta ülke bırakmıyoruz. Dünya olarak; kısa vadeli lüks ve Kâr bakışı ile; ; İsraf edilmiş doğal kaynakları, kirletilmiş doğası, yetersiz alt yapısı, çarpık kentselleşmesi, kültürel ve toplumsal görgü düşüşü, bilimsel alt yapı yetersizliği, bağnazlaşmış ve dar açılı düşünen ileri teknoloji kullanıcısı (yönetilmeleri ve yönlendirilmeleri daha kolay) sayısı arttırılmış, iş ve üretim planlamasında başarısız olmuş bir durumdayız.

Birileri çıkıp bunu politik söylem olarak ele alınca şunu söylüyorum: Madem biz (şu an yönetimde olan kuşak) ve bizden öncekiler doğru işler yaptılar… O zaman bu ülke neden bu halde? İnsanlık olarak neyi doğru yaptıkta? Şimdi semeresini alıyoruz. Bu yüzden önümüzdeki yakın dönem, miras bırakılmış sorunlarla savaşım ve çözüm üretme dönemi olacak… Gençler ne kadar kızsalar, haklılar. Onlar için daha iyi bir dünya bırakmamız gerekirken, lüks ve israf ile kaynakları tüketiyoruz (hala) . Büyümeye dayalı ekonomik modelin zorlanması ve alışkanlıklarının sonucu bu… :-
Burtay Mutlu 28 Eylül 2015

ZEKA VE HAFIZA ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?

ZEKA VE HAFIZA ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?

Yani, düz orantılı mı yoksa ters orantılı mı? Objektif olup, cevabını bilimsel verilerle destekleyebilecek arkadaşların cevaplarını bekliyorum. İzdivaç programı havası vermiş olabilirim. Şimdiden sorumu cevaplandıran arka
daşlara Teşekkür ederim.
    yusuf dogan 28 Ağustos 2015


    Zeka dediğimiz şey doğuştan var olan ve çalıştıkça gelişen bir kavram yani F=ma yı anlaman için ilk önce F in ne olduğunu bilmek gibi bir şey . Hafıza ise bu öğrendiğin şeyleri aklında tutmaktır. Yani ben herhangi bir yerde örneğimi maruz görün tuvalette bile F=ma aklıma geliyorsa bu bilgiyi hafızaya atmışım demektir . Yani ikiside düz orantılıdır .
    Can Çalışkan 29 Ağustos 2015

    Zeka ve hafıza .. İkiside geliştirilebilir özellikler. Tabii üst sınırları var, kişilere göre... Hafıza bilgilerin depolanmasıdır. Ancak bu depolama işlemi, kişiye göre değişir. Çünkü depolama esnasında, bilgiler sınıflandırılır, ilişkilendirilir ve bağlantı bilgileri ile yerleştirilir. (Tahminim, beyinde RNA'lar ve şeker fosfatları üzerinde bir kodlama ile yapılıyor olabilir. ) Kendiniz eğiterek, bilinçli bağlantılandırma ile hafızanızı geliştirebilrsiniz. Bu bilgilerin daha yoğun ve sistemli depolanmasına benzer.

Zeka ise değişkendir, bir kaç farklı (15 civarında belki üstü) zeka türü var. Temel özellikleri dışarıdan gelen bilgileri alıp, işelem, sınıflandırma ve bağlantılandırma yeteneğidir. Bu arada hafızadaki depolanmış bilgilerden ve sınıflandırmadan da faydalanır.

Hızını artıran şey ise, farklı konular arasındaki ortak noktaları bulma ve aralarındaki bağlantıyı görebilmek için, sinir hücreleri arasındaki bağlantı sayısını artırmaktır. .... Bir sinir hücresi 10 bin başka hücre ile bağaltı kurabiliyor. Çocuklarda, ilk doğrduklarında bu bağlantı sayısı yetişkinlere göre 2 kat fazladır. Buluğ çağına kadar yaşam şekli, bakış açısı ve aldığı bilgler çerçevesinde bu bağlantlar törpülenir. Yani kullanılmayan bağlantılar koparılır. Bundaki amaç, atıl , kullanılmayan, işlevsiz bölümlere gereksiz yere enerji ve kayanak harcamamaktır.

Ancak kişi bir konuda eğitim aldıkça ve tekrarladıkça, bu konu üzerindeki sinir bağlantıları gelişir. Hatta zaman zaman sinir hücreleri aradaki aracı sinir hücrelerini devredışı bırakacak şekilde, aksonlarını ve dentritlerini uzatarak direk bağlantı kurarlar. Bu da bilgi akışını hızlandırır. Örneğin belli bir konuda matematik problemi çözerken, başlangıçta 20-30 sinir hücresi vasıtasıyla aktarılıp işlene bilgi, tekrarlarla 2-3 hücre arasındaki bağlantıya kadar düşebilir. Bu yüzden öğrenmede tekrar önemlidir. Bu aynı zamanda bu konuda hafızanın kullanımınıda olumlu etkiler. Tabii yıllar boyunca kulanılmazsa, bu bağlantılar körelir ve kopar. Ancak her öğrenilen şey için bu geçerli deildir. Motor sisteme yönelik öğrenilenler, bisiklet, yüzme, vs. gibi vücut tarafından gerçekleştirilen ve tüm vücut koordinasyonunu ilgilendiren fiziksel öğrenimlerde klaıcılık daha yüksektir. Çok daha çabuk hatırlanır.

Zekayı hangi tür olursa olsun, artırmanın en kolay yolu bilgi çeşitliliğidir. Yani sadece belli bir alanda değil ama bu konu ile yarım ya da dolaylı bilgileri de öğrenirseniz, bakış açınızı genişletirken, kavramınızı dolayısı ile zekanızı da olumlu etkiler. Müzik, resim, heykel gibi sanatlarda (özellikle verilen mesajı, mantığı anlamaya çalışırsanız, verilen mesajı anlamasanız bile, kendinize göre bir sonuç=ruh ve düşünce hali, oluşturabilirseniz ) Bu beyninizde yeni bağlantılara ve bakış açılarına neden olacaktır. Bu yüzden olumlu etkisi de vardır. (Ama sırf müzik dinleyerek olmaz, öğrenmeyi ve algılamyı unutmayın. Mesela Korsakof'un Şehrazat'ını dinlerken, hikayeyi kafanızda canlandırın) Sanırım bu özet bilgiler size cevabınızı almanız için yeterli olmuştur.
Burtay Mutlu 30 Ağustos 2015

Bir dilin bilim dili ola bilmesi için ne gerekiyor ?

Bir dilin bilim dili ola bilmesi için ne gerekiyor ?
    İshak Sezer DEDE 25 Ağustos 2015


  
  Bilim, araştırmalarını ve sonuçlarını belirli bir dönem veya belirli bir toplum için değil. Sonsuza kadar ve herkes için yapar. Bunu aktarmak içinde tabi ki dile ihtiyaç duyar. Aktarılan bilgiler ve bilimsel sonuçlar net olmalı farklı zamanlarda farklı kimselerce hep aynı şekilde algılanmalıdır. Bu yüzden kullanılan dilin zamanla kırılmaması anlam kaymalarına sebep olmaması ve kelimelerin her yüzyılda aynı anlamı taşıması gerekir. Bu çok zor hatta imkansızdır çünkü dil hayatta kaldığı sürece, nesilden nesilden aktarıldıkça doğal olarak değişir. Fakat, dil ölmüş, bir dönem kullanılmış ve artık kullanımda değil durumda ise bilim dili olarak kullanılabilinir. Zaten Latince'nin kullanılması bu sebeptendir.
    Kaan Topçu 26 Ağustos 2015

    Türkçe bunun için çok yeterli bir dil dir. Bilim dilinin olabilmesi için matematiksel olarak kelimelerin yeterli anlamlarda açıklaycı sayıda olması gerekir. Bu gün zannedilenin aksine ingilizce ,almanca,fransızca bilim dili olabilecek yeterlilikte değildir. Matematiksel olarak hepsi eksiktir. Çünkü hissiyat ve derinlik içeren hisleri duyguları açıklıyacak bir kelime yeterliliği yoktur. Bilim gönül +akıllın birleşmesidir. Gönül yolu belirler gideceği yeri belirler akıl ise oraya en kısa nasıl giderimi düşünür. Bu gün 80bin yıllık geçmişimizin olduğunu düşünürsek dünya ya da bilimi bizim öğrettiğimiz aşikardır. Batılı da akıl vardır,ancak gönül hep eksik kalmıştır. Örnek verecek olursam:Bu gün atom enerjisini kullanbilecek bir seviyedeyiz kabuldür. Ancak bu enerjiyiden atom bombası çıkardılar. bunu yapanlar akıllı ama gönülü eksik olanlardır. Televizyon gibi bir teknolojiyi çok faydalı şeyleri anlatması öğretmesi açısından kullana bilirdik. Ancak boş yere zaman çalmak için günümüzde kullanılıyor. Genelikle. Tarih boyunca geçmişi irdelersek anlarız ki bin senede bir biz batılıya adamlığı gönülü öğretiriz. Ama onlar hep unuturlar. Yani diyeceğim ki Türkçe matematiksel olarak çok mümkün bir dildir. Türkçeyi herşeyiyle öğrenirsek. Gerçekten bilimi daha kolay bir anlaşılırlığa zengin kelimelerimiz sayesinde çok daha anlaşılır boyuta çekebileceğizdir. (benim de düşüncem böyledir) :)
    İshak Sezer DEDE 27 Ağustos 2015





Sayın İshak Dede Sezer, daha önce de dil ile bazı sorularınız ve düşünceleriniz oldu. Hemen hemen hepsinde size hak veriyorum.  Kendi açımdan bir kaç ekleme yapmak istiyorum.

 Dil kaynak olarak içinde bulunduğu toplumun kök kültürüne dayanır. Yani göçebe bir kavim ile yerleşik bir kavim'in dil gelişimi de medeniyetleri de farklı olur.
Bizler, yani Türkçe konuşup düşünenler göçebe bir kavmin dilini konuşuyoruz. Şu anki Türkçe'mizle İzmir'den Çin sınırına kadar bir gezi yapsak, bir iki ağız değişikliğini öğrendikten sonra rahatça gezebilir, meramınızı anlatabilirsiniz... Türkçe kökten türetme, ön ek, son ek ve diğer parçalarla müthiş esnek ve uyumlu bir dil. Örneğin "(Çekoslavakya)lılaştıramadıklarımızdanmısınız?" kelimesinin içerdiği anlam zenginliği benim için hep güzel bir örnek oldu. Tek bir kelime ile birçok durumu ve sorguyu aktarmak mümkün.

 Aynı yapı diğer dillerde nasıl olur bilmiyorum ama batı dillerinde koca bir cümle gerekir bu kelime için...  Bu yüzden kelimelerin değişmemesi düşüncesine pek katılamıyorum. Zaten günümüzün bilim dili artık İngilizce oldu.  O da başka dillerden kelime almaktan pek rahatsız bir dil değil.  Yerleşik yaşamda ise insanların sürekli aynı bölgede oturuyor olması nedeniyle ve toplu yaşamın getirdiği yeni kavramları adlandırma ihtiyacından yeni kelimeler türetmeleri de böyle oluyor.  Yaşadıkları ortama göre yeni tanımlamalarda bu şekilde üretiliyor. Eskimoların kar için, Arapların çöl kumu için onlarca hatta yüzlerce kelime kullanması gibi. Ya da denizcilerin kendi meslek dilleri gibi.

 Bizler göçebelikten yerleşik hayata geçtiğimizde, gündelik kullanım kelimeleri dışında kalan kavramların karşılığı birçok kelimeyi ithal etmişiz. Türetme yerine çok daha kolay gelmiş. Osmanlıca gibi yapay bir dil bunun en uç örneklerinden olmuş. Ancak her dil, aynı zamanda toplumun düşünce mantığından etkilenir ve düşünce yapısını da biçimlendirir.
 Bu da Türk toplumunun diğer Ortadoğu toplumlarından farklı kalmasında etkili olmuştur. Yine de Arapça ve Farsçanın etkisi hala küçümsenmeyecek ölçüdedir. 
Önemli olan bu kelimeleri dilden çıkartmak değil, Türkçeleştirmektir. Yani arkalarındaki kavramların doğru ve isabetli olmasıdır.

Yabancı dille eğitimi sormuştunuz… Şahsen, Türkçe’yi ve kavramlarını doğru düzgün öğrenmemiş birisinin, yabancı bir dildeki kavramları doğru anlayacağına ve anlatacağını düşünmüyorum.
Olay sadece ezberleme olayı değil… Kelime ile insanın kafasında bazı kavramların, kelimelerle anlatılamayacak düşüncelerinde ateşlenebilmesi lazım. 
Bunun için Türkçe’yi kavramadan başka bir dille eğitim nafile bir eğitimdir. İnsanın (eğitimcilerin ve eğitilenlerin)  kendisini kandırmasıdır. 

Kendi dilimizi anlayıp kullanabildiğimiz ölçüde, başka bir dili anlayabilir ve kavrayabiliriz.  Hangi kelimenin kafamızdaki hangi kavrama karşılık geldiğini anlamadan, yazdıklarımız da anlattıklarımızda hedefinden uzak olur.
Neden? Türkçe bilim dili olmaz mı? Olabilir. Ama tek bir ana şartı var. Gelişen ve devinen bir SANAT anlayışı…
Bilim tek başına kavramlar, bakış açıları üretemez. Gündelik hayatı gözlemleyip, onu kavramak için farklı düşüncelere ve bakış açılarına açık olmak zorundadır. En önemlisi de sanat ve kültür birikimi şarttır. Sanattaki birçok eser, bilimcilere farklı bakışlar geliştirmelerinde, ilham almalarında faydalı olmuştur. Resim, heykel, felsefe, mantık, müzik ama özellikle kaliteli müzik hep görüş açılarını zenginleştiren konulardır.
Sinema veya diziler, insanlara yeni bir bakış açısı kattığı zaman sanat eseridir. Aksi halde ...
 
Türkçe’nin bugüne kadar bilim dili geliştirme de eksik kalmasının ana nedeni de budur bence. Sanatın ciddi anlamda ihmal edilmiş, sadece zevk ve haz boyutunda eğlenceye dönüştürülmüş olmasıdır.
Atatürk devrimleri ile aldığımız birkaç karış yol bile aşınmaya başlamıştır. Sanat bir zevk unsuru değil, toplumsal bir ihtiyaç ve tercih olmadıkça da bilimsel anlamda gerçek bir ilerleme yapamayız.
Dilimizde, değişen dünyadaki yeni kavramlara hazırlıksız olarak, kendi kelimelerini üretemeden, mevcut yabancı karşılıkları ile bunları kullanır.
Örneğin, bilgisayar ile ilgili terimler, ülkemizde bilgisayar kullanımından 10 yıllar evvel üretilmiş olmasaydı, bugün birçok bilgisayar kavramı için İngilizce karşılıklarını kullanır olurduk. (Gerçi bazı kişiler İngilizcelerini kullanıyor ve bu kulak alışkanlığı yapıyor ki dikkatime rağmen bende aynı kelimeleri sarf ediyorum :- (

 
Burtay Mutlu 27 Ağustos 2015

Din'i bilgi ve kaynaklar, bilimsel gerçeklerle örtüşmez.(mi? Yoksa?)

Pekçok yerde iddia edildiği gibi, din'i bilgi ve kaynaklar, bilimsel gerçeklerle örtüşmez. Din'i bilgi ve yaklaşım, bilimsel bilgi ve yaklaşımla tamamen zıttır. Din ve bilim birbirini beslemez, iddia edildiği gibi dost falan da değillerdir. (Düşmanlardır demek istemiyorum, düşmanlık ayrı birşey) Konu üzerine bu görüşteyim. Aksini düşünen iddia eden arkadaşların fikir ve açıklamalarını duymayı ve bunun üzerine konuşmayı çok isterim...
Görkem Öge 22 Temmuz 2015



dinin dogmatik bilimin sorgulayıcı olması en temel farklılık zıt olmaları ve ikisininde hayatı kendi bakışlarıyla açıklamaya çalışması çatışmaya zemin hazırlıyor ama insanlık farklı görüşe saygı duymayı bir gün öğrenecek mi ?
mimiuzay 23 Temmuz 2015

Dini bilgiler de, Tanrı'nın din gönderdiği fikri de mantıkla örtüşmez. Zaten 3 İbrahim'i din dışında peygamber gönderildiğini iddia den din yoktur. İnsan mantığının ulaşabileceği limit nokta, evrende, insanı aşan bir bilgi olduğudur.
Ali Uçar 23 Temmuz 2015

Bu linki devamli takip ederseniz ve derin arastirmaya girerseniz aslinda bilim ile ilimin celismedigini ayni seyi anlattigini farkedebilirsiniz...Evrensel isleyis sistemi TEKtir...http://okyanusum.com/
Evrensel Sirlar 24 Temmuz 2015

Mimiuzay… Sizinle hemfikirim ama bu fikrimizin konuyla zerre ilgisi yok. Unutmayınız ki “Gerçeklere demokrasi ile ulaşılmaz!” Bunu açıklayıp sözü uzatmayayım, anlayacağınızı umuyorum. Ali Uçar… “3 İbrahim'i din dışında peygamber gönderildiğini iddia den din yoktur” iddianızda yanılıyorsunuz… İslam, “Her ümmete uyarıcı gönderdik” der. Bu iddiaya göre, başka galaksilerdeki akıllı yaşamlara da peygamber gitmiş olmalı. Evrensel Sırlar… Verdiğiniz sitede, önerdiğiniz gibi derin araştırmaya girmeme hiç mi hiç gerek yok. Çünkü orada derinleşecek hiçbir şey yok. Astrolojiyi bilimsel bir disiplin olarak gören, “İnsanlığın oluş düzeni ve sistemi Astroloji ilminde mevcuttur” gibi bir cümleyi içeriğine alan hiç ama hiçbir kaynağı ve bu kaynağı bana öneren sizi de, en küçük ölçekte bile ciddiye almam olanaksız. Zaten nerede “bilim” kelimesi yerine “ilim” kelimesi kullanılıyordur, oradan hızla uzaklaşınız. Bunun üzerine binlerce sayfa/saat konuşmuşuzdur. Bu başlığı açmamdaki esas amaç zaten, “inanılacak” şeylerle “bilinecek” şeyleri ayırt edebilmemizin önemi. Sizin bu ayırımı fark edemediğinizi görüyorum ve umarım bir gün fark edersiniz diye umuyorum. Astroloji bilim değildir. Astrolojinin her kelimesi, cümlesi, dayanağı, noktası virgülü baştan sona “SAÇMALIK”tır… Aksini iddia ediyor iseniz, gerçekten akademik vasfa ve kimliğe sahip tek ama tek bir kuruluştan çıkmış, astroloji üzerine bir araştırma tez sonucu elde edilmiş kanıt, ispat gösteriniz. Tek bir tane… Gösteremezsiniz. Buna göre siz astrolojiye “inanıyorsunuz”dur Buna bir sözüm yok. İnanıyor olmanıza yani… Bu sizin tercihiniz. Ancak inanılmak üzere tasarlanmış hiçbir şeyi lütfen bilimle karıştırmayalım.
Görkem Öge 24 Temmuz 2015

inanmak ve bilmek ayrı kavramlar olabilir ama bütün algılarımız birbiriyle bağlantılıdır.yani bazı insanlar bilmediği şeye inanmak istemez basite indirgemekte istemez düşünceler komplekstir tıpkı nöron ağlarının bağlantıları gibi.
mimiuzay 24 Temmuz 2015

Sevgili Gorkem Bilen kimseye birsey ogretilemez...Bu sayfayi objektif olarak bildiklerini bir kenara koyarak degerlendirmeyi denemelisin...Yoksa kaybediceklerini hayal bile edemezsin...Bilim ve din birlikte olamaz onyargilarinla ciddiye almamanin faturasini sonsuz bir hayatta kaybedeceklerinle odersin...Tabii karar senin ve herkes kendi secimlerinin sonuclarin yasar....Insan beyninin Evrendeki tum frekanslari OKUYAbilecek ve desfire edebilecek kapasitesinden ve bunlarin Noron aktiveteleriyle baglantilarindan haberi olmayan birinin bilimsel konustugunu sanmasida ayrica cok tuhaf...Ve dinde kader adiyla isaret edilen ALlahin Yaratma mekanizmasinin GAlaksilerden , KAranlik madde denilen bilimin bugun algilayamadigi yapilardan, burclar denen yildiz ve gezegen sistemlerinden gelen FOTONlarin,enerji parcaciklarinin DNAlarimizi ve gezegenimizi devamli formatliyarak bizlerde degisikliklere yol actigini ve duygulari, akil yetilerimizi, fiziksel yetilerimizi, genetigimizi, tum enerjimizi etkiledigini bilmemek, redetmek hele bugun kara cahil olmakla esdeger...Kucucuk AY bile okyanuslari kilometrelerce gelgit yaptirirken, vucudunun fiziksel bolumunun %90 i su olan bizler nasil etkilenmeyiz...Bunlar bile objektif dusunen insanlara kapi acmaya yeter...Karar senin...Kimseye zorla birsey tavsiye edilemez...Nacizane dost tavsiyesi yolladigimiz linki ve soylediklerimizi ciddiye aliver...sevgiler
Evrensel Sirlar 24 Temmuz 2015



Görkem Öge, dini bilgi ve kaynaklardan kastın nedir bilmiyorum ama ben dinimizin kitabı olan Kur'an'daki ayetlerden Allah'ın, peygamberlerinden sonra gelen en emin insanlar olarak bilim adamlarını gösterdiğini okudum. Allah’ın bizler için gönderdiği kitabının başında kullarına “Oku” dediğini, içindeki birçok ayette (Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk olsaydı, Kur’an’ın içinde kaç kez geçtiğini de söylerdi) aklımızı çalıştırmamızı istediğini, aklını çalıştırmayanın üzerine pislik yağdıracağını okudum. Ayrıca en büyük düşman olarak ne ateisti ne de namaz kılmayanı konu etmediğini, dini ihtiraslarına alet edip insanları sömürenleri ve sinsi emellerine ulaşmak için namaz kılanları ve kamu hakkı yiyenleri lanse ettiğini okudum. Din ile bilim arasındaki ilişkilere, söylentiler bazında değil de Kur’an içindeki ve Kur’an dışındaki dini bilgilerin birbiriyle bağdaşıp bağdaşmadığını ve bağdaşıp bağdaşmama nedenlerinin neler olabileceğini bilimsel kurallar çerçevesinde araştırma bazında bakmak ve ondan sonra bir yargıya varmak daha doğru olur diye düşünüyorum. Unutmamalı ki bilginin doğru olanı değerlidir, doğru olmayan bilginin el üstünde tutulması değil elimine edilmesi gerekir. Konu üzerinde sayfalarca bilgi alışverişi yapılabilir. Ben din açısından giderek kısa bir açıklama yaptım. Bunun bir de bilim tarafından bakılarak açıklaması var ki onun da düşündüğünün tersi doğrultuda olduğunu biliyorum. Kolay gelsin
Cem Murat 25 Temmuz 2015


Din insanın bilinmeyen karşısında güvenini artıran ve destekleyen bir kavramdır. Çoğu din; insanın, günlük hayatındaki kontrol gücünü artırma ihtiyacından doğmuştur. Doğa dinlerindeki büyülere, sihirlere, fallara, yıldızlara; çok tanrılı ve tek tanrılı dinlerde dualar eklenmiştir. ( Bir kelimeyi- cümleyi belli bir sayıda söyleten dualar ile sağlık, sıhhat, huzur, aşk veya başarı beklemek aslında sihirin yeni bir görünümü olmuştur. Yani, (bence) şirktir.) Klan yaşamından, şehir devletlerine yöneliş ile doğa dinleri çok tanrılı dinlere, büyük krallıklar ve imparatorluklar ile de tek tanrılı dinlere yöneliş olmuştur. Çünkü din aynı zamanda elit ve yönetici tabakanın toplumu daha kolay idare edilebilmesi ve yönetebilmesi için düzen kurucu biçimlendirici olmuştur. Özellikli biat ve itaat işlenmiş, sorgulamadan kabul etme yüceltilerek bir meziyet olarak sunulmuştur…
Tek tanrılı dinlerin ilk dönemlerine yani topluma sunuldukları döneme bakarsak, bir devrim gibi hepsi var olan düzenleme ve uygulamaları sorgulayarak, eleştirerek işe başlamışlardır. Sorgulamayı, düşünmeyi öğütleyen ve destekleyen dinler, tekelcilerin (ruhban sınıfın, (bizde hocaların, şıhların, efendilerin, bürokratların, padişahların, din alimlerinin) kontrolüne geçtikçe sorgulamadan itaat yüceltildi.
(Batı Rönesans ile bu dönemi geçerken, orta doğu hala aynı zihniyet dönemini yaşıyor. Oysa İslam da sorgulama, okuma, düşünme esastır)
Din ile bilim arasındaki çatışmanın temeli de bu noktaya dayanır. Bilim hiçbir konuda dogma zorlamaz. Bir durum ele alınır, sorgulanır, gözlemlenir, tekrarlanır ve bağımsız farklı kaynaklarca da aynı süreç tekrarlanır … Her seferinde aynı kesinlikle sonuç alınırsa bu durumun bir kural olduğu kabul edilir. Eğer evrim gibi çok uzun bir süreci ele alıyorsa, gözlem ve matematiksel mantık ile tümevarım yapar. Yine de tekrarlanarak gözlemleme süreci çok uzun olduğu için günübirlik yaşayanların bolca saldırısına açık olur. Üstelik canlı gibi çok fazla değişkene sahip bir nesne de temel kuralları ve destekleyici ayrıntı kurallarda zor kurulur. Yine de elde edilen sonuçlar, bir çok bağımsız gözlemcinin farklı sonuçları ile uyumlu olduğu için ana kurallar çıkartılabiliyor. Yine de evrim, doğanın canlılar dünyasındaki kuantum alanıdır. Yani size tek, net bir sonuç vermez. Olasılıklar ve değişkenlere göre olası sonuçları verir. Bu yapısı ne yazık ki, bir çok firsatçı için saldırı ve propaganda aracıdır.

Din ile bilimin ayrı olduğu ve kişileri zorladığı noktayı bu örnekleme ile sanırım anlatabildim.
Bilim din ile çelişir mi? Bu tamamen subjektif bir konu. Eğer dine ya da bilime yaklaşımınızda bunlardan birinin gözü ile diğerini değerlendirirseniz, elbette çelişir.  Ama eğer dini insanın bilinmezi arayışı ve cevaplaması olarak ele alırsanız, bilim içinde aynı şeyi düşünürseniz  birbirlerini destekleyici tamamlayıcı olurlar. Din size bilimin asla gitmeyi düşünmeyeceği yollarda  bakış açısı ve yaklaşım sunar. Bilim ise bu yaklaşımların doğruluğunu denetler…

Örneğin, tüm dinlerde başlangıçtan önce hiçbir şey yoktur. Sonra bir anda her yer ışık olur ve her şey oluverir. Üstelik zaman kavramları da görecelidir.

Bilime göre her şey, tek ve homojen bir kaynaktan doğmuştur. Üstelik bu kaynak zamanla farlılaşmış olsa da her yerdedir.

Bizim hatamız, canlılığı, cansızlığa göre çok üstün görmemizde. Oysa canlı birimlerin uzun vadeli fizyolojik durumlarını özellikle enerji girdi ve çıktıları açısından ele alsak; entropiye uygun olarak enerjinin ortalamaya dağılmasında farklı bir yol olduğunun düşünebilirdik. Besleniriz enerji alırız, iş yaparız enerjiyi dağıtırız. Ölürüz, yaşam boyunca depolanmış cansız maddeler ve kaynaklar daha küçük birimlere dağıtılır.

Bu nedenle din ile bilim aynı kefede ele alınmamalı. Elma ile armut toplamak olur bu. Eşdeğer, aynı, benzer değiller. Aynı sorulara farklı cevapları olabilirler. Bunlardan işinize geleni kabul edebilirsiniz. Ya da etmeyebilirsiniz.
Sonuçta ikisi de insanlığın bilinmeyene cevap verme çabasının ürünüdür. Her ikisi de kendi koşullarına göre doğruları ya da doğruya yakınları içerebilir. Mesela, eğer Planck uzunluğu şu an‘kinin iki katı olsaydı; sonsuza giden sabit Pi sayısı farklı olabilirdi. Yani çapını veya çevresini bildiniz bir çemberin diğer ölçüsü ve buna bağlı olan tüm trigonometri farklı olacaktı. Çünkü evrenin eğimi farklı olurdu.

Yani sayısal değerlerin kesinliği için bile “ceteris paribus” var.

Burtay Mutlu 27 Temmuz 2015.

Şu evrimi bana bir açıklar mısınız ?

şu evrimi bana bir açık ar mısınız ama öyle saçma sapan olduğu gibi kabullenilmiş dogmalar ile değil eğer evrim bilimse ki bunun bilim olduğunu savunanlar var ispat isterim küçük kafalı aptallar biyolojik şeylerden bahsettiğimi sanmasın eğer evrimle var olduysa bigbang nereden geldi ;
halil Demirci
05 Mayıs 2015

Evrim nedir? Neyi amaçlıyor? Neden doğanın içinde bir işlevi vardır, kendi kararınızı verirsiniz.
Bilmek ile inanmak arasındaki fark bilgidir. Evrime inanıp inanmamak size kalmış. Ama evrimle ne kast ediliyor, ne anlatılıyor bilmeden, sadece inanç çerçevesinden olayı ele almak beyhude'dir.

Evrimi anlamak istiyorsanız önce bu konudaki iddiaları, hem olumlu olanları hem de olumsuz olanları iyice anlamalısınız. Kanıtları ne? Neye dayanıyorlar? Bilgileri oluşurken hangi aşamalardan geçmişler? Vardıkları sonuçları kanıtlayabilmişler mi? Bilimsel anlmada bir kanıt çok zordur. Sadece bir kişinin ya da grubun belli bir zamanda yaptığı çalışmanın sonucu hiç bir şey kanıtlamaz. Aynı deneyi aynı koşullarda, farklı zamanda farklı kişilerde yaptığı zaman aynı sonucu bulursa ele doğru olarak ele alınır. Eğer bir de koşulların değişmesine rağmen farklı zaman ve koşullarda da benzer sonuçlar alınıyorsa o zaman tamamen doğru olarak nitelenebilir.

Yani ispatınızı ya da ispatlanmayacağını başkalarının bilgilerinden değil, kendiniz bulcaksanız. Araştırın, sorgulayın, düşünün, mantık yürütün. Neden, niçin, nasıl sorularını sorun. Aldığınız her cevapla, yeni bir soru üretemiyorsanız, yanlış yola sapmışsınız demektir.

Burtay Mutlu
05 Mayıs 2015



Sayın Yalçın Şenel'e verdiğim cevaba bakabilirsiniz. Tam olarak istediğiniz olmasa da, en azından olayı nasıl inceleyebileceğiniz konusunda fikir verebilir.

Biz biyolojide her konuda kendimizi(pirimatları) gelişmiş olarak açıklıyoruz peki bu gelişmişlik kime göre? Ya örneğin bir arche ya da bir halkalı solucan gelişmişse? Benim anlam veremediğim daha basit yaşayıp doğaya ayak uydurmak mı gelişmişliktir yoksa organizması çok dokuları organları olan ve doğayı kendimizinmiş gibi kullanan insanlar mı gelişmiştir?
Yalçın Şenel 04 Mayıs 2015



 Gelişmiş, üstün, mükemmel olma kavramı, evrim'in fark edildiği zaman içine yaftalanan, evrim düşüncesine ait olmayan bir bakış açısıdır. Evrim açısından her canlı zaten mükemmeldir. Kendi açısından gelişmiştir.

Ancak Darwin'in üzerinde durduğu şey, şartlara ve koşullara göre canlıların sadece bireysel olarak değil, tür olarak ta adaptasyon sürecinden geçmeleri ve bunu mükemmel şekilde gerçekleştirmeleriydi. Yani canlıları değil, değişim ve uyum sürecini mükemmel olarak tanımladıydı.
 Her canlı gibi, her türün varoluş amacı da soyunun devam etmesi, gelecek kuşaklarının yaşamasını sağlamaktır. Nasıl bireysel açıdan her canlı, değişen koşullara adapte olursa (yaşamını sürdürmek için), her “tür” de aynı şeyi yapar. Tabii ufak bir farkla, bir tür ile o türün bir bireyinin yaşam süreleri farklı olduğu için değişim süreci ve etkileri de farklıdır.

Eğer şartlar bir canlının varlığını sürdürmesi için yeterliyse, evrilmesine gerek kalmaz. (Tek farkla insanın evriminde, insan kendi şartlarını sürekli zorlayıp, kendi varlığını kendisi, açgözlülüğü ve hırsı ile sürekli tehlikeye attığından, insanın evrimi biraz daha farklı olacak gibi.)  Peki, “evrimin canlıyı mükemmelleştirdiği düşüncesi, bakış açısı nasıl eklendi?” derseniz... O dönemin en önemli özelliği kapitalist ekonominin güçlenmeye başladığı ve sömürgeciliğe, tüketim toplumları için kaynakların paylaşım kavgasının ilk dönemleriydi.

Güçlü olan zayıf olanın elindekini almaya, kaynaklarını, imkânlarını tüketmeyi doğal hakkı olarak görüyordu.  Keza doğa’ya bakışları bile, "doğayla savaşmak, bilim vasıtasıyla doğayı yenmekti"
Bilime olan inanç ve doğanın alt edileceği, ehlileştirileceği düşüncesi hâkim kılınıyordu. Bu sayede doğal kaynaklar rahatça tüketiliyor, kapitalist sermaye büyüme, gelişme için yeni ekonomik kaynaklara yönelebiliyordu. (Bu arada günlük tüketimi 1,5 dünya günü üretimi geçen bir çekirge sürüsüne döndük.  Doğanın içine ettik. Diğer canlıların yaşam hakkını ret ettik. Her şeyi insanın emrine verilmiş bir araç statüsüne indirdik)

Ancak aynı şekilde fabrikalarda üretim artışını karşılamak için tüketici bir toplum da gerekiyordu. Üstelik fabrikalarda artık en azından temel düzeyde eğitim almış kişilere duyulan ihtiyaçta artıkça, milli eğitim sistemleri de güçleniyordu. En başta Amerikan ve Fransız devrimi ile başlayan ve milliyetçilik akımları ile yayılan insan hakları düşüncesi de bu toplumlara yerleşiyordu. Öyle ki, savaşan uygar uluslar kendi aralarında bu kurallara uyarak, çatışma şiddetini ve zararını en aza indiriyorlardı. En azından savaşları centilmenler savaşı oluyordu. Ama aynı centilmenliği bir Afrikalıya, Çinliye, Kızılderiliye asla gösterme ihtiyacı duymadılar. (Bu dönemde Yunanlıların demokrasiyi kendileri için geliştirmiş olmaları gibi, kendileri için geçerli ve rekabet ettikleri diğer sanayileşen uluslar ile de çatışmaları en aza indirecek yeni kavramlar da üretiliyordu. Bu nedenle de 1nci dünya savaşında teknoloji ile toplu imha yöntemleri gelişince ve hele sivil halkta savaşa dâhil olunca, uygar batı dehşete düştü. Ama yine de yaptılar, daha da geliştirdiler.)


İşte böyle bir dönem de evrimin fark edilmesi gene bu zihniyetin işine yaradı. Çünkü insan haklarından bahseden, Tanrı adına iyilik ve doğruluk yapan, adaleti, medeniyeti yayan bir toplum olarak dünyaya yayılırken, önlerine çıkan engelleri yok ederken kullanabilecekleri bir bilimsel gerçek daha olmuştu.
Böylece kendilerini, gelişmiş mükemmel olarak tanımladılar. Sanayileşmemiş ülkeleri de geri, uygarlaşmamış, hatta insan olma sıfatına tam layık olmayan insanımsı varlıkların ülkesi olarak tanımladılar. Bu şekilde kendilerine ve toplumlarına, o ülkeleri sömürürken, insanlarını kullanırken, doğru olan, haklı olan, onlar içinde uzun vadede faydalı olacak işler yaptıklarına, inandılar, inandırdılar. Evrim bu kişilerin gerek ahlaki gerek ise dini açıdan kendilerini rahat hissetmeleri için bir araca çevrildi. Aynı zamanda Din’de saldırıya uğradı. Çünkü dinler tüm yaratılmışları eşit görür. İnsanları ayırmaz, İnsanı vicdanı ile de değerlendirme yapmaya zorlar. Bilim de zarar gördü, daha sonra kafatasçı, ırkçı düşüncelere de temel alındı.

Oysa evrim, canlının tür olarak değişen koşullara mükemmel uyum yeteneğini ve bunun o türün bireyleri üzerindeki etkisini, getirdiği değişimleri ele almaktadır.

Burtay Mutlu 05 Mayıs 2015

============================================================



Soru: Evrim doğru ise önümüzdeki milyonlarca yıl dünya hala ayaktaysa bizler gibi akıllı canlılar evrilebilirmi?
Bertuğ Kandır 22 Nisan 2015

Evrimi, entropinin doğal bir sonucu olarak ele alın. Sürekli maddeler yer değiştiriyor, geçici olarak sistemlere katılıp ayrılıyorlar ve her seferinde yeni sistemler oluşturuyorlar. Maddeler için güneş sistemlerinin oluşması, patlaması, yeniden sistemlerin oluşması da bu açıdan evrimdir. Şu an dünya üzerindeki tüm maddeler, güneşimizden önceki başka bir güneşin patlamasından kalan maddeler. Onun daha büyük olduğunu düşünürsek, ömrü daha kısa idi. Yani o da çok daha büyük bir yıldızın kalıntısından oluşmuş olabilir.

Canlılar içinde evrim benzer, her canlı türü içinde bulunduğu sisteme adapte oluyor ama sistemler değiştikçe, o da değişiyor. Ama esas sorunuza gelirsek, akıl. Dünya üzerinde halen, insandan başka akıllı ve zeki canlılar var. Örneğin, kargalar, yunuslar, ahtapotlar, şempanzeler, kediler, köpekler hatta karıncalar. (Karıncalar ve arılar sibernetik zekâ için çok önemli örnekler, tek başına iken bir baytlık zekası olsa bile, koloni halindeyken milyonlarca baytlık veri işleyip, sistemler organize edebiliyorlar.) Buradan "Aklı", bilgi iletişim ve işleme, değerlendirme olarak yorumlayabiliriz. Buna göre de değişen şartlara tutum, davranış ve duygusal tepki olarak "anlık”, evrimsel gelişim olarak aktarılmış bilgi olarak "süreç" içinde cevap veriliyor. Bilinci ise, bunun farkında olma ve yönlendirilebilmesi olarak da ele alabiliriz. Şu an dünya üzerindeki mevcut canlıların içinde bilinç düzeyi en yüksek olanı insanlar.

İnsan ise buna zorlandığı için ulaşmıştır. Yani değişen koşullara uyum çerçevesinde, hayatını devam için en verimli yollardan biri olarak geliştirmiştir. Dini açıdan ele alırsak bunu, Allahü Teâlâ’ (C.C.) nın insanı yaratmasının bir parçası olarak ta düşünebiliriz.  Sonuçta O'nun için sadece "bir an" bile değil bu süreç, her şeyi sebepleri ile yarattığını da düşünürsek, insanı yaratmasının da benzer sürece tabii olması doğal olmalı.

Tabii burada "insan olmak" ne demek? Sorusu geliyor. Eğer beyniniz bir köpeğe nakledilse, bu düşünce, bilgi ve bilinç ile dünyayı görseniz, ( beyin naklinin önündeki engeller biyolojik sadece ama uygun teknoloji olası ), siz hala insan mısınız? Yoksa köpek mi? Doğal olarak insansınız. Çünkü insanı insan yapan şey, vücudu değil, bilinci ve aklıdır. 

Geçmişte milyonlarca yıllık süreçte, dünya üzerinde başka canlılar oluşmuş ve bizim gibi kendi kendilerini yok etmiş olabilirler. İnsanın kökeni en fazla 8 milyon yıl. Homo Sapiens'ın ki 200 bin yıl, Modern uygarlığın ki 5 bin yıl. Şu anki teknolojimizin ki ise, 200 yıl. Bu gidişle kendi kendimizi yok etmemize de 200–300 yıl var. (Bu dünyayı tüketim düzeyiyle)

En kalıcı atık madde plastik, doğada 1000 yıl kadar kalabiliyor. Yani dinozorlardan bu yana 65 milyon yılda, her 10 milyon yılda bir akıllı bir canlı (insan) oluşsa 6 defa olabilirdi. Dünyanın üzerinde 500 milyon yıldır ortalama yaşam olduğunu düşünürsek bu 50 defa mümkün olabilirdi. Ve hiç bir kalıntıları kalmazdı, hepsi çözünmüş olurdu doğada.

Yine de bilinçli akıl kolay oluşan bir şey değil. Yoksa dinozorların 300 milyon yıllık hâkimiyetinde en azından ya da aradaki süreçte akıllı bir canlı gelişebilirdi.  Bunu akıllı bir canlı oluşumu için gerekli ve yeterli bilginin DNA da daha birikmemesine bağlayabiliriz. Ya da daha büyük bir ihtimalle zekânın ve aklın gelişmesi için canlıları zorlayacak ağır koşulların oluşmamasını veya oluştuğunda ise canlıların buna adapte olma sürelerinin yetmeden, türlerinin yok olduğuna bağlayabiliriz.  Belki de uzaylılar olarak nitelene UFO'lar belki de dünya da yetişmiş ve ayrılmış bir ırkın dünyayı tekrar ziyaretleri, ilgileri olarak da düşünebiliriz.  Her şey olası, ama kesin değil. Aynı şekilde gelecekte, homo sapiens'in yerini alabilecek başka bir akıllı canlı türü, başka bir insan ırkı, mümkün.  Bu tamamen şartların zorlamasına, canlının uyum yeteneğine ve tercihlerine ve zamana bağlı bir şey...
Olmaz da, olur da demek mümkün değil.______






Beyin naklinin gerçekleşeceği zaman , ruh kavramı ortadan kalkacak mı ?

Beyin naklinin gerçekleşeceği zaman , ruh kavramı ortadan kalkacak mı ?
 

Sercan Aydın 05 Mayıs 2015

 
Bugün fizik değil, felsefe günü anlaşılan. :-) Niye kalksın ? Ruh neyi ifade ediyor? Eğer dinsel tanımlamayla, Cenab-ı Hâk'tan gelen bir nüve ise, bu kişiliğiniz nerede ise orada olur.

Bilimsel olarak tanımlanamayan (ölçüm aletleriyle saptanamayan) bir yapıda olması olmadığı anlamına gelmez. Beynimizdeki bir kaç yüz milyar hücrenin alarında yatay ve dikey bağlantılarla iletişim halinde olması ile sahip olduğumuz bilgi işleme kapasitesi ve bilinç düzeyimize bir bakın. Yaşamınızı boyunca sürekli düşünce üretiyorsunuz. Ürettiğiniz bu düşünceler EKG dalgaları olarak saptanabiliyor. Her kişinin beyin dalgası, parmak izi gibi benzersiz, Ve sizin yaydığınız bu düşünceler, sizin ölümünüzden milyonlarca yıl sonra bile evrende var olup yol almaya devam edecek. Eğer ruh yok ise, bunları nasıl tanımlayabileceğiz ?

Bizim sorunumuz, ruhu da vücudumuz gibi belli bir kalıba ve biçime sokma arzumuz ve içgüdümüzden kaynaklanıyor. Onun sınırsız olabileceği, evrenin bir parçası olabileceği niye mümkün olmasın. Ayrıca bu şekilde, kendisini yaratan Allah'ın ( C.C.) bir parçası olmaya daha uygun olmaz mı? Tabii bunlar tasavvufi düşünceler. O yüzden beyin nakli ile ruhun ortadan kalkam ihtimalini sıfır olarak görüyorum. Ölümle bile yok olmayan bir kavram, kabuk değiştirince niye yok olsun? Önemli olan sizin ruhunuzu ne kadar beslediğiniz...

Sanat, bilim ve iyi düşüncelerle... Onun besini de bunlar çünkü. İsterseniz bırakın beyin naklini, hiçilerin yelpazesine (bir bilimkurgu romanına atıftır) kopyalayın bilincinizi, beyin dalgalarınızın kopyasını, ruhunuz gene kalır. Çünkü o bizim ürettiğimiz bir şey değil. Bizden beslenen ve gelişen bir şey.

Burtay Mutlu
05 Mayıs 2015


Olasi bir beyin nakli operasyonunun "ruh" iddasini curutucegini dusunuyorum. Ayni soruyu daha once dusunup bu sonuca varmistim. Ruhu genelde iki anlamda kullaniyoruz; "Ruh ve sinir hastaliklari" deyimindeki gibi bilimsel bir baglamda beynin bilincimizi olusturan fonksiyonu olarak, ve cogunlukla dinsel baglamda maddi dunya ile bizi baglayan, biz biz yapan fakat maddi dunayadan ote manevi bir kavram olarak. Ikinci kullanim sekli, insanlarin beynin dusunce ve benlik merkezinin oldugunun henuz bilinmedigi yillarda ortaya cikmis oldugu sanilmakta. Tamamen manevi olmasindan oturu de bu iddanin test edilebilir, ispatlanabilir hic bir ozelligi yok. Gelelim bu iddanin beyin nakli ile curutulmesine. Soyle dusunelim; benligimizi / bilincimizi aciklamak icin manevi bir ruha gereksinimimiz olsun. Baska deyisle maddi beynin fonsiyonlari benligimiz aciklamaya yetmesin. Basarili bir beyin nakli sonrasinda, benligimiz baska bir vucut icinde uyanacaktir. Operasyondan sonra uyandigimizda bir bakicaz ki, farkli bir bendeyiz; sacimiz basimiz, boyumuz, aynadaki goruntumuz, hersey degismis, sadece benlik bilincimiz, dusuncelerimiz, hatiralarimiz ayni. Ve bu degisimin de farkindayiz. "Ruhum beden degistirmis!", diyebiliyoruz. O zaman manevi bir ruh varsayimina gore, burada su soru gundeme gelir: bu ruh nasil beden degistirdi? Bunun tek aciklamasi ruhun nakil edilen beynin icerisinde yer degistirmis olmasidir. Fakat o zaman da ruhu maddelestirmis oluruz. Bu da manevi ruh iddasini curutur. Beyin nakli operasyonu teorik olarak mumkun olmakla beraber pratikte cok zor ve yakin gelecekte mumkun olmayan bir operasyon. Fakar teorik mumkunlugunu ruh iddasini teoride curutmektedir.
Ozgur Gonen
06 Mayıs 2015


Özgür Gönen'in yazısına ve mantık çıkarımlarına bayıldım... :-) Ellerinize sağlık...

B
urtay Mutlu
06 Mayıs 2015

Ruha manevi bir anlam yüklenmesini, ölçümlenebilir olmamasına bağlıyorum. Ama Ruh kavramının somut bir karşılığı olduğunu kesinlikle düşünüyorum. Çünkü her ne kadar dinsel inançlarımız, ruhu bize semavi bir varlık olarak gösterse de, ruh kavramının geçmişi yüz binlerce yıl önceye gidiyor.

(Mezarlardan ve bırakılan hediyelerle düzenlenen törenlerin arkeolojik kalıntılarından çıkartılan varsayımdır). Bilimin gelişmeye başladığı son 200 yıl haricinde de ruh genellikle aynı kapsamda değerlendirilmiş. Bilimle din arasında keskin çatışma olduğu zaman, insanlar ya dinsiz olur ya da beyinsiz... İkisinde de uyum noktalarından konuyu ele almak ve ortak olmayan konuların cevaplarını, bilgi birikimi sürecine bırakmak daha doğru olur.

Ruh konusunu sadece din kitaplarından ve âlimlerinden veya onların yazılarından, ilmihallerinden filan öğrenemezsiniz. Çünkü o zaten tarafsızlığını yitirmiş bir bakış açısının ürünleri. Onlar için soyut, semavi, bir varlık. Aynı şekilde salt bilim açısından bakarsanız, bilimselliğin getirdiği şüphecilik ve sorgulayıcılıkta ölçümlenemeyen, deneye tabii tutulamayan bir konu üzerinde hüküm varmaktan kaçınacaktır.
Zorlanırsa şayet, eldeki verilere göre karar verip; Yok! diyecektir.


Şimdi ana konuya dönüyorum. Her iki açıdan da zamanla incelenebilecek ve geliştirilebilecek tek bir açıklama var bence. Çünkü çok basit ve sade... Ruh dediğimiz kavram, beyninin zihinsel yollarında sinir hücreleri arasındaki iletişim sırasında oluşan beyin dalgalarının toplamıdır. (3 boyutlu madde ile sınırlı kalmayan bir evrende, mesela 5 boyutlu veya daha üstü bir evrende fiziksel bedenin varlığı pek bir anlam ifade etmeyecektir. İnsanlar daha çok zihinsel fenerler gibi sadece etrafa yayınladıkları enerji yoğunluğu ve biçimi ile algılanabilecektir.)

Bir bebek doğduğu zaman da ruhu vardır. Sinirleri birbirleriyle iletişime geçtiği andan itibaren vardır. Ölünce de sinirler arasındaki iletişim bittiğinde de biter. Ama enerjinin korunumu nedeniyle, tüm yaşam boyunca yayılan bu dalgaların, sonsuza kadar evrene dağılacağını-kaynaşacağını da düşünebiliriz. Diğer yandan ek soru geliyor? Hayvanların ruhu olur mu? Bence, onları vicdan azabı çekmeden tüketmek isteyenler yok diyecek ama evinde besleyen ve sevenler var diyecektir. Canlı her şeyin, bir nebze olsun ruhu vardır. Ruhu bu açıdan ele alınca da, beyin nakli ruhu çürütmez. Aksine destekler. Ruhun beyinle nakledilmesi, onu gene de maddeleştirmez. Hala soyut kalır. :-)
B
urtay Mutlu
06 Mayıs 2015



Burtay Bey, oncelikle ruhu istpatlamak/curutmek icin net bir tanimini yapmamiz lazim. Tanimlayamadigimiz seyi ne ispatlayabiliriz, ne de curutebilirir. Bunun icin de "soyut/somut" ve "maddi/manevi" kavramlarinin farklarinin ayirdinda olmamiz lazim. Sizin iddanizda bunlar icice gecmis durumda. Ben yazimda "manevi ruh"u curuttum, siz "soyut ruh"u ispatliyorsunuz. Manevi ruh kavrami dinlerden cok oncesine, antik yunana kadar gider. Bedn/akil dualizmi felsefenin en onemli sorularindan biri olmustur. Insan canli beden ve cansiz beden arasindaki farki, aklin nerden geldigi sorularini cevaplayamadigi zaman bunu madde otesi "manevi" bir varlik ile aciklama yoluna gitmis. Gunumuzde bu sorularin cevabi beynin fonksiyonu olarak aciklayabiliyoruz. Biliyoruz ki, yasamin durmasi ve bilincin kapanmasi beyin olumu ile gerceklesiyor. Dolayisi ile manevi bir varliga artik gerek duymuyoruz. Siz de ruhu beynin icine gomup fonksiyonel, soyut bir kavram olarak ele almissiniz. Ruhun soyut/somut bir kavram olarak hala tartisabiliriz. Ama dikkat ederseniz "manevi varlik ruh"u ikimiz de curutuyoruz.
Özgur Gonen
06 Mayıs 2015

Merhaba :-) Dikkatinizden kaçmamış... :-)  Zaten çok farklı sonuçlar elde etmiyoruz. O sonuçlara ulaşma yollarımız farklı. "Manevi Ruh" kavramı ile dinlerde tasvir edilen ve öncesinde vücutsuz olan, sonra vücuda gelen ardından ölüm ile manevi hayatına dönen ruh'u kast ettiğinizi düşünüyorum. Salt dini açıdan ele alırsak, bu ruh Hakk’ın yarattığı, ondan bir parça olan, O'ndan gelen ve O'na dönen, sonsuzluğa sahip/ait bir parça... Fizik ve matematik açısından ise konuyu ele almak mümkün değil. Elde yeterli veri yok kullanılabilinecek. 
Ama daha önemlisi eldeki verinin değerini ve kullanılabilirliğini gösterecek “bakış açımız” yok.  Çünkü sahip olduğumuz ve kullandığımız birçok kavramı, olduğu gibi kabullenmiş, daha altı için “Niçin?”, “Neden?”, “Nasıl?” dememiş durumdayız. Örneğin “enerji ?” . Bilimsel tanımlamalarını, dönüşümlerini, değişik kullanım ya da durumlarına göre isimlerine bakın (kinetik, potansiyel, kimyasal, vs.), çok bilgi var. Ama kendisinin esasen ne olduğu hakkında kesin bir bilgi yok. Bütün madde, enerjinin yoğunlaşmasından oluşmuştur diyoruz. Dönüşüm denklemlerimiz ve yüzde yüz doğru hesaplayan denklemlerimiz var. Ama enerji nedir? Diye sorunca, onu bir ölçü, tanımlama kavramı gibi soyut ve anlamsız bir ifadeyle karşılaşıyoruz. Enerjinin yoğunlaşması ve maddeleşmesi içinde çok yoğun enerji gerekiyor. Somut sonuçları olan ama kendisi soyut ötesi soyut bir kavramla karşı karşıyayız.

Üstelik tüm açıklamalarda; ister dini ister bilimsel, her şey tek bir kaynaktan çıkıyor. O zaman iki farklı alanın ortak bir noktası var diyebiliriz. Tanımlamaları farklı ama sonuçları net bir şekilde; aynı...

Varsayımım tamamen bu ana noktaya dayanıyor. Aradaki binlerce kişinin ve zamanın görüşleri ile şekillenmiştir muhakkak.  Eğer evrende her şeyin temeli enerji ise, yaşamın temeli de enerji ise, canlının temeli de enerji ise, canlılığın sürdürülmesinin temeli de enerji (hücre içindeki dönüşümler: ATP ‘den ADP dönüşürken çıkan elektronlar) ise, bütün canlı ve cansız sistemler yapılarını korumak için sürekli denge halinde kalabilmek için enerji alışverişine (kütle çekimi, spin, momentum, kimyasal, nükleer tepkimeler vs.) dönüşümüne ihtiyaç duyuyorsa…

Ruhun da enerji kökenli bir yapıya oturtabilineceğini düşünüyorum. Embriyo gelişiminde beyinde sinir hücreleri oluşmaya başladıktan kısa bir süre sonra kendi aralarında iletişime başlıyor.  İlk beyin dalgaları çok zayıf olsa da var. Bu enerjinin kaynağı ne? Nereden geliyor? Nasıl oluşuyor? Tamam, beyin hücrelerindeki kimyasal işlemler sonucu oluyor ama temel kural; evrenden hiçbir enerji ( daha önce bu “madde”  idi ama sonra değiştirildi) yoktan var olamaz, vardan da yok olamaz. Toplam Enerji değişmez, korunur. Sadece aktarılır… Değil mi? Buna göre, embriyo beyin hücrelerindeki enerji ve beyin dalgalarının da bir öncesi oluyor. Üstelik bu enerji öldükten sonra da yok olmuyor. Bir şekilde varlığını sürdürüyor.

Ancak bu enerjiyi ruh olarak tanımlamak tam uymuyor. Bu enerjiden yayımlanan ve kişiye özel biçimlenen beyin dalgalarının daha uygun bir tanım olabileceğini düşünüyorum.

Peki, bu dinlerde tanımlanan “manevi ruhu çürütür” mü?  Farklı bakışlara kapalı din adamlarının ya da din adamı olduğunu iddia edenlerin bakış açısını kabul etmediği için, sadece onların bakış açısındaki manevi ruhu çürütür.
(Onların çoğunluk ve hâkim güç olmaları, bu konuda haklı oldukları anlamına gelmiyor zaten. Din kitapları da sapkınların her zaman çoğunlukta olduğu söylüyor zaten. J Ama hala dini ve bilimi bir arada ele alabilen ve bu konuda görüş geliştiren de binlerce kişi, özellikle genç, var. Onların bu ayrımı zamanla yok edeceğine inanıyorum.)

Ama canlıların, “manevi ruhun” somut ifadesi olabilecek bir şeye zaten (beyin dalgalarını kast ediyorum) sahip olduğumuzu kabul edersek sadece, onu destekler. Sadece beyin dalgaları son 50 yıl öncesine kadar saptanamadığı için, aralarındaki ilişki bağdaştırılamamış. Ama arada geçen 5 bin yılda (yazının keşfini kast ediyorum), tek taraflı varsayımlardan üretilmiş bilgiler ile yüz binlerce kesin (olduğu zannedilen) sonuçlara varılmış.

Yani her şey, bir bakış açısı meselesi.
Burtay Mutlu
07 Mayıs 2015

Insanlarin "Ruh" ile ne kastetmek istenildigi konsunda tam bir uzlasim yok. Fakat genelde benim "manevi ruh" ile kastetigim seklinde. Yani dediginiz gibi, bedenden ote, bedene girip-cikan, dusunen, hisseden, hatta filmlerdeki gibi baska bedenlere girip cikabilen, olumden sonra bedenden cikip ruhlar alemine geri donen, reankarnasyon var ise baska bedende tekrar dunyaya gelebilen "madde otesi" bir varlik. Boyle bir ruhun varligina inanmak icin once madde otesinin varligina inanmak gerekiyor. Ben iste bu madde otesi alemde yeralabilen ruh kavramini curuttum yazimda. Siz de gorunurde mutabiksiniz, guzel uzlasmisiz. Simdi gelelim maddesel ruhlara ve bakis acilarina:) Ruh kavrami dinlerden cok once de var oldugu icin, oncelikle ise dinleri karistirmadan incelemek gerektigini dusunuyorum. Temele inelim; Ruh kavrami niye ortaya cikti? Insanin aciklayamadigi bazi seylerden oturu: 1. canli/cansiz farki (olu beden ile canli beden arasinda gorunurde maddesel fark olmamasi), 2. "benlik bilinci"nin kaynagi, 3.dusuncelerin/duygularin/hislerin kaynagi. Bu sorulari insan madde disinda aradigi icin ruh kavrami ortaya cikti. Simdiki resimde ise bunlari beynin maddesel fonksiyonlari ile aciklayabiliyoruz. Bu yuzden ben bu resimin icerisine hala bir extra "ruh" kavramini oturtma cabasini gereksiz buluyorum. Sizin cabaniz da bence inancinizin bunu gerektirmesinden oturu. Inanciniz size ruhun varligini soyluyor, ve siz de bu resimde ruh diyebileceginiz soyut/somut bir seyler ariyorsunuz. Ve bunun cevabina da "enerji" olarak yorumlamissiniz. Bunu yaparken de geleneksel ruh anlayisindan uzaklasmissiniz. Ruha yuklediginiz islev belirsizlesmis. Dogru, enerjiyi bizim somut, olculebilir evrenimizin yapi tasi olarak kabul ediyoruz. Fiziksel evrenden bahsedebilmemiz icin oncelikle bu kabulu yapmamiz lazim. Sonra enerjiyi degisik formlarda gozlemliyoruz ve konu ruh olunca canli/cansiz formdaki enerji ayrimi on plana cikiyor. Burada "ruh" kavramindan ne bekliyoruz o zaman? Cansiz enerjiye can katmasininimi, bilinc vermesini mi, hissiyati saglamasini mi? Bu savinizda cok belirsiz. Bu belirsizligi beyin dalgalari savinizla acayim; beyin dalgalarimiz niye var? Beynimizin calismasi, bilincin dusuncelerimizin hislerimizin olusmasi icin mi gereklidir? Ruh varsayimi gibi bizi biz yapan sey midir? Esasen beyin dalgalarinin sebebi beynimizin calisirken noronlarin elektriksel aktivitesidir ve herhangi bir elektrik akiminin yaydigi dalgalardan yapi olarak hicbir farki yoktur (sadece farkli frekanstadir). Dolayisiyla ayni mantik ile sac kurutma makinesinin yaydigi dalgalardan oturu bizimikine es deger bir ruhu oldugunu soyleyebiliriz. Ustelik, bu dalgalarin fonksiyonel bir ozelligi de yoktur. Sadece fonksiyonun bir yan urundur. Ne sac kurutma makinesini sac kurutma makinesi yapan seydir, ne de bizi biz. Beyin dalgalarinin kisiye ozgu olma durumu da zaten beynin kisiye ozgu olmasindan kaynaklanir. A sarkisinin dinlerken yayilan ses dalgalari patern olarak B sarkisinindan farkliysa, bunun sebebi sarkilarin farkli olmasidir. Burada farki yaratan kaynagin kendisidir. Bu yuzden saviniz da mantiksal olarak ruhun beynin ta kendisi oldugunu soylemekle es deger. Konuya enerji dongusu yonunden bakacak olursak da bebegin de, yetiskinin de beyin dalgalarinin ana enerji kaynagi aldigi besinlerdir. Ve bu dalgalar bize ilahi bir sekilde bahsedilmiyor. Aksam yemegimizin bir kismi isiya, harekete, bir kismi tuvalete, bir kismi da dalgaya gidiyor. Soyut "ruh" fikrine donersek de, bunun somuda dokulmus sekli yine beyin olarak karsimiza cikar. Tipki bir soyut fikir olan bir bestenin icra edilerek somuda dokulmesi gibi. Fakat bu soyut "ruh" fikri, ortaya atilan ve su an tartistigimiz semavi anlamdaki ruh kavramindan beklenen can verme, benlik bilinci olusturma, dusunme, hissetme yetisinde degildir. Dolayisyila soyut ruh fikirden ote birsey olamaz. Dogrudur, bakis acisi ozne icin cok sey degistirir. Bakis acisi yuzunden bir kubu, kare veya altigen olarak algilamak mumkundur. Fakat kup oldugunu anlamamiz gidip icin olcup bicmemiz veya baktigimiz acidan ek veriler kullanarak hesap kitap yapmamiz gerek.
Ozgur Gonen 08 Mayıs 2015

Bu sitede üyelerin puanlama sistemi olsaydı, takdir ve teşekkür etmek için en yüksek puanları verirdim. Dilerim başkaları bu bakış açılarını ve yaklaşımları okur, kendileri içinde geçerli olanı ortaya koyarlar. Bakış açımda elbette inancımın şekillendirdiği yaklaşımlar mevcut. Ama onlar hiç yokmuş gibi, konuları ele alırsdam kendimle çelişirim. Çünkü bazı noktalarda ciddi anlamda (teknik) bilgi birikimi eksiğim (iz) var.
 

 Benin yaklaşımımda (bu tartışmayı, felsefe ışığında bilimsel bir konu olarak düşünmüştüm, bilim ışığında felsefe oluyor benim için :-) Saç kurutma makinesinin yaydığı elektromanyetik dalgalar mekanik, yani ritim ve frekansı ile düzenli olduğu, insan beyin dalgaları ile kıyaslanması (çünkü düzenli ve tek düze değil) pek uygun gelmedi. :-) Bakışımda şunu gördüm, evrenin ilk yaratışından itibaren her şey tek bir yapıdan ve özden oluşuyor. Tüm madde, bildiğimiz enerji ve içindeki kurallar. Evrenin işleyişinde de öyle çok büyük karmaşıklık, çok büyük kurallar dizisi de yok. Temel kurallardan biri kritik denge. Bu bisiklet üzerinde, ya da ip üzerinde dengede olmak gibi bir şey. Bu denge her seferinde öyle müterna bir yerde oluyorki, bir adım ötesi ya da berisi Kaos, bisikletten /ipten düşme oluyor. Her sistem daha alt sistemlerin toplamından oluşuyor ve her sistemdeki bir değişiklik, (kaos teorisine uygun şekilde) ilişkide olduğu tüm sistemleri etkiliyor. Örneğin, ayın 5 cm geriye çekildiğini düşünün. Bu aşama olarak tüm güneş ve hatta samanyolu sistemini etkileyecektir. Güneç sistemindeki tüm yörüngelere bir anstrom değişecek, Samanyolundaki sistemlerde belki on üzeri bol sıfırlı eksilerde bir yerde angstrom. Ama muhakak etkiliyor. Bizim saptayamamız bir şey değiştirmiyor. (Hesapları 20 değil, 40 basamaklı yapın gözükmeye başlayacaktır. ) Yine bu kritik durumun ilgilinç bir yanı daha var. (Varsayımım, bilgim yok) Tüm sistemler, quantum olasılıklarının pik, tepe yaptığı noktalarda yani ortalama en yüksek değerde iken kritik durumda oluyor. Bu yüzden binlerce olasılık var iken, sadece belli başlı olanlar gerçekleşiyor. Bu noktada devreye "hayat " giriyor. Hayatı tanımlayan ilk şey, bağımsız birim olarak bilgi depolama ve işleyebilme kapasitesi. Daha sonra da bunları bütünleyen, bilinç olgusu başlıyor. Bilinci depolanmış bilgiyi, ihtiyaca ve duruma göre kullanabilme, değiştirebilme veya seçebilme durumu olarak tanımlıyorum. Bu yüzden kuantum bilgisayarlara kadar makinelerde bilinç gündeme gelmeyecektir. (Geçenlerde bu sitede bilinç konusu ile alakalı güzel bir araştırma yayınlandı.) Ama işin içine bilinç girince, kuantum durumları ve olasılıkları giriyor. Çoğu kararımızı ve hareketlerimizi de; iç sistemlerimizin (sadece somut olanlar değil, bilgi birikimi, duygular, vs. nin) getirdiği farklı durumlara göre "kritik dengede" olduğumuz noktaya göre belirliyoruz. Bütün bunlara rağmen ruh, farklı bir olgu. Ruhu farklı frekanslardaki dalgaların bir arada olduğu bir quantum alanı olarak tanımlayabiliriz. Başlangıçta (doğumda) bize bu alanın sadece ana kuralları/formülleri tanımlı veriliyor. Ama gelişimi zamanla kişinin tutum ve davranışları ile gerçekleşiyor. Bunlar beynin bir fonksiyonu gibi gözüksede, öncesi vardır. Bilinçsiz, kişiliksiz bir enerji (saf ruh tasviri) olarak vardır. Hayat ile biçimleniyor ve bir kimlik kazanıyor. Ölümle de biliçten geriye kalan tek şey de bu oluyor gene. Ama bu seferde saflığını yitirmiş, nadiren de saflık oranını artırmış olarak. (Reenkarnasyon olayına gelince, kanıtlarına rağmen bir şeyler mantıksız geliyor. Sanki o özel kuantum alanlarından, birinin eksik kopyası çıkmış gibi geliyor bana) . (Dinsel cennet cehennem kavramlarına hiç girmeyelim, Araplar için tasvir edilen cennet, (bol huri, şarap, meyve, serin su) bana cehennem gibi geliyor. Öğrenebileceğim bir ortam bana cennet olurdu.) Sanırım bu tür bir kuantum alanındaki dalgaların dağılması, evrene yayılması gerektiğini düşünmek doğal oluyor. ama bir şekilde belki de daha üst boyut dediğimiz ve sicim terosinde ifade edilen o kıvrık boyutlardan birinden dolayı bu enerji kuantumları dağılmıyor olabilir. (Not: Yazdıklarımın çoğu ama özellikle son kısmındakiler şahsi düşüncelerimdir. Üçüncü bir kişi okurken, bunları bilimsel tabanlı filan sanmasın, Vardığım sonuçlardır ama doğrulukları kesinlikle tartışılabilir. Arada, yazmak istediğim çok şey var ama bugün iş olarak yoğun bir gündemimiz var. Saygılar)
Burtay Mutlu 08 Mayıs 2015

tüm yazılanları sıkılmadan okudum. fakat konuyu daha kapsamlı ele almak gerekir kanımca. manevi ruhu beyine indirgeyip bir olay örgüsü kurgulayarak onu çürüttüğünüzü söylemişsiniz, birşeyleri çürütmek için bundan çok daha fazlasına ihtiyacınız var. kullandığınız yol biraz şuna benziyor; Tanrı kaldıramayacağı bir ağırlık yaratabilir mi? - yaratırsa tanrının kaldıramayacağı bir ağırlık dolayısıyla yapamayacağı bir şey olur, - yaratamazsa tanrı yine birşeyleri yapamamış olur, - dolayısıyla tanrı yoktur. Söyledikleriniz kendi içinde tutarlı fakat varsayımlar üzerine birşeyler kurgulayıp onu hemen çürütüvermişsiniz. ayrıca bunu hemencik kabullenmek inançlı kişiler için mümkün değil çünkü manevi ruhu çürütmek tüm dinleri ve dünyadan sonraki yaşamı çürütmek anlamına gelir, fakat bu konu hakkında düşünüp sorgulamamıza engel değil tabiki. Tam birşeyler yazacakken yeni sorular geliyor aklıma, biraz düşüneyim, takipteyim.
murat sayın 08 Mayıs 2015

Dini açıdan ele alınca, ruh bedenden çok önce vardır ve bedenden sonra da vardır. Beden içindeki ruh sadece gelişim için bir imtihandadır. Somut olgular açısından (tam olarak bilimsel diyemiyorum ama elle tutulur, ölçümlenebilirliği kast ediyorum), enerji kaybolmaz. Sadece değişir. Gene fiziksel bir nesnedeki enerji de (canlı, cansız fark etmez) o nesnede var olmadan çok öncede vardır. O nesne tamamen ayrıştığı zaman da var olmaya devam edecektir. Burada ciddiye alınması gereken bir benzerlik olduğunu düşünüyorum. Beyin fonksiyonlarında düşüncelerimizle biçimlendirdiğimiz dalgalarda sonuçta bir enerjinin yansımaları ve biçimlendikten sonra artık değişmiyorlar. Tüm evrene yayılsalar bile. Mesela 100 bin ışık yılı ötedekiler nasıl bir gün bizim Tv yayınlarımızı alabilecekler (tabii ellerine ulaşan dalgaların enerji yoğunluğu çok düşük olacağı için çok hassas araçlara ihtiyaç var), Bunu kabul ediyorsak, dalgaların değişmediğinin bir kanıtı olarak düşünebiliriz diye yorumluyorum. Bu nedenle beyini sadece bu enerjilerin biçimlenebileceği geçici bir araç olarak düşünmek rahatsız etmiyor. Sonuçta beynin çalışma prensipleri ile kuantum mekaniğinin çalışma prensipleri benzer. Aradaki kimyasallar ve polarlaşmayla (sinir hücreleri iletilerde elektron iletmiyor, kutuplaşarak -polarlaşarak iletiyi aktarıyor diye biliyorum) bir algı düşünce oluştuğu zaman, bu ileti birçok birimde parça parça işleniyor ve en yüksek olasılıkların toplanması ile bir sonuca ulaşılıyor. Bu nedenle akson ve dentritler arasında bazen 10 bine yakın bağlantı olabiliyor (yani bir beyin sinir hücresi 10 bin farklı sinir hücresi ile koordineli çalışabiliyor). Ama daha ilginci kullanılmayan ya da işlevselliğini yitirmiş bağlantılar koparılıp, sinir hücresi en verimli dengede (kritik denge gene) dururken, ihtiyaca göre yeni bağlantılarda kurabiliyor. (Örneğin bir matematik problemi çözerken, aynı konuda alıştırma yaptıkça koordineli çalışan kimi hücreler araki aktarıcı sinir hücrelerini devreden çıkartıp, direk bağlantıya geçebiliyorlar. Tekrar bu bağı güçlendiriyor, unutmayı zorlaştırıyor. Çözüm hızını arttırıyor. Aynı şey, her konuda geçerli… Müzik dinlerken bile algıladığımız müziğe göre yeni bağlantılar oluşabiliyor. Veya bir resimi incelerken de benzer şekilde bir yol gelişebiliyor. -Zaten bu nedenle bilim ve sanat iç içe ya bence- Bu da anlamayı, algılamayı kolaylaştırdığı gibi, yeni bir çözüm ya da bakış açısı bulmamızı sağlıyor. Farklı konularda kitap okumak, tartışmalara katılmak, düşünmek te benzer etkileri olabiliyor. Bunları yazıyorum, çünkü beynin gücünün ve imkânlarının ne kadar güçlü olduğunun farkında olduğumu anlatmak için. Ama beynin aracı bir enstrüman olmaktan öte bir işlevi gene de olmuyor. Çünkü ölümle beyindeki işlevini kaybeden enerji ve onun dalgalanımları yok olmuyor.
    Burtay Mutlu 09 Mayıs 2015
   

Burada (sanırım) çürütülmeye çalışılan şey, binlerce yıllık ruh kavramının içeriği. Sorun burada... Eskiler ruhu tanımlarken, ellerindeki bilgi ve bu bilginin (kendi) mantık kurallarına uygun şekilde yorumlanışıyla ortaya çıkmış tanımlarını kullanmışlar. Toplumlarına da bunu empoze etmişler. O dönem için, dinin toplumsal hayattaki emredici rolüne de bakarsak, çok normal ve hatta gerekli olduğunu görürüz. Sorun bize dayatılan 5000 yıllık (yazı ile aktarılmaya başlanan kısmı ele alıyorum) bakış açısının, artık günümüzün bilgilerine ve birikimine göre tatmin edici bir açıklama sunamaması. Bu yakşaım iki seçenek bırakıyor, ya bu şekilde kabul et, sorgulama, ya da istediğini yap ama mürted olursun. (Gerçi buna karar verme yetkisini Peygamber (S.A.V) efendimiz bile kendinde görmemiş ama günümüzde hüküm yetkisini kendinde gören, desteklenen çok kişi var.) İspatlanmaya çalışılan şey onların ta, (benim açımdan) ruh'un sadece onların anlattığı şekilden daha fazla, daha geniş, daha önemli ve artık eldeki teknik imkanlarla daha anlaşılabilir olduğu ve onların tanımlamalarının ötesinde somut ifadeleri de olabileceği. Burada diyorlar ki , hayır siz ruhu göremezsiniz, elleyemezsiniz, o ulvi bir yaratılmıştır, sorgulayamazsınız. Bizim dediğimizi ve dediğimiz şekli kabul edin. (ama biz ruh çıkartırız, büyü yaparız/bozarız, cin çağırır onlara iş yaptırırız, baht açar, kapatırız, gelecekten fikir verebiliriz, bu soyut işleri biz yapabiliriz. ) (Aksi ispatlanamayacak kadar soyut olmasından güç alıyorlar) . Bende onların yaklaşımlarının hatalı olduğunu düşünüyorum. Çürütülmeye çalışılan şey esasta bu. Ruh soyut bir varlıktır ama insan üzerinde somut belirtileri vardır. Sadece beynin işlevleri ile ortaya çıkmamıştır. Fizik kanunlarına göre hiç yoktan varolamayacağına göre, beyinde şekillenip gelişmeden önce de vardır. hiç bir şey yok olmayacağına göre beynin işlevinin bitmesi ile de var olacaktır.
    Burtay Mutlu 09 Mayıs 2015
Burtay Hocam, takdirlerin icin tesekkurler. Goruyorum ki tanimi tartisma isiginda biraz daha degistirmissin :) Arkadaslar, kendimi tekrar etmek gibi olacak, ama ben bizi yapan dusunme, hissetme, ogrenme, bilgi depolama, ve bilinc olusturma seklindeki beynin fonksiyonlarindan ote bir varlik/kavram herneyse aramayi cok gereksiz buluyorum. Butun bunlari hali hazirda beynin fonksiyonlari oldugu biliyoruz (sadece bilinc konusu hala gizemli). Niye illaki maddi/manevi soyut/somut birseyler bulmaya calsiyoruz ki? Ruh, beynin islevinin bilinmedigi zamanlarda ortaya cikmis bi kavram ve de insanin olumsuz olma arzusunun urunu. Simdiki bilgilerimiz isiginda bu kavrama artik gerek duymuyorsak, illa inancin gerektirdigini aramak yerine inanclari sorgulamanin vakti gelmistir bence. Inanc malesef cogu seyi koru korune kabullenmeyi gerektirir. Sorgulamayi koreltir. Simdi molekuler duzeyde yazan bir 3d yazici getirsek ve atom atom bir insan beyni yazdirsak ve bu beyin bizler gibi ogrense, dusunse, hissettse? Hani nerde bunun ulvi ruhu? Tanri 3d beyin yazdirdigimiz gorup, dur sunun icine ruh ufleyim mi demis olmayacagina gore? Inanc yuzunden belki diyeceksiniz ki bu yapay , ruhsuz bir beyin. Benim beynimin ruhu oldugu ne malum ki zaten? Ya da Burtay hocam gibi derin felsefeye dalacaksiniz. oncesinde bunun ruhu portakaldaki vitaminin enerjisiydi, sonra dalga oldu vs. Hocam fazla takmissin su dalgalara :) Televizyon vericisi de enerjiyi dalgaya ceviriyo, o dalgalarda dedigin gibi uzayda kaybolmuyor. O zaman Lost'un veya Aski Memnu'nun ruhu da dizi yayindan kalksa bile var olmaya devam ediyor, oncesinde de zaten trafoda elektrik olarak vardi :) Veya illa ruh beynin yaydigi bir formda olacaksa, yazdiigim bir siir, kitap da beyin dalgalari gibi beynimin isleyip urettigi bir enerji formu mesela? Su yazdigim satirlar da ruhumun bir parcasi olarak ben oldukten sonra amerikada serverlarda kalmaya devam edecek, o zaman olumsuz olmusum bile... Ruh ile kastedilen o kadar belirsiz ki su an... Yani "ben" diye bilcegim bir kavram bile yok ortada. En basitinden hatiralarimiz beyinde depolu. Hatiralardan, ogrendiklerinden kopmus bir "ben" dusunebiliyor musunuz? Bu ben baska bir formda var olsa ne olur ki? Artik ona ben diyebilir miyim? Hatta 1sn onceki ben ile 1sn sonraki benden farkli, cunku beynin yapisi her an degisiyor. Hangi "ben"e ait bir ruhtan bahsedicem, o bile mechul... Konuya inanclardan siyrilmis, objectif sekilde bakabilirsek aslinda cok basit olarak sunu goruruz: Beynimiz tamamen bu evrende gelisiyor. Evrenden aldiigi enrjiyle besleniyor, gelisiyor, ogreniyor, dusunuyor, bilgi depoliyor, hissediyor, unutuyor.. ama benlik bilincini bu evrende kendi gelistikce gelistiriyor. Fonksiyonunu yitiridigi zaman da tekrar enerji olarak evren donuyor. Fakat bu noktada bilinc tamamen kapanmis oluyor. Beynin eserleri, dalgalari baska enerji formunda devam etse de, bilinc fonksiyonu tamamen yok oluyor. Bu da bence en kritik nokta, Ayni bilincin baska bir formda/dunyada var olmasini beklemek o kadar gereksiz ki... veya beynin icinde olusmadan baska bir yerlerde onceden var oldugunu. Bilinci olusturan yapi taslari onceden var olmus olsa bile ona "benim benlik bilincim" diyebilir miyiz? Bu bilinci imtihan etmek icin olusturmak, yok lduktan sonra da baska formda tekrar olusturup odullendirmek/cezalandirmak ne kadar makul? Hafiza basta olmak uzere pekcok diger fonksiyonundan ayrilmis bir bilinc, bir "ben" icin ne ifade eder ki? Bu baglamda ruh diyecegim birsey olsa ne olur olmasa ne olur... Ben sahsen her uyandigimda bilincimin islemeye basladigini, uyudugumda ise kapandigini biliyorum. Bu bana zaten beyin oldukten sonra bilincimin nasil kapanacagi fikrini veriyor. Dogumdan once bilincim nasil kapali(yok) idiyse, olumden sonra da yine tamamen kapali (yok) olmasi cok makul. Bunun otesinde bilincimin baska bir formda/ dunyada tekrar acilmasi hikayesi ise cok abes. Bence inancinizla celisen durumlarda illaki inancinizin karsiligi biseyleri aramak yerine bir de inancinizi sorgulayin. Kendinize bunun icin bir firsat verin. Evrenin ve beynin isleyisinin bilinmedigi zamanlarda bilinmezleri tanrisal guclerle aciklamak, insanlara olumsuzluk vaad etmek ve mitlere inandirmak cok daha kolaydi. Gunumuz rasyonel insanin once bilgiyle harekey etmesi ardinan da bu inanislari sorgulamasi gerekli. Islerim yogun, bundan sonra uzun uzun yazamayabilirim. Saglicakla. Son olarak da su videoyu birakayim, konuyla cok alakali: https://www.youtube.com/watch?v=8On7rktFZME Ozgur Gonen 09 Mayıs 2015
Arkadaşlar yazışmaları ilgiyle takip ettim. Çok önemli bir durum varki ; Beyin nakli yapılınca bir çok şeyi öğrenebileceğiz :) 1987 yılında ahmet mekinin oynadığı bir dizi var http://www.diziler.com/dizi/kavanozdaki-adam burada ahmet mekine bir katilin beyni naklediliyor , ve kişiliği değişiyor bir katil oluyor ( kaba bir özet oldu ) o günden beri bu konu ilgimi çeker :) Kaan Akyüz 10 Mayıs 2015
Ayrıca bence ruh ( veya bilinç) , bizim henüz kavrayamadığız bir boyuttadır. Bu nedenle fizik ile henüz oturtamadığımız için din ile anlamlandırıyoruz. Zaten dinlerin en büyük özelliği , anlayamadığımız şeyleri tanrı ile çözümlenmesidir. Evet bir yaratıcı vardır ve yarattığı herşeyin çözümlenmesi için matematiği , fiziği ( anahtar ) kullanmıştır. Ve bence kendisine ulaşmamızı bekliyor , sağlıyor.. Kaan Akyüz 10 Mayıs 2015
Özgür bey iltifat etmiş ama öğretmenlik, hocalık düzeyinde değilim. :-) ama çocuklarla paylaşmak istedim. Özgür bey bu konuda daha şanslı, ona imrendiğimi söyleyebilirim. Burtay Mutlu 11 Mayıs 2015
Tanımı değiştirdim gerekirse değiştirmeye devam edebilirim. Çünkü bir konuyu tek açıdan alma alışkanlığında körler olarak, fili doğru tanımlamakta zorlanıyoruz. Avantajım bu konuda esnek olabilmek. Ama bu tanımlamaya çalıştığım şey'in fil olduğu gerçeğini değiştirmez. Benim o gerçek hakkında yetersiz bilgi ile ele alışımı, yaptığım tanımları yanlış yapmaz, doğru, birbirini tamamlayan, farklı açılardan doğru yapar diye düşünüyorum. yoksa elime gelen diş minesi ile hortumu kıyaslayıp kesin bir hüküm verirsem, çelişkiler arasında kalabiliriz.

Ama Özgür Bey'in getirdiği çok önemli bir noktayı mesela hiç düşünmemiştim. "Benlik bilinci". Aslında Özgür Bey 'de "benlik bilinci" tanımlamasında neredeyse tamamen dini açıdan anlatılan (din adamlarınca yorumlanan değil) ruhu betimliyordu. En azından öyle algıladım. Sayın Kaan Akyüz'ün belirttiği gibi hala bazı şeyleri oturtamadığımız için salt din açısından olayı ele alıyoruz. (Bu arada benim dalgalar konusundaki saplantımı mazur görün. Bana göre evrendeki tüm oluşumlar dalgasal bir yapılanmanın ürünü... Madde, enerji ve onların değişik oluşumları...) Murat Sayın'ında ifade ettiği koanlar arasında, döngüsel mantık soruları ile bazen kendimizi çıkmaza sokuyoruz. Ama "benlik bilinci" güzel... Çok güzel oldu. Şimdi, en basit anlatımıyla din bize ruh'u ham, günahsız, saf bir şekilde tanımlıyor. Bu ruh yaşamı boyunca gelişiyor ve ardından işlevi bitmiş vücuttan ayrılıyor. Sonra kazandığı deneyime ve kalitesine göre bir gruba dâhil oluyor. ( Cennetlikler ve cehennemlikler gibi.-) Orada varlığı sonsuzluğa sürüyor. (Eğer bir karadelik yakınında olsaydık, size göre 1 saniye olan süre bana göre sonsuz süreceğinden bu yaklaşım göreceli bile olabilir.)

Dini açıdan ruh saf düzeydeyken, bir talepte bulunur, benlik bilinci kazanabilmek için (sizin kavramlarınızı kullanmaya çalışacağım). Bu bilinci kazanabilmesi ve koruyabilmesi için de yaşama gelir. Ölümden sonra da bu benlik bilincini korur. Bu yaklaşımdan benlik bilincinin, çok önemli bir kavram olduğu sonucuna varıyorum. (Bu arada uyurken bilincimiz tam anlamıyla kapanmaz, ölüm ile uyku kardeş olabilirler ama aynı değiller. Uykuda rüyasız bölümde, beyin hücrelerinde kimyasal onarım ve düzenleme hatta bir kısım bilginin depolanması söz konusu. Rüyalarda günlük yaşamdan gelen bilgiler derleniyor, toplanıyor, mevcut bilgi birikimler ile sınıflandırılıyor ve faydalı, faydasız bilgiler ayıklanıyor. Rüyasız bölümde sonuçlar depolanıyor, gibi... Bu sırada bilinç olmuyor değil farklı bir nitelik kazanıyor.)

Bilinci eğer günümüzün değerleriyle ele alırsam, bana göre en yakın tanımı, bilgi alış-veriş ve depolama kapasitesini aynı anda kullanabilmek derdim. Yani eldeki mevcut bilgileri, yeni bilgilerle birleştirip, daha farklı ve yepyeni bilgiler üretebilmek... Sanırım insanı özel kılan da bu. Derin uykuda iken, dış dünya ile bilgi alışverişi olmuyor. Hatta iç dünya da bile olmuyor ama hücre içi düzeyde bilgi derlemesi olduğuna inanıyorum. (Hatta bu konuda uçuk bir sav'ım da var: Bilgilerin RNA kodlaması olarak depolandığını düşünüyorum. Ya da hücre içinde uzun ve çok moleküllü değişken başka protein zincirleri varsa, onlara da olabilir. Her bilginin kodlanması ve sıkıştırılması işlem zamanı aldığından, bu işi hücre düzeyinde işbölümüne aktarmak daha mantıklı olabilir.) Yani bilinç hücresel düzeye indirgeniyor. Bu da çok düşük düzeyde ve monoton beyin dalgası olur herhalde…
Burtay Mutlu 11 Mayıs 2015 Uzun uzun yazmak benim içinde yorucu ve zaman alıcı... Ancak bakış açısı olarak çok değerli. Sizin durumunuzu bilmiyorum ama çevremde konuşup düşüncelerimi tanımlayabileceğim, konuşabileceğim fazla kimse yok :-( Burada yazarken sadece başkalarından öğrenmiyorum, kendimden de öğreniyorum. Ne düşündğümü nenden, niçin ve nasıl düşündüğümüz de gözlemleme şansım oluyor. Bu nedenle ayrıca çok teşekkür ederim.
Burtay Mutlu 11 Mayıs 2015