Türk toplumu daha yakın bir geçmişte tebaa
kültüründen çıkmış, vatandaş kültürüne girmiştir. Ancak tebaa kültürünün
toplumsal ve bireysel alışkanlık ve temayülleri kısmen devam etmektedir.
Bunda ilk etmen bir kuşak içinde yapılan devrim ve yeniden yapılanmanın hazmedilmemiş
olmasıdır. Batı toplumunda kişinin tebaa statüsünden, vatandaş statüsüne geçişi
neredeyse 600 yıllık bir süreç sonunda yerleşmiştir. Bu süreç zarfında kişinin
özgürlük alanı genişlemiş ve kişiye müdahale edilmemesi olarak 19ncu yüzyılda
genel bir tanıma ulaşmıştır.
Osmanlı kültüründe; çok dilli, çok uluslu ve kültürlü bir ortamda
doğan, yetişen, gelişen bir kişi olarak Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyetin
kuruluşu esnasında ve sonrasında Türk milliyetçiliğinin de temellerini
oluşturmuştur.
Dönemin etkin görüşleri arasından, aynı zamanda kültürel anlamda da dünya da
baskın olan Fransız yurttaş ve milliyetçilik akımlarına özel ilgi göstermesi ve
incelemesi çok doğal olmuştur.
Birinci dünya savaşı, teknolojinin ilk savaşı da olmuştur. Savaş zihniyeti
değişmiş, sivil halk da hedefler arasına girmiş ve tarafların eşit koşullarda
savaşmasına dikkat edildiği dönem bitmiştir.
Aynı dönemde parçalanan bir çok imparatorluk gibi, Osmanlı devletinin
varlığını fiilen devam etme kudretini kaybetmiştir. İşte bu dönemde zaten yarı sömürge olarak
zayıf düşmüş, savaşlarda değerli insan ve sermaye kaynağını kaybetmiş bir
topluma yeni bir ruh aşılama sürecine girilmiştir.
Bu dönemde Osmanlıdan kalan izlerle, Türk-
İslam kültürü üzerine yeni bir toplumun ve devletin inşasına neredeyse, eksiden
başlanılmıştır.
Türk toplumunun bir araya gelmesi ve birbirine aidiyet hissedebilmesi, böylece
kamu refahını ön planda tutması için Türk milliyetçiliği de ön plana çıkmış, bu
düşüncenin sağlam ideolojik temellere oturması için dönemin aydınları
tarafından çeşitli öneriler getirilmiştir.
Sonuç olarak: Osmanlı döneminden de
kalan, üst kimlik Osmanlı yerine, üst kimlik olarak Türk kimliği üzerinden bir
yapılanmaya yönelimler olmuştur. Gerek şartların hafiflemesi ile gerek ise
nüfusun artması ile oluşan çok seslilik ortamında bu temelinde farklı yorumları
ve versiyonları çıkmıştır.
Günümüzde Türk Milliyetçiliği; ırka ve dile
dayalı ulusallığı savunan bir milliyetçilik anlayışına indirgenmiş ya da
indirgenmeye çalışılmaktadır.
Oysa Türk Milliyetçiliği; Tarih, dil ve kültür geçmişi olan, farklı dil, köken
ve geleneklere sahip insanlardan oluşan bir ulusu tanımlamak üzere
oluşturulmuştu.
Günümüzde ise Türk Toplumu, dünyadaki
gelişmelere paralel olarak, zihinsel olarak benzer bir değişimden geçmektedir.
Bu da bir çok çatışma, yanlış anlama ve anlaşılmaya yol açmakta, sürtüşmelerle
sonuçlanmaktadır.
Batı toplumun aksine, hızlı ve hazmedilmemiş aşamalardan geçerekten tesis
edilen demokrasinin gelişimi de sağlıklı Türk toplumu için sağlıklı olmamıştır.
İkinci dünya savaşı öncesi sıkışık
politik durum, kalmış savaş borçları payları, tek adama dayalı siyasi
yönetimlerin ağırlığı, kısıtlı sermaye ve bilgi gücüne ilaveten, kısıtlı insan
kaynağı demokratik ortamın gelişiminde gecikmelere neden olmuştur.
Özellikle padişahlık, halifelik gibi tek adama dayalı yönetimi doğal ve doğru
karşılayan bir toplumun, kendi sorumluluğunu eline alması uzun sürmüştür. Çünkü vatandaş olmasına rağmen, hala tebaa
olma zihniyetinin izlerini etkilerini taşımakta ve yaşatmakta hatta
aktarmaktadır.
Bu izler, çoğu zaman aldığı çoğunluk desteği ile gelen iktidarların
çizgilerinde de, cumhuriyet öncesi geçmişi özlemle anan uygulamalara neden
olmuştur.
Batı kültüründe 500 küsur yılda aşama aşama
kaydedilen gelişmeler ve toplumsal bilinçlenme tepeden inme olunca, takdir
görmemesi de normal olmuştur. Bu durumda kimi zaman baskı yoluna gidildiği de
görülmüştür.
Batı demokrasilerinde, eleştiri ve
eleştirilmek, hesap verebilir olmak, kamu refahını gözeten uygulamalar ve
bireylerin hak ve özgürlük kavramlarının tanımlanması, gelişmesi ve aşamaları
da toplumlarda ağır bedeller karşılığı olmuştur. Bu arada toplum içinde gerek kamu gerek ise
sivil toplum kurumları yerleşmiş ve aralarında kurulan denge ile toplumsal
refah ile bireylerin talepleri arasında denge kurulmuştur.
Türk toplumunda ise bu denge, yukarıdan inme şekilde yasama-yürütme ve yargı
olarak kurulmaya çalışılmıştır. Ancak gerek yürütmenin, yasama ve dolaylı
yoldan yargı üzerindeki etkileri nedeniyle, gerek ise toplumsal iletişim
araçlarının kısıtlılığından kaynaklanan, yetersiz eleştiri kurumları nedeni ile
boşluk oluşmuştur. Toplumsal eleştiri kurumlarının yetersizliği, sivil toplum
örgütlerinin azlığı, siyasi muhalefetin iktidar dönüşümünde geçmişin intikamına
yönelik hesap sorma ve öncekini bozma uygulamaları hep zaman kaybettirmiştir.
Diğer yandan devlet erkinin, iktidarın
güçlü etkisi altında kalması ve basın kurumunun da toplumsal baskı olarak
yetersizleşmesi, iktidarı sınırsız
hareketten kaçınmaya sevk edecek tek kuvvet kalmıştır: Ordu.
( Eğer bir iktidar güçlü bir çoğunluk desteği ile geldiyse, basın kurumlarını
istediği gibi biçimlendirebiliyorsa, yasama üzerindeki değişiklik yapma gücü
ile yargıyı bile etkileyebiliyorsa bu iktidarı aşırıya gitmekten ne
alıkoyabilir? Aşırıya gittiğini kim, ne fark ettirebilir?)
Eğer toplumun kendi kontrol mekanizmaları
sağlıklı işleseydi bu duruma düşülmezdi.
Ancak Türk Ordusunun Cumhuriyetin ilanından
itibaren yüklendiği çeşitli sorumluluklar ve roller, bu pozisyona itilmesine
neden olmuştur. Bunların başlıca ana kalemleri şunlar olmuştur:
İlk olarak Cumhuriyetin kuruluşunda yer alan subaylar aynı zamanda Osmanlı
döneminin de aydınlarının çoğunluğunu oluşturuyordu. Bunun Osmanlıda ki eğitim
sisteminin payı çok büyüktü. Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluşunda bu subaylar,
muvazzaf ya da sivil-emekli toplumun eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi konusunda
görev aldılar.
Bu dönemde ordu özellikle Anadolu’dan gelen işgücünün aynı zamanda eğitilmesi,
temel bilgileri alması içinde görev yüklendi. Bu şekilde asker ocağında
eğitilecek gençlere yönelik eğitim programları ve bilinçlendirme çalışmaları da
görevleri arasına girdi.
İkinci olarak özellikle tek tip eğitimin
yaygınlaşması ve sanayi üretime geçilmesinden sonra ordu, sosyal güvenlik konusunda da roller
üstlenmiştir.
Özellikle enflasyonist dönemlerde piyasaya çıkan genç işgücünün piyasaya
girişinin kontrol edilmesinde, sağlık ihtiyaçlarının kısmi olarak
karşılanmasında, eğitiminde ve kalifiye mesleklere yönlendirilmesinde rol
almıştır.
Güvenlik ihtiyacının üstündeki bu işgücü
aynı zamanda ucuz iş gücü olması nedeni ile ordu içi ve kamu ihtiyacı imar
işlerinde de zaman zaman kullanılmıştır.
Üçüncü olarak, toplumsal olarak ülke
güvenliği harici roller de yüklenen ordudan, siyasi partilerin kontrol
edilmesinde ve dizginlenmesinde tarafsız ve üst merci olarak bulunması toplumca
da kabul edilmiş ve istenmiştir.
Böylece kendilerinden güçlü bir üstün gücün
gölgesi altındaki siyasi partilerden ve iktidarların dizginlenmesi umulmuştur.
Batı demokrasilerinde devlet kuruluşu,
genellikle halk ve ileri gelenleri tarafından yapıldığı için, Türk Ordusunun
bulunduğu siyasi pozisyon farklı algılanmıştır.
Devletin hukuk yapısının kontrol ve
düzenleme yetisindeki açık noktalar ve basının eleştirel etkisinin, siyasi
iktidarlarca yapıcıdan çok yıkıcı olarak algılanması ve değerlendirilmesi
sonucu siyasi sistemde oluşan tıkanmalar ve yetersizliklerde ordunun iktidar
rolünü almasına neden olmuştur.
(Bugün darbe dönemleri olarak adlandırılan olaylara bakıldığın da, eğer bu
darbeler olmasaydı, dönemin devrilen
iktidar, mevcut sistem nasıl devam edebilirdi diye de düşünmelidir.)
Günümüzde ordunun “demokles’in kılıcı”
rolü kırılmış ve siyasi sistemde sivil eğilimlerin tam hakimiyeti
sağlanmıştır. Ancak ordunun rolünün
kalkmasıyla oluşan boşluğu ne yazık ki hiçbir güç dolduramamıştır.
Aynı zamanda bu güç kırılırken, hesaplaşma şeklinde algılanan abartılı
uygulamalar ve hukukun tarafsız üstün mantığına aykırı algılanan kararlar, hukuk sisteminin güvenirliğini de ciddi
anlamda zedelemiştir.
İktidarı kontrol ve sınırlama gücü olması gereken diğer devlet kurumlarının da
etkisiz kalması, toplum içinde ciddi bir
tepki doğurmuştur.
Şu anki algılamada özellikle ortalamasını
oluşturan kesimlerde tepki artışı vardır.
Bu grup incelendiğinde, özellikle toplumsal üretimde özellikle yer alan
eğitimli, ağırlıklı olarak ücretli,
gelirinden tam vergi veren kesimlerden oluştuğu görülmektedir.
Bunda iktidarın sosyal politika parçası
olarak yürüttüğü (iktidar partisine mal ettiği) ve vergi gelirlerinin, vergi
vermeyenlere dağıtılmasında uyguladığı, yol ve yöntemlerinde önemli payı
vardır.
Günümüzde Türk toplumundaki ortalama eğitimli ve çalışan bir bireyi ele
aldığımızda, bu kişinin psikolojisinde şu özellikler göze çarpmaktadır.
İlk önce devlet ile birey arasındaki ilişki
şekli değişmiştir. Devletle bireyin karşılıklı olarak yüklendiği rol, hak ve
sorumluluklar değişmiştir.
Devletin küçülen toplumsal rolünün ve
özelleşmenin bunda etkisi yüksektir.
Şu anda devlete kalacak roller, “ düzenleyici”
olacaktır ( Dış güvenlik, iç güvenlik, hukuk sisteminin düzenlenmesi, piyasa
için hakem pozisyonunda hukuki ve ekonomik temel uygulamalar, toplum içinde
bireyler lehine olmak üzere, bireylerle tüzel kişilikler arasında dengeyi
kurmak ve korumak, bireyler arasında da adaleti sağlamak,…)
Devletin daha önce yüklendiği, mikro ekonomik kararlar, üretim teşvikleri, planlamalar,
istihdam uygulamaları, bireysel güvenlik,
sağlık ve eğitim politikaları kısmi veya tam olarak özel sektöre
devredilmiştir.
(Dış politikada bile devlet uygulamaları; üye olunan topluluklar, kurumlar,
uluslar arası yasalar vb. şekillerde sınırlanmıştır.)
Devletin küçülmesi ve piyasadan çekilmesi,
aynı zamanda gelir dağılımında dengesizliklere de neden olmaktadır. Devletin istihdam olanaklarının azalması,
nüfus içinde ortalama gelirle çalışan kişi sayısı da azaltmıştır.
Bireyler verdikleri vergilerin karşılığında
kendileri ve çocukları için koruyucu ve kollayıcı uygulamalar beklerken, bu
görevin düzenlenmesindeki yetersizlikler, yada bilinmezlikler tepkileri de
getirmektedir.
Günümüzde bir birey ayıplı bir ürün için,
büyük bir holdinge kafa tutabilmekte, hakkını arayabilmekte ya da en azından
sosyal medya vasıtasıyla olumsuz reklam aracılığıyla firmayı tehdit
edebilmektedir. Bireysel haklar bilinci artıkça ve iletişim olanakları
çoğaldıkça, bireylerin beklentileri de artmaktadır.
Eskiden devlet ya da özel tüzel kişilikleri
karşısında tek taraflı olarak pasif pozisyondaki vatandaş, artık aktif
bireydir.
Artık beğenmediği firmanın ürününü almak zorunda olmadığı gibi, uygulamalarını
beğenmediği devletin vatandaşı da olmak zorunda hissetmiyor. Özellikle
eğitimli, kalifiye, maddi geliri ve birikimi olan bireyler için bu duygu çok
daha güçlü.
Kişinin; devlet tarafından verilmiş
hakları ve devlete karşı sorumlukları olan vatandaştan,
devlete karşı doğal hakları ve bunun gereği sorumlulukları olan birey, bilincine ulaşmasının payı büyüktür.
Vatandaş artık devletin ve siyasi kuruluşların da kendisine, tıpkı ürününü
pazarlamak isteyen şirketler gibi birey bazında ele almasını ve hizmet
vermesini, beklemektedir.
Ülkemizde eğitim seviyesi artıkça ve
tüketim toplumu yapısı güçlendikçe, bu beklentilerde artacaktır.
Bu çerçevede yakın ve orta gelecekte
devletin, toplumsal hayatta ana düzenleyici ve hakem rolü kalmak üzere,
toplumsal hayatın birçok aşamasından çekileceğini öngörebiliriz.
Siyasetçilerin de hangi partiye dâhil
olurlarsa olsunlar, toplum önünde daha şeffaf ve hesap verebilir olması
gerekecektir.
Bu şekilde siyasi partilerden ziyade, belli düşüncelerde toplanmış ve uzlaşmış ama
her an farklı topluluklara da katılabilecek ya da kayabilecek kişilerden oluşan
siyasi güç oluşumlarını görebileceğiz.
Devlet idaresi ise, daha çok teknotrat ekiplere kalacaktır. Kısa ömürlü siyasi
güç oluşumları, toplumdan derlenmiş istek ve ihtiyaçlara göre devlet kurumları
üstünde baskı gruplarına dönüşeceklerdir.
Toplum üzerinde biçimlendirme etkisi olacak
olan güçleri; uluslar arası kurum ve
organizasyonlar, ekonomik ve askeri güç birlikleri, uluslar arası ticareti ve
hukuk uygulamalarını saptayan kurumlar, uluslar arası şirketler ve bunların
ülke içindeki ortaklıkları, yerel yönetimler önde gelen unsurlar olacaktır.