22 Kasım 2019 Cuma

Romantizm Nedir?

Internet ortamında Romantizm üzerine bulduğum en iyi tanım şöyledir.


"Sözlükler Romantizmi ve romantik olanı, ona dair her şeyi kapsayacak ve yine ona dair hiçbir şeyi dışarıda bırakmayacak şekilde tanımlamanın mümkün olmadığını gösterircesine, farklı farklı anlamlar arasında dolaşmamızı teklif etmektedir. Romantizm “şiddetli aşk duyguları”, “hayal gücünden derinden etkilenmiş olmak”, “verili gerçekliğin ötesine geçme arzusu”, “imkânsızı isteyen hayaller kurmak”, “sarsıcı eleştirel fikirlere, devrimci ideallere sahip olmak”, “tutkularla hareket etmeyi makul olana yeğlemek” gibi anlamlar içermektedir.
Aslında Romantizm dendiğinde hemen herkesin aklından geçenleri dile getiren bu atıflar, kavrama biraz edebi, biraz felsefi, biraz politik anlamlar yüklendiğinde usul usul şekillenmeye başlayıverir. Böylelikle edebiyatta romantizm aşk ve tutkulu hislere, prenses ve şövalye ruhluluğa; felsefede romantizm aşkın değerlere, doğaya ve yüceye, mitolojiye, deha-kültüne; politikada romantizm ise özgürlük, âdil bir toplumsal düzen, devrim ya da altınçağ arzularına merak duyup yönelmeye, hatta zemin oluşturmaya başlar.
" (http://www.ekdergi.com/romantizm-nedir/)


Ortamda, kitaplarda erkeklere nasıl romantik olacakları konusunda bir çok öğüt veriliyor. Kadınlara ise, erkeklerin bazı egolarını övmek romantiklik olarak anlatılıyor.

Sanki kadınlar doğuştan romantik de, erkekler için bu seks ile sınırlı kalıyor gibi...

Oysa bir çok ilişkinin sonlanmasının ana nedenlerinden biri de, sadece erkeklerin değil, kadınların da aslında pek romantik olmamasından kaynaklanıyor.

Çoğu kadın, bir erkeğe karşı nasıl romantik olunur? bilmiyorlar.

Bunu başarabilen kadınlar hem erkeklerini, hem de aşklarını ömür boyu canlı tutabiliyorlar.

Bir erkeğin romantizminin ölüşünün ana nedeni, duygularının ve beklentilerinin anlaşılmaması ve karşılık bulmamasıdır.
Çoğu kadın güzel ve bakımlı olmanın, bir kaç övücü iltifatın erkek için yeterli olduğunu düşünüyorlar. Oysa bunlar, erkek için bir kadına bağlanmada sadece onu kadının alanına çeken ilk adımlar.
Aslında pek de güzel veya çekici olmayan bazı kadınlar, erkeğin duygularına karşılık vererek onların duygularını ve ilgilerini canlı tutabiliyorlar.

Oysa, özellikle günümüzde olduğu gibi, ilişkilerin de hız çağına uygun olarak çok çabuk yıprandığı ve yüzeysel kaldığı bu ortamda, romantizmin tüm yükü ve sorumluluğu erkeğin sırtına yüklenmiş gibi...

Aslında esas sorun, kadınların romantizmi bilmiyor ve romantik olmamalarından dolayı, bu işi erkeğe bırakmış olmalarından kaynaklanıyor.

Ne yapabilir, erkek için? Hiç bir fikri yok ki yapsın...

Ondan sonrada "çevrede hiç erkek kalmadı" diye serzenişte bulunurlar. Halbuki aynı söylemi erkeklerde, kadınlar için çok sık kullanıyor.

Kısa süren, saman alevi tadında ve yapısında aşklar, huzursuz sorunlu birliktelikler, uyumsuz ve iletişimsiz çiftler.

Özellikle
karşı cinsten beklentilerini yüksek tutan bireylerin (kadın-erkek) sanki her zaman karşılaşabileceklermiş ve istedikleri zaman mümkünmüş gibi, "aşk'a burun kıvıracak" kadar duyarsız oluşları da romantizmin sönmesinde ciddi bir etken.

Çoğu zaman tüketilmiş ya da ateşi sönmüş ama hala var olduğunu sandığımız  aşkların gölgesinde hayatımızı sürdürüyoruz.
Evet, aşk nadirdir!
Çoğunlukla, planlarımız dışında, hesapladığımızdan farklı şartlar altında karşımıza çıkar.

Aşk fırsatlarından ancak bir kaç tanesi, gerçek aşk'a dönnüşür.Ve insanın hayatında karşısına en fazla 1 veya çok şanslıysa 2 defa çıkar. Kalanları ise genelde tutku düzeyini aşamaz.
Bazen çok kısa sürse bile (biyolojik olarak salgılanan hormonların etkisiyle, ortalama en fazla 4 yıl), aşkın insana verdiği enerji ve tutku, hayatında bir çok şeyi değiştirmesi ve kendisini yenilemesi içinde önemli bir fırsat sağlıyor.
Yeter ki kişiler, bu nadir fırsatı tepmesinler...
Kısa süren bir mutluluk anısı bile insan hayatına önemli bir ivme kazandırabiliyor.

Bu yüzden insanın karşısına çıkan aşk fırsatına burun kıvırması, büyük bir lükstür. Genelde de bu fırsat kaybedildikten sonra fark edilir ama o aşk ateşini yakan malzeme çoğunlukla yanarak tükendiğinden, geri dönüşler eskisi gibi olamaz.

Bazen de aşk duyguları aynı anda ateşlenmez bireylerde.
Birilerinin ki sönerken, diğerinin ki yeni canlanır. Bu uyumsuzluk üzerinde, inişli-çıkışlı bir ilişki sürdürürler.

İşte romantizm, bu noktada o ilk ateşi canlı tutan ve koruyan etkendir. Hatta aşk ateşiyle üretilen ve doruğa çıkan hormonlar ve salgılar tükenip, parçalandıktan sonra bile...

Peki nedir romantizm?
İlk başta, insanın karşısındakinin istek, arzu ve ihtiyaçlarına değer vermesidir. Umudun canlı tutulmasıdır.

Sadece karşı tarafı mutlu etmek için değil, onun kendi kendisiyle de mutlu olmasına destek vermektir.
(İşte iltifatlar ve benzeri tutumlar bu noktada işe yarıyor.)



Erkeğin, kadın için yaptıklarının değer görmemesi veya doğru şekilde takdir edilmemesi ve hissettirilmemesi (sözlerle değil, tutum ve davranışlarla) erkeğin romantizminin gerilemesinde ilk başta gelenlerdendir.

(Mesela hediye çiçeğin, iki gün sonra çöpe atılması, parfümlerin takıların kullanılmaması.. Benim stilim denip, giyim tarzında ara sırada olsa, arzu edilen bazı değişikliklerden kaçınılması, v.b.)

Hiç bir insan, kadın veya erkek, başkalarıyla kıyaslanmaktan, onlarla aynı kefeye gerekçesi ne olursa olsun, hoşlanmaz. Erkekler içinde aynı durum geçerlidir.
Her insan, eşinden kendisini diğer insanlardan ayıran, onu farklı kılan özelliklerinin ön planda olmasından hoşnut olur.


Ve saygı... Romantizm içinde önemlidir. Bireylerin birbirlerinin özel alanlarına saygı duyması ve sınırlarını ihlal etmemesi değerlidir.
Bir erkekten, dinlenme veya hobby zamanında zamanını kullanım şeklinin değersiz olduğu fikrini yansıtan talepler ve söylemler de bu alanın ihlal edilişidir.


Elbette çoğu erkek, ev işlerinde veya ihtiyaçlarında pek istekli değildir ama onu buna zorlamak, aradaki romantizm açısından öldürücü  darbedir.

Erkek, kadınının sokulgan olmasını ve yaklaşmasını dokunmasını ister.
Bazıları ise ister ama istemiyormuş gibi davranıp, kadının ne kadar istekli olduğunu görmek ve o kadının gerçekten istediği kişi olup olmadığını görmek, teyit etmek ister.

Ve hiç bir erkek, bağımsızlık gücünü kaybetmiş, hayatını ve arzularını artık tamamen erkeğe ve onun isteklerine, hayallerine bağlamış bir kadını sürekli yanı başında görmek istemez.

Bağımsız ve özgün karakter değil miydi? Erkeği kadına bağlayan, kadın erkek için kendisi olmaktan vaz geçtiğinde, artık o erkeğin aradığı, sevdiği kadında olmayacaktır.

Tabii aynı durum, kadınlar içinde geçerli olmalı ama ne hikmet ise, kadınlar erkekleri kendi istek ve beklentilerine göre eğitmekle ve yontmakla çok uğraşıyorlar.
Erkek, romatizmin desteği ile koruduğu aşkı süresinde bunlara katlanabiliyor. Ama o da kendisi olmaktan çıktığını hissettiği zaman uzaklaşmaya başlıyor.

İşte karşılıklı saygı bu noktada bireylere destek verebiliyor ancak...

Ama bir erkeğin romantizminin korunmasında en önemli etkenlerden biri de, seks sırasında kadının bu eylemden kendisi için de haz aldığını görmesidir.
Bu bireyler arası uyumun en uç noktasıdır. Aynı anda hissetmek ve yapmak...
(Tabii seks için aşk'ı, romantizmi bir araç haline getirmiş düşük düzeyli erkekler bu duruma dahil değilller.)

Aslında ister seks, ister başka bir şey (bir etkinlik, özveri, hediye, eylem, söz) olsun, erkek kadının bu şey'den aslında pek de mutlu olmadığını, önemsemediğini hissettiği anda romantizm de ölmeye başlıyor. Geri dönmek için ise bu sefer çok efor gerektiriyor.

Erkekler, kadınların beklenilmeyen sürprizler yapmasından genelde hoşlanırlar. Aksini söyleseler bile... (Yeterki bu sürpriz, ekstra iş ve maliyet yükü getirmesin :-))

Çünkü bunun diğer anlamı, kadının onu düşündüğü ve onun mutlu olması için uğraştığıdır.
Ama ne yazık ki, çoğu kadın sırça köşkte bekleyen prenses psikolojisinden çıkamadığından, sadece  kendilerine süpriz yapılmasını, romantizm olarak tanımlarlar.
Haa... Arada bir erkeğin sevdiği yemekleri yapmayı da romantizm olarak görürler. Karşılığında, erkeğinde arada bir onlara yemek yapması da, romantizm kapsamına girer böylece...
Elbette güzel şey ama romantizmden çok değer vermedir bu...

Romantik olma yükünü, erkek üstüne bırakmayı ve ondan romantik olarak tanımlanmış genel  tutum ve davranışları talep eden çoğu kadın, kendilerini romantik olarak tanımlıyorlar.
Böyle olunca, bu beklenilen hareketleri yapmayan ya da yapamayan erkeklerde "kütük" sınıflandırmasına dahil ediliyor.

Oysa kadın-erkek eşitliği üzerinde bu kadar duran kesimlerin, bu konuda da eşitliği sağlayacak yeni öneriler geliştirmesi gerekiyor.

Çünkü artık zamanın ve ekonomik şartların gerektirmesi nedeniyle, çoğu erkek evin ve ailenin günlük ihtiyaçlarıyla eski dönemlere oranla çok daha fazla ilgileniyor.
Hatta öyle ki, eskiden erkekler için bir utanma sebebi olan, "kadın çalışırken, erkeğin işsiz evde olması" durumu çok sık karşımıza çıkıyor.

Hala bu konu, erkekler üzerinde ciddi mahalle baskısı oluşturduğu için, kadının romantizmi de, ilişkiyi destekleyen önemli bir etken oluyor.

18 Kasım 2019 Pazartesi

JES, HES, RES karşıtlığı hak

Sorunun 2 temeli var. Bir tanesi haklı, diğeri haksız.
Doğru x Yanlış=Yanlış olduğu için sonuç böyle oluyor.

Haklı gerekçenin temelinde; bu tür işleri yapan kurumlara karşı güvensizlik var. Hem kalitesiz, hem çevreye ve yaşama karşı duyarsızlık hem de açgözlülükle yapılan ihmalkarlıklar kişilerin bu kurumlara güvenmesini engelliyor.
Çünkü hukuk sistemine karşı güvensizlik var ve siyasi manevralarla, kağıtta ideal olarak yazılmış tüzük, yönetmelik ve yasaların, fiili durumda aşındırılacağı, göz ardı edileceği kanısı yaygın.
Ve maalesef haklılar.

Haksız gerekçenin temelinde ise, bu tür doğal enerji kaynaklarına karşı çevreci hareketler maskesi altında yürütülen ciddi bbir yıpratma, engelleme, geciktirme amaçlı propaganda var.
Farkında değilsiniz ama 21nci yüzyıl savaşlarından birinin içindeyiz.
Artık, modern savaşlar düşman hedefini imha etmek için değil, o kendi kendisini yok ederken, tüketici pazarı olarak mümkün olduğunca ondan kaynak aktarmaya dönüşüyor.

Hayvanseverlik duyguları körüklenerek, her tarafa ithal mamalarla beslenmiş kedi köpek doldurduk. Sayıları hızla artıyor ve artık çöplerdeki artıkları beğenmiyorlar*. Bunların doğal sonucu olan dramlar nasıl kulanılıyorsa, sürdürülebilir enerji de de durum aynı...
Sonuçta kedi köpekler ve vicdanı biraz rahatlamış bir kaç hayvansever kazanmıyor.
O mama üreticileri, ithalatçıları, nakliyecileri, pet shop ürün üreticileri kazanıyor.

JES veya HES veya RES, vb durum aynı...
Haklı bir gerekçe (kalitesizi işçilik, malzemöe ve uygulama kaynaklı güvensizlik) kullanılarak, ülkemizin enerji bağımlılığı ve zayıflığı korunmaya çalışılıyor.

Adam tarlasına güneş paneli kuruyor, fazlasını sisteme aktarmak istiyor, dağıtım parası diye ceza gibi para talep ediliyor.
Bu bile aynı zihniyetin başka bir uzantı sonucu...




---------------------------
*
Olaya sadece kendi vicdanı açısından bakan kısa mesafeli ve dar görüşlere ekleme yapmak isterim...

Son 5 yılda sokaklarda kedi-köpek sayısı çok arttı. Bunda iklim şartları ile artan yıllık doğum oranının etkisi olduğu gibi, sağda solda bu sokak hayvanlarına verilen mamaların çok artmış olmasının da etkisi var.
.
Doğadaki tüm türler gibi, kedi ve köpeklerde bersin buldukça çoğalıyor.
.
Tabii bu aşırı çoğalmanın sonuçları var.
.
İlki bu kadar hayvana gerekli bakımı, tedaviyi ve desteği yapmak mümkün olmadığı için, insanların içini parçalayan hayvan dramları oluyor çevremizde...
.
İkincisi bu hayvanlar artık evlerden verilen yemek artıklarını beğenmiyorlar. Çöplerde ve çevrede bir sürü yiyecek artığı kalıyor.
Bu artık yiyecekler, sadece koku olarak değil, sinek ve mikrop üreme alanlarına dönüşüyor. Kentlerde yeni yeni veya hastalıklar görülebiliniyor.
.
Olayın bir de üçüncü bir noktası var. Bu mamaların ve destek besinlerinçoğunlukla ithal olması. Bu mamaların üretiminden, nakliyesinden, pazarlanmasına kadar geçen sürede hem atmosfere lojistik faaliyetler nedeniyle bol miktarda sera gazı salınıyor, hem de ülkenin döviz rezervleri, yurt dışına kaydırılıyor.
Hayvan mamaları ve petshop ürünleri için verdiğimiz yıllık döviz miktarının mercek altına alınması lazım.
.
Bir diğer nokta ise bu mamaların nasıl üretildiği..
Zannedildiği gibi sadece mezbaha artıklarından veya tavuk çiftliklerindeki erkek civciv kıymasından üretilmiyor.
Milyarlarca dolarlık bir pazar olarak, gelişmemiş ülkelerdeki insanların ihtiyaçlarından da faydalanılarak, çeşitli hayvan türleri veya ırkları da bu üretimin bir parçası oluyor.
Yani kedi-köpek maması olması için avlanan ve öldürülen hayvan sayısı da az değil. En azından kedi köpek sayısından fazla...
.
Apartmana giren kedilere girince, kapı önüne konulan çöp torbalarını veya bidonları yağmalarken, apartman içi pislik ve kokuya da sebep oluyorlar.
.
Evet, hayvan sevgisi önemli ve değerli ama bu sevginiz sömürülerek, başka planlarda bir tüketici kalemi oluyorsanız, sevginizi daha akıllıca göstermek gerekmez mi?

14 Ekim 2019 Pazartesi

Savaş Hakkında


Savaş, insanın insanı silahlı ve organize olarak, planlı öldürme eylemidir.

Ancak her savaş, silahla yapılmaz. Bazıları, çok daha farklı teknikler ve araçlar kullanır.

Ülkemizin de içinde bulunduğu bir grup ülke yıllardır bu gizli yürütülen savaşın etkilerine maruz kalıyor.

İnsanlık tarihine bakarsanız, savaşsız geçen bir yıl bir olmamış.
Hoşlansakta, hoşlanmasakta insanoğlunun içinde var, çatışmak ve yok etmek.

Medeniyet, kültür temsilcisi olduğunu iddia edenler ki batı dünyası, var olan bilgi, kültür ve teknolojilerini yüzyıllarca sömürdükleri diğer toplumların kaynaklarından sağladılar.

Günümüzde dünya üzerinde 2 tür toplum kaldı.
Bir tanesi, yaşamak için çalışmak, karnını doyurmak ve yarın da çalışabilmekten başka bir şey ummayan insanlar toplulukları.

Kişisel gelişimleri için gelirlerinden pay ayıramayan, günlük TV dizileri ve yarışmaları ile zihinleri uyuşturulan, sosyal medya alanı ile kendisini özgür birey hisseden insanlar.

Sayıca çoğunluğu oluşturuyorlar ve üretim bunların iş gücüne dayalı.
Kendileri için bulamadıkları hayatı, çocuklarına sağlamak için uğraşıyorlar.
Tüketimleri, bir sonraki gün yaşayıp çalışmalarına yetecek düzeyde...
Durumlarına isyan etmeye, sorgulamaya bile ne fiziksel, ne de zihinsel mecali kalmayan grup bunlar.

Diğeri ise temel ihtiyaçlarının üstünde gelire sahip olan ve bu gelir ile kendisine zaman satın alabilen gruplar. Bunlar eğitime, kültürel gelişime, estetik değerlerin yükselişine ve bu şekilde yeni bilimsel bakışlarla bilimin gelişimine kaynak ayırabilen gruplar.

Sosyal refahlarının önemli bir kısmı, geçmişteki sömürgelerinden aktarılan kaynaklarla temel bulmuş birikimlere ve bu birikimlerin üstüne inşa edilmiş medeniyetlerine borçlular.

Bunlar için diğer grup; eti, sütü, postu, yünü  için beslenen bir koyun sürüsünden farklı ve daha değerli değiller.
Kendi kültürel değer yargıları, insan hakları, eşitlik, barış vb kavramlar bile sadece kendileri ve kendileri gibi olanlar arasında geçerli kavram. Üçüncü ülkelere gelince işler, bu söylemler lafta kalıyor.

Bu toplumlar, sahip oldukları birikimler ile hala diğer toplumlara karşı gizli sömürgeci savaşlarını sürdürüyorlar.

Evet, hala savaş içindeler ama kullandıkları araçlar farklı sadece... Yaşam şekillerini, kültürlerini empoze edip, kendilerine tüketici pazarını genişletiyorlar.
Bu toplum içindeki görüş ve inanç farklıklarını körükleyerek, taraf tutarak, aralarında çözmeleri gereken sorunlara müdahil oluyorlar.
Böylece, silah sanayilerine yeni müşterileri ayakta tutuyorlar.

Kendi yaşam alanlarındaki atıkları, çöpleri ihraç ederek, bu ülkelere kirliliklerini ve çevre sorunlarını yolluyorlar. Çevre maliyetini tüm bu toplum üzerine yüklüyorlar.

Bunları yaparken de evrensel değerleri slogan olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar.

Eğer insanlığa ışık getirdiğini, medeniyet timsali olduklarını iddia eden bu toplumların sebep olduğu zararlara bakarsak, dünyanın kaymağını tükettiklerini ve bu durumu korumak için çabaladıklarını görüyoruz.

Diğer toplumların sadece doğal kaynaklarını değil, beyin gücünü, sanat dehalarını da kendilerinde topluyorlar. Bu yüzden, sömürülen bu ülkelerde sanat ve bilim de daha yavaş gelişiyor.
Oysa, sanat olmadan, bilim, bilim olmadan da ülkelerin ekonomisi güçlenemez.

Son olarak ülkemizin içine çekilen güneyimizdeki kaynaşma alanı bile, bu ülkelerin ulaşmak istediği bir doğal kaynak üzerine kurgulanmış...

Dünyanın enerji geleceği, doğal gaz üzerine gelişiyor. Enerji, her ülkenin, toplumun gerek büyümek gerek ise durumunu korumak için vazgeçemeyeceği bir kaynak.

Gelişmekte olan ülkelerin her yıl enerji ihtiyacı her %10'luk nüfus artışına ve %5'lik büyüme oranına göre 8-12 kat artıyor.
Yani, ülkeler geliştikçe, nüfusları artıkça enerji ihtiyaçları geometrik oranlarda artıyor.

Dünya da hali hazırda petrolün yerini alabilecek tek bir enerji kaynağı var.
Doğal Gaz.
En büyük rezervler ise, Rusya, ABD ve Basra Körfezi (Irak-İran) kontrolünde. Başka ciddi rezervler var ama...

En büyük doğalgaz tüketicileri ise AB, Çin, ABD...
Gelişmekte olan ülkelerde de ihtiyaç artıyor üstelik.

Rusya- Ukrayna krizi, Sovyetler döneminde döşenmiş boru hatlarından AB'ye giden doğalgazın, Ukrayna tarafından kullanılması ve parasının ödenmemesi sonucu olmuştu. Rusya doğal gazı çekince, AB o kış titremişti.

Özellikle lokomotif Almanya bu durumdan ve bağımlılıktan çok rahatsız oldu.
Hemen ürün ve satıcı çeşitlendirmesine yöneldiler. Çünkü Rus doğalgazına bağımlılık stratejik bir zayıflık idi.

Sürdürülebilir, güneş ve rüzgar enerjisi teknolojilerinin gelişiminden başka terk ettiği atom santralleri (Fukuşima'dan sonraki kamu oyu baskısı ile) yerini kömürlü (kolayca doğal gaza çevrilebilir) termik santrallere ağırlık vermeye başladı.

AB (Almanya) özellikle kuzey Afrika ülkelerinden de (en çok umut vaat eden Mısır açıklarında idi ama Mısır'ın ihtiyacına ancak yeteceği anlaşıldı sonradan)  sıvılaştırılmış doğal gaz alımı ile ürünü ve satıcıyı çeşitlendirip, Rus doğal gazına bağımlılığını %40'lara kadar düşürebildi.
Ama bu artan (özellikle inovatif teknoloji ile Avrupa lokomotifi görevi yüklenen Almanya'nın) enerji ihtiyacını karşılamayacaktı.

Sonuç olarak AB'nin kendisine alternatif doğal gaz kaynakları ve bulması gerekiyor. Fransa, nükleer santrallerden vazgeçmiyor.

Bu arada Rusya'nın Sibirya da iki kuyusu var. Bir tanesi AB ve çevre ülkelere doğalgaz verirken, diğeri bekliyor. Çin bu ikinci kuyudan doğal gaz istiyor. Ancak bu sefer farklı kuyudan olacağı için Çin'in pazarlık imkanı daha geniş olacak. Rusya ise AB'ye verdiği kuyudan vermek istiyor. Böylece fiyat kontrol altına alınacak. Çin'e pahallı geliyor.

Çin bu sefer Ortadoğu'dan sıvılaştırılmış doğalgaz alımı ile bu ihtiyacını kapatmaya çalışıyor. Tabii yetmediği içinde nükleer santral, yenilenebilir enerji sistemleri ve her türlü başka yöntemle enerji bağımlılığını kontrol etmeye çalışıyor.
Çin İran'dan da doğal gaz almak istiyor. Özellikle boru hattı ile bu, süreklilik ve ekonomik bağımlılık demek. Oysa Afganistan'da yıllardır bitmeyen kargaşa ve kontrolsüzlük, İran doğal gazının, Çin ve Hint pazarına ulaşmasını kısıtlıyor.

ABD ise bu arada boş durmuyor. 2010'lu yıllardan itibaren petrol-enerji şirketleri harıl harıl doğalgaz sıvılaştırma tesisleri inşa ediyorlar. Planlama da 2020'li yıllarda, Çin, Avustralya, AB bu gazın müşterisi olacak. Çünkü deniz altından boru hattı döşemek ve bakımını yapmak kolay ve ekonomik değil. ABD şimdiye kadar ürettiğini iç tüketimde kullanıyordu.

AB bir ara Rusya ile Karadeniz altından (Baltık Denizinden direk Almanya'ya ulaşan hattın bitiminden sonra) Bulgaristan üzerinden doğalgaz boru hattı gündeme geliyor. Ancak AB Bulgaristan'a giriş fiyatı (AB üyesi olduğu için) ve bütün boru döşeme  maliyeti Rusya karşıladığı halde, aynı hattan Azerbaycan ve Türkmenistan (satıcı farklılığı ile fiyat-pazarlık avantajı, doğal gaz sürekliliği) gazı ısrarı ile bu hattan vazgeçiliyor.

Türkiye üzerinden hat düşünülüyor, AB üyesi olmadığı için fiyat kontrolü olacak. Ama Suriye de düşürülen uçak olayı bunu geciktiriyor.
Sonunda bu bağlamda Türkiye' Rusya'nın Akdeniz'e açılan doğal musluğu olarak anlaşıyorlar. Sıvılaştırılmış doğal gaz tesislerine olan ihtiyacımız ise bundan. Tüm Akdeniz'in musluğu olmak için.
https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/baris-pinari-harekatinda-dorduncu-gun-5385028/

Fakat bu süreçte, AB ve ABD başka alternatiflerinde eldesi ve kontrolü çabasında. Özellikle Basra Körfezi doğal gazının boru hattı ile Akdeniz'e ulaşması çok cazip bir hale geliyor.
Çünkü yakınlarda AB üyesi Güney Kıbrıs  Rum kesimi var. Buraya gelen borunun maliyeti ve doğal gaz fiyatı düşük olacak. Üstelik Doğu Akdeniz havzasından da İsrail-G.Kıbrıs Rum ortaklığı ile ek gaz alabilirlerse, boru hattının güvenliğini de İsrail üzerine yüklemiş olacaklar.

Fakat tek ihtiyaçları, Basra körfezinden Akdeniz'e ulaşacak boru hattının güzergahı ve güvenliği kalıyor.
Bu amaçla önce yapay bir terör örgütü ile bölgeyi insansızlaştırıyorlar. Adından bu yapay güce karşı hareket ederek, bölgeye istihkamlarını kuruyorlar. Ve adım adım yeni bir devlet oluşumuna yöneliyorlar.
Bu kurulacak yeni devlet Batı'ya hem ekonomik, hem siyaset olarak bağımlı olmalı. Çevre ülkelerle sorunlu olmalı.
Böylece bölgede bir Kürt devleti oluşumuna doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.

AB özellikle Almanya ve Fransa bu yüzden bu bölgede çok geziniyor. İngiltere ise İsrail ve ABD üzerinden hareket ediyor. ABD ise hem kendi satacağı ürünler için, hem dünya doğal gaz piyasasını kontrol için, bu bölgeden vazgeçemiyor.

Şimdi Türkiye'nin düzenlediği bu harekat, bu uydu devletin kuruluş amacını tamamen bitirmek ve kontrol etmek üzerine...

30 Ağustos 2019 Cuma

Şiddete karşı, toplumsal eğitimde dansın yeri

Şiddet !

Son günlerde gündem gene, erkeklerce gerçekleştirilen "kadına şiddet" haberleri ile çalkalanmaya başladı.
Medya'nın hızı ve etkisi ile haberler ön plana çıkıyor.

Bu sorun uzun zamandır çözülememiş bir toplumsal yara.
Elbette erkeğin kadına (fiziksel) şiddeti veya kadının erkeğe uyguladıkları (mobbing -duygusal) şiddet, çağlar boyunca vardı.
Ama yoğunluk ve derinlik olarak hiç bu kadar genelleşmemiş, toplumca yadsınmış değildi.
Medya sayesinde şiddet, her türlüsü ile günümüz toplumunda artık "olağan"laşıyor.

Oysa çok değil, 30-40 evveline kadar bile çok özel şartlarda nadir olarak gerçekleşen olaylardı. Özellikle kadına şiddet uygulanması, hassasiyeti yüksek, kabul edilmeyen bir olaydı.

Bu şiddet türünün temeli için bir çok sebep sayılabilir. Bence en başta, bireyselleşme ile kadın - erkek arasındaki iletişimin yapısını değiştirmiş olması önemli bir etken.

Kadın-erkek eşitliği kavramının, gerek savunucuları, gerek ise karşıtları tarafından yanlış tanımlanıp uygulanması da bu sorunun gelişimini destekliyor.

Sebeplerde çok ayrıntıya girmeden, tüm sorunların temelinde, insan'ın insan'a karşı, "nasıl davranması gerektiğini" ve iki insan arasında olması gereken "aradaki saygıyı" unuttuk.


Diğer yandan çözüm için bir toplum mühendisliği önerim var.

İlk olarak anaokulları ve ilkokullardan başlayarak, milli eğitim müfredatına "toplumsal görgü ve davranışlar (Adâb-ı Muaşeret Kuralları) eklenmeli. Çünkü toplumumuz, aileler olarak artık bunu sağlayamıyor.

Öğrenciler, birey olarak, çevrelerindeki diğer insanlara karşı hangi ortamlarda nasıl davranması gerektiğini, yemek yeme kurallarından, topluluk içinde takip edilmesi gereken ilkelere kadar eğitilmeli.

Eğer bu eğitim, milli eğitim müfredatına eklenemiyorsa, yerel yönetimler vasıtasıyla da bu konuda eğitim çalışmaları yapılabilinir.

İkinci olarak özellikle ergenlik çağına giriş döneminden başlayarak, gençlere karşı cins ile iletişim ve saygı konularını içerecek şekilde bilgilendirmek gerekiyor.

Ve bunu yapmak çok kolay.

Bireyselleşme, insanı çok yalnızlaştırmış durumda. (Hatta bazı ilişkilerde, aynı ortamdaki kişiler bile birbirini göremiyor.)

 
Medya ve sosyal medya araçları ise gençler arasındaki ilişkileri ve iletişim yollarını çok değiştirmiş durumda.
Uzaktan eğitim gibi, uzaktan hoşlanma, iletişim, sohbet, fikir birliği oluyor ama..
İş, yüz yüze iletişim ve gerçek bir ortama dönüşünce genel de çuvallıyorlar.

Çünkü işin içine, vücut dili, söz ve tavırlar giriyor. Uzaktan sohbet sırasında, üzerinde konuşulması daha kolay ve rahat olan konular, bakış açıları, yargılar,
yüz yüze iletişimde iken hayatın gerçek değerleri ile çakışıyorlar.


Bunun aşmanın ve bu eğitimi vermenin yolu ise, Tango...


Sosyal Latin danslarından Tango, diğer dans türlerinden farklı olarak evrensel kurallar ve ritüellere sahip. Bu kurallar ve davranış kalıpları, sadece kadın-erkek arasındaki değil, kadın-kadına ve erkek-erkeğe olan davranış kalıplarını da içeriyor.
Bir bakıma centilmenlik ve hanfendilik kuralları diyebiliriz. Bu kurallara uymayanlar, zorlayanlar ise kısa sürede toplumdan soyutlanarak, topluluk baskısına tabi kalıyor.

Kurallar; dansa davet, kabul veya ret etme, topluluğa - dansa dahil olma ve ayrılma, diğerlerinin alanlarına saygı gösterme gibi bir çok alt unsur taşıyor.

Eş'li dans olmasına rağmen, kişilerin birbirleri ile dans etme süresi ve şekilleri de sınırlı. Aradaki mesafeyi ve duruş şeklini kadın belirlerken, dansın nasıl yapılacağını erkek belirliyor.
Bir çiftin dans etme süresi de sınırlı. Bu süre sonunda, kişiler başka kişiler ile dans edecekleri aşamaya geçerek tekniklerini geliştirmek zorundalar.

Dansın amacı ise, müzikten haz almak. Genellikle kiminle dans ettiğiniz ikinci planda kalıyor. Sadece o an ve müzik ön planda...

Bu dans, Tango, vücut temasında da sınırlamalar getirmiş durumda. Kişiler dansın yapısından dolayı bu sınırları zorlayamıyorlar. Yoksa dans, dans olmaktan çıkıyor.

Günümüzde toplum bireylerinin birbirine en saygılı olduğu ülkelerden biri olan Arjantin'de bu dansın eğitimi, babalar tarafından çocuklarına ilkokul yaşlarına geldikleri zaman verilmeye başlanıyor.

Bu yüzden bu dansın en azından özel okullarda, beden eğitimi dersleri gibi haftalık 1-2 saat olarak eklenmesi bile önemli ve olumlu değişimler getirecektir.

Hatta belediyelerin, kültür ve sanat dairelerinin bu eğitim imkanını, semtlere kadar götürmesi, özellikle gençleri yönelik olarak Tango eğitim ve etkinlikleri sağlayacak alanlar oluşturması toplum üzerinde olumlu etkiler sağlayacaktır.

İddia ediyorum: Her semte bir tango eğitim merkezi açılıp, gençlere haftada bir tango kurallarına uygun olarak dans etme imkanı verilsin; yerlere çöp atmaktan, çiğdem kabuğu fırlatmaktan, kadına şiddet'e kadar bir çok toplumsal problem orta vade de şiddetini kaybeder.



Diğer Yazılar






Medyadaki şiddet ve yansımalarına karşı
Kadına şiddet'e karşı idam cezası hk... 

Kadınlar öldürülemez mi?

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Şöyle bir gündeme bakınca

Basra körfezinden, AB ye üyesi olan Kıbrıs rum kesimi üzerinden boru hattı ile ucuz gaz götürme projesi sekteye uğradı.
Oysa sırf bu iş için, milyonlarca insan yurdundan edildi. Bölge kurgu bir terörist örgüte temizletildi. ardından bu terörüstleri temizleyip, boru hattı bakımı ve korunumunu yapacak uydu-bağımlı devlet planları vardı.
Olmadı...
Çünkü, milliyetçilik veya duruş konularını bir kenara bırakalım. Bu hat (Kuzey Irak ve Suriye'den geçmesi arzu edilen) Türkiye'nin ve Rusya'nın ulusal çıkarlarını tehdit ediyordu.

Doğal gaz, 22nci yüzyıla kadar dünyanın yeni enerji kaynağı. Ucuz maliyetli petrol yok artık. Doğal gaz, kayagazı, kumgazı derkeni tüm enerji birimleri metan tabanlı gaz'a dönüşüyor. Termik santrallerde...

Enerji ihtiyacı tüm ülkelerin nüfuslarına oranla kat kat artıyor. sırf almanyanın bile 20 yıllık döngüde enerji ihtiyacı 12 kat artacak olarak hesaplanıyor. Oysa nüfusu o kadar artmayacak.

Bu yüzden Doğu Akdenizdeki gaz kaynakları, AB için hayati. ABD'nin de farkı hesapları var.
AB Rusyanın en büyük müşterisi, bu gaz ile Rusya ciddi gelir kaybına uğrayacak. Bu yüzden bu doğal gaz çalışamları netleşmeden, Türkiye üzerinden tüm Akdeniz'e ucuz doğal gaz getirip, bölgenin enerji musluğu olma hesapları var.
Aynı şeyi Ab ve ABD kKıbrıs rum kesimi üzerinden yapmayı arzu ediyor.

Çekişmenin temelinde bu var. Para...Menfaat...

Gerisi fasa fiso, saf olanları öne sürmek ve çatışamlarda harcamak için kullanılan gerekçeler...

AB ve ABD, bu kontrol için Türkiye'yi rahatça gözden çıkartabilir. Çünkü hesaplar çok uzun vadeli çıkarlara göre yapılıyor.
Ama arayı bozmakta istemezler, o zaman kesinlikle istediklerini yapamayacaklar.

S-400'ler NATO kökenli olmadığı için, bu bölgedeki hareketlerine ve uyarılarına ciddi tehdit oluşturuyor.

Herhalde Nato standartı hava savunma silahlarının, Nato üyesi orduların Türkiye'ye olası bir gözdağı hareketinde (Göz dağı çünkü kara harekatına cesaret etmeleri çok zor. Geçmiş deneyimleri bu konuda onlara yol gösterir. Sadece hava saldırıları ve abluka, ambargo ile hareket edebilirler,) işler olacağını ummuyorsunuz? Özellikle yüksek teknoloji içerenlerin...

Zamanında Genel Kurmay'ın kripto odasına girip, tüm olası saldrıılara karşı geliştirilmiş planları nasıl aldıklarını, TSK'nın nasıl kamuyou desteğini zayıflatıp, tırpanladıklarını unutmayın.

Tek şansları mevcut yönetimlerin, kendisine fazla güvenen ve kısa vadeli planlarla sorunları ele almaları ve dolayısıyla çözüm üretmemesi...
İşin kötüsü, şu an hiç bir siyasi oluşumda bu iradeyi ve donanımı da göremiyorum. Yani bir diğeri olsa gene çok şey değişmez.

Toplum olarak zaten dik duruş sergileyip, siyasileri hizaya sokacak birlik ve beraberliğimizde yok. Millet kaderci, fıtratına razı kaldı.
Onların çekişmelerinde taraf olmayı, siyaset olarak algılıyor artık.

S-400'ler bu çerçevede bence, doğru bir karar.

Kimseye güvenerek, kendimizi güvenceye alamayız. Hele dost olduklarını iddia edip, farklı davrananaların insafı ile asla...
Aynı şey Rusya içinde geçerli. Şu an çıkar birliğimizden dolayı yakınız. Bunu geliştirmek faydalı ama ... Gün gelince çıkarlarımız çatışabilir.

O zaman, uzlaşma zemini istiyorsak, öncelikle kendi kendimize yeten bir ekonomi ve üretim yapısına ihtiyacımız var.
Bu dış bağımlılıkla, sadece rakiplerimizden insaf ve insancıllık isteyebiliriz.

28 Haziran 2019 Cuma

Zaman Yolculukları Hakkında

Bunların hepsi sadece mantık çıkarımı. Gerçeklikleri, ancak Zaman Yolculuğu kadar geçerli.

Paradoks veya alternatif bir geçmiş... Her şey olasılıkların dağılımına bağlı.
Zaman tek yönlüdür ve geçmişe yolcuuğa izin vermiyor. Çünkü olayların değişim-gerçekleşme zamanı sadece "an" dediğimiz ve şimdi içindeki çok kısa bir süre de oluşuyor.

Bu referans aralığı bir Planck Zamanı... Bu anda olay gerçeklşemeden önce, belirsiz olan bilgi, geleceği temsil ediyor, bu andan sonra geçmişi temsil ediyor.

Artık tüm olasılıklar çökmüş ve tek bir olasılık gerçeklilik kazanmış oluyor.

Eğer mümkün olsaydı ve geçmişe yolculuk yapılsaydı, geçmiş bilgiyi oluşturan tüm karar noktalarının teker teker takip edilmesi gerekirdi.

Oysa, geçmiş dönemlerde, olayların gerçekleştiği zamanlarda oluşan olasılık seçeneklerimiz, bizi alternatif yollardan bulunduğumuz noktaya getirmiş olabilir.

Bu yüzden hiç bir zaman, tam bildiğimiz ve hatırladığımız geçmişe hiç ulaşamaya da biliriz.

Evren paradoksları sevmez ve genelde en basit yolla izin vermez.

Zaten insanoğlunun binlerce yıldır hatalarını düzeltmek için arzu ettiği ve Zaman yolculuğu olsaydı, gelecek kuşaklarda muhakkak kendi geçmişlerini düzeltmek için gelirlerdi. Ve paradoksları, değişimleri fark ederdik.

Bunun anlamı esasen şu, evrende var olduğumuz sürece yaptığımız her hareket, olasılıklara ve bilinmezlere açıktır.
Hareketimiz her zaman bilinmeyen ama hakkında tahmin yürütülen yönünde olacaktır.



choices.png

Are time travel paradoxes real?

23 Nisan 2019 Salı

Kendini Düzeltmek

Geçenlerde, yeni tanıştığım bir arkadaşım "kendini düzeltmekten" söz etti. Bu kavramla bir kaç defa karşılaştığım için, üzerinde biraz durmaya ihtiyaç duydum.

Genelde bir insanın üzerinde taşıdığı 3 temel kişilik var. Kişinin kendisini, "olduğunu düşündüğü kişi", "olmak istediği kişi" ve çevresince "algılandığı kişi"...

Genellikle bu üçü arasında denge kuramayız. Bu yüzden kendimizi sürekli geliştirmek ve olmak istediğimiz kişi ile algılanmak istediğimiz kişi arasında uyumlu denge geliştirmeye çalışırız.

Ancak özellikle, yaşam şartları dediğimiz belirsiz değişkenlerden dolayı da bu gelişimin sürekliliğini  garantileyemeyiz.

Kendisiyle barışık olma, olduğu gibi kabul etme tanımı bile aslında kendimizi gördüğümüz kişilik ile olmak istediğimiz kişilik arasında uyumlu noktalara dayanıyor.






Peki bu karışıklıklar, nereden çıkıyor?

Neden hep kafamızdaki kendimize biçtiğimiz ideal kişiliğe ulaşmaya çabalıyoruz?

İlk neden, toplumun ve ailenin bize yüklediği rollere uygun olma ihtiyacından kaynaklanıyor. Bu iş sonucu, yaptıklarımız ve eğilimlerimiz için yakın çevremizden tasdik alabiliyoruz.
Bu çabanın, toplumsal birliğin ve düzenin yürümesi açısından önemli olması nedeniyle, göz ardı edilmeyecek önemde olduğu kesin.

Ancak bunun yanında, idealimizdeki duruma ulaşmak için izlediğimiz yol bizi mutsuz ya da huzursuz kılabiliyor.
Bunun temelinde ise "doğru olanın aynı zamanda mantıklı olan" olduğuna inanmamız.

Yani mantıklı davranmaya çalışırken, doğru olana yapınca, mutlu olacağımızı umuyoruz ama pek olmuyor gibi.

Çünkü beynin çalışma sistemi matematiksel temele dayandığından, mantığımız bizi duygularımızla çelişen sonuçlara ve uygulamalara götürebiliyor.

Duygularımız, bize başka bir şey söylerken, mantığımız bize daha başka bir şey söyleyebiliyor. Yani kendi içseslerimizi bastırıyoruz.
Oysa içses olarak niteleyebileceğimiz duyguların oluşması, bir çok uyarıcı bilginin ortak bileşkesinden oluşuyor.
İç hormon yapımızdan, bilgi birikimimize, beklentilerimizden, korkularımıza ve deneyimlerimize kadar bir çok bilginin bir bakıma süper pozisyonundan oluşuyor. Yani hepsinin bileşiminin ortak sonucundan... Biraz ondan, biraz bundan...

Bu nedenle tutum ve davranışlarımız sonucunda iç huzurumuzu ancak mantığımızla, duygularımız ortak bir noktada buluştuğu zaman bulabiliyoruz.

Hem mantığımız, hem de duygularımız bizi tasdik ettiğinde. Bu tür insanları kendisiyle barışık olarak da tanımlayabiliriz.

Duygularımızı, bir bakıma sezgilerimizi görmezden gelerek yaptığımız hiç işte de tatmin duygusu sağlayamadığımız için, iç huzuru ve dolayısıyla mutlu olamıyoruz.

Günümüz Türkiye'sinde bu durum toplumun büyük bir kesimine yayılmış durumda. Özellikle medya ve sosyal medya ile beyinlere aşılan ideal yaşam tarzları ile çelişen hayatlarımız, ideal kişilikler ile uyuşmayan tutum ve davranışlarımız, kendimizden duyduğumuz memnuniyetsizliği körüklüyor.
Mantığımıza göre, her şeyi doğru yapmış olsak bile, içimizde hissettiğimiz tatmin olmamış duygularımızdan dolayı sürekli memnuniyetsizlik halindeyiz. Geleceğe karşı da güvensiziz.

Bu durumu görmek için toplum ulaşım araçlarında, insanların yüzlerine bakmak yeterli.
Gülmeye değil, asılmaya alışmış ve hazır yüzler. Etrafımızda bolca var.

Nasıl yenebiliriz?

En başta, yaptığımız eylemi, gençler gibi, kendi istediğimiz için yapmalıyız. Şartlar buna zorladığı için değil. İş gibi, sorumluluk gibi bize beklentilerimizin dışında duygular yükleyen ama mantığımızca tasdik edilen konularda bile, severek yapabilmek için kendimizi yönlendirmeliyiz. Yaptığımız işin, sistem çarkındaki konumunu ve önemini düşünüp, (her iş kutsaldır ve toplum için önemli bir işlevi vardır) iyi yanlarını ön planda ele almalıyız.

Ayrıca çevremizle olan iletişimimizde, olumlu duygu ve düşüncelere izin vermeliyiz. Kimse hakkında, aslında yanlış olduğunuzu düşünseniz bile, olumsuz duygu ve düşünce beslememeye dikkat etmeli, aksi durumda da bu olumsuz yaklaşımları büyümeden durdurmalısınız.

Çevresine yardımcı olan insanlar, daha mutlu oluyor. Çünkü herkese kendilerinden bir parça katıyorlar. Ve insanları da iyi ve kötü yanları ile olduğu gibi kabulleniyorlar. Elbette o kötü yanları olduğu gibi kabul etme, uygulamada razı olma anlamına gelmiyor. Bu karşılıklı ilişkilerde, zarar görme endişesi doğuran durumlarda o kişilere sınır koyma anlamına geliyor.
Kimse salt kötü, hatalı, yanlış değildir. Salt iyi ve doğru da değildir. Farklı oranlarda bunların karışımıdır. Önemli olan bunlar arasında dengeyi kurabilmek, tolere edilmeyecek noktalarda sınırları koymaktır.

Bir diğer konu da, kişinin kendisine zaman ayırmasıdır. Özellikle hobi ve çeşitli sosyal etkinlikler için zaman ayırması. Bu çevreyle olan iletişini hem güçlendirir, hem de kişi bazında zenginleştirir.


Kişiler kendini düzeltmeli mi?

Hayır!

Kişiler bozuk değil ki, kendilerini düzeltsinler. Düzeltilmesi gereken şey algılar ve tutumlar olmalı. Sezgilerle, yapılması gerekenler arasında sıkıştığında, ikisini de tatmin edecek çözümlere yönelenler unutmamalı ki; yapılan eylem, ne tamamen "mantıklı olan" olacak, ne de "sezgisel olan" olacak.

Sezgiler yalan söylemez. Çok fazla hata da yapmaz. Aklınıza gelen ve içinizde hissettiğiniz duyguların bir çoğu, mantıklı temelleri henüz ortaya çıkmamış bilinçaltı tümevarımlarıdır.

Birisi için ne hissederseniz, büyük oranda o da sizin için benzerini hisseder.
Ama salt mantık bizi yanıltır. Ve genellikle de hatayı bu mantıklı olduğunu düşündüğümüz eylemler sonucu yaparız.
Sonra da sezgilerimizi göz ardı ettiğimiz gerçeğini unutarak, durumumuzdan gayrimemnun oluruz.




8 Ocak 2019 Salı

İşçilerin Güçbirliği Hakkında...

Bakın! Bu ülkede hiç bir zaman gerçekten sınıf mücadelesi diye bir şey olmadı.

Geçmiş zamanlarda bazı romantiklerin ve dönemin akım bakışlarına kapılanlar haricinde bizim ülkemizde, Türkiye de sınıf mücadelesi diye bir kavram ve bunun temeli olacak sosyolojik yapı olmamıştır.
..
Sınıflar, toplumsal katmanlar, "farklı grupların beraberliği, işbirliği veya eşitliği veya kardeşliği" söylemlerinin hepsi, gizliden gizliye toplumu birbirinden uzak ayrı parçalara bölen yapılardır.
.
İnsan insandır. İhtiyaçları temelde aynıdır. Yaptığı iş veya durumu nedeniyle, aralarında farklılıklar aramak ve sınıflandırmak durumu iyileştirmez.
.
İnsanlığın geçmişten günümüze gelişimine ve yapısına baktığımızda gördüğümüz temel yapı şu olmuş.
-İnsanların geçinmesi, yaşaması için hangi üretim yöntemi var ise, örgütlenme de, siyasi yapı da, dini yapılarda ona göre biçimlenmiş.

Toprağa, tarıma dayalı dönemlerde toprak sahiplerinin derebeyliğinden desteklenen krallıklar yönetim erkini elinde bulundurmuş.
Endüstri dönemi ile önce küçük güç odaklarına yani burjuva sınıfı denilen sermaye sahiplerine, yatırımcılara genişleyen yönetim erki, demokrasi uygulamalarını başlatmış. Demokrasi aşamalı olarak yayılmış. Kölelik, Kadınlar ve farklı ırklardan insanların katılımı ile genişlemiş.
Çünkü emperyalist sistemden kapitalistliğe geçiş olurken aynı zamanda liberal etkiler alınmış.
Özellikle tüketicilerin de bir piyasa belirleyicisi olması ile demokrasi tüm toplumlarda tüm bireylere kadar en azından kavram olarak paylaştırılmış.
.
Ama şu var. İnsanoğlu bencildir ve uzun vadeli düşünür. Kendisini güvenceye almak ister.

Şimdiye kadar dünya üstünde hakim olan ekonomik modellerin hepsi batı kültürünün, darwinim ve protestan ahlakını çarpıtmasından güç alan "kazanan-kaybeden" ikileminden almış.
Tez-antitez =Sentez yaklaşımı bile bu mantığa cevap verirken aynı ray'a girmiş yaklaşımlar.
Geçmiş dönemlerin ihtiyaçlarına ve durumlarına cevap vermiş olabilirler. Ama bitti...
Diyalektik mantık hatalı. Günümüz ihtiyaçları ve çözümleri için kısır ve dar.
.
Ülkelerin siyasi ve ekonomik gelişimleri evrim geçiriyor. Bu evrimin -dönüşümün geriye dönüşü yok.
Çünkü üretimin alt yapısı, temeli "bilgi"ye kayıyor.

Şu an geçiş dönemindeyiz. Bu nedenle eski ve tanıdığımız kurumlara, geçmişte denenmiş yaklaşımlar ve çözümler uygun gibiymiş gibi gelse de, bu çözümler eskiyi anmaktan öte değil.
.
Yeni bakış açılarını ve felsefeleri kullanmak zorundayız.

Kuantum bilgisayarları inşaası için insan beyninin çalışma şekli incelendiğinde, ilk ortaya çıkan şey, karar kalma süreçlerinin bir çok verinin olasılık dalgalarının süperpozisyonundan oluştuğu olmuş.
http://yenievrenebirbakis.blogspot.com/2018/06/sistemler-nasl-olusuyor.html

Bunun açıklaması, bir karar almak için gözönüne aldığımız her bir durumun 0-1 arası olasılıkları var. Aslında lineer olarak biz bu olasılığı 0 veya 1 olarak yuvarlayarak değerlendriiyor olsakta, gerçekte aradaki sonsuz sayıda olasılıktan biri;
yani karar için <<k>> dersek; 0<k<1 arasında bir yerde oluşuyor.

Bir karar almak, üretmek bir sistemdir. Her bir kararı, onu oluşturan alt değişkenlerin farklı yüzdelerindeki süperpozisyonlarından alırız.
Yani bir değişken için örnek olarak; 0.33 +/- 0.05, bir başka değişen için, 0.45+/- 0.07, bir başkası için, 0.82+/- 0.02 gibi aralıklar içinde bulunduklarında bir karar üretiriz.

Bu diyalektik'in 0 veya 1 mantığından çok daha üstün üstelik esnek bir yapıdır. 0 veya 1 mantığı basitliğinden dolayı hızlı sonuç üretir ama bu sonuç ancak belirli şartlarda ve imkanlarda doğrudur. Aksi halde geçersizdir.

18nci ve 19ncu yüzyıllarda Ülkemizde hiç bir zaman (Cumhuriyet dönemine kadar) ciddi bir sanayileşme hamlesi olmamıştır. İşçiye gereksinim olmadığı için, batıda gelişen işçi kültürü ve çözüm önerileri gerilerden takip edilmiştir.
Toplum yapımız islam hukukuna dayalı bir eşitlik anlayışı ile insanları eşit, görev ve sorumluluk olarak farklı tanımlamıştır.
Soyluluk, asalet, paryalık gibi kavramlar zayıf temeller bulmuşlardır.
.
Çalışma yaşamına yönelik mevcut hakların hiç biri temelden gelişrilmemiş, batıdan geriden gelinme nedeniyle taklit edilerek alınmıştır. Yani çalışanlara verilmiştir.
.
Batı kültürü, satranç oynar. Ticarette, ekonomide, toplumsal hayatta, sporda... Oyunun sonunda bir taraf yenilir ya da yok edilir.
Sorun çözmek bile rakibin yok edilmesine veya etkisizleştirilmesine dayanmıştır. Örneğin batının yürütttüğü savaşlara bakın. Eğer kazanmışlarsa, sorun çözülmüştür.
Oysa sorun çözülmüyor, sadece bastırılıyor. Sorun nedenlerinden biri yok edilerek hem de...
.
Doğu kültüründe ise hayati tehlike olmadıkça rakip yok edilmez. Çünkü o bir denge unsurudur. Onun yerine "Go" oynanır. 361 köşegen üzerine yerleştirilen 180 +181 taş ile oynanan bu oyun, satrançtan binlerce kat daha fazla hamle olasılığı içerir.
Ana amaç, rakibi yok etmek değil, onunla beraber yaşarken, mümkün olan en ferah alanı sağlamaktır.
Yani onun gücünden de faydalanmaktır.
...
Bunları yazma sebebim, grup içinde zaman zaman artık benimsemediğim ve tasvip etmediğim eski sol görüş ve ideolojileri hatırlatan anekdotlar görmem.
Varyasyonlarıyla beraber, ne sağ, ne sol... İkiside bana göre köhne...
.
Eğer bu güç birliğinde hedefe ulaşmada bu tür, benimsemediğim araçlar kullanılacaksa, ben yokum...