18 Aralık 2017 Pazartesi

KADINLAR. ERKEKLER... Dünya Egemenliği



8 Mart Çalışan Kadın Haftasında, Kadına Şiddet konusunda yorum.


Bir insan sevdiği uğruna ölümü göze alıyorsa gerçekten seviyordur. Ama karşısındakini öldürüyorsa, bu sadece kendini sevmektir. Karşısındakini de, onu kendisi kadar sevmediği için öldürüyor demektir.
O yüzden kimse, "Seviyordum, vurdum" yalanına sarılmasın. Sadece kendisini kandırıyor.

Sorunun bir çok sebebi var. En başta bu şiddet türüne başvuran erkekleri de, "bir kadının" yetiştirdiği unutulmamalı.
Yani ilk önce, anneleri bu konuda eğitmek gerekiyor.

Ardından, insanlar sosyal varlıklar olarak, toplumsal olayları görerek ve taklit ederek öğrenir. Günümüzde TV dizi ve filmleri altında şiddetin her türlüsü var. Kadına şiddet de çeşitli şekillerde işlenen bir konu.

Özellikle uzun süre devam eden dizilerde. Artık konu bulunamadığı için şiddet sahneleri artıyor. Sanal olduğu iddia edilse de bu beyinlerde, makul edilebilir limitlere çıkartıyor şiddeti.
Yani, medya'dan şiddet haberlerinin ayrıntısını kaldıracağız. Şiddetin "nasıl uygulandığı" değil, olumsuz sonuçları haber yapılmalı.
Dizilerde ise bu şiddet sahneleri kalktığı gibi, bu şiddet çağrışım ile bile anıldığında kınandığı, ayıplandığı, yerildiği ve engellendiği sahneler yer almalı. Dizilerde ve çalışma yaşamında çok gördüğümüz bir şiddet türü de, "duygusal şiddet". Özellikle, kadının kadına uyguladığı duygusal şiddetin düzeyi, fiziksel şiddetten az değil.

Üçüncü bir konu ise sosyal yaşamın yanında, ekonomik yaşam içinde karşımıza çıkan eşitlik kavramının doğru anlaşılmamış olması, Çoğu kadın hareketinin söylemleri de, yaklaşımları da; erkeği bir rakip olarak hedef gösteriyor.

Bu tür eşitlik- hak arama söylemleri altındaki kadın şövenizmi de bu şiddeti körüklüyor.
Çünkü kadın ve erkek eşitliği, adilliğe dayanmadığı zaman sadece söylem olarak kalıyor.

Örneğin, eğer kadın erkek eşit ise, boşanmalarda çalışan ve iş sahibi kadınlar niye nafaka alıyor? Birinin geliri yüksek olsa bile, artık yollarını ayırmış kişilerden biri, niye ömrü boyunca diğerini ekonomik yük olarak çekmek zorunda?
Evet, yasalar, mazlum, ezilmiş, iş sahibi olmayan kadınları korumak için bu tür bir caydırıcı önleme başvurmuş. Ama bu durumda zaten eşitlik yok ve yasalar bu eşitsizliği telafi ediyor.

Diğer yandan, meslek kariyer sahibi kadınlarda bundan faydalanıyor. Nerde eşitlik? Kadın, bekar ise varsa ebeveynlerinden miras kalan sosyal haklardan ömrü boyunca faydalanıyor. Erkek ise 25 yaş sonrası tek başına...
Üstelik kadın-kız çalışmadığı zaman hoş görülüyor. Ama erkek iş bulamaz ise,bu onun bir eksikliği hatası oluyor. Öyle olmadığı ne kadar söylense de, hissedilen böyle... Oysa okumuş ve çalışma yaşamına girmiş kadın sayısı az değil. Boşanmalarda da genelde bu kadınlar sayıca ağırlıkta.

Yani yasalarda, kişilerin ekonomik durum ve imkanlarına göre de adalet getirecek düzenlemeler gerekiyor.
Bir gazetede vardı. 15 günlük evlilik için 30 yıldır (cüzi de olsa artık) nafaka ödeyen adamın hikayesi.
En azından, zayıf pozisyonda olan kişinin kendi ayakları üzerinde durması için bir süre tahdidi konulmalı. 


Kadınla erkeğin kavga, mücadele şekilleri de farklı. Modern hayatta mücadelelerin çoğu sözü, sataşma, taciz, mobbing şeklinde olsa da; bu insanoğlunun yüz binlerce yıllık genetiksel mirası ile uyumlu değil.

Kadın fiziksel gücü yeterse şiddet uygulayabiliyor. "Diğer" kadına vurabiliyor. Çocuğa vurabiliyor. Karşısındakine gücü yeterse fiziksel şiddet uygulayabiliyor.
Ama fiziksel gücü yetmediğinde, sözlü olarak "duygusal şiddet"e başvuruyor. Savunma amaçlı da, saldırı amaçlı da... Kadına uygulanan fiziksel şiddetin ciddi bir kısmı da, bu tür duygusal şiddet birikiminden çıkıyor.
Üstelik bu tür tartışma anlarında, artan adrenalin ile erkeğin içgüdüleri sadece" Kaç ya da Saldır!" derken. O anda erkek, kadına, onun kurduğu mantık karmaşasındaki sözlerine bile doğru dürüst cevapta veremiyor.Çünkü (beyin lobları çalışması farklı), erkek kadın kadar sözel değil.
Sonuç malum, biriken ve patlayan şiddet.
Elbette bu durumun dışında olan ve kadına şiddeti normal görerek yetişmiş insanlar var, ama bunlar çoğunluk değil.


Yani, bu durumda kadına da, erkeğe de; karşı cinsle "doğru iletişim" dersleri, eğitimi vermek gerekiyor.
Keza, şimdiye kadar "söyleneni söylendiği anlayan, gördüğünü de görüldüğü gibi betimleyebilen" bir kadına denk gelmedim.
Her seferinde her söze, her harekete bir anlam yüklendiğini, olandan farklı yorumlandığını gördüm.

Kadınlar fiziksel  ve zihinsel bu dünyaya zaten egemen.

Eğer erkeklere kalsaydı dünya, bütün gün dövüşüp, kavga edip, akşam ateş başında içmekten başka dertleri olmazdı. Yani onların cenneti, Valhalla olurdu.
Ama kadının bitmeyen istek ve ihtiyaçları, erkekleri hep bu hayattan uzaklaştırmıştır. Onları araştırmaya, daha iyisini bulmaya, ticaret yapmaya, daha fazlasını istemeye yöneltmiştir.
Bir erkeğin hayattan istediği nedir ki? Bira, çerez, maç, bir işi bir kaç arkadaşla yapmak, avlanmak, spor yapmak, bir de çoğalma eylemi ...
Doğal bir erkeğin bundan fazla isteği olmaz. Kalan istekleri ve bu isteklerine ulaşma çabası hep arkasındaki kadının yönlendirmesindendir.

Eve ihtiyacı yoktur. Yukarıdakiler varsa mağara bile olur. Çok değişik lezzetli yemeklere ihtiyacı yoktur. Açlığını bastırıp, ihtiyacını karşılasa yeter.
Giysiye, hele illaki temiz giysiye ihtiyacı yoktur, doğa şartlarına karşı korusun, ısıtsın, serinletsin bir de kaşındırmasın yeter. Araba, fiziksel güç uzantısıdır. Silahlarda...

Oysa daha iyi evi, arabayı, temiz, ütülü yeni giysileri (giymeyi ve görmeyi), rakibelerinden daha güzel olmayı (böylece çevresindeki kullanabileceği potansiyel erkek gücünü elde tutabilecek), parayı, gücü (belirsiz geleceğin kara günleri ve çocuk yetiştirimi ihtiyaçları için güvence) hep kadın ister. Kendi ulaşamayacaksa ya da erkeği yönlendirerek ulaşmak daha ekonomikse yönlendirir.

Sonra bir de "Kadın Şiddeti" vardır. "Kadın eşitliği" vardır.
Kadınlarla, erkekler eşit değil. Kadınlar üstün konumda. Tek dezavantajları fiziksel güçlerinin olmayışı. Onun dışında her alanda, her konumda üstünler.

Boşanma davalarında avantajlılar. Boşandıktan sonra, çalışsalar dahil eski eşlerinden nafaka alabiliyorlar. Hani eşitlik?
İş hayatında avantajlılar, özellikle hizmet sektörü ağırlık kazandığı için, daha ucuz iş gücü ve işsizlik karşısında alternatif zenginlikleri nedeniyle, kadınlar daha kolay iş buluyor. Çalışma hayatında çalışan kadından eve bakması beklenmiyor, destek vermesi bekleniyor.


Erkek ise bu yükü birinci dereceden, eşi çalışsın çalışmasın taşımak zorunda...

Şiddet olayına gelirsek, evet erkekler kadınlara şiddet uygulayabiliyor. Ama bununda bir kaplanı evcilleştirme düzeyi ile benzerlik taşıdığını düşünüyorum. 
Üstelik bu erkekleri de başka kadınlar
(anaları) yetiştirdiğine göre, bu kadına şiddeti sadece ailelerinden gördükleri için değil, en güvendikleri kadınların da tasvip etmesiyle bağlantısı var bence. İstisnalar var. Ama kaideyi bozmaz.
Üstelik kadının erkeğe uyguladığı şiddet çok daha acımasızdır. Derindir ve yaralayıcıdır. Kapasitesini sürekli zorlar, yeni isteklerle aşındırır, kıyaslayarak eksiklik hissi yaratmaya çalışır. Çocukları doldurup adama karşı isyana yöneltir, Adamın arkadaşlarını eşine eleştirir, küçümser bu arada adamı övüyormuş gibi yapar. (Oysa bir erkek arkadaşları ile hep övünür, onların maddiyata değil kendisine olan yaklaşımlarına değer vermeye çalışır. Ama elbette hatalar yapabilir.)

Kadın sadece erkekten şiddet görmez. "Kadının kadına yaptığı şiddet" çok daha acımasızdır.

Kişilik ezmeye ve hakimiyet altına almaya yöneliktir. Duygusal şiddet, dedikodu altında yönlendirme ve kötüleme, iş yerine ast-üst ilişkisinde ezme, giyim kuşamda, maddi değerlerle sahip olunanlarla rakibelerine rekabette geri kaldıklarını hissettirme,
(kadınlar erkekler için değil, diğer kadınlar için giyinip süslenirler...)

Ehh. Aynı duygusal şiddeti erkeğe uyguladıklarında, neye uğradığını şaşıran ve doğru dürüst mantıklı cevaplar üretemeyen, üretse bile bunu anlatamayan, ağdalı, çok anlamlı kavramlarla sözlerin ve davranışların farklı yorumlanmasıyla şaşıran erkeklerin, savunma durumunda verebildikleri tek cevap, kaba kuvvet kalıyor.

Şimdiye kadar bir erkeğin söylediğini, söylediği gibi, yaptığını da gördüğü gibi yorumlayıp anlayan tek bir kadın görmedim. Her kelimenin ve hareketin altında başka anlamlar ve kavramlar aranır, yakıştırılır, yapıştırılır ve sadece ama sadece kendi içinde olmak üzere bir mantığa oturtulur ve erkekten bunun üzerinden cevap vermesi istenir. Genelde doğru düzgün yanıt veremez. Eğitilmişlik ve ehlileştirilmişlik düzeyine göre cevap verir. Ya kuyruğunu kıstırır kaçar ya da  kükreyip, pençe atar.
 
Kaçması ya da kükremesi, aslında erkeğin eğitilmişlik düzey kabının, kadın tarafından ne kadar doldurulup biriktirildiğine bağlıdır.


(Yavvv. Karnı doymuş, uyuyan hayvanı ne diye dürtersin? Sevmediği ile beslenmeye, tırnaklarını törpülemeye, tüylerini yıkayıp taramaya, kısaltmaya, olmadık elbiseler giydirmeye ve alış verişte yük taşıyıcı olarak kullanırsın. Bir de üstüne kendin bindiğin gibi, çocukları, akrabaları, bazen arkadaşları da yüklersin? Yanına yaklaşan arkadaşların hoşşt! dersin? Diğer kadınların sende göreceği şey; en güçlü, uysal, itaatkar, bakımlı, tüyleri de alerjik olmayan, homurdanmayan kedicik, senin kedicik, olacak...)
Kadınlar aralarında işbölümü yapmayı ve uyumlu çalışmaya meyillidirler ama ast-üst ilişkisi belli olduktan sonra. Birbirilerini tamamlayıcı gibi hareket ederler.
O yüzden erkeklerden kurulu verimsiz bir iş takımından verim almak istiyorsanız, aralarına "bir kadın" katın. Ama verimli bir ekibi bozmak istiyorsanız, aralarına "iki kadın" katın.

Kadınlar için ilişkiler ve bu ilişkiler ağının genişliği önemlidir. Bu onun gücüdür. Dertli, sıkıntılı durumlarda yardımına koşacakları saklar. Hatta yatırım amaçlı, gelecekteki olası yardımlar için, bu ağ içindekilerden ihtiyaçları olanlara da yardım eder. Öyle ki, bıraksalar bir kaşık suda boğacağı kadının başı, grup dışından bir sorunla-dertle belaya girse, hemen tüm kinini bir kenara bırakıp yardıma bile koşar. Ama daha sonra kin'i tekrar canlanır. O ateş sönmez bir türlü...


Oysa erkelerde durum farklıdır. Dövüşür, kavga eder, yumruklaşır. Eğer herhangi bir şekilde bir "kadın telkini" yok ise, bir kaç gün sonra aynı adamla balığa çıkar, ava gider, hayatını emanet eder, içer... 
(Kavganın nedenine bağlı olarak bu süre değişebilir.)

Kadınlar hem eşitlik derler, eşit iş eşit ücret derler, doğrudur insan olarak haklıdırlar ama verimli çalışma saatleri açısından erkeklerden geridedirler.
Duygusal depresyon, özel sağlık durumları, hastalıklar, iş yeri sabah kahve ve dedikoduları, öğlen kahve ve dedikoduları ile geçirdikleri verimli iş saatleri çok daha azdır.
Evet, başarılı iş kadınları var. ama onlarda aileleri dahil, ciddi fedakarlıklarla bu düzeye erişiyorlar.

Kadınlar, erkekleri bu fedakarlıkları yapmak zorunda olmamakla itham ediyor olsalar da, erkeklerin işlerini ellerinde tutmak ve evlerinin ihtiyacını karşılamak gibi toplumsal zorunluluk bir yükleri de genelde zayıftır.

Üstelik erkeklerin kadınlara karşı olan zaafını da iyi yönetebilen kadınlar, çok daha az eforla konumlarını güçlü pozisyona çabucak alabiliyorlar.
Erkeklerin böyle bir çabası genellikle sapkınlık olarak karşılanacağı için, uzun vade de erkek içinde çok riskli.
Bu yöndeki silahları olmayan ya da kullanmayan kadınların ise aynı güvenceler için daha çok efor harcaması ve daha güçlü ilişkiler ağı kurmak zorunda olması da doğal tabi ki...

İş hayatında kadın elbette toplumun bir temsilcisi olarak yer almalı. Üstelik bu oran yarı yarıya olmalı. Madem hayat müşterek, üstelik gün geçtikçe, aradığı mükemmel ruh eşini bulamayan erkek ve kadın sayısı hızla artıyor
(ana sebebi sosyal medya yalnızlığı ya neyse), yani kadınlar ev geçindirmek için değil, kendi geçimleri için de olsa çalışma hayatına girmeli...

Aslında şu sosyal güvence yasaları da değişmeli kademeli olarak. Çalışmayan, bekar kadına babasından maaş bağlanması adil değil. Erkeklerin de günümüzde buna ihtiyacı var. Üstelik kadınlar arasında eğitim görenlerin sayısı, erkeklere oranla daha hızlı artıyor. Meslek sahibi kadın sayısı az değil.
Ama erkeklere okumuyorsa 18, okuyorsa 25 yaşından sonra hiç bir sosyal güvence desteği yok. Kadına ömür boyu destek var. İşi bıraksa, bekarsa bile yıllar önce ölmüş sigortalı babasında maaş bağlanabiliyor.
(Ülkemizde istisna sayılamayacak kadar çok sayıda mağdure ve faydalanamayan olsa da, yasalardaki düzenlemeler hep kadın lehine dengeyi bozacak şekilde...)

Tarım Toplumuyla Kadın (Başlık Parası)
Şimdi birisi kalkıp da, kadının başlık parası adı altında mal gibi alınıp satılmasına dem vurabilir. Başlık, drohoma, ödeme, çeyiz bu adetlerin hepsinin, içinde geliştikleri toplumun sosyo kültürel yapısını ve ilişkilerini belirleyen, "üretim araçları ve yapısıyla" ilişkisi var.

İnsanlık tarım yaşamına geçip, avcı-toplayıcı toplum ihtiyaçlarından ve geleneklerinden uzaklaştıkça, toplumun kadına bakışı ve yargısı değişmiş.
Avcı toplayıcı toplumlarda kadın özgürdü, erkekle eşit idi. Erkek avlanırken, kadın toplayıcılık yapıyordu. İş bölümü vardı. Üstelik bir taşa vurduktan 9 ay 10 gün sonra ses çıkınca nasıl bağlantı kurmak zor ise, erkek ile çoğalma arasındaki bağ da çok net değildi...
(Halikarnas balıkçısının bir anlatısındandır.) Anaerkil toplum yapıları daha güçlüydü.
Hele tarımsal yerleşik yaşama geçildiği ilk antik dönemlerde, kadın kutsaldı. Doğum gücü onun elindeydi. Erkekler ona hizmet için vardı. Toprak tanrıçasını bereketlendirmek için yılda bir ayinler düzenlenirdi. O yıl için seçilen erkek rahipler, ayin gününde erkeklik organlarını kesip kanlarıyla toprağı bereketlendirirlerdi.  (Bu adet, bin yıllar sonucunda, sünnete dönüşmüştür diyenlerde var.)

Sonra insanoğlu toprağa yerleşince, köyler, kentler, kent devletler kurulmaya başlanınca, bu yeni yönetim ve devlet sistemlerine vergiler zorunlu olunca, üretim daha önemli olmaya başladı. Bu dönemlerdeki en önemli işgücü kaynağı, insan gücüydü. Hayvanların işgücünün kullanımı sınırlıydı. Oysa köleleştirilmiş insan gücü, en dar ve zor koşullarda çalıştırılabiliniyordu.

Tarımsal üretimde de iş gücü ihtiyacı artmıştı.  Tabii maddi imkanları dar özgür kişiler
(mal-mülk sahibi-erkek sadece) için köleler, lüks sınıfına giriyordu.

Ürün ve üretim yapısı köydeki toplumsal ilişkiler üzerinde bile belirleyici olabiliyor. Aynı nehrin güney kısmı alçak olduğu için pirinç tarımı, kuzeyi ise tepe yamacından dolayı yukarıda olduğundan buğday tarımı yapılan bir bölge incelendiğinde
(Çin'de); aralarında bir kaç yüz metre olmasına rağmen, sosyal ilişkilerin ve rol modellerin farklı olduğunu görmüşler. Pirinç tarımı yapılan köy halkı, daha eşitlikçi, işbirliğine dayalı ve birbiriyle daha çok zaman geçirirken, buğday tarımı yapılan bölgede ailelerin ve aile içi ilişkilerin ön planda olduğu daha kapalı bir toplumsal yapı görülmüş. Pirinç toplumunda kadınlar ve çocukların daha fazla söz hakkı var iken, buğday toplumunda ataerkil aile yapısı daha baskınmış...

Aralarındaki farklılık ise, buğday ekildikten sonra işgücü daha az ihtiyaç duyuyor. Mevsimlik yağmura dayalı, bir tarlayı bir aile rahatça sürüp ürünü toplayabiliyor.
Oysa Pirinç tarlarında durum farklı. Çeltiğin tarlalara ekilmesinden, günlük bakımlarının yapılması, kanalların temizlenip açılmasından, pirinçler olgunlaştıktan sonra Musonlar başlamadan toplanılması için tek bir ailenin işgücü yeterli olmuyor. O yüzden komşu aileler birbirlerinin tarlalarında da  ortak çalışmak  ve işbirliği yapmak zorundalar.  Köy halkı her gün 2-3 tarlanın işini ortak yapıyormuş.

Başlık Parası konusuna geri dönersek, özellikle ataerkil aile yapısının güçlü olduğu tahıl üretimine dayalı ailelerde; hayvanlarla ilgilenecek, besleyecek, tarlalarda çalışacak işgücünü aile fertlerinden sağlamak ekonomik bir yol oluyor. Ayrıca hastalıklara ve yüksek çocuk ölümlerine karşı, çok çocuklu aileler daha avantajlı oluyorlar. Üstelik yaşlılık dönemlerinde bir tür sosyal sigorta güvencesi olarak, yaşlıların bakım yükünün paylaşılması daha kolay oluyor. Bu yüzden kadın, özellikle doğurgan sağlıklı kadınlar, işgücü üretmesi açısından değerli bir kaynak haline dönüşüyor. Hatta imkanlar elveriyorsa, çok eşlilik de güçlü bir avantaj sağlıyor.

Böyle bir üretim yapısının desteklenmesinde anahtar rolü oynayan kadının, bir mal gibi değer görmesi ve verilirken karşılığında bir meblağ alınması da ananelere bu şekilde girmiş.

Kadının bu kadar değerli olmasının bir diğer nedeni de üreme kapasitesinin, erkeğe göre sınırlı olması. 2 yıl içinde ancak bir veya belki iki çocuk sahibi olabilirken kadın, erkek aynı sürede bir kabile kadar çocuk sahibi olabiliyor. Bu da kadını, erkeğe göre değerli-nadir haline getiriliyor.

Doğadaki canlılıkta ana amaç, sahip olunan genetik bilginin aktarılmasına indirgenirse, türün devamı için kadın sayısının erkek sayısından daha önemli ve belirleyici olduğu da görülmekte.


Özellikle savaş, kıtlık, salgın hastalık gibi toplumsal buhran ve birey kayıplarının çok olduğu dönemlerde, tüm canlılarda- tür yok olma riski yaşadığında, yeni doğan bireylerde kadın-dişi unsuru artıyor.
Bunu doğanın, tür'ün devamlılığı için geliştirdiği bir mekanizma olarak tanımlamak mümkün.

Gerek savaş veya salgın hastalık gibi toplumsal risk altındaki toplumların doğum istatistikleri de bu varsayımı büyük oranda doğruluyor...

İnsanlığın tür olarak pek iyiye gitmediğini, yok oluş sınırlarını zorladığımız bu dönemlerde kız çocuk doğum oranları da bunu doğruluyor. Nüfusu hızla yaşlanan Avrupa ülkelerinde bile kız çocuk doğum oranları, erkekleri geçmeye başladı. Rusya gibi, krizlerden kurtulamayan bir ülkede bile şu an 6 milyon fazla kadın var.

Gelişmekte olan ülkelerde ise oranlar şimdilik eşit gibi ama ibre, kız çocuktan yana. Bazı gelecek bilimciler, bu verilere bakarak bir gün dünya üzerinde hiç erkek kalmayacağını da düşünüyorlar. Ama kadının taşıdığı kromozomlar, insan türünün tüm bilgilerini taşımadığı için ve sadece tek cinsiyete imkan verdiği için pek olası değil. Erkek sayısı çok azalabilir ama yok olmaz. Olduğu zaman zaten kendilerini kopyalamaktan öteye gidemeyen bir kadınlar klon toplumuna dönüşür.

Ayrıca kadın erkek beyin bağ yapılarının farklı oluşu, insanlığın bazı alanlarda teknoloji geliştirmesine de direk olumsuz etkisi olacaktır. Oysa insanlık, teknoloji geliştirebildiği sürece var olabilmiştir. Aksi halde, doğanın güçlerine karşı oldukça savunmasız ve zayıf bir yaratık.  18.12.2017






Diğer Yazılar

Tamam kadınla erkek eşit olmalı... Ama nasıl?

İnsan türü tek eşli mi, çok eşli midir?

12 Aralık 2017 Salı

Genetik Mühendisliği ve Geleceği



30 yıl evvel tercih yaparken, geleceğin mesleklerine bakmıştım... Mesleğimin devri hala başlamadı, bekliyorum.
Sanırım ya ben, ya da o ağız birliği yapan iş dünyası dergileri zamanlama hatası yaptılar.

Meslek seçerken, bazı mesleklerde ekonomik  veya hukuki güvenceleri cazip gelebilir ama öncelikli olan "yapmaktan zevk alacağınız iş alanı, konu" olması önemli...

Genetik Mühendisliği, halen aktif ve güçlü bir meslek. Dünya'nın bir çok sorununa  çözümler vaat eden  ve sonu olmayan genişlikte bir alana hitap ediyor.
Plastik tüketen bakteri genlerinden, GDO dediğimiz ürünlerin gelişimine kadar. Ya da türü tükenmiş bir canlıyı geri döndürmekten, özel maksatla geliştirilmiş insanlara kadar.

Dünya ciddi bir değişim dönemine giriyor. Şu an bize kaotik ve belirsiz gibi gözükse de, yeni bir çağ'ın sancıları bunlar.
Şu an ki üretim yapısı ve teknikleri, iletişim teknolojisinin güçlendirdiği bilgi alışverişi ve karşılığındaki artan sosyal yalnızlık, temel yaşamsal ihtiyaçlar, çevre ve kaynak yoğun tüketimine karşın artan insan nüfusu ve onların geometrik artan ihtiyaçları, bu değişimi zorunlu kılıyor.

Yoksa kendini yok eden bir tür olacağız.

Genetik mühendisliği hem geçiş döneminin sancılarını azaltacak, hem de gelecek dönemlerdeki bir çok ihtiyacı karşılayacak potansiyele sahip.

Biyolojik Canlılık, girdi-çıktı ve iş bakımından en verimli yapılardan biridir.
Bunu düzenleyerek iş makinelerinden, nano tedavi robotlarına, bilgisayar işlemcilerinden, yığın et dağları şeklinde besin üretimine, özel şartlara adapte edilmiş bitkilerle; yer altında, okyanus tabanında tarlalar, bağlar kurulmasına kadar bir çok şeye öncülük edebilecek.
Kırılan kemikleri, doku hasarlarını bile tedavi etmek çok kısa sürebilecek.

Kısaca genetiğin ufku geniş. Ama Türkiye'de durum ne?
Biyoloji öğretmeni olabilirseniz şanslısınız. Zaten 3-5 ilaç şirketi başta olmak üzere bu konuda eleman ihtiyacı olan şirket sayısı fazla değil. Mevcut mezunların en parlakları ile kısmen de bazıları dayıları ile bu kariyerleri doldurmuşlar.
Bu ülke şartlarında hiç birinin bulunduğu yeri terk etmeye niyeti yok. Çok parlak bir zihin olmadan da bu kariyerlere ulaşmak kolay değil.

Diğer yandan, dünya da, "milli devlet sistemleri" de değişiyor. Şu anki koruyucu engelleyici duvarlara bakmayın. Onlar, eski statüyü korumak isteyen yönetim erklerinin ve bunların kamuoyu desteklerinin endişeleri... Kurdukları set, eninde sonunda yıkılacak, bunu biliyorlar da, en azından bizim dönemimizde olmasın, altında kalmayalım diyorlar.
Böyle bir ortamda, sınırlar-engeller kimi bölgelerde var olsa da, özellikle ülkemizin de dahil olacağı ve ekonomik-toplumsal hareketliliğin çok olduğu büyük bir alanda olmayacak, ya da çok zayıf olacak. (Küreselleşme kavramı, onu kontrol edebileceğini düşünen tüm gelişmiş ülkeleri de kontrol altına almış ve önü kesilemeyecek bir canavara dönüştü çünkü...)

Dünyanın her yerinde çalışabilecek mesleklerden biri bence.... Her toplumun genetikten ve dizaynından anlayan bireylere ihtiyacı olacaktır. (Diğerlerinden bir kaçı; aşçı, berber, doktor...)

5 Aralık 2017 Salı

"Mutluluk Nedir?"

Kime sorsam, yeterince mutlu olamadığını ya da mutluluğu aradığını söylüyor. Mutluyum! diyen sayısı çok az.

Soruyu deşip, kendisinden ya da hayatından (daha doğrusu yaşam tarzından)  mutlu olup olmadıklarını sorduklarımıza da ise bu sefer , çok daha yüksek bir oranda olumlu cevap veriyorlar.

Ülkelerin memnuniyet skalalarına baktıklarında  (http://worldhappiness.report/) ise gelişmiş ülkelerde oranlar yükseliyor. Gelişmekte olanlarda da rakamlar değişiyor. Bu daha çok ülkelerin ekonomik programlarına ve bireylerinin tüketim gücüne dayalı gözüküyor.

Buna karşılık geçmişte, bazı az gelişmiş (doğu Asya ve Afrika)   ülkelerinde bireylerin mutluluk oranlarının, gelişmiş ülkelerden bile yüksek olduğu görülmüş. Daha sonra bu mutluluk oranları hızla düşünce, sebeplerine bakılmış.
Televizyon ve internet yayılımı ile mutsuzluk; başkalarının hayatıyla kıyaslama, benzer refah tüketim düzeyi özlemi ve imkansızlıkların çatışmasının sonucu olarak, hayattan tatminsizlik hissi ile eş zamanlı artıyormuş.

Kişiye göre, göreceli olduğu ifade edilse de, tüm "mutlu olma tanımlarında ortak bir nokta" olması gerektiğini düşünüyorum. Tüm insanlar için genel ve geçerli bir tanım...

Gün geçtikçe insanları mutlu etmek gittikçe zorlaşıyor. Mutsuzluk bulaşıcı ve  insanın empati yeteneği yüzünden, diğer hastalıklardan daha hızlı yayılma gücüne sahip. Ciddi bir zihinsel ve fiziksel işgücü kaybına neden oluyor. Ama daha önemlisi "insanlık kaybı"...

Peki, nasıl çözeceğiz? Daha doğrusu, çözüm zor olsa da, etkilerini hafifletmek, başa çıkılır düzeye indirmek, nasıl mümkün olabilir ?

Burada uzun zamandır fizik yazıyoruz. Bazı arkadaşlarımız fizik dışındaki konularla siteye ruh vermeselerdi, çok sıkıcı da olurdu.
Yazarlardan gördüğüm kadarıyla, sistemli düşünce mantığına sahip insanlar ağırlıklı. Doğru verilerle ve analizle, semptomları hafifletme yöntemi bulabiliriz diye düşünüyorum.

İlk olarak insanların ne zaman mutlu olduklarına bir bakalım.
Aç iken (güzel) yemek, yorgunken yatak bulunca. Çocukla oynarken hatta alt bezini değiştirirken. Bir hobiyle uğraşırken ya da balığa olta atarken...
Yolda çok sıkışınca tuvalet bulunca, boş oturup martıların pikelerini sayarken.
Aşık olup, düz duvara tırmanma gücünü bulunca, sevdiğine sarılınca. Sevişirken, sarılıp ağlaşırken. Sevdiğine (kim olursa olsun) sarılınca... Ya da köpeğiniz, kediniz gelip "en sevgili ilgisi" istediğinde...Yetiştirilen bitkilerin çiçeklerini koklarken, akvaryumdaki balıklar sizin görünce coşarken. Dans ederken, sarhoş olurken (sonrası benim için sıkıntı), müzik dinlerken, resim yaparken...Alış veriş yaparken (bu madde: Sadece Kadınlar İçindir. SKİ), araba sürerken, koşarken, yüzerken, rakip ile müsabakaya girerken... Dedikodu yaparken (SKİ?), bir şey anlatırken, yazarken, vs.vs.

İnsanlar neden mutsuzluğa saplanır?

Öncelikle, mutsuzluğun öncelikli nedenlerinden birinin, gelecek belirsizliği...
Geleceği düşünmek ve çıkabilecek sorunları görememek, kontrol etme gücünü bulamamak ciddi bir karamsarlık nedeni... İnsan huzursuzluğunun ana nedenlerinden biridir.

İnsan huzur arar. Çünkü insan ancak geleceğini biçimlendirebileceğini, yönlendirebileceğini hissederse, huzurlu olabilir.

Bunu sağlamak içinde; güç, imkan, çevre arar.
Güç ve imkanın en net ifadesi "Para"dır. İnsan para'ya ulaşmak için çeşitli yollar arar. "Para var, huzur var!", ifadesi bunun bir ifadesidir.

Peki' ihtiyaç duyulan bu para, ne işe yarıyor?


Eğer gelir, ihtiyaçlara zar zor yetiyorsa ya da yetmiyorsa, mücadeleden mutluluğu aramaya pek vakit yoktur.

Eğer çalışmak zorunda olan orta gelirliyseniz, geliriniz çalışma veriminizi gücünüzü koruyacak kadar beslenmenizi, barınmanızı sağlar. Kalanların sosyal masraflara gitmesi günü idare etmeye yeter.

Canlılığa uygun şekilde, bir canlı ilerdeki kıtlık dönemleri için nasıl yağ depoluyorsa, insan da sıkıntı dönemleri içinde ekstra güç ve imkan depolamaya çalışır. Yani, nakit veya mal olarak hayatını zenginleştirmeye çalışır. Eğer bu uğraş, tutku olursa, o zaten kayıptır artık.

Eğer zaten yeterince zengin ise, bu tür endişeler ve sıkıntılar olmadığı için, tasa-dert hanesini daha farklı tutkuların ve arzuların hayal kırıklıkları doldurur. Daha basit olaylardan daha kolay incinir olur. Alınganlığın yanında, gerçek yalnızlığı da artar.

Gene de her üç durumda da, insan mutlu olmayabiliyor. Mutluluk arayışı süregider.

O zaman mutluluğun anahtarı, gelir veya güç değil diyebiliriz.

Şu ana kadar: insanın mutlu olmak için, huzur aradığını... Huzur'u geleceğini kontrol etmek ve/veya aksiliklere karşı dayanma gücü için istediğini, bunun da en kolay yolu olarak maddi imkanları geliştirmek olduğunu işledim.

Buradan bir önermede şöyle çıkartabiliriz. Huzursuz insan, asla tam anlamıyla ve gerçekten mutlu olamaz.

O zaman formülün ilk kısmını : "Mutluluk=Huzur" olarak tanımlayabiliriz.
Mutluluk hedef olduğu için, denkleme "Huzur" üzerinden gideceğim.

İnsanlar ne zaman huzurludur? 
Görevleri olan bir işleri bittiğinde, sevgilinin kollarında, bebeğin kokusunun yanında, aileyle , arkadaşlarla bir aradayken, hedefledikleri bir amaca ulaştıklarında, yarından endişe etmediklerinde, geçmişe bakıp Ah! veya Keşke! demediklerinde, vs.vs...
Sonuçta; kısaca üzerilerinde bir gereklilik kalmadığında ve kendilerini güvende hissettiklerinde huzurludurlar.
Çünkü yarından endişe etmeyi kestikleri an'da , o zaman'ı yaşamaya, hissetmeye başlarlar.

İşte mutluluk budur. Carpe Diem... (An'ı Yaşa)

Sonuç: Şimdi elimizdeki fizik bilgilerine bakarak durumu değerlendirebiliriz. Elimizde artık önermeler var. Fizik kuralları ezberlenecek, katı değiştirilemez kurallar değildir. İçeriğini kavradığınız her fizik kuralını, hayatınıza adapte edebilirsiniz. Sonuçta fizik kuralları birer denklemden ibaret ve eşitliğin diğer tarafını uygun verilerle doldurabiliriz. (Dik üçgen bağıntılarının, hız veya vektör hesabında kullanılması gibi...)
Fizik, evrenin şairi değildir bence ama "evrenin tablosunu çizen ressamıdır"  diyebilirim.
Sonuçta canlılarda madde kökenli olgular.

Kuantum belirsizliği ve olasılıklar kullanabileceğimiz en uygun kuralları içeriyor. Çift yarık deneyinden benzetme yaparak.

Öncelikle deneyin sonuçlanıp, olasılık dalgalarının çökmesini ele alırsak; artık tüm olasılıklar tükenmiştir. Olay gerçekleşmiş ve elde edilen sonucu değiştirebilecek, etkileyecek bir olasılık kalmamıştır.
Bu durumdaki dalga fonksiyonu belirlenmiş ve yazılabilir olduğu için, buna "geçmişimiz" diyebiliriz. Değiştiremeyeceğimiz, etkileyemeyeceğimiz  sonuçlanmış deney sonuçlarını değiştirmeye kalkmak ve buna kafa yormak, beyhude bir zaman ve enerji kaybıdır. (Geçmişe kafayı takmak)

Elbette deney sürecini sonradan incelemek ve bundan ders notları çıkarmak iyidir. Bu notlara göre, bir sonraki deneyde, dalganın hangi dar aralıkta 1 (%100) olmasının istiyorsak sonucu, onu belirleme yeteneğimiz daha fazla olacaktır. (Geçmişten ders almak)

Deneyin gerçekleşme anına ele alırsak, eğer deneği izlemezsek, sonuç herhangi bir yerde olabilir. Elbette büyük olasılıkla hangi genişlikteki aralıklarda sonuçlanacağını tahmin edebiliriz ama yüzde yüz kesinlikle sonucu öngöremeyiz. (Düzensiz, kontrolsüz, amaçsız yaşam)

Eğer "deney sırasında" dikkatli bir şekilde gözlem yaparsak, deney sonucunu da büyük ihtimalle tahmin edebiliriz. Deneği izlemek ve  koşulları gerekirse anlık düzeltmelerle belirlemek kesinliği artıracaktır.(An'ı yaşamak)

Ama her durumda, daha gerçekleşmemiş, hatta hangi koşullarda gerçekleşeceğini bile bilmediğimiz deneyleri ve sonuçlarını belirlemeye kalkmak, bize ciddi ve zaman maliyeti çıkartır. Hele bunu mevcut deneyin içinde yapmak kaynak israfı getirdiği gibi, mevcut deneyin de kontrol ve gözlemleme imkanlarını daraltır. Yaşanılan deneyimden hatalı sonuçlar bile çıkartabilir. (Belirsiz gelecek ve endişeleri). 

O zaman; Geçmişe 0, Geleceğe de 1 dersek , arası "Şimdi" olur. Hayatımızı (H) bu "Şimdi Aralığında" hissetmek ve yaşamak  çözümü getiriyor.

0> H> 1 

Elbette gelecek belirsizliğinin verdiği güvensizlik kaynaklı huzursuzlukla baş etmek çok zor. Ama kaos teorisine göre, düzeltme esnasındaki değişkenlerdeki herhangi bir değişiklik, olabilecek sonuçları çok daha olumsuza çevirebilir.

Mümkün olan en iyi ve güvenli olasılık, içinde bulunulan mevcut koşulları en iyi şekilde kullanmak bu yüzden.

Zaten evrene bakarsak, her şey sadece "şimdi" üzerinde gerçekleşiyor. Geçmiş ya da gelecek kaynaklı hiç bir şey yok. Belki foton bile bu yüzden şimdiye yerleşmiş olabilir.

Kanıt mı? Şöyle bir mutlu olduğunuz zamanları anımsayın...
Hangisinde 1-2 saat sonrasını bile düşünüyordunuz?


O an yaptığımız işten haz alıyorsak ve geleceği unutmuşsak, mutluyuz. Hepsi bu... (Adrenalin sporlarının verdiği mutlulukların daha geniş sürelisi...)
(Eşime adanmıştır.)

30 Kasım 2017 Perşembe

Varlık-Yokluk, 1-0, Potansiyel-Kinetik, Negatif-Pozitif, Enerji


Enerji, enerjidir. Varlığı ile bir bütündür. Kinetik, potansiyel, pozitif, negatif diye tanımladığımız durumlar hep enerjinin farklı durumlarını anlatmaktadır. Ama o hep varlıktır.

Burada tasavvuf düşüncesindeki, "yokluğun aynı zamanda varlık olması" şaşırtıcı derecede etkileyici bir benzeşimdir.

Enerjinin doğal hali, hiç bir kuvvet, yük veya hareket eylemi "yapmadığı ve taşımadığı" durum olmalı... Bir bakıma tekillik dediğimiz ortamdaki enerjinin tahminlerimize göre olan bulunma şeklide bu tanıma neredeyse uyuyor. Aralarındaki fark ise potansiyelleri (?) olmalı.

Evrenimizde enerjiyi ele aldığımızda ise karşımıza termodinamiğin ikinci kuralı, entropi ile çıkıyor. Her ne kadar düzenden düzensizliğe geçiş olarak tanımlasak da, bu hatalı bir yaklaşım gibi duruyor.
Çünkü durumu mikro düzeyde, madde veya sistemler açısından ele alıyoruz. Ve bu sistemlerin "zamanla bozulması, düzensizleşmesi" olarak tanımlıyoruz.
Oysa, aynı duruma makro düzeyde baktığımızda karşımıza tamamen farklı bir durum çıkıyor. Düzensizlikten, düzene; rasgele homojenliğe doğru yönelim olduğunu görüyoruz.

Başlangıçta "kütleleşen madde ile bozulan enerji homojenliği", entropi ile tekrar sağlanmaktadır.

Bunun bize, yani mikro düzenli sistemlere yansıması ise; enerjinin yoğun-çok olduğu ortamdan, seyrek-az olduğu ortama yayılma eğilimi oluyor.

Enerji hiç bir şekilde sabit, durağan kalmıyor ve bulunduğu ortama homojenlik sağlayacak şekilde dağılıyor. Daha önceleri de tekrar ettiğim gibi, enerjinin özelliklerine bakarak onu çok küçük birimlerden oluşan bir akışkan olarak ele almak, onu anlamak için en verimli yollardan biri...

Bizlerde bu eğilimden; makinelerimizde, kaslarımızda, sistemlerimizde "iş üretmek" için faydalanıyoruz. İş üretirken, enerjinin bu eğiliminden daha sonra da faydalanabilmek için depolamaya çalışıyoruz.

Enerjinin bu akış yönü, entropi gibi, kaçınılmaz şekilde tek yönlü.
Tekrar eski konumuna getirmek için yapılan iş, ancak daha fazla enerji harcayarak mümkün oluyor.
Yani bir kuvvet alanına enerjiyi toplamak için daha fazla enerjiyi dağıtmamız gerekiyor. Aradaki bu farkı ise verimlilik ile ölçüp, "kayıp" olarak tanımlıyoruz. Sonuçta, entropi yine yapacağını yapıyor ve enerjinin etrafa dağılmasını sağlıyor.

Enerjinin bu homojenleşme eğilimi ve düşük yoğunluğa akışı, tüm evren eş enerji üniteleri ile dolup, enerji eşitlenene kadar sürecek.

Sonuçta, enerjinin
(evrenimizde) tanımlı şekilde var olması, ancak bu eğilimi koruduğu ve sürdürdüğü sürece mümkün.

Bizim açımızdan bu pozitif bir eğilimdir. Tahminen anti madde evreni var ise, enerjinin akışı eğilimi gene aynı şekilde olacaktır. Gene "pozitif bir eğilim" olacaktır.

Enerjinin bir güç alanına toplanmış, yoğunlaştırılmış halini ele alırsak: Enerji bu durumda akma-yayılma eğiliminde hali hazırda bir güç alanına depolanmıştır. Enerjinin bu güç alanından akışı eğilimini, enerjinin "potansiyeli" olarak değerlendiriyoruz.

Enerjinin bu güç alanından çıkıp akan halini ise enerjinin "kinetiği" olarak tanımlıyoruz.
O zaman enerjinin iş üretmek için hazır olduğu haline potansiyel enerji olarak adlandırırken, iş üreten eylemli halini de kinetik enerji diye adlandırıyoruz.
Buradan enerjinin, farklı potansiyele sahip güç alanları arasındaki hareketini kinetik hali olarak tanımladığımız sonucu da çıkartılıyor.

Peki, enerji yok olur mu? Mesela birbirine zıt yönlü ve aynı doğrusal üzerinde hareket eden iki eş kütlenin çarpışmasında?
Eğer çarpışma esnek ise sorun yok. Ama ya esnek değil ise?
Çarpışma sonucunda açığa çıkan enerjinin bir kısmı ses ve ısı olarak evrene dağılıyor. Bir kısmı ise malzeme deformasyonu olarak karşımıza çıkıyor. Momentumdan kaynaklı enerjinin hala korunması gerekiyor. Ama çıktıların kesin ölçümünü yapmak pek kolay değil, bu yüzden konuyu biraz daha değerlendirmek gerekiyor.

(Eğer çıktılardaki toplam enerji miktarı, çarpışma öncesindeki kinetik enerji miktarına eşit ise sorun yok. Ama eğer ya eşit değil ise? Bu durumda kinetik enerji kaybını nasıl açıklayabiliriz? Aklıma gelen tek olasılık; "dalgaların birbirini sönümlemesi" oluyor. Eşdeğer birimi içeren enerji üniteleri, zıt akış eğilimleri ile karşı karşıya gelirlerse, birbirlerini yok etmezler. Akış eğilimlerini kaybederler. Yani, akışları durur.
Tabii bu durum uygulamada karşımıza çıkmadığı için, yaklaşımım düşük bir olasılığın açıklaması sadece...)


Sonuçta enerji hiç bir şekilde kaybolmuyor. Potansiyellere "dönüşerek" veya "aralarında akarak" sürekli korunuyor. "Evrenimizde yer aldığı için", enerjinin tüm bu durum ve hareketini "pozitif" olarak tanımlıyorum.

Eğer enerjinin bu durumunu pozitif olarak tanımlarsam, aynı mantığa uygun bir negatif durumdaki enerji tanımı da yapmak gerekiyor. Oysa, evrenimizde negatif enerji olarak tanımlanabilecek bir olgu yok.
(Enerjinin etkisine göre pozitif veya negatif olarak tanımladığımız durumlar olsa da bunlar esasen "zıtlığı" tanımlamak için kullandığımız terimler gibi duruyor.Mesela, kara enerjinin kütle çekimine sebep olması yanında, galaksileri de birbirinden ayırması. İtici kütleçekimi veya negatif/anti-kütleçekimi olarak tanımlamaya neden oluyor. Bence, Elektrik yükleri haricinde, pozitif ve negatif enerji tanımlamaları, kafa karıştırıcı ve yanıltıcı olabilir. )

Eğer negatif enerji durumu var ise, bir de "nötr enerji" tanımlaması gerekiyor.
Enerjinin pozitif durumu; evrenimizde iş üretmeye hazır veya iş ürettiği durum ise, "nötr" durumu bu tür bir potansiyele veya harekete sahip olmadığı-meyletmediği durum olmalı.
Ki bence mantıklı, çünkü enerjinin ana eğilimi tüm evreni eşdeğer yoğunlukta doldurup homojenleşmek olduğuna göre, bu duruma ulaştığında alacağı durumda , tam bu şekilde olacak.

Hiç bir güç alanında potansiyel olarak kalmayacak. hiç bir hareketin ya da eylemin içinde olmayacak. Tam bir durgunluk hali.

Diğer bir deyişle, tamamen homojen ve düzenli, simetrik bir yapı. Hareket olmadığı için boyutlar, yoğunluk farklılıkları olmadığı içinde fizik kanunları tamamen anlamsızlaşmış olacak.
Evren her ne kadar genişlemiş olsa da, bu durum evrenin başlangıcında olduğu düşünülen yoğun, homojen, düzenli tekil durumun bir tekrarı olacak.

Fakat bu durumda, yeni bir büyük patlama ile yeni bir evren oluşturmak için gerekli potansiyele sahip olmayacak. Yeni bir evren tetiklemek için gerekli başlangıç enerjisi, çok yüksek olacak.
(Eski bir yazıda , büyük patlamanın başlaması için 16 kg altın kütlesine eşdeğer bir yazı okumuştum. Ama kaynağı kaybettim.)

Ya da evren başka bir kuvvet tarafından tekrar potansiyel yüklenene kadar sıkıştırılmalı.Ya da evren başka bir kuvvet tarafından tekrar potansiyel yüklenene kadar sıkıştırılmalı.İşte enerjinin homojen, düzenli ve sıkışmış bu hali de, enerjinin negatif durumu olmalı. Bu durumda hala "tekillik özelliklerini" koruyor da olacak.

 
Yani Eğer enerji birimlerini minik kauçuk bir toplara benzetirsek, normal boyutlarında iken (r=0) nötr, normal boyutlarından büyük iken (r>0) pozitif ve küçük iken (r<0) iken negatif enerji olacak.
Negatif enerji olmasına rağmen, nötr duruma geçmek için bir potansiyeli, genişleme eğilimi olacağından, bu büyük patlama sonrası genişleme için gerekli ve yeterli etki gücüne sahip olacaktır.

Bu durumda evrenimizdeki görünür enerjiyi
(ve bundan oluşan maddeyi), güç alanının aşırı ve hızlı genişlemesinden dolayı (r>0) pozisyonuna geçmiş, aşırı genişlemiş enerji üniteleri olarak ta tanımlayabiliriz. Ama evrensel toplam enerji miktarı yanında küçük bir yüzde olması da (%4 civarı) bu durumda normal olacaktır.

Hatta evrenimizin hala genişlemesini de bu (r<0)durumda olan ünitelerin, (r=0) durumuna doğru olan eğilimlerini "kara enerji" olarak adlandırıyor olabiliriz.

(Elektrikteki pozitif ve negatif tanımlamalarına girmiyorum. Çünkü bu konuda hala fikir ileri sürebilecek kadar bilgi toplamadım.)

4 Ekim 2017 Çarşamba

DİN İLE BİLİM ÇATIŞIR MI ?


Bu kurumlar değil ama, "taraftarları çatışır".
Taraftar olmayanlar için ise, ikisi de aynı anda mümkündür...

Bu bir dünyayı algılama ve yorumlama meselesidir. 
Günümüzde ırkçılık ve buna dayalı milliyetçilik hem zayıf hem de ilkel bir gruplaşma-topluluklaşma yolu olmuştur.

Kültüre ve değerlere dayalı milliyetçilik öne çıkmaktadır. Aslında 90'lı yıllardan sonraki neo liberalizm ile devletlerin, vatandaşın sosyal refah araçlarını aşamalı olarak kaldırması ve demokrasinin "istenen sonuca ulaşana kadar oylamaya devam"a dönüşmesi sonucu, günümüz insanın endişeleri ve korkuları geçmiştekine oranla çok daha fazla.
Bu nedenle, basit ırkçılıktan, kültür milliyetçiliğine, hemşerilikten, kültürel benzeşime, inançtan, inanmamaya,  eğitimden, görgüye kadar bir çok kalem üzerinden, gruplaşma eğilimleri artıyor.

Siyasetin ve siyasetçi olmanın, sıradan vatandaş için, "ilk yatırımı pahallı uğraş" olması  her türlü meclis içinde, vatandaşın kendisinin ve düşüncesinin temsil edildiğine inanırlığını azaltmış.
Böylece siyasete de inanç ve güven ciddi oranda aşınmış, hatta uluslararası ekonomik güçlerin, ulusal politikaları, devlete ve varlığına rağmen biçimlendirmesi bu güvensizliği körüklemiş durumda...

Böyle bir ortamda, din ve bilim, insanları aynı genel çatı arasında toplayabilecek ve diğerlerini ötekileştirebilecek çok önemli sosyal psikoloji silahına dönüşmüş durumda...

Çatışmalarda, aslında din ile bilimin uyumsuzluğundan değil, (ki elbette aralarında fikir  ve söz birliği yok ama ikisi de farklı açılardan, benzer "temel soruların" cevaplarını arıyorlar) bu enstrümanı kullananların çeşitli nedenlerle çatışmalarından çıkıyor...

Soru daha en başta, bu çatışma-çatıştırtma eğiliminin izlerini taşıyor.

Bu arada yazdıklarımı ülkemiz için düşünmeyiniz sadece, bu durum küresel bir salgın.
Bugün ABD seçimlerinden, Avrupa'daki değişimlere ve toplumsal hareketlere bir bakarsanız, bir çok ülkenin; "aynı yolda, kendi toplumsal yorumlarıyla yürüdüğünü" görürsünüz.
Ülkemizdeki durumda, bu dünyadaki eğilime ve değişimine uymuş durumda. Yani doğal akışında bir bakıma. Eski liberal  ve 90'ların alternatifsiz neo liberal ekonomik sistemleri çöküyor sadece. Yerine ne gelecek kimse bilmiyor?
Tekerlekleri döndüğü sürece, aracı yürütmeye çalışıyorlar ama hedef neresi, bir bilen yok.

24 Eylül 2017 Pazar

Dünya Çapında Barış Mümkün mü?



Maalesef dünya çapında bir barış ortamı imkansız gözüküyor. Çünkü insanlık nüfusu 9 milyara dayanırken, doğal kaynaklar 1950'lerdeki miktarın yarısına düşmüş durumda.

İnsanlık, dünya'nın tükenen doğal kaynaklarını yenileyebilmesi için her yıl, gelecek yıllardan daha fazla borç alıyor. Bir bakıma, torunlarımızdan alınmış kredilerle insanlık yaşıyor.

Aynı şekilde insanlar, kendi gelecek yıllarının üretimlerine borçlanarak, özendikleri Batı tipi tüketim toplumu olma yolundalar.
Bankacılık  kredi sistemi, bireyin kendi geleceğini ipoteklemesi üzerine kurulmuş durumda. (Geçmişin bireysel kölelik anlayışının yerini alan modern zihinsel ve üretimsel kölelik …)
Diğer yandan mevcut "liberal demokrasiye dayalı kapitalist ekonomik sistemde" çöküyor. Bu gelir dağılımında eşitsizliklerin artışı,  insanların, gelecekten endişe duyarak daha kapalı toplum yapılarına yönelmesine neden oluyor.

Günümüzde 40-50 yıl veya daha eski dönemlerdeki siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıları özleyenler, arayanlar artıyor.
Siyaset kurumları da, toplumlardaki bu endişeyi kullanarak, daha güçlü, birleşmiş, dışa kapalı toplum modelleri vaatleri ile eski şanlı günlerin sözlerini veriyorlar.

Avrupa toplumları, bu konuda önde gidecek gibi gözüküyor. Mevcut sosyal refahlarını ve zenginliklerini borçlu oldukları; geçmiş 500 yılda sağladıkları üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçler ve ekonomik durgunluk, bu korunma  güdülerini artırıyor.
Bir yandan sadece zihinsel ve duygusal değil, ayrıca fiziksel bariyerlerle, gelen göçleri engellemeyi düşünenlerin sayısı artıyor.

Mesela bu dönemde ihtiyaç duyacakları doğal gaz kaynaklarını hem çeşitlendirmek hem de ucuza mal etmek için, müdahil oldukları Ortadoğu'dan gelen göçmenlere karşı olan tutumları, bu eğilimlerini daha da güçlendiriyor.
İngiltere’de Brexit oylaması, İspanya’da Katalan bölgesi referandumu bu yeni eğilimin ilk ayak sesleri…

Ekonomik küreselleşmenin getirdiği karşılıklı bağımlılık, ulus devletlerin çok uluslu şirketler karşısında piyasadan çekilip, sosyal devlet anlayışının zayıflaması, hep toplumsal dinamikleri ateşleyen ve  kendileri dışındakileri "onlar" şeklinde tanımlamalarına yol açan yaklaşımlar geliştiriyor.

Üstelik sadece küresel değil, ulusal çapta bile kültürel, dini, etnik gruplaşmalar iç paylaşım kavgalarının da sinyalini veriyor.
Ülkeler içindeki kamplaşmalar da artıyor. Üretime katkısı sınırlı olan ya da hiç olmayanların, üretici olanlar üzerindeki baskısı artıkça, üretmeyenlerin oy çoğunluğu ile üretenlerin gelirleri üzerinden vergilerle gelir paylaşımları da bu iç kamplaşmaları körüklüyor.
Emekli veya çalışan vatandaşların sosyal refahını yükseltecek, yatırımların ekonomik kaynakları, gün geçtikçe daha fazla işsizlerin, çok çocuklu ailelerin, göçmenlerin ya da mültecilerin temel yaşamsal ihtiyaçlarına  kullanılıyor.

Aynı ortamda ,sosyal refah devleti anlayışının aşamalı olarak zayıflatılması, devletin toplumsal dengeleri gözetme ve  sürdürme gücünü de zayıflatmış durumda. Devlet, daha çok iç ve dış güvenlik politikalarından sorumlu bir konuma gerilemiş ve iç piyasaya sınırlı müdahale eder ve yönlendirir hale getirilmiş durumda.

Böyle bir ortamda insanların içinde bulundukları çıkmazlardan ve belirsizliklerden kurtulmak için, popülist ve milliyetçi politikacılara yönelmeleri ve onların liderlikleri altında toplanmaları da doğal bir olgu haline dönüşüyor.

Bu liderlerin ise, onları destekleyenlerden aldıkları güce dayanarak, toplumlarına güzel ve refah günleri vaat ederek, kavgacı ve uzlaşmaz devlet politikalarını geliştirmeleri de mümkün gözüküyor.

Günümüzde mevcut  demokratik siyasal sistemler,  toplumların ekonomik gücünü oluşturan üretici eğitimli orta sınıfı temsil etmekten gittikçe uzaklaşıyorlar. (Eskinin fabrika üretimine uygun düşük eğitimli işçi sınıfının yerini ve çoğunluğunu, iyi veya yüksek eğitimli orta sınıf almış durumda. Bu yüzden, eski işçi sınıfını temsil eden ve iktidarlar üzerinde sosyal politikalar konusunda baskı gücü oluşturan sendika ve benzeri örgütlenmelerde ciddi bir yaptırım gücü kaybetmiş durumda…)
Özellikle kredi sistemiyle desteklenmiş tüketim modelleri sonucu, insanlar bir ev ya da araba için gelecek 5-10 yıldaki ekonomik kazançlarını ipotek altına sokup, paranın-sermayenin belli ekonomik güç odaklarında toplanmasına da destek oluyorlar.
Bu yolla üretici orta sınıflar, gelirlerinin önemli bir kısmını zengin üst sınıfa aktarıyorlar. Gelir dağılımı adaletsizleşiyor ve milyoner sayısı artıyor.

Oy çoğunluğu ile seçilen iktidarlarda, bu borçlu sınıf yerine ekonomik kaynakları ellerinde toplamış güç odaklarının daha fazla etkisinde ve telkininde kalıyorlar.
Bu durumda alınan çoğu ulusal karar, daha çok uluslararası ya da ulusal ekonomik otoriteleri ve ihtiyaçlarını temsil ediyor.

(Meclislerde kendisinin ve düşüncesinin temsil edilmediğini düşünen vatandaş sayısı hızla artıyor. Bunun en güzel kanıtlarından biri de, "siyasetçi olmanın" bir meslek haline dönüşmesi ve vatandaşı temsil etme gücünün, ekonomik olarak güçlü birey ve ailelerin ellerinde toplanması. Bu gün herhangi bir seçime aday olarak katılmanın ekonomik maliyetini, çoğu sıradan vatandaş kaldıramaz hale geldi.)
Bu durum sadece gelişmekte olan değil, neredeyse dünya çapında ve yaygınlaşıyor.
Özellikle silah ve petrol-gaz üreticisi şirketler, lobi çalışmaları ile ulus devletler üzerinden çeşitli bölgelerde; pazar ve üretim kaynaklarını kontrol etmek için mücadele ediyorlar.

Bu nedenle ülkeler ve ülke liderleri arasındaki çatışmalar, restleşmeler gittikçe sertleşiyor. Amerika'daki seçim sonuçlarından, Avrupa'daki bir çok sağcı, milliyetçi cephelerin gittikçe güçlenmesi buna işaret.
Çünkü paylaşılacak kaynaklar azalmış ama paylaşmak isteyen kişi sayısı çok çoğalmış durumda...(Kimi devletlerde, toplumlarından feda edilebilecekler ile korunacaklar arasındaki farkları belirleme, dolaylı yoldan bile başlamış olabilir.)
Sosyal devlet anlayışının, iş güvencelerinin zayıflaması, eğitim ve sağlık gibi toplumu direk ilgilendiren kurumların özelleşmesinin artması buna bir işaret olarak da yorumlanabilir.
Üretmeyen, üretimde olmayana; daha az korumacılık ve destek verilirken, bunların devlet politikalarına ve uygulamalarına bağımlılığı da artırılıyor.

Ülkeler kendi içlerinde bu kadar kaynarken, uluslar arası ortamda ise iktidarların ulusal politikaları, uluslararası şirketlerin pazar ve kaynak paylaşımlarıyla biçimlendirilirken, üstelik daralan imkan ve azalan kaynaklarla bu paylaşım kavgası kızışırken, tüm dünyayı saracak evresel bir barış dönemi ummak, büyük bir hayal olur.

Çözülmesi gereken ulusal ve uluslar arası, birbirine bağımlı ve destekleyen çok problem var. Her problemin çözümü, yeni ve başka bir problemi doğuruyor. Ya da eski bir taneyi güçlendiriyor.
Bu problemleri aşmak için, Gordion düğümünü çözmek gerekecek.

Tabi gelecekteki savaşlar geçmiştekinden farklı ortam ve araçlarla da olacak, geçmişteki konvansiyonel (tank, top, asker ağırlıklı silahlı kuvvetler) orduların yerini, daha küçük, mobilitesi yüksek veya kiralık ordular almış durumda.

(Meclislerde temsil edilmediklerini düşünenlerin, ulusal politikalara olan desteği de azalıyor.)

Bu kiralık ordular genelde, bir başka ülkenin terörist gruplarından oluşuyor-oluşacak. Hatta bu amaca uygun bölgesel örgüt yok ise, uluslar arası insan kaynaklarından belirlenen amaca hizmet edecek ideolojiye yatkın insanlardan terör grupları bile kurulacak.

Mesela son dönemlerde kurulan Işid;  hem Islam algısına büyük zarar verirken, hem de gelecekte Akdeniz’e ulaşacak doğalgaz boru hatlarını kontrol edecek ve koruyacak ama küçük ve komşu ülkelerle kavgalı olduğu için, müşterilerine siyasi ve ekonomik olarak bağımlı kalacak bir devlet oluşumu için Kuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgesini büyük çapta temizlemiş ve bu devletin kuruluşu için hazırlamıştır.
(Bu çalışma nereden bakılsa, 20 yıllık bir proje ürünü gibi gözüküyor.  Dünyanın başka ekonomik kaynak noktalarında da benzer projelerin uygulama da olması muhtemel.)
Bir bölge durulunca, taşlar oturunca başka bir bölgede yeni sorunlar patlak verecek gibi geliyor.
Bu nedenle liberal ekonomik sistem ve araçları insanlık tarafından terk edilmedikçe, dünya çapında bir barış ihtimali gözükmüyor. Bölgesel barış ve durgunluklar da, aldatıcı… Kalıcı değiller.                                              


-----------------------------------------------------------------------
Is a global state of peace possible?


Unfortunately, a global state of peace seems impossible. Because humanity is being based on 9 billion people,but on the contrary the natural resources have fallen in half of the 1950s.

Every year, the Humanity borrows more from the coming years to renew the world's exhausted natural resources. Humanity lives on loans that we receive them from our grandchildren.Likewise, people owe their own future productions to supply their interests become Western-type consumer society.
The banking credit system is based on mortgaging the individual's own future. (This is modern mental and productive slavery system...)
On the other hand, the current "liberal democracy-based capitalist economic system" collapses. This leads to an increase in inequalities in income distribution and is causing people more anxious who is concerned about the future and their societies have been turning into more closed society structures.
Nowadays, the number of people in societies  who are seeking political, economic and social structures of the past of 40-50 years or more, are increasing.

The Political Institutions, Parties have been using this anxiety in their societies by making promises of old glorious days as stronger, united and closed-protected community models.
European societies seem to be ahead in this regard. Economic stagnation  and  migrations from third world countries, which they have provided  their existing social welfare and wealth for the past 500 years, are causing to increase their preservation instincts.

The number of people is increasing not only mental and emotional, but also with physical barriers  who think that they have to be prevented these immigration's.
For example, their attitudes towards immigrants and refugees from the Middle East and Africa are strengthening as trends. Contrary to this, where they are involving with their territories in order to get cheaper the natural gas from diversified resources for their next closed and preserved periods. (Brexit in Britain, Catalan territory referendum in Spain are the some first footsteps of this new trend ...)
The economically interdependence of the globalization are developing approaches which one is that the national states are withdrawing from the market control against multinational companies. And the other one is that the societies are developing  approaches as “we and they-outsiders”  inside them, by weakening  welfare of the social state.This ignites social dynamics of these nations.

Moreover, this are also signalling  internal sharing quarrels not only global but also national, cultural, religious, ethnic groupings.So, the polarization are also increasing in the countries.

For example, the economic pressure of non or limited producers are increasing  on the producers of  nations. They get this power by the majority based vote power and public pressure.

As a result, the economic sources which have to be  are used to raise social welfare of retired or working citizens, are used for  the essential vital needs of migrants,  refugees, unemployed or the many children of their families.
At the same time, the attenuation of the social welfare state has also weakened the state's ability to maintain social balances.

The state has declined to a position mainly responsible for internal and external security policies while the ability to intervene to markets are diminishing.
In such an environment, it is becoming a natural phenomenon for people who are  gatherings under populist and nationalist politician leaders to get rid of the tribulations and uncertainties.

It is also possible for these leaders, who may develop their fighting and uncompromising state policies by promising good and prosperous days for their communities as  supported by the majority of votes.
Present democratic political systems are increasingly moving away from representing the producer-educated middle class, which constitutes the economic power of societies.
(Instead of older has majority of the low-educated working class who are suitable for factory production in,  a good or highly educated middle class  taken the place of them.
Thus  unions and similar organizations representing these former working classes had lost  a serious sanction and imposing pressure on social policies on the power.)

Especially, as a result of the consumption models supported by the credit system, The people are getting in dep by mortgaging their next 5 or 10 years of work productions for a car, or home or etc...  This system is helping to collect the money-capital in certain economic powers and centers.
In this way, the producer middle class transfers a significant portion of their income to the rich upper class. Income distribution is becoming unfair and the number of millionaires are increasing.
The elected governments by the majority of votes  are being strongly influenced by the Spoolers of economic resources in their hands instead of this debtors.
In this case, most national taken decisions  are more representative of international or national economic authorities and their needs.
(The number of citizens who think that he or she is not represented in the Assemblies are increasing rapidly after elections. One of the best proofs of this is that "becoming a politician" becomes more professional.And the power of representing citizens are accumulate at the reign of economically powerful individuals or families.Today, the economic cost of joining an election as candidate has become untenable for most ordinary citizens. )
This is not just only developing countries, it is spreading almost world-wide.

Particularly Arms and Oil-gas producing companies are struggling to control market and production resources in various regions through lobbying and nation states.For this reason, the conflicts between the countries and their leaders are getting harder and harder.

This conclusion can be made from empowering the rightist and nationalist fronts in Europe and from  the last elections in America.
Because the resources which have to be shared by community, have been diminishing, however the number of people who want to share these resources has been multiplying so much ...
The weakening of job security, down warding public health and education services, social security tools and privatization of these  institutions  can be  interpreted as an indication for the lowering the understanding of the social state. Also as a preserving these vote fields, non or less producers while less protecting, increased their dependence on government policies and practices by public projects. This means more burden taxes on pay rollers.

It is a great dream hoping a global peace that will encompass the whole world, while the countries are so boiling in their societies and the international corporations are struggling for diminished resources to keep their markets by shaping international politics.

There are many national and international problems which are interdependent and supporting to each other that need to be resolved.
The solution of every problem creates  new problem. Or it strengthens the old one.To overcome these problems, the humanity have to solve the Gordion knot.
Of course, future wars will take place with different environments and tools than before. Smaller, higher mobility and fire power or hired armies taking over the conventional (more soldier, tank, ball, military) armies of the past.
Those who think they are not represented in parliaments are also getting less support to national politics.

These hired armies will usually be made up of terrorist groups of another country.Even if there is no suitable regional organization for this purpose, even terrorist groups may be established among people who are ideologically prone to serve for the purpose determined by international human resources. .
For example, Ishid-ISIS has largely cleared to prepare northern Iraq and the Syrian territory for the formation of a new small state that will be politically and economically dependent on its customers because of conflicts with former owners-new neighbours.
This new state will control and protects natural gas pipelines that will reach the Mediterranean in the future.
(From the point of view of this work, it seems to be a project product of 20 years. It is likely that similar projects may also be implemented at other economic resource points of the world.)
When a region is slacken, new problems are likely to break out in another region.

For this reason, I think, there is no world-wide possibility of peace unless the liberal economic system and tools are abandoned by humanity.
Regional peace and stagnation are also deceptive They are not permanent.

22 Ağustos 2017 Salı

Eğitim ve Zeka hakkında düşünceler.



Çocuk yetiştirirken ona mümkün olan en iyi koşulları sunmaya ve en avantajlı şekilde donatmaya çalışırız.
Aslında gizli amacımız, hayat kavgasında ayakları üzerinde durabilecek, başarısızlıklar karşısında sıfırdan başlayabilecek, değişen şartlara uyum sağlayabilecek, kısaca "ayakta kalacak" bireyler yetiştirmek.
Eğitim ve uygulama ile zekayı desteklemek; büyük yatağa (kapasitesi) sınırlı kumaş (imkanlar) ile yorgan dikmek (eğitim, yöneylem) gibi ...
Bir taraftan çekiştirince, başka bir taraf muhakkak açılıyor. Yatağın her tarafı en verimli şekilde kullanılamıyor. Bir eksik kalıyor.


Ya çok maharretli bir terzi olacaksın.
(Çok bilinçli, belki hedefinizdeki çocuktan daha zeki, sosyal, mutlu, akıllı, başarılı...)
Ya yatak küçük olacak (bunu hiç birimiz istemiyoruz ama...)
Ya da yorgan büyük ( Bu seferde çok imkanı seferber ederek verilmiş eğitim)
Ama yatak küçük ise, zaten yorgan fazla geliyor. Boşa, kayıp oluyor.


Bu iş çok zor.

En temizi; bırakın özgürce, çocuğu
İstediği sevdiği ne ise, onu yapsın.
Sevdiği işte zaten başarılı da olur, mutlu da...
Kendisine güveni de olur, ispatı da...

Şimdiye kadar -özel durumlar hariç- sınırlı, zekası veya merakı yetersiz, mutsuz küçük bir çocuğa hiç denk gelmedim.
Aslında sanırım biz büyükler, istediğimiz gibi biçimlendirmeye çalışırken, bu cevherleri köreltiyoruz.
Hepsinden biraz olması için, çocuğun zihnini özgür bırakın ...

Kimi ebeveynler, özgüveni yüksek olsun diye, çocuğun isteklerini karşılayıp, ona sınır koymama eğiliminde oluyorlar. Ama bu sorunu daha da çetrefilleştiriyor.
Çocuk büyüdükçe, başkaları tarafından karşılanmayan isteklerinden dolayı, ailesine yükleniyor ve bağımlılaşıyor.
Çocuğun zihnini serbest bırakmak, onun isteklerini karşılamak olmamalı. Bilakis, onun toplum ve aile içindeki yerini ve sınırlarını gösterip, bu sınırlar içinde kendisine ait özel bir kişilik alanı oluşturmasını desteklemek olmalı.
Çünkü o sınırlarını genişletince, özellikle onu sevenler başta olmak üzere, başka birilerinin de sınırları daralıyor olduğunu anlamalı.
Ona aile içindeki yerini gösterip, bir işlev ve sorumluluk sahibi olması desteklenmeli.
Merak ettiği konularda mümkün olan teçhizat ve tedrisat desteği verilirken, sabun köpüğü heveslerde, aynı hatalar tekrarlanmamalı.

İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Tek başına, fiziksel ya da zihinsel, mutlu olamaz. Başarıları takdir edilmedikçe, yaptıklarından haz almaz. Daha iyisini yaptığında bu takdir edilmezse, "yarın daha iyisini yapacağım duygusu" kalmaz.
Bireylerin kişilik sınırları gösterilemezse, başkalarını da kendisi gibi sınırsız sanır ve gerçekleşmeyecek arzu ve isteklerin peşinde tatminsiz, mutsuz kalır.

Hayal gücü eleştirilirse, hayallerine kendisi de inanmaz. Her şey kötüye giderken bile iyiyi araması öğretilmezse, yarından umudunu keser. Umut gidince, insanoğlunun gelecek ümidi de gider.
Yarına korkuyla, endişeyle bakar. Belki de hiç gerçekleşemeyecek olası tehditlere zihnini yorup, önlem alır. Zamanını ve zekasını boşa harcar.
(Aslında bu "toplumsal bir yara"mız gibi duruyor...)
Çocuğun zihnini açmak için; onunla oyun oynayın. Hikayeler anlatın. Umutlarınızdan bahsedin. Beraber öğrenin. Fikirlerine değer verin ve UYGULAYIN.
Sorular sorup, hiç düşünmediği konularda düşünmesini sağlayın.
Ve her zaman gerçekçi olun, hayallerini gerçek imkanları üzerinde geliştirsin...


Ve bir şey yapmak istediğinde, "Hayır!" demeyin. Beraber yapmaya çalışırken, neden olmayacağını "anlamasını sağlamaya" çalışın.

Onu anlayın, sizi de anlaması için sabırla uğraşın.

·         Zeka çoğunlukla genetik ve çevresel faktörlere direkt bağlı. Bunu bilimsel çalışmalardan, araştırmalardan biliyoruz.

Zeka yazılımdır, beyin ise donanım. Bu metaforda beynin yaptığı her şeye " akıl " diyoruz. Akıl, beyin denen donanım zemininde " zeka " denilen yazılım kökenli programların toplamıdır. Genetik faktörü çoğunlukla donanıma gözle görünür bir etki eder. İyi bir zemin yoksa ne kadar iyi yazılıma sahip olursan ol bir noktaya kadar. Çevresel faktörler tamamı ile yazılımı şekillendirir. Dış dünya ile oluşan yazılım (zeka) iç dünyamız olan beyin ile birleşip ortaya " aklı " çıkarır.


Bilgelik en başta kendini bilmeyi gerektirir. Yani aklımızı bilmeyi, anlamayı gerektirir. Yoksul toplumlarda uzlaşma ve her soruna bir çözüm bulma eğiliminin temelinde çaresizliğin ve azmin olduğunu tüm içtenlikle düşünüyorum. Zengin olup iyi düşünen ve iyi bir muhakeme yetisine sahip insanlar olduğu gibi fakir olup basit düşünen ve ilerisini görme yetisi olmayan insanlarda var. Bu yüzden zenginin ya da fakirin zeki olup olmamasını bu örneğe dayandıramayız.

Bu noktada bilgelik çok önemli çünkü günümüzde insanlar birbirinin gözlerinden dünyaya ve olaylara bakmayı bilmiyorlar. Bırak bakmayı, farklı insanların farklı durumları daha farklı değerlendirmesi gerçeğini bile kabul etmiyorlar. İnsanların ön yargıları ve kutuplaşmaya iten nedenleri
(ırk, din, dil, maddi seviye, güzellik, gibi ) yüzünden birbirlerini anlamasının sonucu da anlaşmazlıklar, fikir ayrılıkları ve iyi-kötü kavramları doğuyor. Bilgelik ne kadar bildiğin ile ilgili değil bu noktada.

Bilgelik demek kendi aklının bileşenlerinin farkına varıp diğerlerininkini anlamaya çalışmak ve kendi aklın ile diğerlerininkinin arasında hiçbir menfaat ve art niyet olmadan köprü kurmak demek. Her sorun için bir çözüme sahip olmak değil her sorunun bir çözümü olabileceğine dair kendini koşullamak demektir. Bu noktada anlaşmazlık dediğimiz şey; milyarlarca yazılımın, birbirinin yarattığı programları anlayamaması, çalıştıramaması değildir midir ?
Kemal ( Bay Hiçkimse ) 25 Aralık 2017




EĞİTİM SİSTEMİ  NASIL OLMALI ?

Daha az ders saatleri ile daha az gün eğitim verilmeli.

Önümüzdeki yüzyılın şart ve ihtiyaçlarını göz önüne alırsak; bireyselliği gelişmiş ama ekip çalışmasına yatkın, iş bölümü ile uzmanlaşan bireylere ihtiyacımız olacak.

Liderlik kavramı, kişinin niteliklerinden, uzmanlığa yani işin niteliklerine kaymak zorunda...
Bu ekip çalışması ile yoğun bilgi üretimi için, bireysel özellikleri törpülemeden ve gruba farklılık olarak değil, tamamlayıcı olarak sunmak için:

Çocuklara; okuma-yazma öğretildikten sonra, üyeleri projelerle değişen ekipler halinde görevler verilmeli.

Her ekip kendi proje konusunu araştırıp, sınıf arkadaşlarına sunum yapmalı.

Not sistemi de iki aşamalı olmalı.
1) Kendi projesine ne kadar iyi hazırlandı. Ekibe ne kattı?
2) Diğer ekiplerin projelerini ne kadar anladı?

Notlama:
1) Ekibin projesi için öğretmen yanında sınıf arkadaşları da not vermeli. Bireyin ekibe katkısı içinde, ekip arkadaşları not vermeli.

2) Diğer ekiplerin konularını ne derece anladığını sorgulayacak soruları, sunum hazırlayan ekibin üyeleri hazırlamalı. Değerlendirme önce öğrenci, sonra ilgili öğretmen tarafından yapılmalı.

Konuları tam anlamadığı anlaşılan öğrenciler, sunum ekibi tarafından tekrar eğitime alınmalı,
Tekrar değerlendirme (soru-sınav) ile öğrenci değerlendirilmeli.

Öğretmen'e ne oldu?
Onun işi artık çok daha zor.
Ekiplere ve üyelerine araştırmalarında danışmanlık ve yol göstericilik yapacak. Sunum öncesi, gelinen aşamayı ve hataları saptayarak, doğru bilgiye yönlendirecek.

Değerlendirmelerin adil ve tarafsız olması için, isimleri saklayarak, kodlu sistemle değerlendirmeye alınmasını organize edecek. Böylece, sınav-soru kısmında kimse, kimin cevaplarını değerlendirdiğini bilmeyecek.